Türkiye’de hükümetlerin beceriksizliğini tartışmıyoruz bile, bu onların kaderi… Ama iki-üç ay gibi kısa bir süredeki icraattaki çeşniyi yalnızca bu beceriksizlik ile açıklamak ne kadar doğru olacak?
Siyasal iktidar aynı anda onca genci sorgusuz sualsiz katledip, ardından devrimci tutsaklardan önemli bir bölümünü daha serbest bırakıyor. Önce Kürtçe konuşmaya izin veriyor, ardından açık savaş halini silahlı devrimci güçlerden kitlelere ve aynı siyasal sistemin Kürt öğelerine yöneltiyor. Bir eliyle 141-142’yi kaldırıyor, öte yandan ondan daha gerici yasalarla sopa gösteriyor. El altından “Apo ile bile görüşebiliriz” mesajları verilirken ahı gitmiş vahı kalmış TBKP’nin kapısına kilit asmak ihmal edilmiyor.
Çok genel bir yaklaşımla bunun bir tutarsızlık olduğu çok açık. Ancak beceriksizlik veya acemilik konusu biraz tartışma istiyor.
Bir kere, tüm bu politikaların muhatabı Türkiye’deki ilerici, devrimci, sosyalist güçlerdir. Bu güçlere yönelik politikaların tutarsızlığı hem ülke objektivitesindeki dengesizliklerden, hem de bu güçlerdeki tutarsızlıklardan kaynaklanmaktadır.
Türkiye burjuvazisi karşısında daha anlaşılır ve homojen bir “güç” bulabilseydi, bu “güç” belli temel yaklaşımlara angaje olmuş olsaydı, yukarıdaki türden çok geniş bir açıya oturan politikalar gündeme gelmeyecekti. Örneğin Türkiye solu bir TBKP’den ve onun benzerlerinden ibaret olsaydı, TBKP kapatılır mıydı? Örneğin Kürt sorununda PKK’nın varlığı olmasaydı, ne gerek vardı Kürtçe serbestisine?
Burjuvazinin karşısındaki “sol” tek bir kanaldan yürütülecek politik açılımlara izin vermeyecek kadar çokseslidir. Tutarsızlığın kaynağında bu vardır. Üstelik bu, yalnızca bugünün sorunu değil, yarının da gündemidir. Türkiye burjuvazisi, onun siyasal iktidarları, eşeklerini olmasa bile “sol”larını sağlam kazığa iki cepheden birden bağlamaya çalışıyor. Buna alışkınız. Siyasal iktidar çok yönlü kavradığı sınıf mücadelelerinde hele hele böylesine kritik adımların atıldığı bir sırada işi şansa bırakabilecek durumda değil. İşi şansa bırakmamak, sola şans tanımamak anlamına geliyor.
Halbuki tam da bu nedenle solun şansı Türkiye’de giderek artacak. Burjuvazinin solun alanını daraltmak için seçtiği yöntem politik mücadelenin alanını genişletmek olunca, solun görevi genişleyen alanlara yönelmek oluyor. Türkiye solu giderek çok daha zengin mücadele alanlarına doğru çekilmektedir. Bunun bir olumluluk olduğu su götürmez. Ancak bir hatırlatmayla, sol için genişleyen alan merkezi siyasal müdahaleyi daha fazla gerektirir. Solun şansı da, en azından şimdilik burada kapalı gözüküyor. Türkiye’de sosyalist mücadelenin ve daha genel olarak devrimci güçlerin geniş bir alanda kendi gündemlerinde takıldıkları çok açık olarak göze çarpıyor. Merkezi bir silkiniş için gerekli siyaset nosyonu ile işçi sınıfı merkezli bir kalkışma şu ana kadar temel gündem maddesi haline getirilemedi.
Gelenek ve Siyaset okurları biliyorlar, belli bir süredir bu merkezi müdahalenin araçlarından birisini, yasal devrimci sosyalist işçi partisi yolunda bir odağı (ki bu odak siyasal yaşamın diğer alanlarında da işlevsel olabilecek bir birlikteliktir) oluşturmak üzere başka yoldaşlarla birlikte çalışmalar sürdürüyoruz. Kimilerine anlamlı gelmeyebilir, kimileri yeni bir “odakçık” etiketini yapıştırabilir, kimileri de “şimdilik erken” diye düşünebilir. Sosyalizmin siyasal mücadele alanına taşınmasından daha anlamlı bir şey göremiyoruz. Biz yapmazsak, başkaları yapar, yapmaya çalışır. Türkiye sosyalist hareketindeki siyasal temsil sorununu bugün kimlerin nasıl bir ideolojik temelle çözmeye kalktıklarını görüyoruz. “Odakçık”lardan kurtulmak için çaba gösteriyoruz, bugün Türkiye sosyalist hareketinde bu tür yaklaşımların hiç ama hiç değeri yok. Ve kimileri için vakit geldiğinde galiba çok geç olacak!
Bunlarla çok fazla ilgili değiliz. Sosyalist mücadelenin çıkarları neyi gerektiriyorsa o yapılacaktır. Program sorunu, siyasal temsil sorunu, mücadelenin sınıfa yayılması sorunu vs. tüm bunlara bütüncül ve merkezi bir cevap verme arayışı sürdürülecek.
Bütün bu misyonların yanı başında “Kürt sorunu” olarak adlandırılabilecek bir gündem maddesi yer alıyor. Bu gündem maddesinin ağırlığı Türkiye sosyalist hareketinin merkezi müdahale araçlarının yaratılması sürecinde önemli ölçülerde hissedilmeye başlanmıştır ve bu durumun devamı pek muhtemeldir.
Gelenek okurları yine hatırlayacaklardır, bundan birkaç yıl önce konuya ilişkin dizimizde yer alan yazılarda ulusal soruna ilişkin tek teorik temelin ulusal sorunun teorikleştirilmesindeki sınırların bilinmesi olduğu vurgulanıyordu. Bu başlıkla ele alınabileceklerin başka diğer konulardan çok daha fazla güncelliklere açık olduğu dünya komünist hareketinin tarihinde de görülmektedir. Genel olarak sınıf temelli bir ideolojinin bu sorunlara dışsal bir olguymuşçasına yaklaşması hep esas olmuştur. Bu bağlamda enternasyonalist bir öğreti olarak marksizm-leninizm, konjonktürel dalgalanmaların ötesinde her zaman sınıfsal çelişki ve perspektiflere vurgu yapmıştır.
Sosyalist teorinin kendisini kendi özgün alanına çekmesinin en önemli kazancı, güncel siyasetin peşinen mahkum edilmesinin önüne geçilmesi, ya da güncel vurguların teoriyi allak bullak etmesinin engellenmesidir. Oysa Kürdistan sorunu, tek başına Türkiye sosyalist hareketini, bu hareketteki siyaset-teori ilişkilerini altüst etmeye ve bir çıkmaza sürüklemeye yetmiştir.
Türkiye sosyalist hareketi açısından güncel siyaset olanakları, yalnızca ulusal sorunda değil, açıkçası bütün alanlarda tıkalı durmaktadır ve bunda hareketin öznel günahlarının büyük payı vardır. Bu politikasızlık içerisinde soruna yönelik ağırlık oluşturmak, ya ilkesizlik, ya da başkalarının borusunun ardından düdük öttürmektir. Kısacası Türkiye sosyalist hareketinde konuya ilişkin teorik çerçevenin gereğinden fazla köşeli çizilmesinden kaynaklanan bir politikasızlık kesinlikle yoktur. Aslında Türkiye sosyalist hareketinin konuya ilişkin en azından çerçeveyi çizici ve programa evrilecek teorik üretim de yoktur. Kürt ulusal hareketi nedeniyle başka herşeyi bir kenara itip çok temel sorunları birilerinin elinde yükselinceye kadar buzdolabına koyanların konuya ilişkin ne söylediği ise pek belli değildir.
Bu nedenle Türkiye’de asıl yaşanan, siyasetin (buna ne kadar siyaset denebilirse) teorik temelleri savurmasıdır. Çok fazla üzerinde durmak istememekle birlikte Türkiye sosyalist harekelinde gündemin ve geleceğin ilk maddesini “Kürt sorunu” olarak saptayanların kesinlikle ileride inandırıcı olma şanslarının bulunmadığı ve hele hele geçmişten bahsetmek durumunda olmadıkları bilinmelidir. Kürdistan sorunu, bugün çok önemli bir dinamik yaratmıştır. Bu dinamiğin sosyalizm mücadelesine etkisini, ona uzanan kollarını ve bu dinamiğe yönelik enternasyonalist dayanışmayı gündemin en önemli maddelerinden birisi yapmak ile sorunu Türkiye sosyalist hareketinin kalıcı lokomotifi olarak değerlendirip bu ata oynamak arasında çok belirgin ve doğrudan leninizmle ilgili ayrımlar mevcuttur. Türkiye solunda köksüzlük merakının bu kadar yaygınlaşması şaşırtıcıdır. Hareket ve parti geleneklerinden söz ediliyor haklı olarak. Bu geleneklerin hangisi kendi gelişiminde Kürdistan’daki dinamiklerden kan aldı? Yoksa, bütün bu geleneklerin bütününde Türkiye solu 1960’lardan sonra hayret verici bir yanılsamayla yanlış toplumsal tercihlere mi yönelmişti?
Bugün Kürdistan Kürt ulusal hareketinin merkezi sonuysa, Türkiye sosyalizminin geleceği, Türkiye proletaryasındadır. Bu, beylik bir laf değildir. Bu, son yıllarda çaresizlik ve çözülüşü onurlu ama dışsal bir pratikle unutmaya çalışanların “geçerken” unuttuğu bir gerçekliktir.
O halde işin doğrusu nedir? Sorunu yerli yerine oturtmanın formülü nerededir?
Soru böyle sorulduğunda sorun gerçek bir “sorun” haline gelmektedir. Çünkü yerli yerine oturtmaktan anlaşılması gereken “kayıtsız kalmamak”, “dayanışma içerisinde olmak”, veya başka lafızlar eşliğinde sonuçta bunları yapmanın ötesinde bir perspektif üretmekse ve sosyalist mücadelenin merkezinde iktidar perspektifi varsa, bugün Türkiye sosyalist hareketi Kürdistan meselesinde, bu meselenin sıcaklığında, kendisine bağımsız bir özne olarak yer bulabilecek sınıfsal-örgütsel zeminlere sahip değildir; yerli yerine oturtmak bunların gerisinde bir “destekçilik” olacaksa ve Türkiye sosyalist hareketine en başta böyle bir görev biçiliyorsa, gerçekten yazıktır.
Bu türden açmazlara düşmemek için Kürdistan’da varolan dinamikleri ve Türkiye sosyalist hareketinin kendi gündemi ile bu dinamikler arasındaki açıyı ve bağıntıları soğukkanlı bir biçimde ele almak gerekmektedir. Ortada bir veriler yumağı vardır ve ilk iş bu veriler yumağını daha saydam hale getirmektir:
- Son yılların en önemli gelişmelerinden bir tanesi, Türkiye sosyalist hareketinin kendi politikasızlığı sürerken Kürt ulusal hareketinin bağımsız siyasal bir çıkış yapması ve bunda belli bir süreklilik ve toplumsal zemin sağlamasıdır.
- Bugün Türkiye sosyalist hareketi ile Kürt ulusal hareketi arasında farklı toplumsal temellerden kaynaklanan bir çakışmama hali vardır. Bu çakışmama hali, öznel uyumsuzluklardan çok nesnel temellidir ve suni yöntemlerle ortadan kaldırılamaz.
- Türkiye sosyalist hareketi de kendi temelleri üzerinde doğrulmadıkça Kürt hareketi ile sağlıklı bir iletişim (geniş anlamıyla) kurulamaz. Bugün zorlanan iletişim biçimi tek yanlı ve bir kanat açısından kimliklerin “evde bırakıldığı” bir biçimdir.
- Kürt ulusal devrimci hareketi, belli oranlarda hem kitlesini, hem de siyasal önderliğini yaratmış veya bulmuştur. Bu yine nesnel temellerden beslenmekle birlikte PKK’nin örgütsel başarısıdır.
- Kendi temellerini ve politika üretimini, proleter bir bazda gerçekleştiremeyen Türkiye sosyalist hareketinin şu anda Kürdistan üzerinde kendince daha sağlıklı, ya da mevcut liderliğin dışında arayışlar içerisine girmesi veya kimi süreçleri zorlaması, önce hayalcilik, sonra yükselen bir dinamiğe zarar vermek, nihayetinde çocukluktur.
- Bu Türkiye sosyalist hareketinin gündemine belli bir bölgede örgütlenmeme gibi bir kayıt elbette getirmez. Sosyalist hareket başta Kürt proletaryası, Kürt emekçilerinin ileri ve sınıf bilinçli unsurlarına uzanmadıkça merkezi bir siyasal etkinlik göstermekte güçlük çekecektir. Ancak bu süreçte hayalci olmak, sonuçta sınıf mücadelesinin silikleştiği ve yöredeki güçlü dinamiğin mutlak denetimi altına girildiği bir duruma yol açacaktır. Bu dinamiğin mutlak denetimi altında kalınacaksa sergilenecek en dürüst, onurlu ve devrimci tavır herhalde Anadolu’nun batısından milliyetçi yiğitlemeler düzmek olmayacaktır. Tercihlerini yapmış ve kılıcını atmış bir hareket vardır ve gereksinim bellidir.
- Türkiye sosyalist hareketi Kürt hareketi üzerindeki asıl akılcı ve olumlu etkisini, kendi temellerini bularak ve bunun üzerinde yükselerek yapacaktır. Çok ülkeli bir dinamik olarak Kürt sorunu, hareketin liderliğindeki tüm marksist söylem ve öğelere rağmen, ulusal bir harekettir, ulusal bir hareket olarak, uluslararası dengelerin ve bu dengelerin arasına girmeyi çok seven ABD emperyalizmin manevralarına son derece açık bir yapıdadır.
- Bugün dayanışma ve yardımlaşmanın ötesinde en önemli sorun, ilişkinin Kürt hareketini “sol” bir çizgide tutabilecek saygı, iletişim ve aynı zamanda mesafeyi koruyabilmesidir. Halbuki bugün Türkiye solunun “milliyetçi” eğilimlerin güç kazanması için elden geleni yaptığı görülmektedir.
- Kürt hareketi PKK’nin somutluğunda bir ulusal hareket olarak olabilecek en sol konumlardan birisini almıştır. Kürdistan realitesi gerek sınıfsal, gerekse jeopolitik yapısı, gerekse de ideolojik gelenekleri açısından daha ötesine elvermediği gibi, hareketin kitle tabanını genişletmesi hareketin oldukça geri ideolojik öğelere sarılmasını da beraberinde getirmektedir.
- PKK, Körfez bunalımı ile başlayan ve Irak’a emperyalist ülkelerin silahlı müdahalesine ve sonrasına uzanan süreçte, kendilerini daha marksist gören birçok Kürt örgütünden daha tutarlı ve sağlıklı bir çizgi izlemiştir. Ancak bu sağlıklılığın sürekli kılınmasındaki engeller de bizzat PKK’nın içindedir. Programsızlık ve perspektif boşluğu nedeniyle açık kapılar politikası örgüte zaman zaman egemen olmaktadır.
- Son 7 yıllık deneyim Türkiye’deki bütün devrimci örgütlenmelere öğretici olmuştur, bu yadsınamaz bir gerçekliktir.
- Bu deneyime bakarak iki farklı dinamiği suni yöntemlerle çakıştırmaya kalkmak, gerek Türkiye sosyalist hareketi, gerekse bugün giderek yöredeki ABD politikalarını ve onların işbirlikçiliğine soyunan Kürt liderliğini bozuculuğu anlamında daha kalıcı bir yere oturabilecek Kürt devrimci hareketi açısından tam bir fiyasko olacaktır.
Yukarıdaki ve benzeri türden yaklaşımların ötesinde angajmanlara girmek, örneğin Türkiye’de toplumsal devrimin kaderini Kürt hareketine bağlamak veya bu harekette kendi ulusal çerçevesi içerisinde sosyalist devrimin geleceğini görmek Türkiye’de sosyalizmden umudu kesmiş olanların işidir. Marksizme en bayağı küfürlerle donanmış ve bu anlamda zaman zaman işi hakarete döken HEP’i (bu partiye yönelik baskı ve cinayetler bütün bunları “yememiz” için neden olamaz) halk hareketinin temsilcisi olarak göklere çıkarıp onun etekleri altında politika yapmayı “ustalık” sananlar, batıda her söze” arı sosyalizm” diye başlayarak bütün gelişme olasılıklarını hemen başta kapatıp ardından aşiret toplumlarının kültürel mirasını “işte devrimci geleneğimiz” diye pazarlayan Türk solcuları kendilerinden ve Türkiye’de sosyalizmden umudu kesmişlerdir ve dürüst değillerdir!