Marksist harekette, her yenilgi sonrasında, yenilgiye uğrayanların kendi tarihlerinin yazımı bir geleneği oluşturuyor. Türkiye’deki Marksist hareketin, yediği darbe sonrasında sergilediği tavır, Türkiye Marksistlerinin de bundan muaf olmadığını ortaya koyuyor. 1980’lere doğru yol alırken sıcak siyasal pratiğin yazımına izin vermediği ve gölgelediği tarih yazımı, 1980 sonrasında kendini yeniden dayattı.
Bir kez daha klasiklere dönüldü. Dönüldü ama, ortada önemli bir değişim var: Uluslararası sıçratıcı etkilerden yoksun olmak. Hatta, uluslararası dinamiklerin sağa çekici ve likide edici etkisine karşı koruyucu bir kalkan oluşturmak.
1980 öncesi dünya solunda yaşanan ayrışmalar bire bir olarak her ülkede yankılanıyordu. Türkiye’de de bu yansıma sonucu, kadro öbekleri birbirlerine karşı ayrılıklarını koyuyorlardı. Bugün bunun aynı şekilde tekrarlanması ve bir tek buna dayanarak kadro öbeklerini ayakta tutmak mümkün değildir.
Bastığı toprakta kendini yeniden üretemeyecek kadronun ulaşacağı nokta siyasal duyarsızlaşma olacaktır.
Sosyalistleri bekleyen görev, dış dünyada olanları mutlaka gözlemlemek, ama gözlerini düne göre daha çok bastığı topraklar üzerine dikmektir.
Türkiye’de Marksistlerin tarih yazımı, H.Kıvılcım’lıyı istisna olarak kabul edersek, 1960 sonrası başladı diyebiliriz. 1960-1971 döneminde, Türkiye solu yaygın olarak Marksist klasiklerle tanışırken, bir yandan da tarihini yazmaya çalışıyordu. 12 Mart çıkışında kalınan noktadan devam etti. Bugün de bu görev Marksistleri bekliyor.
Türkiye solu, Türkiye’nin ve solun tarihini yazma konusunda bugün 1960 dönemine göre daha avantajlıdır. Bu avantaj geçen süre içerisinde yapılan akademik çalışmaların kimilerinden yararlanabilme olanağından kaynaklanıyor. Ancak, bu iş kesinlikle akademisyenlere havale edilemez. Çünkü uluslararası dinamiklerin sağa çekici etkisi karşısında gözlerini çok daha fazla Türkiye’ye dikmeğe “mahkum” olan Marksistler tarih yazımında mutlaka kimi “şeyleri” abartmak zorunda kalacaklardır. Bu abartmaların kadroları sarsaklaştırmasının önüne geçmenin tek yolu ise, bu süreci kontrol edebilecek olan Leninist bir kadrolaşmadan geçmektedir.
Marksistlerin tarih yazımında sürekli göz önünde bulundurması gereken öğelerden biri de, sosyalist hareketin ihtiyaçlar listesi ile bağlantılı olarak bu işi yapmasıdır. Bu gözden kaçırılırsa, yapılan çalışma ne kadar akademik olursa olsun, bunun sosyalist harekete pek de hayrı dokunmaz.
Bu çalışma, son yıllarda birbiri ardına kitapları yayınlanan ama yine de kendi deyimiyle pek de “rezonans” gösterilmeyen H.Kıvılcımlı’nın çalışmalarını belli başlıklar altında toplayıp, eserlerinin bir bölümünü tanıtıp, Kıvılcımlı’nın yazdıklarından bugüne ve yarına devrolan irdelemeyi amaçlıyor.
Antropolojiden ontolojiye, İslam ve Osmanlı tarihinde 27 Mayıs’a kadar çok geniş bir alan üzerinde çalışmalar yapan Kıvılcımlı’nın eserlerini ağırlıklı olarak İslam ve Osmanlı İmparatorluğu, Ulusal Kurtuluş Savaşı ve Kemalizm, Yol serisi ve 27 Mayıs’a ilişkin değerlendirmeleri çerçevesinde ele almaya çalışacağım.
***
Kıvılcımlı, üzerine çalışmada iki zorluk kendini hemen hissettiriyor. Birincisi, Kıvılcımlı’nın kendine özgü bir terminoloji yaratmaya çalışması. Bu özellikle “Tarih Tezi”nde yoğun olarak görülüyor. İkincisi ise, elli yıllık yazma süresi içinde tek bir teorik çerçeveden sözetmek mümkün olmuyor. Burada sözünü ettiğim şey, Kıvılcımlı’nın, uzun yazım döneminde çeşitli alanlara sıçraması değil, özellikle de Osmanlı İmparatorluğu, Kemalizm, ordu ve benzeri konularda 1930’larda yazdıklarıyla 1960’larda yazdıkları arasındaki karşıtlığa varan farklılıklar içermesidir.
Birileri çıkıp da, “sen 1930’larda yazılanlara ne bakıyorsun, asıl, Kıvılcımlı teorik çerçevesini 1960 sonrası oluşturdu, olgunlaştırdı” gibi bir karşı çıkışta bulunursa, çok acele etmiş olacaktır. Çünkü, Kıvılcımlı’da bugüne ve yarına devrolacak teorik çerçeve varsa, kimi rezervlerle birlikte, 1930’larda hapiste yazılan ve parti MK’sına tartışılmak üzere sunulan Yol serisidir.
Kıvılcımlı’da İslam Ve Osmanlı İmparatorluğu
H.Kıvılcımlı 1965’de “en yeni sosyalistler” dediği MDD’cilerin birçok çeviri yaptıklarını söylüyor ve “ya Türkiye’nin ekonomisi sosyal yapısı sınıf ilişkileri” diye sorup haklı olarak MDD’cileri köksüzlükle suçluyor1 , Türkiye tarihini yazma işinin ise “en eski sosyalistler” diye adlandırdığı, kendisinin de içinde yeraldığı kuşak tarafından gerçekleştirildiğini söylüyor.
Ne kadar adilane olursa olsun, herhangi bir dine prim vermek, özellikle de İran ve Doğu Avrupa’da dinin sosyalizm düşmanı etkisini gördükten sonra bana oldukça tehlikeli geliyor. Dinler arasından biri lehine tercih beyan etmek ise sosyalistleri ilerde zor durumda bırakacaktır. Birileri çok sesli düşünmekle suçlayabilse de, bence yine de din dindir ve hiçbir din sosyalizme atlamada diğerine oranla bir avantaj sağlamaz.
H.Kıvılcımlı ise daha farklı düşünüyor: “Müslümanlık gerçekten devrimci her doktrin gibi sosyalizme dek varır. Hz.Muhammed’in temsil ettiği ilk İslamlık beşeriyet değil, fethedilen toprakları, taşınır ganimetleri bile, hatta fetihten sonra ortaya çıkan ‘fey’leri bile müslümanlar arasında ortaklaşa benimsemek ilkesine dayandırır.”2
Bu alıntıyla birlikte H.Kıvılcımlı’nın burada “sosyalizm”, başka yerlerde “harbi komünizm” “barbar sosyalizm” olarak adlandırdığı düzen, Marksist terminolojide “ilkel komünal toplum”a denk düşüyor.
“Müslüman olmayanlardan yeteneğine göre müslümanlara ihtiyacına göre”, gibi yeni bir sınıfsız toplum tanımı olmadığına göre, ganimetin müslümanlar arasında eşit dağıtılmasının da sosyalizmle alakası yoktur. Ancak, bu “müslümanlar için sosyalizm” çok da uzun sürmez. Bedr Savaşı’nda elegeçirilen ganimetin paylaşımı sırasında problem çıkar. “Gençler ‘cengi biz ettik’, yaşlılar “bozulsanız bile sığınacaktınız!” diyerek ganimeti bir türlü paylaşamıyorlardı. Hz.Muhammed inandığı ve elçisi bulunduğu Allah önünde bu çıkar çatışmasına içerledi. Müslümanların din uğruna ülkücül dövüşünü bekliyordu.”3 Muhammed eylem adamıdır. Oturup bu ganimet paralarının nasıl bölüşüleceğini bekleyecek hali yok tabi ki! Oturur, bir ayet indirir ve iş hallolur: “Ganimet Tanrı’nın ve Peygamber’indir.”4
“Kur’an ortadadır. Gelmiş geçmiş hiçbir zalim onun kılına dokunamamıştır. Müslümanca savaş, hiç kimseye kişi olarak bir ayrıcalık tanımaz.”5
İnanması zor ama, bu son alıntı bir mümine değil, H.Kıvılcımlı’ya aitti. Bu tür örnekleri çoğaltmak mümkün. Yine Kıvılcımlı’ya göre, zekat, fitre, hatta hacılık, helaller, hep yitirileceği sezilen “ilkel komüna”nın yaşatılması için koşulmuş önlemlerdir.6
Başta sözünü ettiğim gibi, H.Kıvılcımlı MDD’nin köksüzlüğü karşısında çok gerilere gidiyor. Ancak, o zaman başka bir problem ortaya çıkıyor. Bu sefer de Kıvılcımlı oralarda kök salıyor, bununla birlikte Kıvılcımlı’nın özel terminolojisi de işin içine girince sınıfsal kategorilerin yerini ahlaki kategoriler alıyor. Ve tam da bu noktada eklektisizm ortaya çıkıyor. Analizlerinde Marksist terminolojiden uzaklaşması, Marksizmin yönteminden de uzaklaşmasını beraberinde getiriyor. Sınıfsal kategorilerden uzaklaşıp ahlaki bir terminolojiyle Osmanlı tarihine bakması Kıvılcımlı’nın uzun yıllar tek başına cebelleşmeye çalıştığı ümmetçi tarihçilerden ayrılmasını da zorlaştırıyor.
Kıvılcımlı birbirine yakın tarihlerde Osmanlı üzerine yazdıklarıyla da kendini çürütmekten kurtaramıyor. Tarih, Devrim, Sosyalizm’de, ilk dirlikçilerin rantiyer toprak beyi sayılamayacağı, hazır yiyici değil, sosyal görevli olduğunu söylüyor.7
Osmanlı Tarihinin Maddesi’nde ise, “dirlik toprağın yalnız rantının belli kişilere verilmesidir”8 , “dirlikçilere ve beytülmale geçen rantın bir bölümü doğrudan doğruya ürün olarak aynı vergidir”9 diyor. Dirlik düzeni toprak rantına el konmasına dayanır. Dirlikçide sarayın ranta el koyabilmek için atadığı ve sus payı olarak pastadan bir dilim verdiği rantiyerlerdir. İstediği kadar “şövalye” , “kahraman” vb. sıfatlarla allanıp pullansın, bu ne dirlikçilerin sömürücü bir zümre olmalarını, ne de dirlik düzenin sömürüye dayanan bir sistem olmasını değiştirmiyor. İkisi de sömürüye dayanan dirlik düzeni ve kesim düzeni arasında tercih yapmak sosyalistlerin işi olmamalı. Ancak, analiz aracı sınıfsallık değil de ahlaksal kategoriler olunca, tuzağa düşmekten kurtulmak mümkün olmuyor.
Dirlik düzenine ilişkin çok kısa bir özetin yararlı olacağını düşünüyorum. Dirlik düzeni yalnızca Osmanlı’ya özgü olmayan bir sömürü düzenidir. Topraklar, çift, tımar, zeamet ve has adlı bölümlere ayrılır. Çift en küçük toprak birimidir; tasarrufu beratla reayaya verilir. Karşılığında da kendisinden istenen vergileri öder. Çiftçilerin bir araya gelmesiyle oluşan dirliklerin başına yine beratla saraydan dirlikçi atanır. Dirlikçi (tımarlı sipahi) vergileri toplar, geliri oranında savaşçıyı besler ve çağrıldığında savaşa gider.
Sipahinin sosyal görevi, merkezi otoriteyi taşrada korumaktır. Zeamet, dirliklerden daha fazla gelir getiren topraklardır. Bunlar saraydaki memurlara maaşlarına karşılık olarak verilir. En büyük toprak birimi olan hasların geliriyse padişahın kendisine aittir.
Kıvılcımlı, çiftçi için “bir çift öküzle sürülebilecek kadar toprağı işleyen özgür ekincidir” diyor.10 Çiftçiden özgür ekinci olarak söz etmek olanaksız. Çünkü, çiftçi kendisine beratla verilen toprağın tasarrufuna sahip olmadığı gibi, aynı zamanda toprağı ekmek zorundadır. Ödenmesi neredeyse olanaksız olan “çift bozma” vergisini ödemeden de toprağı terk etmesi yasaktır. Özgür ekinciden söz edebiliyorsak, özgür ekinci “ben bu yıl toprağı ekmeyip açıklama özgürlüğümü kullanacağım” da diyebilir. Ancak sarayın gönlü buna razı olmaz! Çünkü reayanın toprağı ekmemesi toplanan verginin düşmesine yol açacaktır. Oysa, Osmanlı örgütlenmesinin en önemli özelliği, en büyük gelir kaynağı olan vergilerin düzenli toplanmasıdır.
Kıvılcımlı’nın sosyal görevli olarak nitelendirdiği sipahileriyse ikili bir özelliğe sahiptir. Bir yandan merkezi otoriteyi taşrada temsil ederken, diğer yandan merkezi otoritenin zayıfladığı dönemlerde reaya üzerindeki keyfi baskılarını arttırırlar. Bu nedenle saraydan sık sık reayayı sipahi karşısında korumaya yönelik fermanlar yayınlanır. Sipahilerin merkeze başkaldırma eğilimini nötralize etmek ve sipahileri dizginleyebilmek için de bir başka kuvvete ihtiyaç vardır. Bu işlevi gören Yeniçeri Ordusu’dur.
H.Kıvılcımlı’ya göre “dirlik düzeni: İlk temiz ülkücü miri topraklar düzenidir. Bir yandan da dirlikçiler, yani ülkeyi fethederken yararlılık gösterenler vardır. Bunlar, kurtardıkları toprakların ‘dirliğini’ sağlamak için tuttukları katlara göre; tımar, zeamet, has atlı dirliklerin yönetim ve savunmasını üzerine alırlar.”11
Burada bir soru sormak istiyorum: Sipahiler yeni yerler mi fethediyorlar, yoksa kaybedilen toprakları mı kurtarıyorlar? Bunlar birbirinden çok farklı şeylerdir.
“Türkiye’nin ilk Osmanlı dirlik düzenine dönülemeyeceğini her konuşan bebecik de bilir. Bilinmek istenmeyen şey, dirlik düzeni kurallarının, ilkel de olsa bir sosyalizm gelenek-göreneği olduğudur” 12 dedikten sonra Kıvılcımlı’nın söylemediğini ben söyleyeyim: Fethedilen kurtarılmış topraklara ilkel de olsa sosyalizm bayrağı dikilir.(!?)
Burada yine Kıvılcımlı terminolojisinin yeni bir öğesiyle karşılaşırız. Toprak rantına el konmasına dayanan dirlik düzeni, Kıvılcımlı’da “ilkel de olsa, sosyalizm gelenek-göreneği” katına yükselir.
Nasıl ki, “İslam sosyalizmi” müslümanların yararına müslüman olmayanların talanına dayanıyorsa, Osmanlı sosyalizmi de Osmanlı vatandaşlarının yararına ümmetçi bir sosyalizmdir. Osmanlılar için olan sosyalizm, müslümanlar için olan sosyalizmden daha avantajlıdır. Çünkü Muhammed döneminde herkesin olan ganimet, Osmanlı’da reaya hariç tutularak, daha dar olan “sosyalistler” (padişah, saraydaki memurlar ve sipahiler) arasında, “Osmanlı olmayanlardan yeteneğine göre, Osmanlı sarayından başına devlet kuşu konanların ihtiyacına göre” ilkesine uygun bir şekilde “Osmanlı sosyalistleri” arasında üleşilir!
Kıvılcımlı, Osmanlı’da dört adet “devlet sınıfı”ndan sözediyor. Bunlar, mülkiye, ilmiye, seyfiye ve kalemiyedir. Bu dört sınıftan ilmiye hariç diğerlerinin kaynağı devşirmedir. Devşirmeler ise fethedilen (Kıvılcımlı’ya göre kurtarılan) topraklardaki 14-18 yaşları arasındaki gençlerin en sağlıklılarının ailelerinden kopartılıp, Anadolu’daki müslüman ailelerin yanında Osmanlılaştırılmalarına dayanır. İslam örf ve adetlerini öğrenen devşirmeler kelime-i şahadet getirip kalemiye, mülkiye ya da seyfiye kategorisi içinde yer alırlar. Devşirmelerin sivil kanadı vezir-i azamlığa, askeri kanadı Yeniçeri ağalığına kadar yükselebilirler.
Devşirme dahil olduğu kategori içinde yükseldikçe pastadan kendisine düşen pay da artar. Padişah dışında, sarayda diğer yöneticilerin hiçbirinin doğma büyüme müslüman olmaması, bu insanların payitahta direk olarak göz dikmelerinin önündeki en büyük engeldir. Fethedilen topraklardan en çok bu insanlar yararlanır.
Kıvılcımlı, Osmanlı devlet örgütlenmesinin laikliğinden sözediyor. Padişahlar laik olmak zorundaydılar! Çünkü, bir tek ilmiye sınıfından gelen insanlar doğma büyüme müslümandır. Şeyh-ül İslam’ın vereceği fetvaların her zaman için padişahları zor durumda bırakması mümkündür. Bu nedenle de ilmiye sürekli olarak saray hiyerarşisinden özellikle uzak tutulmaya çalışılır. Padişahın yalnızca kendisine yönelik tehlikeleri en aza indirmek için giriştiği bu çabayı laiklik olarak nitelendirmek ise bana görüntüye bakarak karar vermenin yanıltıcı olacağını hatırlatıyor.
Kıvılcımlı’nın dört devler sınıfından biri olarak nitelendirdiği ve seyfiye (ordu) ile birlikte özel bir önem atfettiği ilmiyenin ne olduğu, kimlerden oluştuğu, bu insanların ne iş yaptıkları gibi konulara değinmenin de yararlı olacağını düşünüyorum.
İlmiye tamamıyla din eğitimine dayanıyor. Eğitim şehir merkezlerinde kurulan medreseler aracılığıyla yürütülüyor. Medreseden mezun olanlar kadı, müftü, Anadolu ve Rumeli kazaskeri ve en yüksek ilmiye mertebesi olan Şeyh-ül İslamlığa kadar yükselebiliyorlar.
Kadılar, bugünkü belediye başkanlığı ve noterlik hizmetiyle birlikte şer-i kanunları uyguluyorlar. Yerleşim birimlerine saray tarafından atanırlar. 20 ay görev yapıp 2 sene istirahat ederler. Merkezden maaş almazlar; geçimlerini belediye başkanlığı, noterlik ve şer-iadalet dağıtımı sırasında hizmet gördüklerinden sağlarlar. “Adalet” dağıtırken bu “ilmiye” sınıfı iki sene hiçbir geliri olmadan yaşamını sürdürebilecek kaynağı 20 aylık görev süresi içinde yaratmak zorundadırlar. Ümmetçi de olsa, birçok Osmanlı tarihi çalışmasında kadıların yolsuzluklarından sözedilir. Rotasyonda merkezin amacı bir yandan ayyuka çıkan yolsuzlukları birazda olsa engellemeye çalışmak, bir de merkezin denetimi dışında insanların servet biriktirmesini engellemektir. Servet biriktirmesini engellemek yalnızca ilmiyeye uygulanmaz. Diğer kesimlerdeki insanlar da sıkı bir şekilde kontrol edilir. Dönem dönem sistemli müsaderelerle, vezir bile olsalar kimi insanların mallarına el konur. Servet biriktirilmesini kontrol eden mekanizmanın bir başka unsuru da her padişah döneminde beratların yenilenmesidir. Beratları yenilemeyenlerin servetleri sarayın kasasına devredilir. Padişah değişince Yeniçeri ordusuna “bahşiş” dağıtılır. Bahşişini alan Yeniçeri, beratları yenilenmeyen ve oyunbozanlık yapma eğiliminde olanları da balyoz gibi ezer. Zaten Yeniçeri ordusunun görevi savaşa gitmek değil, sarayın vurucu gücü olmaktır.
Osmanlı’da dirlik düzeni 1600’lere kadar sürer. Avrupa’da oluşan düzenli ve teknik olarak üstün, profesyonel ordular karşısında sipahi ordusu artık yavaş yavaş etkinliğini yitirmeye başlamıştır. Merkezi otoritenin zayıflaması ile birlikte, sipahiler orduya katılmamaya ve merkeze yollanması gereken vergilere de el koymaya başlarlar. Merkez de sipahilerin beratlarını feshederek dirlik düzenine son verir ve kesim düzenine geçilir.
Merkezi otorite için bir tek sorun vardır: Nakit para ihtiyacını hemen karşılamak ve sonrasında toprak rantına el koymayı sürdürebilmek. Uzun süredir iç bütçeden (padişahın özel bütçesi ya da kasası) karşılanan açıklar, iç bütçeyi de zayıflatmıştır.
Kesim düzeni belli bir yerleşim birimindeki vergileri mültezimlerin toplamasına dayanıyordu. Bu yerleşim birimleri açık arttırmaya çıkarılır. Açık arttırmayı kazanan mültezim saptanan yıllık vergiyi sarayın kendisine verdiği beratla kendi adına toplar. Açık arttırmalara gayri-müslümlerin katılması yasaklanır. Açık arttırmaların çeşitli ayak oyunlarıyla bir miktar nakit parası olan ya da tefecilerden borç alabilen ve sarayda kendisine destek çıkabilecek tanıdıkları olan insanlar kazanırlar.
Kıvılcımlı, dirlik ve kesim düzenleri için “İki Osmanlı Devleti olduğu gibi, iki Osmanlı memleketi de olmuştur. Birincisi temiz dirlik düzeni, ikincisi onu inkar eden kesim düzeni. Bu iki ve birbirine düşman sosyal düzen sırasında, ekonomik sınıflar adı verilen üreticilerle sermayeciler sınıfları içinde ve aralarında olağanüstü çelişik ilişkiler ve değişiklikler baş göstermiştir” diyor.13 Oysa bu iki düzen arasında “zıtlık” bulmak olanaksızdır. Çünkü ikisi de, toprak rantına el konmasına dayanan bir sömürü düzenidir. Farklı olan ise artığa el koyma şeklidir. Bu sistemler birbirinin zıddı değil, devamıdır.
Reaye açısından özsel olarak değişen bir şey yoktur. O yine saptanan vergileri vermek ve toprağı sürmek zorundadır. değişen tek şey artığa el koyanlardır. Sipahilerin yerini mültezim almıştır. Sonuçta savaş, sömürücü sınıflar ve zümreler arasında geçer; reaya ise bu işin tamamen dışındadır.
Böylesi bir durumda “Devlet sınıfları, kesim düzeninde bal gibi tefeci bezirgan uşaklığı yapıyorlardı.” 14 diye yakınmak Marksistlere düşmemelidir.
Kıvılcımlı Halk Savaşım Planları çalışmasında, “Türkiye’nin en az Tanzimat’tan beri geçmiş devrimsel olaylarına bakalım. Antika ‘İlmiye-Seyfiye’ ikilisinden özellikle Seyfiye’ye karşılık düşen, tek sözcükle ordu; hep düzemlice ileri devrimci aksiyon vurucu gücü olmuştur ve olmaktadır” 15 dese de ordunun ilericiliğini Tanzimat’tan daha da gerilere götürme eğilimi de taşıyor.
H.Kıvılcımlı tarihe bakarken ortodoks Marksizmin sahip çıktığı ve üretim araçlarının karşısındaki konumlanıştan bağımsız olarak “yüce” , “temiz” , “dürüst” , “halkıyla içiçe” , vb. ahlaksal bir kavramsal çerçeveyi ön plana çıkardığı oranda Marksizmden uzaklaşıyor.
Kıvılcımlı’nın en önemli ve saygı duyulması gereken inatçılığına tepkiselliğin bulaşması 1930’larla onu sola, iterken 1960 sonrasında MDD’ciliğin temelsizliği karşısında, ortaya bir kök koymaya çalışırken sağa itmiştir.
Kıvılcımlı’nın tarih yazımındaki en önemli eksikliklerinden birini de geleceğe yönelik projeksiyonların öngörülerin yer almaması oluşturuyor. Geleceğe yönelik bir projeksiyonun ön plana çıkmadığı tarih yazımında ise geçmişe takılıp kalmak tehlikesi kendini hissettiriyor. Buna örnek verebilirim. Kıvılcımlı İbn-i Haldun’dan “Darwinizmin Muştalayıcısı İslam Marx’ı” olarak söz ediyor. İbn-i Haldun-n tarih yazımı salt geçmiş olaylara yönelik doğru bilgiler aktarmayı hedefler. Bu ise onu “İslam Marx’ı” yapmaya hiç bir şekilde yetmez. Marksizmi geçmiş olayların doğru ya da nesnel anlatımına indirgemek mümkün değildir. Bunu mutlaka yeni bir toplum projesiyle birlikte düşünmek gerekiyor.
Kıvılcımlı’da Ulusal Kurtuluş Savaşı Ve Kemalizm
Kıvılcımlı’nın “Ulusal Kurtuluş” savaşı ve Kemalizm üzerine yazdıklarından iki ayrı Kıvılcımlı düşüncesi çıkıyor. Bu iki ayrı Kıvılcımlı ise birbirine tamamen zıt kutupları oluşturuyor. Kıvılcımlı’nın Kemalizm konusunda yazdıklarında tersine işleyen bir süreç var. 1930’larda Kemalizm’den kopan Kıvılcımlı, 1960’larda MDD ile polemiklerinde onlardan daha Kemalist bir konuma yerleşiyor.
1930’lar Türkiye solunun kadrolarını Kemalizme kaptırdığı yıllara denk düşüyor. Parti içinde çıkan Kadro hareketinin Kemalizme ideoloji üretmek gibi bir misyonla beşinci kol olarak çalıştığı, Komintern’den gelen kimi sağ direktiflerin Kemalizme çanak tuttuğu bir dönemde, Şefik Hüsnü’nün çizgisini izleyen bir partide Kıvılcımlı en zor olanı gerçekleştirip Kemalizm’le hesaplaşmaya girişiyor.
1930’larda Kemalizm “hiç de sağlam ayakkabı” olmadığı ve “Kemalizm’in emperyalizme düşmanlığı, emperyalizm, Türkiye fakir halkını, çalışkan köylü ve işçilerini ezdiği soyduğu için değil, bu eziş ve soyuşta arslan payını kendine ayırdığı ve Türk burjuvazisine artı-değerden, fazla üründen yalnız kırıntı bıraktığı içindir”16 , denirken 1960’larda, “Atatürk kendini yazık ki harcamıştır. Harcayışının nedeni dilediğini yapamamasıdır…Şimdi gericilerin ağzına sakız edilen Atatürk’ün içkiciliğini gözönüne getirelim. Her keyif veren zehir hayat baskısına bilinçsiz protesto da bulunmak için taksitle intihar etmektir. Atatürk’ü içki intiharına götüren içgüdü neydi ‘Daha büyük inkılap yaratma niyeti’ni gerçekleştirmemek baskısı” deniyor.17
1930’larda M.Kemal için “Türkiye’de ordu kadrosu halifenin İstanbul’dan tayin edip gönderdiği müfettiş ‘Yaver-i Has’ M.Kemal’in emrinde olduğu gibi, burjuva müdafacılığına azmetmiş bir haldeydi”18 , Kemalizm için de “Türkiye’de Kemalizm, iliklerine kadar militarist bir disiplinle halkı her türlü demokratik hareket ve teşkilattan sistematikman tecrit etti. Bir tarafta halifeyi tutup irticayı körüklerken, ötede halktan gelen her teşebbüs kabiliyetini şiddetle boğdu”ğu 19 haklı olarak söyleniyor. Ancak, inanmak güç olsa da, 1960’larda Yol’da söylenenler, ‘tashih’ ediliyor. “Mustafa Kemal ‘Yaver-i Hassı Hazret’i Şehriyari’liğini kullandı” 20 denip, arkasından Kemalizm’in yarım kalan bir hesabını kapatmak üzere, M.Kemal’e yapılacak bir suikast girişiminden yola çıkarak eski ittihatçılarla kanlı hesaplaşmasının savunusuna girişiliyor. “Zafer geri gelmez, eski Almacı kompradorlar, hemen İngiliz-Fransız efendilerine yamanarak Mustafa Kemal’i seri halde suikastlarla temizleme davasına bel bağladılar”21 diyor. Sıkıcı olsa da, bunlara benzer alıntılar devam edecek. 1930’larda hem M.Kemal’in hem kendisine hem de yarattığı ideolojiye dönemi içinde en ağır eleştirileri getirmesi mutlak olarak bir olumluluğu ifade etse de 1960’larda yaptığı ‘tashih’lerle birlikte Kıvılcımlı’dan bugüne ve yarına devrolabilecekler yine kendisi tarafından ortadan kaldırılıyor. Kıvılcımlı’nın tartışılmak üzere Merkez Komitesi’ne sunduğu Yol serisi döneminde “yalnızlığı” yaşaması, Türkiye sosyalist hareketi için önemli bir kayıptır. Çünkü 1930’larda tanımlanabilecek olan Kemalizmin niteliği ve Kemalizmden kopuş tartışması 1960-1970 dönemine devrolmuştur. Bu da, Türkiye solunu epey uğraştırmış ve zaman kaybettirmiştir.
1930’larda Kıvılcımlı’nın Kemalizm’den arınmasında hem Kadro’culara duyduğu ve saygı gösterilmesi gereken kin ve öfkenin önemli bir yere sahip olduğunu düşünüyorum.
Kadro’nun bütünlüklü bir Kemalist ideoloji yaratma işine girmesi ve bunda başarılı olması H.Kıvılcımlı’yı sola iterken 1960 sonrası MDD’nin eklektik Kemalizm savunusu bu sefer sağa savurmuştur. Yön karşısında Kemalizmin niteliği konusunda oldukça isabetli tesbitler yapılsa da, bunlar Kıvılcımlı’yı MDD’cilerle polemiğinde Kemalizme savrulmaktan kurtaramamıştır.
İdeolojik mücadelede her ileri adım kollektivitede ete kemiğe bürünüyor ve o zaman ileri adımlar “kazanım” adını alabiliyor. Kollektiviteye maledilemeyen adımlar ileri ise yine o adımları atan insanlar tarafından geri alınabiliyor. “Türkiye’de solun en mücadeleci insanları, mücadele çizgilerini besleyerek yeterli katılım bulamadıkları için ve o oranda kendi kendilerine karşı mücadele eden insanlara dönüşüyorlar.” 22
Kıvılcımlı da M.Kemal’in emperyalizme ve kapitalizme karşı söylediklerinden yola çıkarak 1965’de Kemalizm’in anti-emperyalizmini ön plana çıkarmak gibi bir çaba içerisine giriyor. Hedef ise yalnızca MDD değil; bir yanda MDD’ye vurulurken öbür yanda da TİP’e vurulmak isteniyor. MDD ile polemikte kaba tabirle neredeyse “siz kimsiniz, Kemalizm kim” denmeye çalışılırken, diğer yandan da dolaylı olarak açık açık söylenmese de Kemalizmin “kıymetini” bilmeyen TİP hedefleniyor. MDD karşısında MDD’nin Yön’ü aşamayacağı öne çıkarılıp, sınıfsallığın altı çizilirken, TİP’e karşı çıkış daha çok bu partinin pasifizminin öne çıkartılması ile yürütülüyor.
Pratiğin radikalliği, teorik radikallikle beslenmediği sürece, kendi başına anlamlı olmuyor. Ancak, bu “teorik olarak radikal olan pratik olarak radikal olur”a eşitlenmiyor. Buna örnek 1961 TİP’idir. Bir çok konuda MDD’ye oranla teorik olarak TİP daha radikal olmasına karşın, bunu pratiğe taşıyamamıştır. Bunun sonucunda da ulaştığı nokta en çok legal Marksizmdir. MDD ise teorik radikalliğe prim vermeyen tavrı ile en başında kendi önünü tıkamıştır. Kişi olarak tek başına kalsa bile mücadeleciliği bir an olsun elden bırakmayan Kıvılcımlı kendi elleriyle teorik radikalizmin önünü Kemalizmin anti-emperyalist retoriğine prim vererek tıkıyor.
“M.Kemal dünya önünde giriştiği devrimin bir kurtuluş savaşı olduğunu söyledi. Bu ulusal kurtuluşun iki amacı olduğunu belirtti: 1. Emperyalizme ve kapitalizme karşı gelmek; 2. Zorbalığa (Osmanlı derebeyliğine) karşı gelmek.”23 Kıvılcımlı, M.Kemal’in sözlerini fazlasıyla abartıyor. Yukarıdakileri M.Kemal 18 Eylül 1920’de Meclis’e sunduğu Halkçılık programında söylüyor. M.Kemal’in bu sözleri Halkçılık programının ikinci ve üçüncü maddelerini içeriyor. Ancak programın bu maddeleri dışında da maddeleri var. Örneğin birinci maddede, “TBMM, hududu milisi dahilinde temini hayat ve istiklal tahlisi makamı hilafet ve saltanat ahdile teşekkül eylemişti”; beşinci maddede, “Hilafet ve saltanat makamının tahlisine muvaffakiyet hasıl olduktan sonra Padişah ve Halifei müslimin kavanini esasiye dairesinde mevkii muhterem ve mübecellini ahzeder” deniyor. 24 Aynı programda hem hilafeti savunmak, hem de anti-emperyalist olmak Kıvılcımlı’da “politika yapmak” ya da “taktik”le açıklanıyor. 25 Evet, ortada bir taktik var. O da bu programın öne sürülmesidir. M.Kemal’in bu programı öne sürerken bir hedefi vardır: Tehlikeli bir rakip olarak görülen bir Halk Zümresi’nin ekarte edilmesi halkçılık programıyla da bu sağlanmıştır.
H.Kıvılcımlı’nın kitaplarında Duyunu Umumiye ve Osmanlı Bankası’nın Türkiye’ye finans-kapitalin yerleşmesinde en önemli kurumlar oldukları vurgulanıyor. Ama yine de Anadolu’daki bu anti-emperyalist savaş emperyalistlerle içiçe veriliyor. Duyunu Umimiye yapılan anlaşmayla vergileri Ankara adına toplamaya devam ediyor. Osmanlı Bankası’ndan da borç para isteniyor.
Bu tür örnekleri çoğaltmak mümkün. Birçok çalışmada meclis ikinci başkanı Celalettin Arif Bey’in Ereğli’de sahibi olduğu kömür madenlerinin işletme ayrıcalığını İtalyanlara vermesi, M.Kemal’in başkanı olduğu oturumda “ticaret ayrı siyaset ayrı” mantığıyla geçiştirilir.
M.Kemal’in en güvendiği insanlardan biri olan ve “gerekirse” komünist bile olabilen Yunus Nadi (resmi KP kurucusu olması güvenilir olmasını zorunlu kılar) 7 Mayıs 1920’de ABD başkanı Wilson’a yolladığı mektupta “Avrupalılar bizi yoketmek ve adımızı haritadan silmek istiyorlar. Nasıl olurda siz ve temsil ettiğiniz büyük Amerikan milleti, buna izin verir Zayıfa yardım etmek için savaşa girmiş olan Amerikan milleti bize yardım etme gücü varken nasıl olur da tarafsız kalır” diye soruyor. Bu mektubu Y.Nadi’nin kişisel görüşü olarak değerlendirip geçmek olanaksızdır. Diplomatik dilin günlük dile çevrisiyle burada Amerikan emperyalizmine açıkça davetiye çıkarılıyor.
Y.Nadi’nin bu mektubu aynı zamanda Türk burjuvazisinin siyasal öngörülerinin kuvvetli olmasına bir kanıttır. Daha 1920’lerde ABD’nin emperyalist kampta öne geçtiğini sezen burjuvazinin temsilcileri, şemsiyenin altına girmeyi o dönemde çok fazlasıyla istiyorlardı. Y.Nadi’nin mektuplarını Ankara’yla yürütülen resmi yazışmalar, Ankara’nın Barış görüşmelerinde “rahat” olabilmek için ABD’ye imtiyazlar vermek istemesi ve Chester projesi izliyor. Ancak Türk burjuvazisinin tüm işbirliği isteğine karşın, bu pek fazla gerçekleşmiyordu.
Yukarıdakilerle birlikte M.Kemal ve çevresinin sosyalist harekete karşı aldığı bir yandan imha eden bir yandan da kontrol etem politikası ve uluslararası konjonktürün getirdiği dalga yanyana düşünüldüğünde Kemalizmin anti-emperyalizmi konusunda ihtiyatlı olmak gerekiyor. M.Kemal’in saray tarafından Anadolu’ya geniş yetkiler ve görevlerle yollanması ise resmi tarih tarafından örtbas ediliyor. Görevlerden bir tanesi ise Anadolu’da kurulmaya çalışılan şuraların ilgası oluşturuyor. 26 Kuzeyden gelen rüzgar, hafif de olda Anadolu’da hissediliyor.
1920’ler dünyası Anadolu’da politik bir güç olmak isteyenleri görüntüde ulusallığın ön plana çıktığı bir politik perspektife sahip olmaya zorluyordu. Anadolu’nun işgali ile birlikte, işgal kuvvetlerinin korumasında geri dönene Ermeni ve Rumların, Anadolu eşrafı tarafından el konulan mallarını geri istemeleri Anadolu eşrafını “anti-emperyalist” olmaya itmişti. İlk kurulan Müdafa-i Hukuk Cemiyetleri de Ermeni ve Rumların ilk önce döndükleri yerlerde anti-ermeni ve anti-rum bir temaya dayanarak kurulmuştu. Uluslararası konjonktürün dayattığı anti-emperyalist görüntüye karşı direnen genç Türk burjuvazisi bu görüntüyü yıkmak için, içeride sosyalist harekete karşı şiddet kullanırken, dışarıda İngiltere isterse Rusya’ya bile saldırabileceğini açık açık beyan ediyordu. Batının ise Bolşevik devrimi bastırmak gibi bir derdi varken, Türkiye’yi düşünmesi mümkün olmadı. Rusya’da iç savaşı Bolşeviklerin kazanmasıyla birlikte, Kafkaslar’da önü kesilemeyen Bolşevikleri, Anadolu’da oluşturulacak bir setle durdurma isteği, batıyı Türkiye üzerinde düşünmeye bir kez daha itmiştir.
Kıvılcımlı’dan biraz uzaklaştım. Ancak, tartışılan 1920’lerdeki burjuva kadroların anti-emperyalizmi olunca buna daha detaylı bakmak gerekiyor. Burada kesip tekrar Kıvılcımlı’ya dönmek istiyorum.
M.Kemal politika yapıyor. Ama nerede Hilafet ve saltanatı koruma sözleri verirken mi Yoksa, anti-emperyalist, anti-kapitalist söyleminde mi? Bence ikisinde de “politika” yapıyordu. Başta da söylediğim gibi Halkçılık Programı’nın kendisi başlı başına bir politikaydı. Oysa Kıvılcımlı, Halkçılık Programı’nı “Demek, kurtuluş savaşı gibi ancak babacık gününde bile ‘halkçılık programının uygulanmaması, ‘milletin kaderine hakim olabilecek mevkilere gelmiş bulunanların’ o program üzerinde yeterince duru net bir kanı besleyememiş olmalarında ileri gelmiştir.” diyor. 27 Sosyalistler için durumun net olduğunu düşünüyorum. Atılan her adımda her muhalefetin tümünün yok edilmesine büyük önem gösteren, yalnızca sosyalistlerin kanını dökmekle kalmayıp, eski mücadele arkadaşlarını da teker teker ortadan kaldırmaya büyük özen gösterilirken ve birçok işbirliği girişimi varken, Kemalist önderlikten anti-emperyalizm üretmek sosyalistlerin işi olmamalıydı.
1920 Meclisi’nde kökenini Ziya Gökalp’ten alan korporatizm tartışmaları ve anayasanın “B.M.Meclisi Vilayetler halkınca meslekler erbabı temsil edilmeli üzere doğrudan doğruya müntekip azadan mürekkeptir…” maddesi Kıvılcımlı’da burjuva parlamentosunun aşağılanması olarak niteleniyor. 28 Oysa hatırlanacaktır Lenin, Çocukluk Hastalığı’nda burjuva parlamentosunun ancak Sovyetler kurulduysa aşılmasından söz edilebileceğini söylüyordu.
Yazının başında Yol serisinin kimi rezervlerle bugün için anlamlı olduğundan söz etmiştim. Kısaca bu rezervlere değinmek istiyorum.
Kurtuluş Savaşı sırasında karanlıkta kalan noktalardan birini de Çerkez Ethem oluşturuyor. Kıvılcımlı Yol serisinde Çerkez Ethem’in irtica cephesine geçişinden sözediyor. 29 Bu iddianın kaynakları resmi tarihtir. Mantığı ise M.Kemal’in karşısında kalanların gerici ilan edilerek kemalizmin ilericiliğine toz kondurmamaktır. Ç.Ethem’in ihanetinden söz etmesinin ben, Kıvılcımlı’daki Kemalist historiografinin bir tortusu olduğunu düşünüyorum.
Yine Yol serisinde M.Kemal’in sosyalist hareketi kontrol etmek üzere kurdurduğu Türkiye Kominist Fırkası üyelerinden, “Halk İştirakuyuncular” olarak söz ediyor. Oysa, bir çok çalışmada resmi parti olan T.K.F’nin dışında, T.K.P.’nin devamı olarak Halk İştirakuyun Fırkası’ndan sözediliyor. Bu karışıklığın Kıvılcımlı’nın yazdıklarından mı yoksa kitabın eski harflerden yeni harflere çevrimi sırasında mı oluştuğunu bilemiyorum.
Bir başka itirazım ise, Yol’da konan iç ve dış politika arasındaki kopukluğa ilişkin. 1929 bunalımı sonucu emperyalist sistem bir daralma dönemi yaşarken, Türkiye gibi birçok ülkede hiç istemeyerek devletçiliğe mahkum olmuştu. Kıvılcımlı bu döneme ilişkin olarak şunları söylüyor: “Türk burjuvazisi yerli olarak bir ülkede kapitalist ilişkilerin en ateşli gelişimi için her şeyi feda ediyor. Ötede genel olarak bütün dünya kapitalizminin yıkılışı için herşeyi feda ediyor. Yalnız bütün ülkeleri kendi gibi kendi mezar kazıcılarını hazırlayacak ve kendini yıkacak çelişkileri büyüterek, pasifçe değil dünya devrimi cephesinin mazlum milletler yedek güçleri sırasında nerede ise oldukça aktif sayılabilecek bir rol oynar.” 30 Yine bu dönem için aynı çalışmasında, Türkiye’nin Sovyetler Birliği’nden dış politika, faşizmden (İtalya) iç politika aldığını söylüyor.
İç ve dış politika birbirinin izdüşümü değildir ama, birbirine ters yönlere doğru yol almazlar. İçerideki uygulamalarda İtalyan faşizmini örnek alıp, dışarıda pasif olmayan bir biçimde anti-emperyalist olmanın ben, pek olanaklı olduğunu düşünmüyorum. 1930’larda Sovyetler açısından bakıldığında dışarıda, Lenin’in söylediği, ne kadar süreceği belli olmayan karasız denge bozulmuştu ve uluslararası ilişkiler gerginleşirken içeride de sınıf savaşımının kızışmasıyla kulaklar tasfiye ediliyordu. İtalya’da ise İl Duçe içeride İtalyan komünistlerini boğazlarken, dışarıda da ilhaklara hazırlanıyordu. Bunlar bir ve tek politikanın iç ve dış uzantılarıydı.
Yine Yol’da Kıvılcımlı “Türk burjuvazisi için -tanrıya şükür- ne ata mirası, ne kendi kazancı olarak bir”teori duygusu” söz konusu değil”31 diyor. Kıvılcımlı’nın “teori duygusu”ndan aldığı burjuva ideolijisinin kendini yeniden üretmesi ve burjuvazinin siyasal olgunluğu ise, özellikle düzenin oturmaya başladığı 1930’lu yıllarda bunun tersini düşünmemiz gerekir.
Bugüne Devrolanlar
Kıvılcımlı’nın hiç bir şekilde tartışama konusu yapılamayacak özelliği direngenliğidir. Yetmiş yaşına merdiven dayarken, 12 Mart’a evinde oturup “alınmayı” beklemek yerine, sırra kadem basmayı tercih etmiştir. Çünkü, insanların yetmiş yaşından sonra da yapacakları vardır. Örnek alınması gerekiyor.
Kıvılcımlı’nın mücadeleci kimliğine olan saygımızın, onun yazdığı metinlere eleştirel bakmamızı engellemesine izin vermemek zorundayız.
Ben, Kıvılcımlı’nın yazdıklarından “doktorculuk” gibi bir kategorinin üretilebileceğine inanmıyorum. Bunun önündeki en büyük engeli Kıvılcımlı’nın kendisi oluşturuyor. Yazıda göstermeye çalıştığım birbirini çelen tezler böylesi bir oluşuma izin vermiyor.
Kıvılcımlı’nın 1960’larda yazdığı tarih bugün bize ileri adımlar atmamız için olanak sağlamaktan uzaktır.
Her yeni olan ileri olamıyor. Kıvılcımlı’nın 1960’larda tarih yazımına girişmesi Türkiye solu için bir yenilik olmasına karşın, sonuçları geridir.
Bugün devrimci Marksistler, gerek Osmanlı’ya bakış gerek Kemalizm ve ulusal kurtuluş savaşına ilişkin değerlendirmelerde çok daha ileri noktalardadır. Bunlardan geri basılması söz konusu bile edilemez.
Benim Kıvılcımlı’nın, Osmanlı ve ulusal kurtuluş savaşına ilişkin değerlendirmelerden çıkardığım bir sonuç var: Başlangıç hep iyidir. Ancak bu uzun sürmez. Başta “temiz” ve “iyi” olan şey kısa sürede kirlenir. İslam’da Muhammed’in ölümüye; Osmanlı’da, dirlik düzeninin yerini kesim düzenine bıraktığı Kanuni’yle; ulusal kurtuluş savaşında, Halkçılık Programı’nın hasır altı edilmesiyle; 27 Mayıs’ta hiyerarşinin yönetimi ele geçirmesiyle işler bozulmuştur.
Marksistler, tarihe sınıfsal olarak bakmanın yanında tarihsel olarak ileri olanı öne çıkarmak zorundadırlar. Kıvılcımlı’nın dirlik düzenininin Marx’ta ürün-ranta, kesim düzeninin ise para-ranta denk düştüğünü söylemesine karşın, tarihsel olarak daha geri bir üretim olan ürün-ranta övgüler düzüyor.
Kıvılcımlı’nın yazdıklarına dayanarak ümmetçi tarihçilerle hesaplaşmak mümkün görünmüyor.
Kemalizme ilişkin değerlendirmedeki yanılgılar TKP’nin 1930’larda ideolojik olarak likide olmasında en önemli faktörlerden birini oluşturuyor. Bu teorik likidasyona 1930’larda neredeyse tek başına direnip aradan otuz yıl geçtikten sonra teslim olmak Kıvılcımlı’nın en büyük handikapını oluşturuyor.
Yazının devamında, 27 Mayıs, ordu üzerine değerlendirmeler, devrim stratejisi ve ittifaklar üzerine Kıvılcımlı’nın düşüncelerini tartışmaya devam edeceğim.
Dipnotlar ve Kaynak
- 1) Kıvılcımlı Hikmet; “Devrim Zorlaması ve Demokratik Zortlama”, Türkiye’de Devrim Stratejisi içinde, Sosyalist Kütüphanesi yay., 1989, s.49.
- 2) KıvılcımlıH.; Osmanlı Tarihinin Maddesi 2, Bibliotek yay., 1989, s.89.
- a.g.e., s.83.
- 4) Enfal Suresi I.Ayet, aktaran Kıvılcımlı, a.g.e., s.83.
- 5) a.g.e., s.83.
- 6) a.g.e., s.86.
- 7) Kıvılcımlı H.; Tarih Devrim Sosyalizm, Bibliotek yay., 1988, s.180.
- 8) Osmanlı…, s. 12.
- 9) a.g.e., s.92.
- 10) Kıvılcımlı H.; Tarih Devrim Sosyalizm, Bibliotek yay., 1988, s.179.
- 11) Osmanlı…, s.92.
- 12) a.g.e., s.91.
- 13) Kıvılcımlı H.; Osmanlı Tarihinin Maddesi I, Bibliotek yay., 1988, s.66.
- 14) Kıvılcımlı H.; 27 Mayıs, Yön’ün Yönü, Devletçiliğimiz, Bibliotek yay., 1989, s.42.
- 15) Kıvılcımlı; H.; “Halk Savaşının Planları”, Türkiye’de Devrimin Stratejisi içinde, s.219.
- 16) Kıvılcımlı H.; İhtiyat Kuvvet Milliyet (Yol’un 6. kitabı), Yol yay., 1979, s.213.
- 17) Kıvılcımlı H.; Türkiye’de Kapitalizmin Gelişmesi, Bibliotek yay., 1989, s.129.
- 18) Kıvılcımlı H.; “Partide Konaklar ve Konuklar”, T.K.P.’nin Eleştirel Tarihi içinde, Kıvılcım yay., 1978, s.104 (Yol’un 5. kitabı)
- 19) a.g.e., s.104.
- 20) “Halk Savaşının Planları”, s.137.
- 21) “Devrim Zorlaması ve …”, s.313.
- 22) Çulhaoğlu Metin; Tarih Türkiye Sosyalizm, Gelenek yay., 1988, s.149.
- 23) 27 Mayıs…, s.30.
- 24) “Halkçılık Beyannamesi”, Türk Kurtuluş Savaşı ve Siyasal Rejim Sorunu içinde, Birey ve Toplum yay., 1984, s.148
- 25) “Halk Savaşının Planları”, s.37.
- 27) Noviçev’den aktaran Yalçın Küçük, Türkiye Üzerine Tezler II, Tekin yay., 1984, s.7O8.
- 28) 27 Mayıs…, s. 104.
- 29) a.g.e., s.106.
- 30) Kıvılcımlı H.; “Partide Konaklar ve…”, s.120.
- 31) Kıvılcımlı H.; “Genel Düşünceler”, a.g.e., s.60.
- 3) a.g.e., s.83.