Sovyetler Birliği’nde birbirleriyle tutarlı bir biçimde yeni tezlerden oluşan bir strateji ortaya atılıyor. Tek tek ele alınınca bir anlam ifade etmeyen bu tezler, bir zincirin halkalarını oluşturuyor. Burada bu zinciri netleştirmek istiyoruz.
Ancak daha önce aydınlatılması gereken bazı noktalar var. Sovyetler Birliği’nde bir darbe mi oldu Karşı devrimci bir klik mi iktidara geldi? Bunları ne söylemek, mümkün ne de söyleyenleri ciddiye almak. Gorbaçov iktidarı, birikmiş sorunları çözebilmek için,m bu tezleri açıklamak ve uygulamak zorunda olduğunu iddia ediyor. O zaman çok önemli sorular gündeme geliyor. Şimdiye kadar Türkiye’de kimsenin sormaya cesaret edemediği veya cevaplamaktan kaçındığı sorular bunlar. Sovyetler Birliği ve diğer Doğu Avrupa ülkeleri bu duruma nasıl geldiler? Günümüze dek tartışılmaksızın kabul edilen sosyalist sistemin varlığı doğru muydu? Hitler faşizmini tek başına yenen, kapitalist ülkelerin dünyayı egemenliklerine alma savaşında önlerine set çeken, dünyadaki devrimci mücadelelere her yönden destek veren Sovyetler Birliği bu duruma nasıl geldi? Sosyalizmin kurulması için yaşamlarını yitiren milyonlarca insanın kapitalist bir ekonominin öğelerinin sosyalist bir ülkede yeşermesi karşısında kemikleri sızlamıyor mu?
“Dış Ticaret Bakanlığı’nın tekeli son bulacak. Yirmi bakanlık ve yetmiş işletme dünya pazarıyla doğrudan ticaret yapabilir. İç pazardakiler de zamanla dünya rekabetine (a.b.ç.) açılacak. İlk listede 1300 işletme var. Döviz kredileri şimdiden mevcut. Comecon dış ticaretimizde önemli bir temel olacak, fakat biz genelde daha açık bir ekonomiye bakıyoruz.” 1
Sovyet iktisatçısı Aganbegyan “yeniden yapılanma” çerçevesinde Sovyetler Birliği ekonomisinin dünya ekonomisine entegre olma hazırlıklarını böyle açıklıyor; 26 Kasım 1987’de Manchester Üniversitesi Sosyal Bilimler Fakültesi’nde verdiği ders sonunda, bir soruya karşılık olarak.
Victor Raslavsky ise Aralık 1987’de Mondoperai dergisinde bu durumu şöyle açıklıyor:
“Perestroyka kısa süren ilk aşamadan sonra ekonomik reformlara kaydı. Ana dürtü sanayi işletmelerinin özerkliği ve kendilerine mali olarak yetmeleriydi. Ama ekonomik işleyişin yeniden yapılanmasında başarı ancak kağıt üzerinde kaldı. Bunun birçok nedenleri var; suçu tepedekilerin kararsızlığında bulmak da kolay değil. Birçok reformcu tasarı, kuramsal olarak olsun, ancak dünya ekonomisi çerçevesinde çözülebilecek sorunlarla karşılaştı. (a.b.ç.)…”
“Fiyatların yönetim tarafından belirlenmesi karşısındaki tek geçerli seçenek geleneksel pazar işleyişidir. Fiyatlar arz ve taleple belirlenir. Fakat özel mülkiyetin ve kooperatif mülkiyetinin pratik olarak mevcut olmadığı, devlet mülkiyetinin ekonomiye egemen olduğu ve hemen her ürünün kıtlığının görüldüğü Sovyet ekonomisine pazar uygulaması nasıl sokulacaktır? Sovyet ekonomisi yarım yüzyıldır kendisini dünya pazarına kapatmıştır. Sınırlar kapatılmış, dış ticaret devlet tekelleriyle yürütülmüş, Sovyet parasının yabancı paralarla değiştirilmemesi esas alınmıştır. (a.b.ç.) Pazar işleyişini olanaklı kılacak reformlar merkezi planlama düzenini ve tek parti devletini yıkacak kadar devrimci olmak zorundadır.” 2
Bu iki örnek Sovyetler Birliği’nde “yeniden yapılanma” çerçevesindeki gelişmeleri gösteriyor. Sovyetler Birliği’ndeki durumu daha iyi anlayabilmek için II.Dünya Savaşı’ndan sonra kapitalist sistemdeki gelişmelere çok kısa da olsa bir göz atmakta yarar var. Ancak daha önce önemli bir diğer noktaya parmak basmak gerekiyor. Bilindiği gibi, üretici güçlerin muazzam gelişmesi, XX. yüzyılın başlarında kapitalizmin ulusal sınırları aşarak bir dünya sistemi haline gelmesine yol açtı. Nitekim K. Marx ve F. Engels bunu çok önceden görerek Manifesto’da şunları yazdılar:
“Durmadan yeni sürüm pazarları edinme ihtiyacıyla itilen burjuvazi, yeryüzünün tümünü istila ediyor. Her yere girmesi, her yere yerleşmesi, her yerde ilişkiler kurması gerekiyor.
Dünya pazarını sömürmekle burjuvazi, bütün ülkelerin üretim ve tüketimine kozmopolit bir karakter vermektedir. Sanayiyi ulusal temelinden yoksun bırakması, tutucuların mutsuzluğu olmuştur. Eski ulusal sanayiler yıkıldı ve her gün yıkılıyor. Bunların yerini, kuruluşları bütün uygar uluslar için bir ölüm-kalım meselesi haline gelen yeni sanayiler alıyor; bu yeni sanayiler artık, ülke içinde üretilen hammaddeleri değil, en uzak yerlerden getirilen hammaddeleri kullanıyorlar ve ürünleri de sadece ülke içinde değil,, bütün dünyada tüketiliyor. Eskiden ulusal ürünler tarafından karşılanabilen ihtiyaçlar yerine artık karşılanması uzak ülkelerin ve iklimlerin ürünlerim gerektiren yeni ihtiyaçlar doğuyor. Eski yöresel ve ulusal tecrit ve kendi kendine yeterlilik yerine her yönde ilişkilerle ulusların birbirine evrensel bağımlılığı görülüyor.” 3
KAPİTALİST SİSTEMDEKİ GELİŞMELER
II. Dünya Savaşı’ndan sonra Batı dünyası, yeni teknik temeller üzerinde oluşturulan yeni sanayi dallarında bir atılım devresine giriyor. Bu durumda tüketim çok büyük ölçüde hızlanıyor. Makinelerin otomatikleştirilmesi, geri üretimde bir büyümeye yol açarken, emeğin verimliliğini de artırıyor. Çeşitli yeni sınai hammaddelerin temelini oluşturduğu bu sanayi dallarına pazar oluşturabilmek için gelişmiş ülkeler, ucuz işgücü ve yedek işsizler politikasını büyük ölçüde terk ediyorlar. Göçmen işçiler ise, istihdam seviyesinin yükselmesi karşısında, sistemin ayakta kalabilmesi için yeni olanaklar sağlıyorlar.
Teknolojik yeniliklerin üretim donanımının yenilenme süresini kısaltması, pazarlarda rekabet için yeni ölçülerin ortaya çıkmasına neden oluyor.
“… yatırımların niteliğinde ortaya çıkan köklü değişiklikler 1970’lerde gelişmiş kapitalist ülkelerde yatırımların yüzde 65’ine varan kısmı, uygulanan teknolojinin geliştirilmesi ve makineleşme için harcanırken, ancak yüzde 35’i üretim kapasitesinin artırılması için harcanmıştır.” 4 Tüm bunların sonucu olarak, pazarların genişletilebilmesi, ülkeler arasındaki ilişkilerin hızla artması, dünyadaki kaynakların bir araya getirilerek, üretimin daha iyi organize edilmesiyle sağlanmaya çalışılıyor. Ulaşım ve haberleşme dallarındaki gelişmeler ekonomik sürecin dünya çapında tamamlanmasında çok büyük rol oynuyor. Bu arada enerji alanında, 1970’lere kadar petrolün çok ucuz olarak kullanılmasının, bu ilişkilerin pekiştirilmesinde büyük katkılar sağladığını da unutmamak gerekiyor.
Yeni teknolojik atılımların getirdiği olanaklarla sermayenin uluslararası bir düzeyde DÜNYA EKONOMİSİ’ni yeniden yapılandırdığını gözlemek mümkün oluyor. Sisteme bağlı tüm ülkeler bu süreçte kendi ekonomilerini dünya ekonomisine adapte edebilmek için büyük değişiklikleri göze almak zorunda kalıyorlar.
SERMAYENİN ULUSLARARASILAŞMASI
Sermayenin uluslararasılaşması olgusu, çağımızda kapitalist sisteme yeni boyutlar kazandırıyor. Dünya ekonomisi çerçevesindeki rekabet çeşitli sanayi dallarındaki ürünleri ister istemez uluslararası normlara uymak zorunda bırakıyor. Her ürünün kalitesi, biçimi, üretildiği zaman birimi önem kazanırken, maliyetinin düşürülmesi için kullanılan teknoloji, hammadde kaynağı ve işçi sorunlarının çözümündeki rekabet dünya çapında yeni örgütlenmelere yol açıyor. Bu örgütlerin ürünlerini pazarlaması da yeni tekniklerin gelişmesiyle mümkün olabiliyor. Hatta devamlı artan arza gerekli talep hacmini yaratabilmek için kendi başlarına ihtiyaç duyulmayacak olan mallara bile yapılan reklamların rekabeti dünya çapında olma zorunda. Bu durumda, kapitalist sistem içinde üretilen bir ürünün parçalarının yapıldığı yerler, dünya standartlarına uygun hammaddelerin ve ucuz işgücünün bol olduğu ülkelere kaydırılıyor. Ayrı ayrı ülkelerde üretilen mallar bazen ana şirketin bulunduğu ülkelerde, çoğu kez de alt yapıları büyük ölçüde gerçekleşmiş gelişmekte olan ülkelerde bir araya getiriliyor. “Yabancı sermaye” ile kendi ülkesinde bile rekabet edebilmek için, yerli sermayenin başka ülkelerde büyümesi, uluslararası duruma gelmesi zorunlu oluyor artık. Nitekim Türkiye’de Arçelik Genel Müdürü Subaşı Milliyet Gazetesi’ nin sorularına cevap verirken durumu şöyle özetliyor:
“80’li yılların başından beri biz, bütün dünyayı pazarımız, sektördeki bütün firmaları da rakibimiz olarak görüyoruz. 10 yıldır rakibimiz sadece Profilo değil, Bosch, Electrolux, General Electric’tir, diye düşünüyor ve tedbirlerimizi bunu göre almaya çalışıyoruz. Bu sektördeki bir firma dünya şirketlerinin kalite ve maliyet standartlarında üretim yapacak değilse uzun vadede pazarda kalması mümkün değildir hükümetlerin aldığı tedbirlerle bu sonuç suni olarak geciktirilebilir ama önlenemez. “Dayanıklı ev tüketim malı sektöründeki durum Türk firmalarının dünya standartında üretim yapmaları veya pazardan çekilmelerini gerektiriyor. Arçelik’in hedefi dünya pazarlarında rekabet edecek seviyeye ulaşarak bu sahada kalmak.” 5
Arçelik’in hangi lisans altında üretim yaptığını söylemekten kaçınan Subaşı, Arçelik’in halen bir ulusal firma olduğunu kabul ettikten sonra “Arçelik’in satın alma ya da birleşme hedefinde hangi firmalar var” sorusunu şöyle cevaplıyor:
“Arçelik büyümek için tüm ulusal ve uluslararası firmalar ile işbirliği ve satış ilişkisine girebilir. Bir global firma ile Arçelik’in işbirliği halinde kontrolün büyük firmada olması muhtemeldir. Dolayısıyla Arçelik’in orta vadede hedefi işbirliği ve/veya satın alma yolları ile uluslararası firmalar arasına katılabilmektir.” 6
Sistem bir yandan kapitalist üretim biçimini yaygınlaştırarak sermayenin uluslararasılaşmasına katkıda bulunurken, yaşamını sürdürebilmek için yapısal değişikliklere zemin hazırlıyor. Sistemin bir ilişkiler ağı olduğunu unutmadan, gelişmekte olan ülkelerin yapısal durumlarını değiştirmek görevini çoğu kez uluslararası finans kuruluşları üstleniyor. Ulusal düzeyde direnen ülkeler, gerek askeri darbelerle gerekse kredileri kesme yollarıyla hizaya getiriliyor. Finans kuruluşlarının sistemin yeni yapılanmasındaki rolleri, özellikle bu ülkelerde alt yapı hizmetlerinin genişletilmesi ile birlikte emek-yoğun sanayilerin ihracata yönelik biçimde uluslararası işbölümü çerçevesinde yönlendirilmesinden oluşuyor. Artık tek bir ülkenin ne kadar geniş olursa olsun iç pazarı arzı yönlendiremiyor; durumu dünya pazarının bölüşüm kavgası belirliyor.
Bir malın üretiminde kullanılan faktörlerin dünya ekonomisinin belirlediği bir üretkenlik düzeyinde çalışmasını, en başta teknolojik gelişim belirliyor. Bu teknolojik gelişimi elinde tutanlar, dünya pazarına girmek isteyen firmalara lisans, patent, royalty gibi hakları know-how yoluyla aktarmadığı sürece, uluslararası düzeyde üretim yapmak bu firmalar için olanaksız oluyor. Bu nedenle lisans politikası günümüzde gittikçe yaygınlaşıyor ve uluslararası lisans sözleşmeleri çığ gibi büyüyor. Ama yeni bulunan teknolojilerin 5-10 yıl içinde eskimesiyle, daha yüksek bir teknik düzeye geçmek zorunluluğu eski lisansların anlamını bir anda yok edebiliyor.
Sermayenin uluslararasılaşmasının en önemli unsurlarından biri olan hammadde sorunu, bu durumda yeni boyutlar alıyor. Birçok hammadde yatakları gerekli belli verimliliği tutturamadığı için, “kullanılmaz” damgası yiyerek kapatılıyor. Teknoloji, artık bir ülkedeki hammaddelere göre değil, uluslararası standartlara uygun hammaddelerin işlenmesi göz önüne alınarak seçiliyor. Rekabetin boyutları bu nedenle uluslararası standartlara uygun hammadde kaynaklarının bölüşüm kavgası ile yeni aşamalara giriyor.
Üretim hacmi de uluslararası rekabetin getirdiği diğer bir faktör. İleri bir teknolojinin uygulanmasında üretim birimi hacminin yeterli büyüklükte olması zorunluluğu var. Çoğu zaman, küçük ölçekteki bir üretim biriminde ileri teknoloji kullanma olanağı bulunmuyor. Ya da başka bir deyimle, küçük ölçekte ulusal düzeyde üretim birimlerinin kurulması ileri teknolojinin dışlanmasını getiriyor. Bu da ister istemez maliyetleri yükseltiyor. Tüm bunlar, kapitalist sisteme bağlı bir ülkede sadece iç pazara dönük üretimin artık olanaksızlığını bir defa daha vurguluyor.
Sermayenin uluslararasılaşması sonucunda bir ülkede üretilen malları dünya pazarlarında istediği fiyattan satması veya ihtiyacı olduğu bir malı istediği fiyattan satın alabilmesi için pazarlık yapması söz konusu olmuyor. Çünkü yapılan tüm mübadeleler uluslararası sermayenin kontrolü altında gerçekleşiyor. Bunun için kurulan ticari firmalar, dünyadaki tüm ülkelerde şubeler açarak faaliyetlerini sürdürüyorlar. Dünya ekonomisinde serbest piyasa sadece lafta kalıyor.
Finansman sorununun uluslararasılaşması ise, dünya ekonomisinin oluşmasına çok büyük katkılar sağlıyor. Çeşitli ülkelere ait banka sermayelerinin gittikçe birbirleriyle bütünleşmesi sonucunda, ortaya yeni finansman kuruluşları çıkıyor. Bu kurumlar dünyadaki tüm yatırımları kontrol ederek, sistem içindeki tüm ülkelerin sanayileşme eğilimlerini istedikleri yöne çevirebiliyorlar. IMF, Dünya Bankası finansman kurumlarının odak noktalarını oluşturarak, getirdikleri kontrol mekanizmasıyla sistem içindeki karışıklıkları sözde düzeltmeye çalışıyorlar; ama asıl amaçları dünya ekonomisinin işleyişine yön vermek. Finans kurumlarının uluslararasılaşması sonucu ortaya çıkan euro-dolar piyasasındaki karşılıksız paralar çok büyük spekülasyonlara neden oluyor. Bu paralar dünyanın her tarafına akıyor; istedikleri ülkelere rahatlıkla girerek merkez bankalarını dışlayabiliyor, tüm ülkelerin mali politikalarını allak bullak edebiliyorlar. Alınan tedbirler hiçbir işe yaramıyor. Çoğu zaman yatırımlar yerine spekülatif hareketlerle bu finans kurumları milyarlarca dolar kazanıyorlar.
EKONOMİK ENTEGRASYON (BÜTÜNLEŞME) VE ULUSLARARASI ŞİRKETLER
Sermayenin uluslararasılaşması olgusu, ülkelerin yapılarını bozup, yeniden oluştururken, bu yapıların uluslararası ilişkiler içinde biçimlenmesine öncülük ederek ekonomik entegrasyonun gerçekleşmesinde çok büyük rol oynuyorlar. Ekonomik entegrasyonla birlikte, sermayenin çok büyük ölçekte yoğunlaşması sonucu ortaya çıkan uluslararası şirketler artık dünya ekonomisinde sınır tanımaksızın kendi uluslararası üretim ve dağıtım örgütlerini kurabiliyorlar. Bu örgütlenme temelinde kendileri için geliştirdikleri uluslararası işbölümü ile ekonomik entegrasyonu daha ileri bir düzeyde ülkelerin birbirleriyle bağımlılığını güçlendiriyorlar. Artık kapitalist sistemin temel direkleri durumuna gelen bu şirketler merkezi bir planlamayla, çeşitli ülkelerde aynı teknoloji ile üretim yapan ve ortak bir sistemle kontrol edilen yavru şirketleriyle dünyanın her yanını bir ahtapotun kolları gibi sarıyorlar. Çok yüksek otofinansman rezervleri, her seferinde en elverişli uluslararası kredi pazarlarından sınırsız para bulma olanakları, en son modern ulaşım ve haberleşme aygıtlarıyla uluslararası şirketler, gerektiğinde kendilerine karşı tedbir almak isteyen iktidarları bile değiştirecek güce sahipler.
Uluslararası şirketlerin yaygınlığı ve etkinlikleri özellikle modern teknolojik organizasyon ve finans gücünden geliyor. Teknolojinin üstünlüğünün devamı ancak teknoloji üretmekle mümkün. Bu şirketler devletlerin yardımı ile büyük araştırma yapma olanaklarına sahip oldukları için, teknolojik üstünlüklerini devam ettirerek yeni ürün ve üretim tekniklerini her an yaşama geçirebiliyorlar. Bu nedenle dünya mamul ürünlerinin çok büyük kısmı bu şirketler tarafından üretilip piyasaya sürülüyor. Yakın bir gelecekte, dünya üretiminin yarısından fazlasını bu firmalar uluslararası düzeyde gerçekleştirebilecekler. Bu dev şirketler rakiplerinin kendi kârlı alanlarına girmesini önlemek için her türlü yolu deniyorlar; gerekirse satın alıyorlar, gerekirse fiyatları kısa bir an düşürerek, rekabeti sürdürerek onları mahvetmeye çalışıyorlar, o da olmazsa onlarla birleşme yollarını arıyorlar.
Uluslararası şirketler gerektiğinde güçlü işçi sendikalarının direncini kırabilmek için bir ülkedeki üretimi durdurup, aynı malın yapıldığı diğer bir ülkede bulunan yavru şirketten mal ithal edebiliyorlar.
Bu arada uluslararası sermaye ekonomik entegrasyonu daha ileri boyutlara götürebilmesi için yeni siyasi yakınlaşmaları gündeme getiriyor. Ortak Pazar, Afrika, Akdeniz ve Ortadoğu ülkelerini; Japonya, Pasifik ve Güneydoğu Asya ülkelerini; ABD, Latin Amerika ülkelerini kendi sahalarına çekerek, onların ekonomik yapılarını biçimlendirmek ve uluslararası şirketlerin bu ülkelerde yerleşmesini sağlayarak ekonomik entegrasyonu tamamlamaya çalışıyorlar.
Ancak bu çalışmalar, kapitalizmin temel özelliklerinden olan eşitsiz gelişmeyi daha da artırdığı için, entegrasyon tüm sistemi kapsayacak bir düzeye erişemiyor. Ama önemli olan sistemin entegrasyon yönünde eğilimi. 7
Artık asıl konumuza dönüp “Sovyetler Birliği Nereye Gidiyor” sorusuna cevap arayabiliriz. “Ne var ki Sovyet ekonomisinin de son tahlilde dünya ekonomisinin (a.b.ç.) bir parçası olduğu gerçeği, üretici güçlerin çağdaş gelişme düzeyinde, kendini ergeç hissettirecekti. Bu gerçeğin ilk beliriş biçimi, dış ticarette yoğun bir biçimde açılma zorunluluğu olarak duyurur kendini. Bu zorunluluk, Doğu Avrupa’nın küçük ekonomilerinde daha erken hissedilmiş, büyük ölçekli üretimi daha kolay emen Sovyet ekonomisi ise bu duruma bir miktar gecikmeyle sürüklenmiştir. Nitekim Doğu Avrupa ekonomilerinden sonra Sovyetler Birliği’nin de kapitalist dünya ile ticareti son yirmi yılda hızla gelişmiştir.” 8
Sovyetler Birliği ekonomisinin son tahlilde dünya ekonomisinin bir parçası olduğunu vurgulamak son derece haklıdır. İçe dönük, gerekli bir sanayileşmeden sonra dışa açılma zorunluluğunun ortaya çıkmasını ise şöyle açıklıyor:
“Dış ticaretin artışında bir etken büyük ölçekli üretim yapılarının uluslararası ticarete olan gereksinimi ise, bir diğeri de uluslararası teknolojik alışveriş zorunluluğudur.”9
Daha sonra yazar bu zorunluluğun sosyalist ülkeler ekonomisindeki tahribatını kısaca şöyle açıklıyor:
“İşte, dış ticarete zorunlu açılma, fiyat, döviz, borçlanma ilişkileri vb. etkenler aracılığıyla ‘tek ülkede sosyalizm’in planında ve dış ticaret tekelinde gedikler açarak, dünya piyasasının disiplinini ve önceliklerini planlı ekonominin kendine özgü disiplininin ve önceliklerinin önüne geçirme yönünde bir eğilim yaratır.” 10
Böylece sosyal ülke ekonomileri, ihracatta maliyet ve kalite nedeniyle pazar bulmakta güçlük çekerken, rekabete alışmadıkları için çeşitli zorluklarla karşı karşıya geliyorlar. Bu durumun düzeltilmesi için gerekli tedbirlerin alınmasını Sovyet iktisatçı Aganbegyan şöyle anlatıyor:
“Kaynakların, kömür ve petrol, fiyatları çok düşük; mamul malların fiyatları özellikle kalitelerine göre çok yüksek; yiyecek fiyatları çok düşük. Bunları uluslararası fiyatlarla ilişkilendireceğiz ve sonuç olarak rublenin konvertibl (a.b.ç.) olmasına doğru gitmeliyiz.” 11
Sovyetler Birliği uluslararası işbölümü çerçevesinde uluslararası şirketlerin hüküm sürdüğü kapitalist sistemin içine girmek istiyor. Ve ancak bu dünya ekonomisi içinde üretim güçlerini daha ileri bir düzeye yükseltebileceğini iddia ediyor. Artık bir ülkenin sınırları içinde üretim güçlerinin geliştirilmesinin olanaksız olduğunu kabul ederek yola çıkmaya hazırlanıyor. Nitekim Tacikistan Cumhuriyeti Devlet Planlama Komitesi Başkan Yardımcısı Abdüzhalil Samadov açıkça bu durumu ilân etmekten çekinmiyor:
“Sağlam bir ekonomik temel, cumhuriyetler arası işbölümü ve SSCB’nin uluslararası işbölümünde kendi yerini alması işleri düzeltecektir. Stalin döneminde olduğu gibi genel olarak ülke ve özel olarak cumhuriyetler için kendi kendine yeterlik peşinde koşmamalıyız. Daha az doğal kaynağa sahip olup bizden daha iyi yaşayan pekçok ülke vardır. Pekçok ülke, Birleşik Arap Emirlikleri’nin petrolü, Faero adalarının balıkçılığı olduğu gibi, tek bir ekonomi dalını geliştirmiştir. Gene de bu ülkeler dünyadaki işbölümündeki (a.b.ç.) yerlerini sağlam biçimde alabilmiş, yüksek bir yaşam standartına ulaşabilmişlerdir.”12
Birleşik Arap Emirlikleri ile Faero adaları Samadov için talihsiz örnekler. Özellikle SSCB için. Çünkü Birleşik Arap Emirlikleri’nin ABD emperyalizminin bir oyuncağı olduğunu ve bir feodal şeyhlik olduğunu unutuyor. Ama sorun burada bitmiyor. Samadov, cumhuriyette neler üretilmesi gerektiğini nedense söylemekten kaçınıyor. SSCB’nin tüm cumhuriyetlerinde, dünya ekonomisi ile bütünleşmek, onun getirdiği uluslararası işbölümü çerçevesinde, dünya standartlarına uygun malların yapımı için gerekli şartların oluşmasını sağlamak yolunda ileri adımlar atılmak isteniyor. Cumhuriyetler kendi kaynaklarını kullanmak isterken SSCB’nde tam bir kaosa yol açıyorlar. Yeltsin gibiler ise Merkez’i dinlemeden entegrasyona hemen geçmek için çaba harcıyorlar.
Ama Gorbaçov bu geçişi, direnişleri göz önüne alarak yavaş biçimde gerçekleştirmek istiyor. Sonuçta ise, teknolojinin getirdiği yeniliklerin kullanılması, gerekli hammadde kaynaklarının standardizasyonu, üretim hacimlerinin büyüklüğü, finansman yapıları ve bunların sonucunda ürünlerin maliyet ve kalite açısından rekabete açılması yönünden hiçbir fark yok aralarında.
Artık Sovyetler Birliği’nde kapitalist ülkelerin ürettikleri mallarla rekabet edebilmek için, dünya çapında rekabeti göze almak zorunluluğu kabul ediliyor. Sovyet ekonomisinin, dünya ekonomisine entegrasyonunu gerçekleştirmenin sadece Sovyetler Birliği’nin kaynakları ile değil, dünyanın kaynaklarını da kullanmakla mümkün olacağı ortaya çıkıyor.
Ancak bu durum kapitalist sistemin bunalımlarını önlemek ve onun daha iyi işlemesine yardımcı olmak sosyalistleri ülkelerin görevleri mi olacak? İşte bu nedenle kısa bir zaman sonra dünya ekonomisine girmeğe hazırlanan Sovyet işletmelerine de yardımcı olabilmek için SBKP MK’ne bağlı Toplumsal Bilimler Enstitüsü Rektörü ve Felsefe Bilimleri Doktoru Yuri Krasin ideolojik kılıfı şöyle hazırlıyor:
“Yeni tutucu ekonomik gelişme çizgisine verilecek yanıt, faaliyetlerinin gerisinde üretimin enternasyonalleşmesine yönelik güçlü bir eğilimin gizli bulunduğu uluslarötesi tekellerin yalnızca basit bir inkarı temelinde kurulamaz. Ulusal devletler bu eğilime karşı direnecek durumda değiller. Uluslarötesi tekeller karşısında, ulusallaştırma birinci olarak etkisiz, ikinci olarak da zararlı olurdu. Çünkü bu ulusal ekonomilerin işbirliğini derinleştiren uluslararası ekonomik ilişkilerin canlı dokusunu mekanik olarak parçalardı.”13
Yuri Krasin uluslararası şirketlere karşı mücadele eden ve onları ulusallaştırmak isteyen ülkeleri uyarıyor ve onları uysallığa davet ediyor. Dünyanın en büyük sömürü aracı haline gelen bu ahtapotların dünya ekonomisi için gerekli olduğunu vurguluyor. Böylece uluslararası şirketlerle, dünya ekonomisinde yer alacak olan, yeniden organize edilmiş Sovyet işletmelerine de şimdiden kapıyı aralamaya çalışıyor. Nitekim Gorbaçov da şöyle bir soruyu sormaktan çekinmiyor:
“Kapitalist sistem, halen yaşayışının esas faktörlerinden birisi olan yeni sömürgecilik olmaksızın yapabilir mi” 14
Saldırgan olmayan bir emperyalizm teorisiyle uluslararası şirketler aklanıyor. Bu çok büyük cesaret (!) isteyen soru bile uluslararası ilişkilerin dokusunu bozmamaya gayret göstermiyor mu?
Kısaca durumu şöyle özetlemek mümkün: Ülke sınırları içinde üretim yapan Sovyet işletmeleri, dünya ekonomisi çerçevesinde üretim yapan işletmeler karşısında maliyet ve kalite yönünden geri kalıyorlar. Günahı da merkezi planlamada, piyasanın yokluğunda bulunuyor. Sorunun bu işletmelerin uluslararası işbölümü çerçevesinde dünya ekonomisinde yer almasıyla çözülebileceğini iddia ediyorlar.
Burada bir örnek vermek gerekiyor. Sovyetler Birliği sınırları içinde bulunan bir hammadde kaynağı, dünya standartlarına uygun değilse, kapatılmak zorunda kalınacak ve bu hammadde ya dışarıdan ithal edilecek ya da o hammaddeyi işleten şirketle ortaklığa gidilecek. Bu hammaddenin kaynağı isterse azgelişmiş bir ülke olsun, durum değişmeyecek. Böylece uluslararası işbölümü çerçevesinde kapitalist sistemin dev ahtapotları olan uluslararası şirketlerle geniş bir işbirliği sonucunda Sovyet işletmeleri dünya ekonomisinde yer almaya başlayacak. Bilindiği gibi, uluslararası şirketler, maliyetlerin düşürülmesi, kalitenin yükseltilmesi için dünyanın neresinde en elverişli şartlarda hangi malların üretilebileceğini ve tüketim pazarlarına en modern haberleşme ve ulaşım araçlarını kullanarak bu malları nasıl sevk edeceklerini çok iyi biliyorlar. Bu şirketler sınır tanımaksızın her türlü engeli aşmanın yollarını bulabiliyorlar. Sovyet işletmeleri de böyle bir dünyada rekabetin şartlarını yerine getirmek zorunda kalacaklar ve uluslararası şirketler gibi çalışacaklar ki, onların üretim düzeyini yakalayabilsinler. Sovyetler Birliği’nde bu işletmelerin reorganizasyonu için yapılan ve yapılması planlanan reformlarla güdülen amaç böylece belli oluyor. Nitekim bu işletmelerde, dünya ekonomisinde rekabetin getirdiği ortamda yeni teknolojilerin uygulanması zorunlu olacağı için, Sovyet Bilim Akademileri’nde üzerinde çalışılmış fakat yaşama sokulmamış yığınla teknolojik yeniliklerin kullanılması sözkonusu oluyor. M. Gorbaçov 1985 yılında Time Dergisi’nin sorularını yanıtlarken Sovyet biliminin gücünü şöyle açıklıyor:
“SSCB’nin ABD teknolojisi için yanıp tutuştuğu görüşünü pazarlayanlar karşılarında kimin bulunduğunu, bugün Sovyetler’in ne olduğunu unutuyorlar. Sovyetler, Devrim’den sonra teknolojik bağımsızlığını kazanan bir ülke olarak, uzun süredir bir bilim ve teknoloji gücü olma durumundadır. Bilimsel ve teknolojik gelişmeyi, ABD’den Sovyetler’e değil, Sovyet biliminden Sovyet sanayiine aktarılacak teknolojiyle sağlama peşindeyiz.” 15
Güçlü bir bilimsel potansiyele sahip olan ve ulusal gelirinin yaklaşık yüzde beşini bilim harcamalarına ayıran SSCB’nde dünya ekonomisine girmek için derin yapısal değişiklikleri gerçekleştirmenin ancak meta-para ilişkilerinin önemli bir rol oynadığı “plan tarafından yönlendirilen sosyalist bir pazar”la mümkün olacağı iddia ediliyor. “Kapitalist ögelerle sosyalist planlama”, merkezi planlamadan vazgeçildiğini utangaç bir dille söylemenin bir çeşidi oluyor. Dünya ekonomisine girmeğe karar veren bir ülkede planlama uygulanamaz. Merkezi planlama ancak iç pazarı planlamak ve iç pazardan arta kalan üretimin dış piyasada pazarlaması sözkonusu olduğu zaman yaşama girer. Uluslararası piyasanın, kapitalist ögeleri taşıdığı ve çok sayıda değişkeni içerdiğinden planlama tarafından kontrol edilmesi olanaksızdır. Bu durumda işletmelerin serbest kalması ve uluslararası piyasa şartlarına göre hareket etmesi zorunludur. Bu işletmelerin normları artık kapitalist sistemin getirdiği normlar esası üzerinde kurulacaktır. Sonuçta Sovyet ekonomisi ister istemez dünya kapitalist pazarlarının üretim ve fiyat ilişkilerine sıkı sıkıya bağlı bir hale gelecektir.
Maliyetler dünya standartlarına göre belirleneceği için, uluslararası işbölümü çerçevesinde gelişmekte olan bu ülkelerde yoğunlaşan emek-yoğun sanayi dallarındaki işçilerin çalışma standartlarına uygunluk, Sovyet işletmelerinin aynı kollarda çalışan işçilerine ne getirecektir? Ya da bu sanayi dallarındaki işletmeler, gelişmiş ülkelerdeki işletmeler gibi zaman içinde kapanacaklar mıdır? Böyle yığınla soru akla gelmekte, Sovyet ekonomisinin dünya ekonomisine entegre olduğu zaman, bunların nasıl cevaplanacağı konusu devamlı olarak arka plana itilmektedir.
“Sovyet ideolojisinde ütopyacı değerler ekonomik kalkınmanın getirileriyle denge içinde bir arada bulunur. İdeoloji bir yandan tam eşitliği, statü farklarının yok edilmesini, ekonomik güvenliği, eşitlikçi bölüşüm siyasetini ve sınıfsız toplumun dayanışmasını savunur, öte yandan yurttaşlar arasındaki değişken verimlilikten kaynaklanan eşitsizliği haklı görür, bölüşüm siyasetinde pazar ilkesini onaylar. 1986’da Gorbaçov siyasasının ana çelişkileri (a.b.ç.) bu çelişen değerleri aynı anda savunma çabasından doğdu.” 16
Bu arada önemli bir nokta var: Sovyet ekonomisinin kapitalist pazarların üretim ve fiyat ilişkilerine tam olarak bağlılığının gerçekleşebilmesi için rublenin konvertibl hale gelmesi gerekiyor. Bu yolda ileri adımların atılması Sovyet reform programının başlarında yer alıyor. Rublenin serbest piyasada diğer yabancı paralarla değişme olanaklarına kavuşmasından sonra sıra kapitalist sistemin beyni IMF ile Dünya Bankası’na üye olmağa gelecek. Artık 7’ler diye adlandırılan en güçlü kapitalist ülkelerin, sistemi ayakta tutabilmek için aldıkları kararlara katılabilmek, zirve toplantılarında bulunmak Sovyetler Birliği’nin hakkı olmuyor mu? Yakın bir gelecekte bu zirvelerde Gorbaçov’u görürsek hiç şaşmamak gerekiyor. Bu konuda son olarak Tarih Doktoru ve Dünya Sosyalist Sistemi Ekonomisi Enstitüsü Başkanı Leonid Yagodavski’nin Novoye Vremya dergisi muhabirlerinden Aleksandr Dudasenko’ya KEYK-AET ilişkileri hakkında ne söylediğine bakalım:
“KEYK-AET antlaşmasının birçok yönü vardır. Tüm Avrupa evinin temel taşıdır. Böylesi bir ev, ekonomik bağlar gelişmeden kurulamaz. Batıda Ortak Pazar ve Doğuda KEYK olduğu için, iki ekonomik topluluk birbirini tanımamakla kalmamalı, ilişkilerin ilkeleri üzerinde anlaşmalı ve üyelerin birbirleriyle ilişki kurmasına izin vermelidir.
Bugün varılmış olan sözleşmeler, girişimler arası dolaysız bağlar kurulması, sermaye ve teknoloji alımı olanaklarını artırıyor. Her iki taraf da Avrupa’yı rakip iki ekonomik gruba bölen ayrılıkları yoketmek için ilk adımları attı. İlerlemeyi yalıtlanmışlıkta düşünmüyoruz ve hem bölgesel gelişmede, hem de dünya çapındaki işbölümünde (a.b.ç.) yerimizi almaya hazırız.” 17
Yagodovski de dünya çapında işbölümünden bahsediyor ama hangi sanayi dallarında SSCB’de üretimin devam edeceğini, hangi sanayi dallarının kapatılacağını, tüm Sovyet Bilim adamları gibi söylemekten devamlı kaçınıyor. Belki de, dünya ekonomisine açıldıktan sonra verimsiz işletmelerin kapanacağını, rekabete dayanan işletmelerin bulunduğu sanayi dallarında ise üretimin devam edeceğini hesaplıyordur.
SSCB’NDE KAPİTALİST SİSTEME YENİ BAKIŞ AÇILARI
Sovyetler Birliği’nde “Yeniden Yapılanma” programı çerçevesinde kitleleri ikna edebilmek için, kapitalist sistemin aklanması yolunda muazzam bir ideolojik mücadele verilmektedir, bilim adamları tarafından. İlk önce, kapitalist sistemin uzun bir süredir yarattığı mekanizmalarla bunalımları aştığını ispatlamağa çalışan Ekonomi Bilimler Doktoru Yuri Antonoviç Borko’nun “Günümüz Kapitalizminin Özgelişim Mekanizmaları Üzerine” adlı yazısından bir alıntı ile durumu özetlemeğe çalışalım:
“Marksistler geleneksel olarak, kapitalizmin çelişkilerinin derinleşmesinin analizine toplumun sosyalist temellerde devrimci dönüşümünü olanaklı kılan önkoşulların oluşması konusuna ağırlık vermişlerdir. Ancak her toplum gibi kapitalizm de, eğer kendi yapısına ‘monte’ edilen ‘özdüzenleme’ mekanizmaları olmasaydı, bir gün bile ayakta kalamazdı. Bu mekanizmalar aracılığıyladır ki, biriken çelişkiler sürekli aralıklarla aşılmakta, ortaya çıkan bunalımlar çözülmektedir. (a.b.ç.)
“Nedir bu sözkonusu mekanizmalar?
“Birincisi kapitalist üretimi düzenleyen pazar mekanizması.
“İkincisi, üretim ilişkilerinden kaynaklanan ve toplumsal yeniden üretimdeki en temel organları düzenleyen emek ile sermaye arasındaki sınıfsal savaşım.
“Üçüncüsü, mevcut toplumsal sistemin korunması ve güçlendirilmesi görevinden hareketle, toplumsal ilişkileri bir bütün olarak düzenleyen devlet.
“Dördüncüsü, toplumdaki sosyo-psikolojik iklimin düzenlenmesi işlevini üstlenen ideolojik etki mekanizması.
“Bu mekanizmalar değişmez, durağan değildir. Bunlar toplumsal sistemin değişen koşullara uyum sağlamasının sınırlarını genişleten bir evrim yeteneğine sahiptirler. Kapitalizmin ‘özgelişim’inden söz etmemizi mümkün kılan, bu kavramın özünü oluşturan işte bu evrim yeteneğidir.” 18
Yuri Borko devam ediyor:
“Bugün kapitalist ekonominin düzenleme sistemi, birkaç mekanizmayı içermektedir. Pazar, ekonomisinin şirketler düzeyinde yönetimi devlet düzenlemesi ve son olarak da, ekonomik politikanın uluslararası eşgüdümü.” 19
Piyasa sistemine, uluslararası şirketlere ve bunların güdümünde olan dünya ekonomisindeki uluslararası işbölümüne ve son olarak da tekelci devlet yapılarına hayranlığını gizleyemeyen Yuri Borko, kapitalist sistemin kendini yenileyerek bunalımlara çözüm bulabildiğini ileri sürüyor. Özellikle uluslararası şirketlerin kapitalist sistemin işleyişinde çok büyük ve olumlu rolleri olduğunu ifade eden Yuri Borko rekabetin sistemin temel özelliği olduğunu vurgulayarak bu şirketleri aklamağa çalışıyor.
Kapitalist sistemin yapısındaki değişiklikler karşısında özellikle “Bilimsel ve Teknolojik Devrim” konusunda Felsefe Doktoru Yuri Krasin de övgülerini şöyle sıralıyor:
“Yeni tutuculuğun başarısının nedenleri, kapitalizmdeki değişimlerde yatıyor ve bu değişiklikler, toplumsal üretimin teknik-ekonomik temellerinde meydana gelen derin dönüşümlerin etkisi altında gerçekleşiyor. 70’li yılların sonu ile 80’li yılların başında, bilimsel-teknik devrim, gelişmiş kapitalist ülkelerde niteliksel yeni bir aşamaya girdi: Toplum üretici güçlerinde devrimci bir dönüşüm anlamına gelen teknolojik devrim başladı. Bu dönüşümün temel unsurları bilim yoğunluğu yüksek (bilim-yoğun) teknolojiler temelinde toplumsal üretimin yapısal yenilenmesi, merkezi mikrobilgisayar tekniğinin, enformatiğin, robotların, otomatik yönetim sistemlerinin ve biyo-tekniğin kullanılmasıdır…
“Öz itibariyle teknolojik devrim, canlı emekte büyük bir tasarrufa gidilmesine, onun üretim sürecinden dışlanmasına yol açıyor…
“…Ancak tarih ‘teknolojik determinizm’in yasalarına boyun eğmiyor. Teknolojik devrim, otomatik olarak toplumsal bir devrime yol açmadan, kapitalizm koşullarında gerçekleşiyor. Ama kuşkusuz ekonomik durum kapitalist ülkelerde köklü bir biçimde değişiyor ve bu değişim, egemen sınıfın ekonomik politikasının üretici güçlerdeki devrimci gelişmelerin yol açtığı reel duruma doğru yönelmesi gereksinimini yaratıyor.” 20
Teknolojik ilerlemelerin yeni bir teknolojik devrime yol açtığı konusu Sovyet literatüründe çok geniş yer kapsıyor. Ve dünyanın her köşesinden sosyalistlerce, bu varsayım hiç tartışılmadan nedense kabul ediliyor. Bunu anlamak mümkün değil.
Teknolojide yapılan ilerlemelerin yeni bir teknolojik devrime yol açtığı gerçek mi?
Bu yeniliklerin kapitalist ilişkilerde çok büyük değişikliklere neden olduğu doğru mu?
Bu konuda biraz geniş de olsa bir parantez açarak olayı irdelemeğe çalışacağız. Dünya tarihinde 19. yüzyılın ikinci yarısından günümüze dek iki büyük teknolojik devrim sözkonusu oldu:
-1848 yılından itibaren buhar gücüyle çalışan makinelerin üretimi.
-1914’ten itibaren elektrik motoru ve içten yanmalı motorlarla çalışan makinelerin üretimi.
– Buharlı motorun bulunması, sistemin tüm yapısını değiştirdi. Demiryolları çağı açıldı. Buna bağlı olarak demiryolları gibi yeni yatırımlar çığ gibi büyüdü.
– Patlamalı motorun bulunması sistemin tüm yapısını değiştirdi. Otomotiv çağı açıldı. Buna bağlı olarak karayolları gibi yeni yatırımlar ortaya çıktı. Eski dönemin yatırımları ise dünyanın her tarafına yayılarak yem bir dönüşüm sağladı.
Toplumsal sermaye bu teknolojik devrimlerle kendini baştan başa yenileyerek ortaya çıkan kârlı yatırım alanlarıyla birlikte üretim sürecini sürdürebiliyor. Bu da yıpranmış sermayenin21 metropoliten merkezlerden sistemin en uzak köşelerine yayılmasıyla mümkün olabiliyor.
Acaba 1940-45’den itibaren elektronik olarak denetlenenlerle, nükleer enerji kullanan makinelerin üretimi yeni bir teknolojik devrim yarattı mı?
Teknolojinin Ekonomi Politiği kitabının yazarı Ergun Türkcan 1985’te İktisat Dergisi’nde bu durumla ilgili bir yazı yayınlıyor. Bu yazıdan oldukça uzun olmalarına karşın konuya açıklık getirmeleri bakımından bazı alıntılar sunmak istiyoruz:
“… şu anda dünya sanayii ve hatta tarımı, birçok öncü sektör prototipine ve uygulamasına rağmen hâlâ 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başındaki teknolojilerle ‘idare etmektedir’. Kimya, elektrik, içten patlamalı motorlar, nükleer enerjiye rağmen elektrik enerjisi üretimi, havacılık kendi mükemmellik sınırlarına gelmelerine karşın yine de sanayi toplumunun ürün ve üretim teknolojileridir.
“Robotlarla üretim, daha doğrusu bilgisayar yardımıyla imalat (CAM, Computer Aided Manufacture) ve bilgisayar yardımıyla parça tasarımı (CAD, Computer Aided Design) 2l. yüzyılın özellikleri sayılıyorsa da, üretilen metanın bir 20. yüzyıl metası olması ve geniş bir uygulama yaygınlığına kavuşamaması nedeniyle sadece bir prototip, bir embriyon sektör karşısında olduğumuzu düşünüyorum.
“Mikroişleyiciler, tüm sanayiin ve hizmetlerin yapısını da değiştirme potansiyelini taşıyor. Birçok sektörde, örneğin haberleşme, kontrol ve komünikasyon seyirlik araçlarında büyük sıçramalar yaptılar. Buna rağmen dünya sanayii mikroişleyicilerin tam etkisini hissetmekten uzak. Mikroişleyiciler, genel olarak 20. yüzyıl sanayi ürünlerinin ve üretim süreçlerinin verimlilik ve kalitelerini artırma işlevi aşamasında. (a.b.ç.) Tamamen yeni ürünler ve üretim süreçleri yaratma ve yaygınlaştırma aşaması sanırım 2l. yüzyılda ortaya çıkacaktır. “Bilgisayar ya da mikroişleyici devriminin ve buna benzer yeni kuşak teknolojilerin her yerde öncü olarak görünmesi, hatta fabrikaya tatbiki (Japon sistemi), yeni aşamada olduğumuzun delili değildir.
“Füzeleri, uçakları ve nükleer patlayıcıları, nükleer yakıtlarla birlikte 20. yüzyıl teknolojileri arasında saymak eğilimi bende hâlâ ağır basıyor. Nükleer teknoloji 20 .yüzyıl fiziğinin bir ürünü (füzyon teknolojisi). Ancak deneme aşamasındaki füzyon teknolojisi yeni ve çok ucuz bir enerji üretim kaynağı olabilir. Füzeler ise, bütün türleriyle, 19. yüzyıl sonunda ortaya çıkan motor sektörünün çok ileri ürünleri.”22
Günümüzde 20 .yüzyıl ürünlerinin gelişmesine ortam hazırlayan teknolojik yenilikler bir devrim olarak nitelenebilir mi Hangi yeni çekirdek etrafında, hangi yeni enerji türüyle, hangi yeni yatırımlarla bu devrim gerçekleşmiş? Bu ortam nasıl hazırlanmış nasıl finanse edilmiş? Bu sorulara cevap vermek kolay değil. Yeni bir aşamaya doğru gittiğimiz doğrudur, ancak bu yol uzundur.
“Bu yolun uzunluğu birçok faktöre bağlı. Bir kere, İngiliz Sanayi Devrimi’nde olduğu gibi DÜNYA PİYASALARININ VE KAYNAKLARININ (sermaye) BELLİ BİR GÜCÜN ELİNE GEÇMESİ, sonra BU KAYNAKLARIN YENİ BİR TEKNOLOJİK AŞAMAYA GEÇİLMESİNİ SAĞLAYACAK BİÇİMDE KULLANILMASI gerek. Günümüzde bu iş bir teknoloji politikasını, belki daha kesin ve ‘güdümlü’ bir ifade ile bir ‘teknoloji patlaması’nı gündeme getiriyor.
“Bir planı gerçekleştirmek, için kaynak gerekliliğine değinmeye hacet yoktur. Ancak, böyle bir yeni aşama için gerekli kaynakların ölçeği tek başına bir süper gücün bile yüklenemeyeceği kadar ağır olmalıdır. O bakımdan böyle bir ‘plan’ın dünya kaynaklarının önemli bir bölümüne el koymadan gerçekleşmesi kolay olmayacaktır. Sadece sermaye ve büyük piyasalar değil, kalifiye bilim adamı ve mühendislerle bazı stratejik maddelerde bu kontrol ve kullanma çerçevesi içinde düşünülmelidir.” 23
Sovyetler Birliği bilim adamları acaba niçin çok fazla irdelemeden “bilimsel ve teknolojik devrim” kavramına bu kadar önem veriyorlar Bu devrimin, özellikle işçilerin durumu açısından, kapitalist sistemde çok büyük değişikliklere yol açtığını iddia edebilmek için mi?
“Yeni tutucuların ‘bürokrasiden arındırma’ , ‘devlet düzenlemelerinin kaldırılması’ , ‘devlet işletmelerinin tasfiyesi’ , ‘devlet işletmelerinin özelleştirilmesi’ , ‘esneklik’ gibi amaçlarının formülasyonu bile, başlı başına ekonominin gelişimi üzerindeki olağandışı büyümüş ve ulusal olarak sınırlı devlet müdahalesi ablukasını kaldırma çabasını dile getiriyor. Hatta sanki yeni tutucuların ‘devletin sönümlenmesi’ düşüncesini gerçekleştirmek istedikleri yolunda görüşler bile ileri sürülüyor.” 24
Bilindiği gibi, gelişmiş kapitalist ülkelerde 1973 yılından itibaren görülen krizin nedeni büyük ölçüde Keynes’den esinlenen konjonktür politikaları olarak görüldü. Aşırı birikimi zaman zaman yok etmesine rağmen kâr oranlarını düşürdüğü için devlet müdahalesine son verilmesi gereği ortaya atıldı. Her sene artan bütçe açıklarının, kamu borçlarının açık finansmanı, ağırlaşan vergi yüklerinin yatırımlar üzerindeki olumsuz etkileri nedeniyle devletin ekonomiye müdahalesini kısıtlama politikaları yürürlüğe kondu. Bunun asıl amacı ise, sermayeye düşen artı-değer payını yükselterek kâr oranlarının düşmesini önlemekti. Devletin yükünden kurtulan sermaye daha fazla yatırım yaparak yeni iş sahaları açacak, üretim yükselecek ekonomi sağlığına kavuşacaktı. Devletin rolü azaldıkça piyasa mantığı daha geçerli olacaktı. Ama işler umulduğu gibi gitmiyor. Tekelleşmiş bir yapıya sahip ABD’nde bütçe açıkları daha hızlı artıyor, ödemeler dengesi gün geçtikçe bozuluyor. Tüm bunlar ayrı bir yazının konusu olacak ileride. Burada sadece değinilmekle yetiniliyor. Ama Sovyetler Birliği’nde bu durumdan Friedmancıları bile geride bırakacak biçimde hayranlıkla bahsediliyor.
“… bu ekonomi politika ekonomik kalkınmayı teşvik ediyor, seçimlerde tutuculara oy veren işçi sınıfının ve orta katmanların önemli bir bölümü şu ya da bu ölçüde bu politikadan maddi yarar (inandırıcı bir alternatifin olmayışı nedeniyle henüz hâlâ bilincine varılmamış olan uzun erimli sınıf çıkarlarının büyük ölçüde zararına) sağlıyor.” 25
Sovyetler Birliği girmek istediği kapitalist dünyaya geniş bir işbirliği önerisi götürmek zorunda kalınca, bu dünyayı toz pembe göstermek için elinden geldiğince çaba gösteriyor. Friedmancılık bile aklanıyor. Ama bu da yeterli olmuyor. Arka arkaya bu çerçevede yeni kavramlar icat ediliyor. Bunlardan biri de “uygarlık krizi”. Sovyet bilim adamları “uygarlık krizi” gibi burjuva kavramlarına yeni içerik ve boyutlar vererek kapitalist ülkelerle işbirliğini hızlandırmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Ekonomik alanın dışına taşırmak istedikleri bu işbirliği için uygarlık krizi kavramını genel olarak insanlığın faaliyeti ile doğanın gelişme yasaları arasındaki çarpışma olarak ele alan bir anlayışı ön plana getiriyorlar. Sınıfsal özden yoksun bu anlayış, kapitalist ülkelerle işbirliğini arama yollarından bir tanesini oluşturuyor.
Bu durumda Gorbaçov’un sorduğu diğer bir soru, kapitalist sistemi günahlarından arındırma politikasının sonucu olarak ortaya çıkıyor:
“Kapitalizm militarizmden kurtulabilir ve o olmaksızın ekonomik alanda gelişebilir mi” 26
Aşırı birikmiş sermayenin kendini yeniden üretebilmesini sağlayacak en önemli tedbir, kapitalist sistemde, savaş sanayiidir. Savaş sanayii, kısa vadede teknolojik gelişmeye bağlı olarak yeni yatırım olanakları sağlar, işsizliği belli ölçüde azaltır, geçici olarak ekonomiye canlılık kazandırır. Bu canlanma diğer ülkelere de sıçrar ve sistemin bunalımını atlatmasını kolaylaştırır. Kapitalist sistem içinde bölgesel gerginlikler (Körfez krizi gibi) yaratıp savaş çıkartmanın amacı da budur. XX. yüzyıl ortalarında teknolojik gelişmeye bağlı olarak on yıllık devresel bunalımların beş yıla düşmesi, ekonomik temelin savaş sanayii üzerine kurulmasına neden olmuştur.
Savaş ekonomisiyle başlatılan refah döneminde krizlerin hızlanmasında iki önemli nokta daha var. Savaş sanayii, kapitalist ekonomide üretimi yeniden daraltır. Çünkü, insani gereksinmelere cevap vermeyen bir tüketime yöneliktir. Bu durum refah döneminde kârların çoğunun savaş sanayicilerine gitmesine neden olur. Özellikle tüketim malları üreten sanayiler bu “refahtan” pay alamazlar. Ülke içinde kapitalistler arası rekabetin yükselmesi ile çelişkiler yoğunlaşır. Genel olarak sistem daha dengesiz bir duruma gelir. İkincisi, savaş sanayiinin enflasyonu körüklemesidir. Tekelci devlet kapitalizminin özelliklerinden biri olan savaş sanayiinin mülkiyeti özel sektörün elindedir. Bu sanayinin en büyük müşterisi devlettir. Devletin aldığı silahlar, satın alınacak bir mal niteliğinde piyasaya sokulamaz. Bu silahlara ödenen para, vergiler yoluyla ekonomiden çekilmediği için, fazladan satın alma gücü yaratmış olur. Tekeller bu fazla satın alma gücünü fiyatları artırmak için bir araç olarak kullanırlar. Kısaca, bu paranın ekonomiye sokulması sonucu, enflasyonun körüklendiği ve fiyatların tekellerin azami kâr elde etmesi için yükseltildiği bir gerçektir. Ayrıca devlete yüklenen kamu harcamaları, bütçe açıklarını alabildiğine büyütmekte ve enflasyonist etki yapmaktadır.
ABD’nde savaş sanayii, ekonominin temel taşıdır. Büyük şirketlerin çoğunluğu özünde savaş sanayiinin birer parçasıdırlar. Bu firmalar her yıl bütçenin en az yarısına el koymakta, istedikleri fiyata devlete mal satmaktadırlar. Devlete silah satan bu firmaların kârları çok yüksektir. Savaş sanayiindeki kâr oranlan sivil kesime göre en az iki katıdır. Sivil kesimdeki sendikal örgütlenme savaş sanayiine göre çok daha güçlü olduğu halde, işçi ücretleri daha düşüktür.
ABD’nde devletin teknolojik araştırmalar için harcadığı paraların yüzde 80’i savaş sanayiine gider. Bu durumda sivil ekonominin teknolojisini savaş sanayiinin teknolojisi belirler. Bunun için savaş sanayiindeki teknolojik buluşlar, sivil ekonomiye yaramazsa ya da aktarılmazsa, ekonominin bu dallarında emek verimliliği gelişimi son derece azalır. 27
Öyleyse Gorbaçov niçin böyle bir soruyu ortaya atmak gereksinimi duyuyor Sovyetler Birliği kendi sivil ekonomisini güçlendirmek için savaş sanayiine yapmakta olduğu harcamaları azaltmak istiyor. Yaptığı anlaşmalarda taviz üzerine taviz vermekten kaçınmıyor. Üçüncü dünya ülkelerindeki devrimci mücadelelere desteğini hızla geri çekmekten çekinmiyor. Kapitalist ülkelere, ülkesinde serbest bölgeler, ortak işletmeler, yeni yatırımlar sunarak, savaş sanayiinden elde ettiği kârlardan daha fazlasını vereceğini göstermeği çalışıyor. Bu açılımların mantıki uzantısı olarak, verdiği yığınla tavizden sonra bile, kapitalist ülkelerdeki sınıf mücadelelerini yumuşatmak için elinden geleni yapıyor. Kapitalist ülkelerdeki işçi sınıfı partilerine uslu uslu oturmalarını, sınıf mücadelesini bırakarak barış kavramını ön plana çıkartmalarını, sınıf mücadelesinin yeni biçimi olarak da, demokratik mücadeleye ağırlık vermelerini öğütlüyor.
“Yeni tutuculuğun çelişkileri, demokratik bir alternatife temel hazırlıyor. Ancak bu alternatif, öznel etkenin rolü olmadan, kendi başına gerçekleşmeyecektir. Yeni tutuculuğa karşı, bir reform platformunda (a.b.ç.) birleşebilecek demokratik çoğunluğu yaratmayı getirecek güçlerin yeniden gruplaşması görevi işçi hareketinin önünde duruyor. Tutucu varyanta alternatif kapitalizmin demokratik bir gelişme varyantı içinde mücadelede çıkarı olan orta katmanları ve işçi sınıfını kapsayan bir güç bloku gereklidir. Çok çeşitli demokratik güçlerin bu bloku, yekpare bir birliğe ya da bir halk cephesine benzemeyecektir. Daha çok, bu birlik farklı, özerk parti, örgüt ve hareketlerin diyalog, ilişki, uzmanlaşma, ortak ve paralel eylemler kanalıyla cisimleşen esnek ve eşit haklı işbirliği olacaktır.
Demokratik çoğunluğun, yeni tutuculuğa alternatif bir programa gereksinimi vardır. Bu program, günümüz işçi sınıfı ve orta katmanlarının yani toplumun çoğunluğunun farklı çıkarlarını kendi bünyesinde birleştirebilmesine yeterli bir genişlik ve esneklikte olmalıdır. Bu program, kapitalist toplumun teknolojik ve kültürel ilerleme sarmalının artık başlamış olan yeni kıvrımının gerçekleri temelinde kurulmalıdır. Yeni tutuculuğa karşı mücadelede demokratik güçlerin işbirliği platformu olabilecek bir demokratik alternatif programın (a.b.ç.) çehresi giderek belirginleşmektedir.” 28
SSCB ve DOĞU AVRUPA ÜLKELERİ BU DURUMA NASIL GELDİLER
Tarih Doktoru ve Dünya Sosyalist Sistemi Ekonomisi Enstitüsü Başkanı Leonid Yagodovski II.Dünya Savaşı’ndan sonra KEYK’in kuruluşunu şöyle anlatıyor:
“KEYK Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkelerinin henüz savaşın yaralarını sardığı bir zamanda, 1949’da kuruldu. Savaşın harabettiği kasabaları yenilemek ve mühendislik ve teknolojide en son gelişmeleri birleştiren bir ekonomiyi kurmak gerekiyordu.
Ancak Soğuk Savaş, Batıyla varolan geleneksel bağları bu amaçla kullanmayı olanaksız kıldı. Bu koşullarda sosyalist ülkelerin ortak çıkarlarını ve görevlerini gözönüne alarak, Doğu Avrupa sınırları içinde kendine özgü işbirliği mekanizmaları ile yeni, ikili ve çok taraflı ekonomik ilişkiler kurmak zorunlu bir hedef oldu. KEYK tamamıyla genel görevlerle ilgilenmek üzere kuruldu. Başlangıçta görevini oldukça başarıyla yürüttü. Sosyalist ülkelerin 1950’lerdeki yüksek ekonomik büyüme oranının en önemli nedeni KEYK çerçevesinde gerçekleştirdikleri işbirliğiydi.” 29
Yagodovski daha sonra bu işbirliğinin yeterli olmadığını şöyle vurguluyor:
“Üye ülkeler aralarındaki ticareti geliştirirken, geleceğe yönelik sağlam ve karşılıklı yararlar içeren uluslararası işbölümünün temellerini (a.b.ç.) atmanın gerekliliğini düşünmelidir. Başlangıçta bunu gerçekleştirmek, şimdikinden çok daha kolaydı. O fırsat kaçırıldı.” 30
Bugün Sovyetler Birliği’nde tüm hataların Stalin’e bağlanması modası gün geçtikçe güçleniyor. Buna katılmak mümkün değil. Emperyalizmle kuşatılmış, iç savaşta gücünü büyük ölçüde yitirmiş ve çok kısa bir zamanda kapitalist dünyaya yetişmek için korkunç bir çaba göstermiş olan Sovyetler Birliği lideri Stalin’in katkılarını bir çırpıda silmek o kadar basit değildir. Ancak Stalin’in bir peygamber olmadığını unutmadan, II.Dünya Savaşı’ndan sonraki gelişmeler karşısındaki tutumunu da nesnel bir biçimde ortaya koymak gerekiyor. Ama bir noktayı unutmadan: 1930’ların kuşağından yetişenlerin 1950’lerin dünyasını bir çırpıda yakalamasını beklemek ne kadar doğru olur bilinemez…
“Ana sorunun, Stalin’in 1945 sonrasında sosyalist inşa stratejisinde bir başka nitel değişme gerçekleştirmeyi başaramaması olduğunu söylemek istiyorum. Bu bir siyasal çizgi sorunudur; ama, kişi ve onun etrafındaki parti önderliğinin ideolojik eksiklikleriyle ve dogmatizm ve idealizme doğru eğilimlerle örülüdür.” 31
Yazar Thomas Angotti, yapılan hataları Stalin’in kişiliğine bağlamasına rağmen, II.Dünya Savaşı’ndan sonra ekonomide gerekli değişimlerin yapılamaması noktasında haklıdır:
“Stalin’in savaş sonrası iç politikalarındaki eksiklikler, onun sosyalist inşa teorisine de yansıdı. İlk kez 1952’de yayınlanan Stalin’in SSCB’nde Sosyalizmin Ekonomik Sorunları adlı basit okuma kitabı sosyalist inşanın temel ilkelerini özetlemiş olsa da, çağdaş bir sosyalist ekonominin karmaşıklıklarının hakkından gelmeyi başaramadı. 1950’lerin SSCB’i 1930’ların SSCB’i değildi. Ekonominin sınai kaynakları hazırdı ve şaşırtıcı biçimde kısa yeniden inşa döneminden sonra, Sovyetler Birliği tümüyle yeni bir sorunla -üretimin her boyutuna bilimsel ve teknolojik devrimin en son ilerlemelerinin girişine dayalı yeni bir sosyalist inşa aşaması için temellerin nasıl atılacağıyüzyüze geldi.” 32
Yazar, teknolojik atılımlara dayalı yeni bir sosyalist inşa aşaması için temellerin atılmadığını, bunun nedeninin de, 1930’lardan bu yana zorunlu olarak uygulanan sanayileşme stratejisinde gerekli değişmelerin yapılmamasına bağlıyor. Daha sonra yazısına şöyle devam ediyor:
“Bu soruna 198l’deki 26.Parti Kongresi’ne kadar tamamıyla seslenilmedi; ama Stalin’den beri her Sovyet lideri bununla uğraştı. Kruşçev aceleci bir gösterişle ‘Gulaş Komünizmi’ni sınadı ve başarısız oldu. Brejnev ise bu sorunun üstesinden gelmek için ‘İleri Sosyalizm’ düşüncesini ve bir dizi ekonomik reformu ortaya attı, ama bunları pratiğe geçiremedi. 1970’lerde Sovyet ekonomisindeki durgunluk (göreli olarak tabii ki, yine de, o zamandan beri Batı’daki ortalamadan daha hızlı büyüdü), aşırı merkezileşme, üretim birimlerinde, yerel Sovyetlerde sorumluluk ve hesaplılık yokluğu, kaliteden çok çıktı miktarına vurgu ve tüketim mallarından çok ağır makinalara önem verilmesi ile bağıntılıdır. Merkezileşme, brüt sınai çıktıya vurgu ve temel makine üretimi, hepsi de Büyük Yönelim zamanında zorunluydu (a.b.ç.) Ama Gorbaçov’un reformlarının ve yeniden yapılanmanın da gösterdiği gibi, savaş sonrası dönem koşullarında uygun stratejik odaklar değillerdi.” 33
Sorunun kökenlerinin II.Dünya Savaşı’ndan sonraki döneme ait olduğunu gösteren önemli bir alıntı. Ancak, özellikle bu döneme kadar uygulanan stratejinin zorunlu olduğunu yazan Thomas Angotti’nin, Stalin’in iç politikalarındaki eksiklikleriyle Sovyetler Birliği’nin bugünkü durumu ile ilgili paralellikler kurması ne kadar doğrudur? Bizce soruna başka bir açıdan yaklaşmak gerekiyor. II.Dünya Savaşı’ndan sonra, teknolojik atılımlara dayalı yeni bir sosyalist yapılanmanın temellerinin atılması için, sosyalist iktidarların kurulduğu Doğu Avrupa ülkeleriyle birlikte, Comecon içinde uluslararası işbölümü çerçevesinde sanayilerin yeniden organize edilmesi gerekiyordu ki, üretim güçlerinin seviyesine uygun yeni modern teknolojilerin kullanılması mümkün olsun. Ama sosyalist iktidarların kurulduğu her ülke kendi başına bir yapılanma çizgisi yürütünce, uluslararası işbölümünü kurmak mümkün olmadı.
Korkut Boratav, Sosyalist Planlamada Gelişmeler adlı kitabında II.Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan sosyalist iktidarların kendi başına hareket etmek zorunda kalmasını şöyle açıklıyor:
“Özellikle sonraki yıllarda, hammadde ve tabii kaynaklar bakımından Sovyetler’den daha fakir, çok daha küçük ve bir kısmı 1920’lerin Rusyası’ndan daha sanayileşmiş ülkeler, otarşik bir yapıyı hedef alan ve ağır sanayiye öncelik veren ‘cebri sanayileşme’nin yükünü ve aşırı temposunu kaldıramamışlardır. Ancak Doğu ve Batı bloklarının kesin husumet çizgileriyle birbirinden ayrıldığı bir dönemde sosyalist kampta yer alan herhangi bir Doğu Avrupa ülkesi; sermaye ithal etmeden, hızlı sanayileşme ve yüksek bir büyüme hızı üzerindeki temel kararı verdikten sonra, seçimlik yolların pek sınırlı olacağı da kabul edilmek gerekir; zira, sanayileşme sürecinin gerektirdiği yatırım mallarını SSCB dahil blok-içi ülkelerden hiçbiri sağlayacak durumda değildi; ihracat kapasiteleri ve Batının ambargosu ise aynı ihtiyacın Batı piyasalarından karşılanma imkanlarını sınırlıyordu. Bu durumda, Doğu Avrupa ülkelerinden herbiri için Sovyetler Birliği’nin 1930’lardaki şartları adeta yeniden yaratılmış oluyordu.” 34
Hızlı bir sanayileşmeyi kabul eden bu ülkelerin uluslararası durum nedeniyle başka seçeneklerinin olmadığını iddia eden Korkut Boratav’a karşın, Novoye Vremya Dergisi’nin sorularına cevap veren Yagadovski bu olayı şöyle yorumluyor:
“KEYK içindeki işbölümü, şu ilke çerçevesinde kendiliğinden gelişti. Zengin doğal kaynaklara sahip ülkeler (başta S.B.) diğerlerine yakıt, enerji ve hammadde sağladı ve karşılığında bitmiş ürünler aldı. Bu takas ticareti, eğer bir ülkenin tüm topluluk için mal üretiminde uzmanlaşması ve kendine yeterli bir ekonomiden (otarşi) vazgeçmesiyle bir arada gerçekleşseydi doğal olurdu. Ama bu gerçekleşmedi. (a.b.ç.)
“Otarşinin bazı öğeleri sosyalist yapılanma programlarının düzenlenmesine yönelik kuramsal yaklaşımda yer alıyordu. Sovyet modeli aynen uygulandı ve sonuç olarak Doğu Avrupa’da da benzer ekonomik modeller oluştu. Örneğin tüm ülkelerde öncelik maden veya kok olup olmadığına bakılmaksızın metalürjiyi de içine alan ağır sanayinin gelişmesine verildi. Bu ülkelerde uluslararası işbölümü olanakları ve avantajları (a.b.ç.) dikkate alınmaksızın bir temel sanayiler çemberi oluşturuldu. Bu oluşumda iki karşı kamp ve iki yalıtılmış pazar kuramları da rol oynadı.” 35
Leondid Yagodovski sorunun özüne parmak basıyor. Ama “uluslararası işbölümü olanakları ve avantajları”nın niçin dikkate alınmadığı konusunda yeterli açıklık getiremiyor. Sadece, o da Korkut Boratav gibi iki karşı kamptan bahsetmekle yetiniyor.
Doğu Avrupa ülkelerinde Sovyet tipi sanayileşme modelinin kabul edilmesinden, sonra üretim kapasitesini hızla artırabilen makine imali sanayileri olağanüstü gelişirken, gerekli olan hammadde ve enerji çoğu ülkelerde ancak ithalatla mümkündü. Bu ülkelerin bazılarında dış ticaretin milli gelir içindeki payı yüzde 30-40’a kadar çıkıyordu. Bu durumda ihracata dönük (sosyalist ülkeler çerçevesinde bile) bir yapının planlamada yer almaması, ithalat için gerekli kaynaklardan mahrum bırakıyordu bu ülkeleri. Soğuk Savaş’ın etkilerinin ağır bastığı bu dönemde tıkanıklık, savaş sonrası SSCB’nin Doğu Avrupa ülkelerinde üretilen her türlü mamul maddeyi alıp, karşılığında hammadde satmasıyla geçici olarak çözüldü. Bu arada Polonya’nın kömür, Romanya’nın petrol satışları da bunalımın çözümüne yardımcı oldu. Ama daha ileri yıllarda bu iki ülke ithalatlarını karşılamak için kömür ve petrolü Batı’ya yönelttiler. Savaşın etkisi geçtikten sonra SSCB’nde tekrar kurulan sanayiler nedeniyle Doğu Avrupa mallarına talep azalmağa başladı. İleride doğacak bunalımların ilk işaretleri böylece ortaya çıktı. 36 Bu ülkelerin ileride Batı’ya borçlanmalarının temeli ihracatlarını geliştirmek için yeni yatırım programlarını ihmal etmeleriydi. Nitekim Yagodovski bu durumu kısaca şöyle özetliyor:
“Model, KEYK ülkeleri için büyük gelişme olanakları varolduğu sürece yürüdü. Ancak olanaklar tükenince bir engel haline geldi.” 37
Bütün ihracat gelirleri mevcut üretim düzeyinin hammadde ve enerji ihtiyacını karşılamak zorunda kalınca büyümek zorunda olan ekonomiler tıkanmaya başladı. Bu durumda, büyüme hızını artan yatırım oranlarıyla sürdürme çabaları imalat sanayinin kapasitesini artırırken, diğer yandan yüksek maliyetli ve düşük evsaflı iç enerji ve hammadde kaynaklarının geliştirilmesine yol açtı. Tüm bunlar başka etkenlerle birlikte 1960 yıllarında yeni bir tıkanmanın nedenlerini oluşturdu. Örneğin, sermaye-hasıla oranlarındaki hızlı artışlar bir birim yatırım yapmak için her yıl daha fazla para gerektirdiğini ortaya çıkarıyordu. 38 Bu durumda kapalı bir ekonomiden yavaş yavaş dışa açılma ve Comecon çerçevesinde sosyalist ülkeler arası işbölümü gündeme geldi.
“1960’ların sonlarında, Avrupa’daki sosyalist ülkeler ekonomik büyüme oranını artırma göreviyle karşı karşıya kalınca sosyalist ekonomik entegrasyon (bütünleşme) için kapsamlı bir program oluşturmaya karar verdiler. Bu önceki işbirliği aşamasının bittiği ve bir yenisinin başladığı anlamına geliyordu. Bitmiş malların değişimi, birlikte üretme işbirliğine ve uluslararası işbölümüne izin verilmeliydi. (a.b.ç.) KEYK, 1970’lerde bir entegrasyon işbirliği programı geliştirdi. Birçok dalda önemli işbirliği anlaşmalarına varıldı. Ancak kapsamlı programın hayata geçirilmesi yavaş ilerledi. Entegrasyon bağları büyük çapta gelişmedi. (a.b.ç.) Bu bağların düzeyi, bileşenlerin payları ve ortak üretimdeki birimleriyle ölçülür. Sanayileşmiş kapitalist devletlerde, bu yüzde 40 ile yüzde 50 arasında ve KEYK devletlerinde yüzde 1 ile yüzde 3 arasında değişir. Yakıt ve hammaddenin bitmiş ürünlerle değişimi egemen olmaya devam etti. (a.b.ç.) Maden kaynaklarına sahip olmayan ülkeler denk kotalar çerçevesinde mal değişiminde bulundular.” 39
Uluslararası işbölümü çerçevesinde ortak bir planla yeni bir yapılanmayı gerçekleştiremeyen sosyalist ülkeler, sosyalist sistemi oluşturamadıkları gibi birbirleriyle sadece ticari anlaşmalar yapmakla yetiniyorlar. Sosyalist sistem yerine ülkelerin aritmetik toplamı ortaya çıkıyor.
Bu durumda her ülke blok-dışı piyasalara gittikçe açılmak zorunda kalıyor. Kapitalist ülkelerle ilişkiler, fiyat, döviz, borçlanma gibi faktörlerle ekonominin işleyişinde delikler açmağa başlıyor. Bunun üzerine planlamacılar, ekonomik yapının dengesiz bir biçimde büyüyerek tıkanmalara yol açmasını etkili bir piyasa mekanizmasının işlememiş olmasına bağlıyorlar. Böylece piyasa göstergelerinin etkili uyarıcılar olarak rol oynadığı bir planlama modeli üzerinde tartışmalar başlıyor. Diğer taraftan, üretimin bir kısmının uluslararası piyasalara yönelmesiyle bir kısım işletmeler, uluslararası talebe bağlı, fiyat oynamalarına karşı duyarlı, kalite konularında titiz davranışlara girince, geleneksel plana bağlı diğer işletmelerin de uygulamaları yavaş yavaş değişmek zorunda kalmıştır. Ekonomilerin uluslararası piyasalarla bağları arttıkça piyasa ilişkileri sistemin kapalı noktalarına kadar nüfuz etmiş ve merkezi planla çatışmaya başlamıştır. Geleneksel sistemde, uluslararası piyasalardan tamamen bağımsız tutulabilmiş olan iç fiyat sistemini değiştirmek, dış fiyatlara bağlanmak ihtiyacı günden güne artmıştır. 40
Nitekim 1970’lerde kapitalist ülkelerle ilişkilerin hızlandırılması sonucu teknoloji ithal ediliyor. Bu teknolojiyi sanayi üretiminde kullanarak, borçlarını bu sanayi dallarında ürettikleri mallarla ve hammaddelerle ödeyeceklerini düşünüyorlar. Yapılan hesaplar yanlış çıkıyor. İthalatlarını artırmak için daha fazla borçlanmak zorundak kalıyorlar. Bu durum, yalnız teknolojik açıdan değil, finansal, siyasal, ideolojik ve kültürel olarak da bağımlılıklarını artırıyor. Sonuçta tüm sosyalist ülkelerde büyük bir kaosun temelleri atılmış oluyor.
SONUÇ:
KEYK’in kurulmasından sonra, uluslararası işbölümü çerçevesinde bu ülkelerin kaynaklarını biraraya getirerek tek bir kalkınma planı hazırlamalarına Ernast Mandel ik iyönden karşı çıkıyor:
“Bütün işçi devletlerinin tek bir adımda iktisadi bakımdan tam anlamıyla bütünleşmeleri egemenliklerinden büyük çaplı ödünler vermeye hazır olmayan bu halkların duyguları ile çatışacaktır. Bu engeli görmezlikten gelmenin bedeli ciddi siyasal ve toplumsal çatışmalardır.” 41
İkincisi; “Üstelik gelişme düzeyleri farklı olan ülkelerin kaynaklarının biraraya getirilmesi bir bütün olarak gelişmeyi hızlandırmak yerine geciktirecektir. Kapitalıst olmayan ekonomilerin bütününde teknolojik gelişmey hız vermeye daha uygun, daha gelişkin sanayiler için kullanabilecek kaynakların en geri ülkeler lehine yeniden dağılmasına yol açacaktır.”42
Bunlara karış tek bir ülkede kapalı olarak gelişmenin sonuçları da ortada. Ernest Nandel’in çözümü ise şöyle:
“En rasyonel çözüm, her iki aşırı çözümden de, yani hem hızlı topyekün bütünleşmeden, hem de “bütünüyle bağımsız ulusal kalkınma” yolundan kaçınmak görünüyor. B ukonudan yapılması gereken, işçi devletleri ekonomilerinin adım adım bütünleşmesini sağlayan bir sistem geliştirmektir. Bu sistem, sözkonusu uluslar tam anlamıyla ve dürüst bir biimde egemenlik hakkından vazgeçmenin avantajlarına ikna edilmediği sürece ulusal hlanlamanın özerkliğine saygı duyacak ama aynı zamanda gerekli ekonomik birleşmeye doğru ilerleyecektir. Bu birleşme, hem bir dizi ortak kurum ve araç yaratm, hem de çeşitli işçi devletlerinin gelişme düzeyleri arasındaki açığı azaltma yönünde harcanacak bilinçli bir çaba yoluyla gerçekleştirilecektir. Kurumlar, kuruluşlar açısından bakıldığında, ekonomik bütünleşme, önce birleşik bir para bölgesi (paraların önce karşılıklı daha sonra çok yönlü konvertibilitesi) daha sonra tek bir para bölgesinin yaratılması, belli sektörlerde ortak planlama organlarının kurulması, iki ya da daha fazla devleti içeren bir bölge ya da alan için formüle edilecek uzun vadeli ortak planlar vb. yoluyla kolaylaşacaktır. “43
Bu çözümün gerçekleştirilebilmesi ise, büyük ölçüde sosyalist ülkelerdeki önderliklerin niteliğine, sorunları doğru saptayabilmesini, doğru araçları üretebilmelerine, politikalarının toplum ve öncelikle işçi sınıfı tarafından içselleştirilmesine bağlı. Bilim ve poliltika alanında da oldukça yetersiz bir performans gösterdiklerini kabul etmek gerekiyor.
Dipnotlar ve Kaynak
- (1) A. Aganbegyan; “Sovyet Ekonomisinde Yeni Yönelişler”, Dünya Sorunları, No:6/2, s.143, Alan yay., İst., 1989.
- (2) V. Raslavsky; “Perestroyka’nın Üç Yılı”, a.g.e., ss.123-124.
- (3) K. Marx-F. Engels, Manifesto, s.47, Bilim ve Sosyalizm yay.
- (4) C. Levinson; Capital Inflation and Multinationals, s.38, Londra.
- (5) Subaşı; Milliyet Gazetesi, 1990.
- (6) a.g.e.
- (7) Norka Şeni; “Sermayenin Uluslararasılaşması”, Yeni Ortam Gazetesi, 1974.
- (8) K. Boratav; Sosyalist Planlamada Gelişmeler, s.182-83’den aktaran S. Savran, “Sovyetler Birliği Nereye Gidiyor”, 11.Tez 8, s.75.
- (9) a.g.m., s.76.
- (10) a.g.m., s.76.
- (11) Aganbegyan; a.g.m., s.143.
- (12) Abdüzhalil Samadov’dan aktaran M. Çulhaoğlu, Sovyet Deneyinden SiyasetDersleri, s.128, Gelenek yay., İst., 1989.
- (13) Y. Krasin; “Demokratik Alternatif Anlayışı ve İşçi Sınıfı Hareketi”, Yeni Açılım Dergisi, sayı:9, s.66, Ocak 189.
- (14) Gorbaçov; Ekim ve Perestroyka.
- (15) Gorbaçov’dan aktaran M. Çulhaoğlu; a.g.e., s.198.
- (16) V. Raslavsky; a.g.m., s.127.
- (17) L. Yagadovski; Novoye Vremya Dergisi’nden aktaran Adımlar, sayı:13, Ocak 1989.
- (18) Y. Antonoviç Borko; “Günümüz Kapitalizminin Özgelişim Mekanizmaları Üzerine”, Yeni Açılım Dergisi, s.13.
- (19) a.g.m.
- (20) Y. Krasin; a.g.m.
- Not: Karlılık oranlarının devamlı düştüğü eski sanayi dallarında yatırılmış sermaye.
- (21) Ergün Türkcan; “Teknolojinin Jeopolitiği”, İktisat Dergisi, Mayıs 1985, sayı:246.
- (22) a.g.m.
- (23) Y. Krasin; a.g.m.
- (24) a.g.m.
- (25) Gorbaçov; Ekim ve Perestroyka.
- (26) A. Hamdi Dinler; “Nötron Bombası ve Emperyalist Sistem”, Yurt ve Dünya Dergisi, sayı:9, ss.329-330, Mayıs 1978
- (27) Y. Krasin; “Demokratik Alternatif Anlayışı ve İşçi Sınıfı Hareketi”, Yeni Açılım Dergisi, s:9, Ocak 1989.
- (28) Yagadovski; a.g.e.
- (29) a.g.e.
- (30) T. Angotti; “Stalin Dönemi: Tarihin Açımlanışı”, Dünya Sorunları, sayı:6/2, s.5O.
- (31) a.g.m.
- (32) a.g.m.
- (33) K. Boratav; Sosyalist Planlamada Gelişmeler, Savaş yay., s.4O, Ankara, 1982.
- (34) Yagadovski; a.g.e.
- (35) K. Boratav; a.g.e., ss.225-226.
- (36) Yagadovski; a.g.e.
- (37) Boratav; a.g.e., ss.226-227.
- (38) Yagadovski; a.g.e.
- (39) Boratav; a.g.e., ss.227-228.
- (40) E. Mandel; “Geçiş Dönemi Ekonomisi”, 11.Tez 8, Haziran 1988, s.124.
- (41) a.g.m., ss.124-125.
- (42) a.g.m., ss.125-126.