Son aylardaki iki gelişme Türkiye’de solun bir bölümünce denenen yeni kültüre uygun yeni politikayı zor durumda bıraktı. Biri Körfez diğeri de Zonguldak’da doruğa çıkan işçi direnişi. Trajikomik bir rastlantı ile öteki bileşenleri de TBKP reformizmine teslim olmuş SBP girişimcilerinin kuruluş başvurusu yapacakları tarih Amerikan emperyalizmince teslim alınmış olan Birleşmiş Milletler’in Irak’a Kuveyt’ten çekilmesi için tanıdığı sürenin de son gününe denk geliyordu. Sağ bir ideolojik konumda olduğu yıllardır bilinen iktisat profesörü Sadun Aren başkanlık işine Körfez krizine dair açıklamalarla başlamak zorunda kaldı. Aren’in “Meclis’in misyonu ulusal çıkar uluslararası hukuk” vb. incilerini gazetelerden okuduk. Kendileri ağızlarından çıkanlara inanıyorlar mı bilinmez ama politikada hukukun değil güç ilişkilerinin belirleyici olduğunun hem ulusal hem uluslararası gelişmelerle kanıtlandığı günler yaşıyoruz; ve bu günlerde Kutlu’nun işçilere itidal ve olgunluk tavsiye etmesini Aren’in ANAP denetimindeki parlamentoya birtakım misyonlar atfetmesini gazetelere ilanlar veren kimi solcu aydınlara Körfez’de en fazla BM ordusu oluşturulması türü yavanlıklar sergilemelerini nereye oturtacağımızı bilemiyoruz. Aslında bunlar anlam bulacakları herhangi bir nesnel zemine oturamayacaklar bu belli. Ama bir yandan da Zonguldak yürüyüşüne katılmak zorunda kalan Yağcı ve benzerleri DYP’li milletvekillerinden bile daha gülünç olacaklar…
Üstelik mutabakat, demokrasi ve militarizmden arındırılmış kapitalizmin şampiyonları, bugünlerde, start komutunu almış oldukları Sovyetler Birliği’ndeki gelişmelerle de açıkta kalacağa benziyorlar. Son olaylar SSCB’de, şöyle ya da böyle sosyalizmin savunucusu eğilimlerin bir direnç gücüne sahip olduklarını gösteriyor. Baltık operasyonları, Körfez’e ilişkin temkinli tutum, reformcu danışmanların uğradığı tasfiyeler Türkiyeli glasnostçuların, eğer tutarlı olmak istiyorlarsa demokrasi, insanlık vs. adına karşılarına almaları ve SSCB söz konusu olduğunda restorasyon safında yer almaları gerekiyor.
Körfez savaşı, işçi dalgası, SSCB’deki gelişmeler… Bunlar başka birçok sonucun yanısıra Türkiye’deki reformizmin krizini de derinleştiriyor. Ülkenin genel tablosu ise bir siyasal krize işaret ediyor. Bu krizin iki önemli ayağı ya da kendini dışa vurduğu ve derinleştiği alanı, işçi dalgasını ve savaş konularını ayrı ayrı ele alacağız.
İşçi Hareketinde Yükselen Dalga
Siyasal iktidar bir kabustan çıkmaya çalışmaktadır. İşçi sınıfı ise 10 sene sonra bu ülkede özgüvenini yeniden kuran ilk ve en iddialı toplumsal güç olduğunu, Kürt hareketi ulusallık ve mutabakat çemberine itilirken, Türkiye’nin emekçi halkına sınıf çatışmasını ve kinini hatırlatan bir çıkışı yapabileceğini kanıtlamıştır. İşçi sınıfının Türkiye kapitalizminin saldırısına birinci elden ve en doğrudan tepki veren kesitleri, politik öncünün yokluğu koşullarında Türkiye’de kapitalist sınıfın politik iktidarının yıkılış dinamiklerine dikkat çekmişlerdir. Anti-kapitalist mücadele, gerek kucakladığı toplumsal taban, gerekse de özündeki köktenciliği ile sermaye düzeninin diğer çelişkilerinin önüne ve üstüne çıkmıştır. Bu çelişki billurlaşmasını ise burjuva politikacılarının ve sosyalistlerin ancak bir kısmı algılamışlardır. Türkiye’de şu anda toplumsal muhalefetin lokomotifliğini üstlenen proleter kesitler, tüm diğer toplumsal ve ulusal kategorilere demokrasi mücadelesinin de ücretli emek-devletle bütünleşmiş büyük sermaye çelişkisine gelip dayandığını kanıtlamaktalar.
Türkiye’nin örgütlü işçi kitleleri nezdinde 10 yıldan beri ilk kez, bir süredir “milli bütünlük”, “uzlaşma”, “fedakarlık” politikasını öne çıkaranlar değil, gemileri yakmayı, direnmeyi ve mücadeleyi öne çıkaranlar onay görmektedir. Sendikacılar, yıllardır sindirilmiş işçi kitlesinin genel ortalamasını kendilerinde yansıtmayı görev bildiler ve elbette işçi sınıfı da yıllarca kendi sendikacısını, doğal önderini biçimlendirdi. Çalışma yaşamı olarak tanımlanan ilişkiler ağı, yasalarla sınıfı zaptetme, güdümleme doğrultusunda şekillendi. Fakat açıkta kutlanan 1 Mayıslardan, son iki yılın işyeri düzeyinde kaynaşmalarından, sendika kurallarından bugüne bir birikimin kendini taşıdığı görülüyor.
Türk-İş Genel Kurulu’nda “genel eylem” kararına hazırlanılıyordu. Artık, sendikacılardan işyerlerindeki doğal önderlere, sınıfın örgütlü kitlesinin nezdinde meşruiyet ve destek bulabilmek bir tür radikalizm ile mümkün hale geliyor.
On yıldır ilk kez bütünsel olarak Türkiye’nin sendikal örgütlü, politik örgütsüz tabanı sendikal yönetimlerin önüne geçiyor. Artık fiilen yılların kaşarlandırdığı yöneticiler tabanı temsil yeteneğini yitiriyorlar.
Zonguldak işçisi ve sendikacısı bu gelişmeyi olumlu yönde kendine yansıtan bir görünüm sundular. ‘89 Bahar Eylemleri ‘90 1 Mayısı ve nihayet Zonguldak Direnişi ücretli köle sınıfın giderek burjuva hukukunu geçersizleştirerek kendi yasallığını ve giderek meşruiyetini hayata geçirmesine tanık oldu. Zonguldak’da 1,5 ay önce kalırımın kenarında yürüyenler, yaşamlarında ilk kez slogan atanlar, haftalar sonra grevi bir şölene dönüştürdüler. Direniş doğal olarak Zonguldak’a sığmadı. Bir diğer deyişle siperlerden çıkıldı.
İşçi sınıfının mücadeleci üyelerinin şehirlerine sığmamaları, 10 yılın ilk genel grevi ile çakıştı. Türk-İş zoraki “genel eylem” kararının üzerine yatmak istedi. Şevket Yılmaz ekolü tarihlerinin en ağır eleştirisine, en büyük genel eylem sonrasında muhatap oldular. Doğaldır, ve Türkiye’nin en düzen dışı yönelimli toplumsal sınıfının dinamiğini zaptetmenin maliyetini göstermektedir. Türk-İş liderliği bundan sonra eski dengelerin, eski oyunların üzerinde daha zor oturacaktır ve buna Türk-İş içi muhalefet de dahildir.
Elbette Zonguldak işçisinin de, siperinden çıkıp geri dönmesinin de hem kendi özgülü hem de tüm Türkiye işçi sınıfı için ödenecek bir maliyeti doğurmuştur. 3 Ocak genel grevi burjuva yasallığının sınırlarını zorlayıp aşmanın maliyetinin öncü işçilerin tasfiyesi ile ödenmesi noktasına gelmiştir ve bilinmelidir ki işten atılan, pasifize edilen her işçinin geldiği noktanın ardında Zonguldak direnişinin genel grev sonrası inişe geçmesi olgusu olacaktır.
Bu yüzden maden işçisine ve hala onu temsil yeteneğine sahip sendikacılarına sitem etmenin kolay ama adilane bir yaklaşım olduğu söylenemez. Zonguldak işçisi ve öncü işçileri, bir çok sendikacı ve genel başkan hangi saiklerle ve zaaflarla yüklü olurlarsa olsunlar yılların statükosuna bir darbe indirmişler, genel grevin yolunu açmışlar ve iktidara on yılda aldığı en güçlü darbeyi indirmişlerdir. Türk-İş yönetiminin genel grevin rantını ve böbürlenmesini yapmaya fırsat bulamaması 3 Ocak tarihinden önceki sınıfı dizginleyici, ‘82 Anayasası’nın sendikal bürokrasilere tanıdığı avantajları sonuna dek kullanmasının devlet sendikacılığına kestiği faturadır.
Genel grevin hayata geçiriliş biçimini genel olarak uzlaşmacı yönetimler belirlemiş; Zonguldak, İstanbul’un proleter semtleri, birkaç il ve “olağanüstü hal” bölgesinde genel grev meşru kitle eyleminin daha fazla öne çıktığı deneyimler yaratmıştır. Genel grev, Türk-İş’in, tüzüğü siyasal iktidarla ilişkileri, sendikal anlayışı ve sınıf hareketine dönük ideolojisi ile bir kurum ve sendikal klik olarak sınıfın önünde Mengen barikatından da büyük bir engel olarak durduğunu göstermiştir. Türk-İş’in iç hukuku, kendi içindeki muhalefeti de yozlaştıran kritik dönemeçlerde fiili olarak Şevket Yılmaz ekolü ile aynı safa iten bir işleyişi ortaya koyuyor. Sonuçta Türk-İş yönetimindeki klikler arası açı devlete karşı SHP-DYP arasındaki nüanstan daha fazla değildir. Şemsi Denizer ve maden işçileri biraz isteyerek biraz da kendiliğinden bir tarzda hem Türk-İş üst yönetiminin, hem de birkaç sendikacı dışında sözümona “sol kanat” sendikalizmin de husumetini üzerlerine çekmiştir. Şevket Yılmaz, Şemsi Denizer’in yürüyüşün ilk günü ağzından çıkan eleştirisinin öcünü sol kanat dahil Türk-İş’i tepeden aşağıya günlerce pasifize ederek başkanlar kurulu toplantısını öne çekmeyerek, almıştır. “Sol kanat” sendikacılar ise günlerce şubelerden, işyerlerinden, genel grevi militanca yaşamış bölgelerden gelen baskıları likide etmişler ve asıl güçlerini SHP kanalı ile GMİS’i geri döndürme projesine akıtmışlardır. Bu noktada ne Münir Ceylan’ın, ne de bir başka sendikacını 40 gün süren direnişin son günlerindeki genel sendikal koordinasyonsuzluğun suçunu GMİS yöneticilerine yıkmalarında samimiyet yoktur. Daha da açığı maden işçileri ve İstanbul, İzmit ve başka illerin proletaryasının gemileri yakmışlığı, Zonguldak direnişinin izolasyonu ile sonuçlandı. Direnişin ricatındaki bir diğer etken de SHP-DYP’nin direnci radikalleştikçe GMİS yönetimine yaptıkları yumuşatıcı baskıdır. Yürüyüşün teknik ve organizasyonel hazırlığında da SHP vaatlerine fazla bel bağlanmış, sosyal-demokrat uzmanların giderek grev komitelerinden (doğal olarak) uzaklaşarak “büyük politikalar” peşine düşmesi gemilerin yakılmamasını dümenin çark edilmesini sağlamıştır. GMİS genel başkanının sendikal mücadeleye getirdiği yeni üslup plebyen politika tarzı sosyal-demokrat sendikalizmin giderek gözünü korkutmaya ve “kontrolden çıkmaya” başlayan bir dinamizmin dizginlenmesi telaşına düşülmüştür. Mengen’den dönüşü isteyen tek insan topluluğu SHP milletvekilleriydi. Mengen’de grev komitelerinin değil, SHP sosyetesinin iradesi üstün geldi. Bedeli hala ödeniyor.
Zonguldak direnişinin tabanını oluşturan kitle modern sanayi proletaryasının tüm özelliklerini taşımamaktadır. Örneğin sendika başkanı ile “ölüme de gitmek” fakat yarı yoldan polise 200 işçi bırakarak, bir iki azarlanma ile döndürülmek işçi sınıfı disiplininin dışındaki özelliklere de bağlıdır.
Elbette Zonguldak direnişçilerinin intikamcıları Özal ve Ş. Yılmaz değildi sadece. Bolu’dan dolu tehditler ve boş ellerle dönen başbakan da attırdığı geri adımları direnişin ricadı evresinden itibaren burun sürtmeye dönüştürdü. Akbulut iktidarı prestij mücadelesindeki işbitiricilik gösterisi ile puan toplama fırsatını önce yitirdi, daha sonra Özal üslubuna geri döndü.
Burada şunu açıkça görmek gereklidir. İktidar, direniş yürüyüşü boyunca iki kez yürüyüşçüleri yokladı ve Bolu görüşmesi ile de oyaladı. Ş.Denizer ise, SHP’lilerin ve uzmanların empozesi ile iki kumar oynadı. İlki ANAP iktidarı ile. İlk kumarı sendikanın akıl hocaları ile direnişçi taban arasındaki son tercihi yüzünden yitirdi ve hükümet kazandı. İkinci kumarı ise işçileri geri döndürme noktasında o ana dek süren dürüst ve onurlu bir itimadı, yılların ezilmişliğinin sonrasındaki bir lidere duyulan güveni ortaya sürerek işçilerle oynadı. Ve ikinci kumarı kazandı ve direnişin zemini değişti. Eleştiri hedefi oldu. Oysa bir sendika liderinin ne tek adam, ne de günah keçisi olması gerekir. Üstelik açıkçası GMİS Genel Başkanı, Türk-İş’i, Türk-İş’in sol kanadını ve hatta GMİS yönetimini de aşmıştı, fakat direnişçi tabanın ve grev komitelerinin de liderliği aşmasına izin verilmedi. Tabanın iradesinin ancak kırılarak sonuca yansımasının kökenlerini, greve gidilen süreçte de bulabiliriz. Grev komiteleri ancak grevle birlikte kuruldu. Toplusözleşme taslağı çalışmaları, gervin bir okula dönüştürülmesine zemin hazırlıyordu fakat grev komiteleri 35 gün ve yürüyüş boyunca ayak işlerine boğuldular.
Maden grevine, genel grev sürecinde yaşanan kamplaşmanın Türk-İş yönetimi, SHP, DYP, DSP, ANAP tarafında bir yeni uzlaşma şampiyonu vardı: TBKP. SP ise, legal bir parti olmanın tüm avantajlarını kullanarak Özal’ın bile tepkisini çekti ve ciddiye alına dozajını artırdı. Fakat SP’nin genel grev ve Zonguldak Direnişine katkı payı, politika üretimi, onun son on yılın en anti-kapitalist dinamikli eylemini “demokratik devrim” safsatasına malzeme etmesinden değil, açık çalışmasının ve makro politika üretmesinin doğal avantajlarına dayanıyordu.
Genel grev ve Zonguldak direnişinin bize gelecek mücadele olanaklarını açığa çıkarıcı bir çözümlemesinde denklemin en traji komik unsurunu kan ağlayarak itiraf etmeliyiz ki devrimci sosyalistler oluşturdu. Gedikli uzlaşmacıların direnişi pasifize etme manevralarının, genel grevi tatil gününe dönüştürme çabalarının yanıbaşında, genel grev ve direniş sosyalistlerin büyük kısmı için son on yılın yarattığı tahribatı, gidilen geri noktayı, politikasızlığı ve küçük dünyalardan kopamama rahatsızlıklarını ortaya çıkardı. Maden işçisinin direnişinde hiç bir somut politikası ve üstelik bu politikayı iletme ve kitleselleştirme olanağı olmayanlar (elbette eleştiri konusu bu değil) direnişe “duhul” etmeye çalıştılar. Kademe kademe politikleşen, kendine özgü bir üslup yaratan eylem biçimlerini kimseye sormadan yaratan bu kitleye ve şehre sosyalistlerin devrimcilerin çoğu bildiri dağıtmak, kendi sloganlarını attırmak ve sözde hazır hareketli kitleye ajitasyon-propaganda yapmak üzere gittiler. Dinamizme, kitleselliğe hasret, sloganları içine atmaktan bezmiş insanlar işçi kitlesi ile zeytinyağı ve su gibi ayrıştılar. Yılların kitlesizliği, köşeye kıstırılmışlığı birkaç günde, hatta birkaç saatte aşılmaya çalışıldı. Sonuçta kitlelerin sahip çıkmadığı gözaltına alınan devrimciler işçilerin yırttığı bildiriler, azarlanan solcular, taşıdığı pankartın daha az bir toplulukla kendi sloganlarını yineleyen bilmem hangi gençlik grubu gibi traji komik görüntüler ortaya çıktı.
İşçi sınıfının misyonunu gecikmeli keşfetmenin, varolduğu şehirde proleter bir dinamizmi harekete geçiremeyenlerin, “sınıfa bilinç taşıması” , “eylem politikleştirmesi”bizzat sosyalist işçilerin bile farkına varmadıkları bir acemiliği ve acizliği açığa vurdu. 1 Mayıslar’daki kendi korsanını koyma, işçilerin düzenlediği mitinglerde kargaşa çıkarma tavrı bir kesim devrimci açısından Zonguldak için de geçerliliğini korudu. İşçi sınıfı devrimciliği, kitleye dışarıdan yapışmayı, devrimcilik dersi vermeyi, bizler için önemsiz olan saiklerin onlar için de önemsiz olduğunu sanmayı, uzun soluklu bir politik mücadelenin geçeceği yolları tasarlayıp hayata geçirememeyi, bu zaafları da ayaküstü ajitasyonlarla örtmeyi aşmak demektir.
İşçi sınıfının geniş yarı-politize kesimlerinin genel greve organizazyonel bir hazırsızlık içinde olduğu biliniyordu. Fakat Türkiye sosyalist ve devrimci hareketi içinde en “kitlesel”, en fazla “sınıf içinde örgütlenmiş” olduklarını iddia eden kesimler bile genel greve hazırlıksızdı. Sınıf hareketi ile (noktasal temaslar dışında) sosyalist hareket halen aynı maceralarda, ayrı engellerle ve farklı sorunlarla akmaya devam etmektedir. Genel grev koşullarında işçi sınıfı sosyalizmin doğru politikası meşru kitle eylemlerinin organizasyonuna omuz vermek, öncülük etmek ve kapitalist üretimin bir günlüğüne sekteye uğratıldığı bugüne kapitalist sömürünün sorgulandığı, burjuva iktidarın gayrı meşrulaştırıldığı bir içerik kazandırmaktı. İşçi sınıfını bir bütün olarak kendi işyeri duvarlarının ötesine duyarlı, kılmak, gündelik sorunların kökenindeki mülkiyet ilişkilerine uzanan çelişkileri açığa vurmak ve sınıfsal özgüvenini tazelemek için bir genel grev önemli bir sıçrama zeminidir.
Genel grev sosyalistlere sınıf hareketi ile daha kitlesel bir koordinasyon yaratmalarına değil, meşru kitle eyleminin dışında bir gerginlik yaratılmasına vesile olmuştur. Artık sınıfın kendi yasallığını hayata geçirebilmesi için içsel dinamiklerine yol verilmelidir. Öncülük misyonu sınıfı itelemek değil, eylem düzeyini bir önceki düzeye geri dönülmeyecek biçimde geliştirmek ve kitabi kesinliklerin ötesine geçen bir politika üretmekle olasıdır. Sınıf politikası ile sosyalist partili politika birbirlerine uyumlulaşacak zeminlere kavuşmuşlardır.
Ancak birkaç bölgede ve Zonguldak’ta hayata geçen meşru kitle eylemleri, bölgesel organizasyonların iradesi üzerinde yükseldi. En politize işçilerin, mücadele deneyimini sınıf kardeşlerine aktardıkları, kolluk güçlerinin müdahale edemediği fabrika-işyeri dışı eylemler, geleceğin eylem çizgisini işaret etmekte ve sürekli iniş çıkışlı bir grup radikalizminin sınırlarını göstermektedir.
Dört sene boyunca genel grev propagandası yapan sosyalistlerin neden kısmi-marjinal eylemliliklere saplandıkları iyice tartışılmalıdır. Bu tartışmanın ve çözümlemenin ardından gündelik eylem birliklerinin, grupçu müdahalelerin, tartışmaların üst biçimlere sıçratılmamış birlik girişimlerinin, parti hedefini taşımayan blok girişimlerinin tükenişi, yetersizliği çıkacaktır. Açık mücadelenin azami verimi, legalitenin istismarının en gelişkin formu partili mücadeledir.
3 Ocak genel grevi, sınıfın dinamizmine açık partili müdahaleden başka bir araçla politik içerik kazandırmanın geçiciliğini ve anti-kapitalist bir direniş doğrultusunun vazgeçilmezliğini açığa vurmuştur. Türk-İş’in çok boyutlu sınıf sendikacılığı doğrultusunda yeniden yapılanması geciktikçe proletaryaya en büyük barikatı oluşturduğu kanıtlanmıştır. Sınıfın üretimden gelen gücünü kullanma yeteneğini meşru kitle eylemine, işçi sınıfı militanlığına bağlamanın sığ demokratlıkla ve kesinlikle olanaklı olmadığı ortaya konmuştur. Toplumsal mutakabat projelerinin sahiplerinin iddia ettiği gibi burjuvazinin demokratizasyon projesi (TBKP gibi) ile işçi sınıfının ekmek, iş ve demokrasi mücadelesi örtüşmemektedir. Dolayısıyla toplumsal uzlaşma gözleyicilerinin projeleri ile Türkiye emekçilerinin açığa çıkan anti-kapitalist potansiyelleri de örtüşmektedir.
İşçi sınıfı gemilerini yakıyor. Bizden düşen gemilerini yakmayı bilen sınıfın iktidara yürüyüşünü derleyecek bir parti yaratmaktır. Genel grevde ve sonrasında işçi sınıfı, bu ihtiyacın mesajını algılayanlara vermiştir.
Körfez’de Savaş: Türkiye’de Kumar
Gelişmeler gösteriyor ki, Amerikan emperyalizmi için Körfez bunalımı ve savaş, bir fırsatın değerlendirmesinden öte içerik taşıyor. Fırsatın içeriğinde “rastlantı” anlamı bulunur. Oysa ABD kendi şansını kendisi yaratıyor. Önce Körfez krizinin arifesinde dünya kapitalizminin, özellikle de ABD’nin kimi karakteristik çizgilerini hatırlatmakta yarar var:
– ABD’nin 80’li yıllarda iktisadi bunalım dinamiklerini geri plana ittiği, bunu başardığı doğrudur. Ama, bu yönde katedilen mesafe dünya kapitalizminin önderliği için ABD’yi yıpranmışlıktan kurtarmamış, Japonya-Avrupa-ABD üçgenindeki çekişmenin -basit kapitalist rekabet düzleminden ötede-hegemonya kavgası niteliği bitmemiştir.
– ABD’nin iktisadi başarısının en önemli öğesi borçlanma ve dolayısıyla kaynakların fiktif niteliğidir. Kağıt üzerinden başka yerde olmayan fiktif kaynaklara aşırı bağımlılık mali sermayeden başlayarak sistemi ileri derecede kırılgan kılmıştır. Artık dünya kapitalizmi haklı olarak borsalardaki her dalgalanmada teyakkuz durumuna geçiyor. Amerikan ekonomisi için borsa sallantılarının arızi mi, yoksa yaklaşan bir resesyonun sinyalleri mi olduğu, giderek kuşkulu hale geliyor.
– Resesyon işaretleri (kimilerine göre depresyon), hegemonya çekişmesinin güncelleşmesi, reel sosyalizmin dünyanın birçok yöresinde terazinin ikinci kefesini de emperyalizme bırakması… Bunların birleştiği noktada kapitalist rekabetin şiddetli bir paylaşım mücadelesine dönüşmesi, militarizmin yükselmesi öngörülebilir sonuçlardır. Kaldı ki, ABD düşman kardeşleri karşısında özel olarak üstünlüğe sahip olduğu askeri alanda adımlar atacağını da kimseden saklamamış tersine Grenada, Panama vb. ile örneklendirmişti.
– Kapitalizmin durgunluk evrelerinde klasikleşen silahı, devletin ekonomiye daha etkin girmesidir, devlet itilimli canlanma girişimleridir. Bugün özellikle ABD için devletin etkin müdahalesinin sektörü de bellidir: En ileri teknolojinin en fazla kullanımda olduğu savaş sanayii. Komünizm heyulasının inandırıcılığını yitirdiği bir dönemde, başka düşmanlar yaratmak çatışmalar körüklemek gerekecekti. Yine bugün bu düşmanların diğer emperyalistlerden değil, üçüncü dünyadan türetileceği de açıktır.
– Ortadoğu ise en ufak güç dengesi oynamasında anaforların oluşuverdiği bir kaos bölgesidir. Sovyetler’in nüfuzunu geri çektiği andan itibaren, Kanada’dan Japonya’ya, ABD’den Almanya’ya kadar “büyük”lerin, Mısır’dan İsrail’e, İran’dan Türkiye’ye “ortanca” ların iştahları kabarmış bulunuyor. Ortadoğu’nun perestroykası ilgilenen herkesi paylaşım kavgasına davet etmekteydi. Petrol de, açıkçası iyi bir dövüş zeminiydi. Bölgenin iştahlılarından Irak ise kapitalizmin global serüvenleri içinde kışkırtılmaya temayüllü, ve gerçekten kışkırtılan bir piyon rolü gördü. Aylarca petrol kotaları ve fiyatları üzerinde süren tartışmalarda Irak’ın karşısında görünürde Kuveyt ve Suudi Arabistan, perdenin hemen ardında da, elbette Amerika bulunuyordu. Ağustos’da Kuveyt’in Irak tarafından işgal edilmesi, Beyaz Saray için kesinlikle sürpriz olmamıştır.
Krizin neden olduğu genel fiyat yükselişi kapitalist dünyada bir genel dengesizlikle birleşmeyince, petrol rezervleri ve uluslararası petrol şirketleri açısından bakıldığında ABD için hiç de kötü bir manzara doğurmamıştır. ABD’nin hanesinde büyüyen petrol karlarından gelirinin artması ve silah sanayii aracılığıyla sağlanması muhtemel canlılık yazılacaktı. Siyasi alanda da hegonomik güç konumunu perçinleyecekti. Krizin yarım yıl boyunca çözümsüz sürmesi, ABD’in Ortadoğu’daki askeri varlığını da kalıcılaştırmış, meşrulaştırmıştır. Dünya petrol üretiminden Irak ve Kuveyt’in payının çıkmasına karşılık, toplam arzın, Ağustos’dan önce olduğu gibi hala talebin üzerinde seyretmesi, bizzat Amerika’ya ve sadık müttefiki Suudi Arabistan’a ne oranda bir kaynak aktarımı sağladığını açıklamaktadır.
Ama işin risk boyutu da yok değil elbette. Gereğinden uzun bir krizin resesyon arifesindeki ekonomilerde salınımların etkilerini katlaması olasıdır. Bıçak sırtında yürünürken, dev bir ordunun maliyetleri ile içeride canlanma, bölgede kontrolü bizzat ele geçirmek ile Arap rejimleri nezdinde yapılanın meşruluğunu korumak, SSCB’yi yeniden bölgeye yönelmeye tahrik etmemek ve Vietnam sendromları yaratmamak, ani kriz darbelerinden ekonomiyi korumak ve fiyat artışlarının depresif etkilerini engellemek gibi bir dizi tehlike yol boyunca dizilmiştir.
Doğru ya da yanlış; tarih olarak Ocak ayı seçildi. Yeni yılın başından beri kapitalist merkezlerin etkili iktisat yayınlarında başlatılan “depresyon geliyor!” kampanyasının bir yanıyla gerçekliğe denk düştüğünü, diğer yanıyla ise emperyalist burjuvazinin bıçak sırtı tedirginliğine tercüman olduğu söylenebilir. Bu koşullarda emperyalizmin ihtiyacı bir yıldırım savaşıydı. Tüm medya araçlarınım bombaladığı psikoloji Ortadoğu’nun ABD’nin çantasına düşen keklik olacağı mesajını veriyordu. Bunun en azından kolay elde edilebilir olmadığı, henüz savaşın ikinci gününe girerken açığa çıktı. Yalnızca Irak’ın askeri gücünün yıldırım düşmesi ile eritilemeyeceğinden de değil. Ortadoğu’da da irili ufaklı tüm aktörlerin ellerinde çok çeşitli kartlar bulunmasından…
Ve bu aktörler arasında en fazla “blöfcü kumarbaz” görüntüsü veren Türkiye’dir. Üstelik Türkiye, Körfez Krizi’ne burjuvazi ve emekçi sınıflar nezdinde meşruluğunu yitiren dört bir yandan sıkışmış ama bayrağı devralacak bir alternatifinin de bulunmadığı bir siyasal iktidar altına girdi. ANAP-Özal iktidarı Körfez’de “bir koyup bin alacağı” bir oyun döndüğünü düşündü. Düşünmekten de öte, siyasal iktidarın ihtiyaç duyduğu kazanç oranı çok yüksek bir oyundu, ve Körfez’i böylesi bir girişimin zemini haline çevirmek için Türkiye’de kendi cephesinden bir girişimi başlattı. Neydi Türkiye’yi, ve özel olarak mevcut burjuva siyasal iktidarını bu yola yönelten etkenler
– Önce, son on yılın tüm alışıldık kıstaslarını aşmaya aday ‘89 Bahar Direnişleri’ni geride bırakacağı kesin bir işçi dalgasının, olağan toplusözleşme takvimiyle birlikte yaklaştığını hatırlatmak gerekiyor.
– İkinci olarak, Kürt hareketi askeri önlemlerle tüketilemediği gibi, hareketin ‘90 yılı içinde kitlesel meşruiyet, uluslararası politikalar alanında doldurabileceği boşluklar vb. avantajları da hanesine yazdığı görülüyordu.
İktidarın işçi hareketini ekonomik alana hapsetmesi, sınıfı parayla satın alma olanağına bağlıdır, büyük ölçüde. Bu açıdan nesnel kısıtlar barındıran Türkiye kapitalizmi, egemen sınıf olarak işçi sınıfı karşısında hiç tavizkar olmayan bir burjuvaziye sahiptir. Burjuvazi, son yıllarda, işçi sınıfına özel bir tedirginlik, bunun sonucu iktisadi açıdan hiç “rasyonel” olmayan bir burun sürtme perspektifiyle yaklaştığının sayısız örneğini vermiştir. Aynı burun sürtme ihtiyacı Doğu’da da hissedilir, çünkü Türkiye’de dengeler kaymaya başladığında gidişatın düzen sınırları içinde tutulup tutulamayacağının garantisi verilemez. İş böyleyken, Türkiye burjuvazisi 1990 yılı içinde gerek işçi sınıfı gerekse ulusal hareketin burnunu sürtmek için daha özel koşullara, ek araçlara ihtiyaç duyar hale gelmiştir.
Bu durumda, kazanıldığında burjuvazinin tümünün hanesine yazılacak olan, yitirildiğinde ise mevcut siyasal iktidarın başına patlayacak bir kumara girildi. Savaş koşulları hem işçi hareketini sindirme olanağı verecek, grevler ertelenebilecek, sözleşmeler sürüncemede bırakılabilecek, hem de küçük şovlar yapmakta olan burjuva muhalefeti şovenizm potasında eritilebilecekti.
Doğu-Güneydoğu bölgeleri doğal olarak askeri yığınak alanıydı. Yaratılan ya da önlenmesi için hiç bir şey yapılmayan panik havası bölgeden oldukça ciddi bir iç göç ulusal çelişkileri unutturacak ekonomik sorunlar (birkaç günde bölgesel fiyatlar iki katına fırladı) ve can telaşı yarattı. Bunlara köylerin boşaltılmasının eklendiği biliniyor. Bu boşaltma ya da zoraki göç işleminde önceliklerin ne türden köylere ve kasabalara verileceği açık olsa gerek.
Kumarın bir önemli boyutu da Türkiye kapitalizminin dışa dönük beklentileri cephesidir. Sovyetler Birliği pazarlarında süregiden belirsizlik ve AT’nun kapalı pencereleri Türkiye burjuvazisinin önüne yeniden Ortadoğu’yu çıkarttı.
İktidarın burjuvaziye vaadettiği bu kutsal hazinelere giden yol, yukarıda ABD’den sözederken tasvir edilenlerden daha büyük tehlikeleri de içeriyor:
– TC devleti belki de tarihinde toplumsal meşruiyetten en yoksun dış politikayı uygulamaktadır. Bu durum, şu an güncelliği bulunmayan burjuva iktidar alternatiflerinin önünü beklenmedik biçimlerde açabilir de. Hazırlıksız yeni iktidar deneyleri ise siyasal krizi derinleştirmekten başka sonuç vermeyeceklerdir.
– Siyasal iktidarın, şimdilik “bekleyelim, görelim” diyen burjuvazi dışında tek önemli desteği Washington’dır. Açıkça söylendiği gibi savaşçı Türk politikasının mimarları ABD’den ödül beklemektedirler. Ödül töreni yapılabilecek mi, belli değil. O günlere erişilmesi durumunda ise, örneğin direnç gösteren ve kozlarını çeşitlendiren diğer bölge ülkelerinin mi, yoksa varını yoğunu ABD’ye yatıran, sadakatini terketme ihtimali ve gücü hiç olmayan Türkiye’nin mi pazarlık masasından payını genişleterek kalkacağı konusunda Türkiye lehine akıl yürütmek pek kolay olmasa gerek.
– Kürt sorunu sözkonusu olduğunda Türkiye’nin çıkarı köklü bir askeri çözümdedir. Bu yolu Suriye ve İran’ın sempatiyle karşılamadıkları açıkça deklare edilmiş bulunuyor. Türk basınına, bu konuda anlaşıldığı iddiasıyla yansıtılan ABD’nin de potansiyel kozları yoketmeyi değil, bir kenarda tutmayı seçeceği pekala söylenebilir. Türkiye burjuvazisi bu konuda da yalnızdır; olası askeri kazanımların uzun vadeli bir çözüme tahvil edilebileceğini düşünmek fazla gerçekçi değildir.
– Ortadoğu’nun İsrail’den daha prestijli “aktif jandarması” olmak da o kadar kolay gözükmüyor. Örneğin Irak’ın İsrail’i müttefikler cephesine katılmaya kışkırtarak Arap dünyasını köşeye sıkıştırma taktiği tuttuğunda Ortadoğu’da İsrail benzeri bir misyon yolaçıcı olmaktan çıkacaktır. Bu noktada ABD’nin de muhtemel yeni jandarma, Türkiye, kozunu elde edememekten çok büyük kayıba uğrayacağı düşünülmemelidir. ABD Körfez’deki varlığını kalıcılaştırmakla zaten sözkonusu misyonunun alanını kendisi bizzat doldurmaya niyetlenmektedir. Geriye kalacak boşluk ise önümüzdeki dönemde muhtemelen değişik ülkeler arasında üleştirilecektir. Türkiye’nin Arap rejimleri nezdinde “harcanması”nın emperyalizm açısından kısa vadede pek zararı olmayacaktır. Aslolan “İncirlik”tir.
Bu ortamda Cumhurbaşkanı’nın kriz sonrası için vadettiği milyarlarca dolar hibe, devasa yabancı yatırımlar ve şu ünlü turizm dalgasına “spekülasyon” demek bile fazla gelir. CNN’nin kamuoyu araştırmaları bile Batılı turizmseverlerin ya da yatırımcıların savaş sonrası Türkiye’sine koşacak kadar mazoşist ya da maceracı olduklarına, kimseyi inandıramaz.
Türkiye’nin “içerisi”ne dönersek ve şakayı bırakırsak, şu sonuç sanırız formüle edilebilir: Türkiye’nin mevcut siyasal iktidarı, kendisine burjuvazinin temsilciliğini ve toplumsal meşruiyeti geri getirecek bir gelecek beklemiyor. Bu sonuca ulaşmak için gelişmelerin fazlasıyla çizgisel, tekdüze ve ara müdahalelerden arındırılmış bir mantıksallık içinde yaşanması gerekiyor. Türkiye, mevcut dünya konjonktürü ve Ortadoğu böylesi bir modele kolay kolay sığmayacaktır.
Kriz ve savaştan çıkışta ANAP’ın bugünkünden daha fazla yıpranmış olması beklenebilir. Ancak ANAP’ın alternatifi burjuva partilerinin şi anki çekingenliklerinden sıyrılıp bir rüşt ispatı ya da iktidar mücadelesine girip girmeyeceklerini belirleyecek olan, siyasal krizin düzen açısından ne denli tehlikeli derinliklere ulaştığı olacaktır. İşçi hareketi, ulusal sorun ya da bir diğer toplumsal hareketlilikte yaşanacak yükseliş, burjuva iktidar adaylarını, Türkiye’de çok rastlandığı türden ve bir kez daha gündelik statüko içindeki yerlerine mıhlayabilir de…
Burjuvazinin, genel olarak, kumarın karını kendisine maledip, yıpratıcı yönlerini mevcut iktidara havale edeceği ise kesindir. Ancak karların Türkiye’deki dengesizliklere çözüm yolları yaratacak kadar büyük olacağı da, yukarıda tartışılan gerekçelerle, düşünülmemelidir.
Ülkede siyasal krizin birçok işareti bulunuyor. İşçi hareketinin ardından savaş, çok yönlü etkileriyle siyasal krizi gazete manşetlerine, siyaset arenasına, kitlelerin bilinçlerine taşıyor. Bugün Türkiye’de etkin ideoloji ve politika odaklarının, düzenin muhalif partilerine, basına, sendikalara kadar tümü, krizin doğal sonucu olan kitlesel politizasyonu engellemek için çaba harcıyorlar. Dengesizliklerin sınırlarının öngörülemediği Türkiye gibi bir ülkede burjuva düzeni burjuva politikalarıyla değil, depolitizasyonla yol almak istiyor; dolayısıyla da bu ülkede düzenin doldurması olanaksız bir boşluk derinleşmeye devam ediyor. Sosyalizmin tanımı ile, kişilikli, dürüst, statükoyu hedef alan, iktidarı amaçlayan politikalar giderek daha fazla örtüşür hale geliyor. Bu nesnel olanağın değerlendirilmesi için sosyalistlerin üzerine büyük bir sorumluluk düşüyor.
24.1.1991