Çağımızı “kapitalizmden sosyalizme geçiş çağı” olarak adlandıran bir siyasal programın savunucularındanım. Bu program, yakında parti kimliğine kavuşacak. Ve bu arada hep birlikte, yaklaşık beş yıldır “yeni dünya düzeni” denilen “dünya hâli”ni yaşıyoruz. Bu düzende, “sosyalizme geçiş”ten eser yok. Bu düzen, sosyalizmle bağlantıyı, sosyalist kuruluş süreçlerinin tasfiyesi, sosyalist ideoloji ve örgütlenmelere karşı amansız bir saldırı ile kuruyor.
Daha bir süre bunun böyle gitmesi beklenebilir. Peki, bizim programatik çerçevemiz, bu bağlamda ne kadar gerçekçi ve yakın döneme ilişkin ne tür beklentilere sahip?
İşin bilimsel analiz yanını başka belgelere bırakarak, yani sınıf çelişkilerinin tasfiye edilmesinin mümkün olmadığı kapitalist sömürü mekanizmalarının, emekçi sınıflar açısından ifade ettiklerinde bir değişimin olamayacağı vs. gibi olguları es geçerek, politika etiği kapsamında değerlendirilebilecek kimi ” öznel” ilklerden söz edeceğim.
Türkiye’nin bir üçüncü dünya mazlumlar ülkesi olduğu ve bu ülkedeki devrimcilerin “siyasal iddia” ve ” perspektifleri” ni gözden geçirmeleri gerektiğine dair sosyo-psikolojik şartlanma, ’80 sonrasında büyük ölçüde yara aldı. Ancak Türkiye sosyalist hareketini güdükleştiren bu şartlanmanın kırılmasında, gündeme gelişkin bir leninist siyasal eylem hattını sokmak isteyen sosyalistlerin anlamlı çabasından daha fazla, burjuva ideolojisinin Kemalizm’in geleneksel örgüsünü değiştirmesi ve daha önceki ideolojik öğeleri bu kez farklı bir desenle bir araya getirmesi etken olmuştu. Yani Türkiye burjuvazisi, “artık dışa açılıyordu”, “futbol takımları Avrupa’da yarı finale çıkıyordu” ve hep birlikte çağı yakalıyorduk!
Bu iğrenç dönemin bütün yıkıcı sonuçlarına rağmen, uluslararası hareketteki çözülüşün de etkisiyle, Türkiye solcusunun dünya ölçeğinde daha kişilikli tercihler yapmasının önündeki engelleri azalttığı söylenebilir. Ayrıca Türkiye solunun da çoğu kez işçi sınıfı merkezli bir sosyalist devrim perspektifinin önüne konmasına rağmen, Kürt ulusal kurtuluş hareketinin kuzey kanadının (aslında bu kanat dışında bir ulusal kurtuluş kimliğinden söz etmek şu anda mümkün değildir) varlığı da soldaki sünepeliğin aşılabilmesi için şu ana kadar pek değerlendirilmeyen bir nesnel olanak sunmaktadır.
Bütün bunlar, çok tutarlı olmayan kesintili ve sancılı bir biçimde, Türkiye solunda kimi önemli ve sağlıklı değişimlere neden oldu. Bugün geçmişin devrimci demokrat eğilimlerinden bir bölümü, ne olursa olsun işçi sınıfını merkeze koymak, Marksizmle daha organik bağlar kurmak için saygın bir çaba göstermektedirler. Taşıdıkları çelişkilere rağmen…
Türkiye’de, geçmişinden kopması hiç ama hiç mümkün olmayan Aydınlık geleneği buram buram popülizm yaparken, programına hâlâ kasket takmışken, tabelasına “Köylü Partisi” yazmaya utanmaktadır.
Bütün bunlar, “sosyalizm programı” için olumlu bir atmosferin habercisidir. Türkiye’de hem çağdaş hem devrimci hem leninist hem de iddialı bir silkinişin alıcıları ortaya çıkmıştır.
İşte burada, daha önce yine Gelenek’te yer alan bir yazımda değindiğim konuya, “Batı’ya yönelmek gerekliliği”ne yeniden değinmek istiyorum.
“Batıya yönelmek”, gelişmiş kapitalist ülkelerde işçi sınıfının yaşadığı genel dinginlik veri alındığında, oldukça tuhaf karşılanabilecek bir proje. Bu nedenle, hemen belirtmek gerekebilir:
Yakın gelecekte, gelişmiş kapitalist ülkelerde bunalımın sarsıcı toplumsal sonuçlar doğurması mümkün olsa bile, buralarda işçi sınıfı merkezli bir kalkışmayı öngörmek hiç gerçekçi değildir.
Ancak Batı’ya yönelmenin başka bir anlamı vardır ve bunun üzerinde durulmalıdır.
Dünya komünist hareketinde, bundan sonra marksizm-leninizm bayrağını yükseltecek ve kendi dışına ufuk açacak 3 ana öbeğin oluşması için koşullar olgunlaşmaya başlamıştır. Bu dört öbek, Latin Amerika, Rusya’nın başını çektiği eski Sovyetler ve Balkanlardır. Hindistan, Nepal, Güney Afrika gibi komünist birikimin hiç de küçümsenmeyecek noktalarda olduğu ülkelerin, kendi etraflarında bu türden birer öbek oluşturmalarının önünde bazı nesnel kısıtlar vardır. Avrupa’da ise İtalya, Fransa, İspanya ve Portekiz’in oluşturduğu Akdeniz kuşağının daha önceki sürükleyici ve (kimi durumlarda negatif yöndeki) öncü konumuna kavuşması zorlaşmıştır.
Bu çerçevede, fazla şematize etmeden, üç öbek üzerinde durmak gerekebilir. Latin Amerika’daki mücadelede, şu andaki en önemli sigorta olan Küba sosyalizmi, yaşadığı kuşatma nedeniyle itici güç olma özelliğini sergileyemez. Bu durumda, Latin Amerika’da komünist hareket, Orta Amerika ülkesi olan Meksika’yı da kapsayarak Brezilya ve Arjantin’de odaklaşmadığı ve daha küçük ülkelerde devrimci demokrat kavganın açtığı kanallara tâbi olduğu sürece, özgün yanı ağır basan ve evrensele çok fazla uzanamayan bir versiyon olarak kalacaktır.
Rusya’da bugün, dünyanın herhangi bir yöresindekinden çok daha güçlü bir komünist hareketin varlığı tartışılamaz. Bu hareketin iktidara gözünü diktiği de… Ancak büyük bir çöküşün ardından gelen hızlı güçlenme ve yıkımı çabucak durdurma kaygısı, Sovyet sosyalizminde kimi araçlarla en azından belli bir süre kontrol edilen ulusal renklerin, bu kez birçok durumda hâkim ton olması sonucunu da doğurmaktadır. Bu anlamda, eğer Rus komünistleri şu andaki teorik yoksulluklarını geleneklerindeki deney zenginliğinin yardımıyla aşmayı başaramazlarsa, uluslararası komünist hareketin yazdığı en izole ve enternasyonalizm dışı seksiyon ile karşı karşıya kalacağız demektir.
Balkanlar’da ise durum son derece ilginçtir. Avrupa’nın diğer bölgelerine göre büyük bir istikrarsızlık, Türkiye dışındaki bütün ülkelerde iç savaş deneyimi ve toplumda kök salmış komünist örgütlenmeler, Türkiye’de ise büyük olanaklar ve bir dönemin en soldaki ulusal kurtuluş hareketi yer almaktadır. Ama daha da önemlisi, Balkanlar’da teorik ve siyasal pratiğin bütün dünya ölçeğine tercüme edilebilmesine yardımcı olacak sosyo-ekonomik koşullar mevcuttur.
Balkan proletaryası, Yunan ve Türkiye burjuvazisinin uluslararası sermayedeki önemli yerinin de yardımı ile gelişmiş Avrupa kapitalist ülkelerine hitap edecektir; Bulgar komünistleri, Rusya’daki devrimci hareket ile ortak bir dile sahiptir; ve nihayet Balkanlar’daki Akdenizli komünistlerin Latin Amerika’dakilere çok uzak düşmesi, pek mümkün değildir.
Bütün bunlar, çok önemlidir. Bütün bunlar, yalnızca sıradan bir enternasyonalist kaygı olarak değerlendirilmemelidir. Dibe çöküşün ardından, gelecek her silkinişin uluslararası harekete çekici bir kanca takması gerekmektedir. Tersi, kısa sürede iniş ve çözülüşlere gebe kalacaktır. Tek tek ülkelerde sosyalist kuruluş yükünün altına girmeye hazırlanan leninistlerin, şimdiden kendilerini evrensel olarak ifade edecek araç ve bölgesel kalkışmaları örgütlemeleri gerekmektedir.
Çünkü sosyalist devrimler rüzgârının esmeye başlaması için onlarca yılın geçmesi, hiç de beklenmeyecek!