Dünyada “iki kutupluluk”un sona ermesi ve sonrasında uluslararası dengelerde ciddi belirsizliklere yol açan gelişmeler, Türkiye burjuvazisi açısından her zaman önemli ağırlığa sahip olmuş olan dış politika alanında da yeni tartışmaları gündeme getirdi. Yeni dünya treninde bu kez iyi bir yer kapmak kaygısıyla, Türk burjuva siyasetçileri bu gündemi birincil sıraya yerleştirdiler. Türkiye kapitalizminin birikmiş sorunları, uluslararası kapitalizmin siyasal yeniden yapılanmasına bağlı olarak açılacak alanlara gözlerin çevrilmesinde önemli bir belirleyen kuşkusuz…
Emperyalizmin sosyalizm karşısındaki siyasal zaferini, uzunca bir süredir içinde bulunduğu ekonomik kriz döneminde kazanmış olması uluslararası alanda yeni güç dengelerinin oluşumu sürecinin belirleyenlerinin de karmaşıklaşmasına / belirsizleşmesine yol açtı. Bu, Türkiye burjuvazisinin tercihlerini de belirsizleştiriyor. Ancak her olasılık için bir “at” yine de mevcut. 20 Ekim seçimlerinde burjuva siyasal partilerini birbirinden “ayıran” tek belirgin yönün dış politika yönelimleri olması, dünyanın ve Türkiye kapitalizminin bu özel dönemiyle ilişkilidir.
Türk dış politikası, tarihi boyunca Türkiye kapitalizminin ihtiyaçlarına göre şekillenmiştir ve bu ihtiyaçları gözetme anlamında Türk burjuva siyasetçilerinin “işlerinin ehli” oldukları söylenebilir (Tarih boyunca da örneklerini bulmanın mümkün olduğu, ancak son dönem ayyuka çıkan şarlatanlıklarına rağmen… Zaten “yetkin temsil” böylesi şarlatanlıkları içerebiliyor. Burjuva siyasetçilerinin komikliği, kişiliksizliği vb. vb. işlevlerini yerine getirmelerini her zaman engellemiyor.).
Kapitalizmin eşitsiz gelişimi ve Türkiye’nin geç kalmışlığı, Türk burjuva siyasetçilerinin temsili konumlarının yetkinliğini pekiştiren etmenler olarak düşünülmeli. Buna Osmanlı’dan devralınan diplomasi geleneğini de ilave etmekte sakınca görmüyorum. İkinci savaş ve sonrasındaki kısa belirsizlik dönemini de içine alan TC’nin gençlik yılları diplomasisi, bu avantajlardan etkin bir biçimde yararlanmıştır. İki paylaşım savaşı ve bunalım yıllarında emperyalist ülkeler arasındaki uyuşmazlıkları – ve dönem dönem de bunların tümüne karşı Sovyet kozunu “başarılı” bir biçimde kullanan burjuva siyasetçileri açısından soğuk savaş döneminin başlamasıyla ortaya çıkan “sadeleşmiş” dünya konjonktüründe, seçeneklerin de “sadeleştiği” söylenebilir. Tercihini aslında çoktan yapmış olan Türkiye için bundan sonraki dönemin temel sorunu, bu tercihin emperyalist güçler nezdinde karşılık bulmasını sağlamak olacaktır. İki kutuplu dünya konjonktüründe tercihin asıl muhatabı, “sorumlu lider” ABD’dir. Türkiye, iki soğuk savaş ve arada kalan yumuşama döneminde özelde ABD’yi ve genelde Batılı emperyalistleri -kimi zaman kendisinin bile inanmadığı ölçüde abarttığı kendi “jeopolitik önemi” konusunda ikna etmeye çabalamıştır. Bu, Türk diplomasisinin dönem dönem karşılıklarını da aldığı ama asıl muradına bir türlü erişemediği; zaman zaman “aşırılıklar”ı denese de eninde sonunda verili güç dengelerinin belirlediği sınırlara mahkûm olduğu, genel olarak “statükocu” / muhafazakar bir siyasettir. Bu, altını çizmek istiyorum, daha önce Özal benzeri “yiğitler” ortaya çıkmadığı için değil, verili güç dengeleri bunu gerektirdiği için böyledir.
Reel sosyalizmin dünya üzerinde etkin bir güç olmaktan çıkmasıyla birlikte, Türk dış politikası, önceki döneminin temel belirleyenlerini yitirmiştir. Basitçe Türkiye, uluslararası alanda “pazarlık gücünü” yitirmiştir. Ortaya çıkan yeni konjonktürde, kimi özel başlıklar bir yana (Örneğin Yunanistan- Türkiye ilişkileri), geleneksel kalıplar geçersiz hâle gelmiştir.
Soğuk savaş şemasının geçersizleşmesiyle paniğe kapılıp, “Sovyetler Birliği’nin işinin henüz bitmediğine ve Türkiye’nin eski öneminin hâlâ sürdüğüne” dünyayı inandırmak için çırpınan burjuva siyasetlizm militarizm vb.ne tercüme edilebilir olan hatta çoğu zaman tercümeye mahal bırakmayan- Türkiye toplumunun gündemine sokulmuş meşrulaştırılmıştır. (Bu noktada değinip geçmek istiyorum Haluk Gerger’in Türkiye’de meşrulaştırılmaya çalışılan militarizm motifinin içerdeki ayağının Kürt halkının mücadelesine karşı uygulanan devlet teröründe somutlandığı konusundaki saptamasına katılıyorum.)
Artık Türk dış politikası statükoculuktan Türkiye toplumu da yılların “yurtta sulh cihanda sulh” “misak-ı milli sınırları” vb. söyleminin beslediği barışçı Türkiye imajından ve bununla beslenen kimliğinden “kurtarılmıştır”. Aslında hiçbir zaman defteri kapatılmamış ama önceki dönemde gündeme alınma ihtiyacı duyulmamış kimi motifler -milliyetçilik, emperyalizm, militarizm vb. ne tercüme edilebilir olan, hatta çoğu zaman tercümeye mahal bırakmayan- Türkiye toplumunun gündemine sokulmuş, meşrulaştırılmıştır (Bu noktada, değinip geçmek istiyorum, Haluk Gerger’in Türki’yede meşrulaştırılmaya çalışılan militarizmin motifinin içerideki ayağının Kürt halkının mücadelesine karşı uygulanan devlet teröründe somutlandığı konusundaki saptamasına katılıyorum.).
Dünya üzerinde hâlâ sürmekte olan belirsizlikler ve bunların Türkiye kapitalizmi üzerindeki etkileri sonucunda anlamlı bir hiyerarşiye oturtulamayan bu motiflerin çeşitliliği ve dağınıklığı bir süre daha bu halde kalacak gibi görünüyor. Türk toplumu kimi zaman Türk kimi zaman Osmanlı kimi zaman Müslüman kimi zaman Avrupalı kimi zaman da Karadenizli (?) olmaya devam edecek.
Yukarıda Türkiye burjuvazisinin “Yeni Dünya Düzeni” ile birlikte karşısına çıkması olası tüm fırsatları gözetme durumunda olduğundan söz edilmişti. “Yeni Dünya Düzeni”nin ortaya çıkarttığı yeni bir durum emperyalist odakların bölgesel hegemonya aranışlarında kimi coğrafyalarda sivrilmiş görece gelişkin kapitalist ülkeleri ara halka olarak kullanma eğilimidir. Bunun “fırsat” oluşu ise bölgede etkin olabilen ara halka konumundaki ülkenin pazarlık gücünün etkinliği ile doğru orantılı olarak artması bundan daha önemlisi bölgede alt-hegemon olma konumunu kendi ekonomik ihtiyaçları doğrultusunda da kullanabilir olması varsayımlarına dayanıyor.
Türkiye burjuvazisinin bugün asıl heveslisi olduğu misyon budur ve dış politika yönelimlerim belirleyecek olan da bu misyonu üstlenmeye dönük adımlar olacaktır. Bu misyonun Türkiye kapitalizmince üstlenilebilir olup olmadığını ya da gerçekleşmesi koşulunda Türkiye’nin hangi emperyalist odağın altında yer alabileceğini tartışmaya geçmeden önce bir ara başlık olarak dünya kapitalizminin durumuna genel olarak ve siyasi eğilimleri öne çıkartmaya çalışarak değinmenin anlamlı olacağını sanıyorum.
Bugün dünya kapitalizminin içinde bulunduğu ekonomik bunalım ve siyasal kaos karşılıklı olarak birbirlerini beslemeye devam ediyorlar. Herhangi bir çıkış yolunun bulunması kısa vadede pek mümkün görünmemekle birlikte kapitalizm kendi kendisine “çökmeyeceğine” göre eninde sonunda bir yeniden yapılanmaya tanık olunacaktır. Şimdilik ekonomi cephesinde bunalımın aşılmasına yeniden yapılanma yönelimlerine ilişkin ortada çok fazla veri bulunmuyor. Ayrıca bu konudaki değerlendirmelerin veri yetersizliğinin ötesinde bugün için bir katkı anlamına da gelebilecek oldukça ciddi ve kapsamlı bir ekonomi-politik analizini gerektirdiğini belirtmekte yarar var. Ben burada kuşkusuz yine bundan bağımsız düşünülmeyecek olmasına rağmen dünya kapitalizminin yeniden yapılanma sürecinin bugün az çok gözlemlenebilir olan kimi siyasal yönelimlerine ilişkin değinmelerle Türkiye’nin olası dış politika tercihlerini temellendirmeyi deneyeceğim.
“Yeni Dünya Düzeni”nde uluslararası güç dengelerinin nasıl yeniden yapılanacağı tartışması “iki kutuplu sistem”in ortadan kalkışından itibaren farklı konumlardan farklı kaygılarla yürütülüyor.
Yeniden yapılanma sürecinin tamamlandığı ve tablonun netleştiğini söylemek için erken olduğunu kabul ediyorum. Ancak diğer yandan kimi veriler de oldukça açık yönelimlere işaret ediyor ve bunları neredeyse değerlendirme dışı tutan bazı senaryoları tartışma dışına itmek gerekiyor. Örneğin Avrupa Sosyal Demokrasisi’nin de desteklediği “çok taraflılık temelinde ülkelerin karşılıklı bağımlılığı” senaryosunun bugün emperyalist güçlerin -kendi sorunlarına rağmen- belirleyici olduğu bir dünya konjonktürünü açıklayacağını sanmıyorum. 1 Diğer yandan yeni bir korumacı dönem ya da bölgesel birliklerin temel olduğu bir neo-merkantilizm gibi senaryolar da uluslararası tekellerin dünyasında tartışma dışı tutulmalıdır. 2
Bugün varolan ekonomik bunalıma ve ne yönde evrileceği konusundaki belirsizliklere rağmen dünya kapitalizminde üç odağın belirleyiciliği ve şimdilik stratejisi belirgin olmasa da kısa vadeli ve pazar kapma niyetli bölgesel hegemonya aranışları belirgindir.
Kuzey Amerika, Avrupa ve Japonya-Uzakdoğu tarafından temsil edilen bu üç odak arasındaki güç dengesi henüz net bir biçime kavuşmamış durumda. Kimi tıkanıklıklar ve göreli üstünlüklerden söz edilebilir. Ancak dünya kapitalizminin bunalımı sürdüğü sürece güç dengesinin bunlardan biri lehine belirgin ve kalıcı bir biçimde değişeceğini düşünmek de pek anlamlı görünmüyor.
ABD’nin ‘60’ların ortasından beri ekonomik sorumluluklarını taşımakta güçlük çektiği ama reel sosyalizmin varlığı koşullarında siyasal sorumlulukları nedeniyle diğer emperyalist güçlerin de desteğiyle sürdürdüğü liderliğinin sona erişinin tartışılır yanı kalmamıştır. Uzunca bir süredir ABD’nin bu konunumdan rahatsız olan, ancak ekonomilerinin yapısı nedeniyle askeri liderliğe soyunamadıkları ölçüde durumu sineye çeken Almanya ve Japonya, artık etkinliklerini artırmaya çalışmakta sakınca görmüyorlar.
Söz konusu odakların her birinin tek başına üstünlük sağlayamamasının bugün genel emperyalist bunalımla ve özelde kendi ekonomilerindeki sorunlarla ilişkili nedenleri var. Ülkeler kendi konumlarını güçlendirmek için öncelikle içinde bulundukları ve uzanabildikleri coğrafyalarda bölgesel hegemonyalarını tesis etme çabasındalar.
Almanya’nın son dönemdeki önemli hamlelerine rağmen -Avrupa entegrasyonu ve askeri birlik yönündeki inisiyatifi merkez ve doğu Avrupa’daki etkinliği vs.- kısa vadede bir pax-Germanica’yı pek mümkün görmüyorum. Almanya’nın birleşme sonrası hem siyasal hem de ekonomik alanlardaki iç sorunları yeni açılan alanlarda özgürce hareket tütmesini engellerken diğer yandan Avrupa entegrasyonu da öyle pek kolay kotarılabilir bir iş olmadığının işaretlerini veriyor. Esasen Marshall yardımı sonrasından beri ABD’nin de desteklediği “birleşik ve kendine yeter bir Avrupa”nın gerekliliği ve olanaklılığı ortadan kalkmış durumda. Avrupalıların kendi iç uyuşmazlıkları bir yana ABD de artık yalnızca “rakibi” olacak böylesi bir odaklaşmayı istemiyor.
ABD’nin yeniden liderliğe soyunma konusunda öncelikle olanaklarının ve getirilerini hesaplayamadığı ölçüde de isteğinin sınırlı olduğu söylenebilir. Diğer yandan Amerikan toplumunda eskinin “zorunlu-sorumlu liderliğinin” hayrını görmemiş 28’lik bir kesim bulunuyor. 3
ABD’nin bölgesel etkinliğini güçlendirmek için giriştiği NAFTA (ABD Kanada ve Meksika’yı içeren Kuzey Amerika Serbest Ticaret Antlaşması) projesi ise içeride ciddi bir sendikal muhalefetle karşılaşıyor. 4
Üçüncü odak Japonya’nın ABD ve Avrupa’da el attığı hatırı sayılır pazarların yanı sıra, özellikle Güneydoğu Asya’da inşa ettiği ve Sovyetler Çin ve Koreler’in kimi alanlarına da yaymayı tasarladığı bölgesel hegemonyasını ciddiye almak gerekiyor. Ancak Japonya da emperyalist bunalımın etkilerinden muaf değil. Diğer yandan Japonya’nın dünya liderliği gibi bir misyonu üstlenmesi tarihsel olarak belirlenmiş siyasal zayıflığı nedeniyle pek mümkün değil.
Bugün dünya üzerinde kısmen odaklar arasındaki güç dengelerinin belirginleşmemiş oluşu ve kısmen de şimdilik “sahipsiz” olmalarının bir tehlike oluşturmaması gibi nedenlerle “ortada kalmış” kimi alanlar mevcut. Bunların önemli bir bölümü bu duruma reel sosyalizmin ortadan kalkmasıyla gelmiş olan ülkeler coğrafyalar…
Dünyanın farklı coğrafyalarında açığa çıkan yeni olanakların tümünü şöyle ya da böyle değerlendirme konusunda da çabaların yoğunlaştığı bu dönemde emperyalist odakların henüz doğrudan karşı karşıya gelmemiş olmaları ise herhangi bir çatışma olasılığının gerçekleşebilirliğini hiç bir şekilde etkilemiyor. Şimdilik diplomasi konuşturuluyor; etki alanları “paylaşılıyor”; kısmi de olsa bunalımın aşılmasına dönük işbirliği arayışları zorlanıyor.
Türkiye’nin böylesi bir dünya tablosu içerisinde yönünü ve hesaplarını tam belirleyememesi ancak her an başına talih kuşunun konabileceğini de hayal etmesi anlaşılır bir şeydir. Ancak asıl önemli olan bunların Türkiye ekonomisinin ihtiyaçları ve dolayısıyla dış politika hedefleriyle uyumlulaştırılması kaygısı olacaktır.
Bu anlamda Türkiye burjuvazisinin uluslararası tercihleri kaynak ve pazar sorunlarına bağlı olarak Batı yardımı ve AT ile entegrasyona Balkanlar’da Ortadoğu’da Rusya ve Orta-Asya’da yöneleceği pazarlara göre belirleniyor.
’80’lerin ilk yarısında henüz eski-sosyalist ülkelerin açtığı pazarlar ortaya çıkmamışken Türkiye kapitalizmi Ortadoğu’ya yönelmişti. Buna bağlı olarak ve önceki dönemin de belirleniminde Türk dış politikası da ABD’nin bölgedeki sözcülüğü misyonunu edinmişti. Türkiye’nin Ortadoğu’ya dönük misyonunun ne gibi biçimler alabileceğini ve beklentilerinin nasıl karşılıksız çıktığım Körfez savaşı sırasında ve sonrasında hepimiz gördük. Türkiye’nin Körfez savaşı sonrasında uğradığı “haksızlık” ve İran-Irak savaşının da bitmiş oluşu gibi nedenler ve daha da önemlisi yeni açılan alanlarda kendisine daha önemli misyonlar biçebileceğini düşünmesi Ortadoğu tercihini geri plana itmesine neden oldu. 5
Eski-sosyalist ülkelerin açtığı yeni alanda Türkiye’nin aranışları esas olarak yalnız başına altından kalkamayacağı misyonları kendisinin de içinde yer alacağı Batı ile ortak projeleri gündeme getirerek üstlenmek paralel olarak bu ülkeler üzerindeki etkinliği ile “pazarlık gücü”nü artırmaktır. Türkiye burjuvazisinin bölgedeki ekonomik etkinliği ile içeride siyasal gündemi belirleyen abartılı söylem arasında ise ciddi bir mesafe bulunuyor. Türkiye’nin bu bölgelerdeki istikrarsızlıklardan kendine pay çıkarma arayışı da bununla ilişkilidir. Özel olarak benimsenen daha fazla “sorunlu” bölgelerin “sorunlarıyla ilgilenme”, çözüm için aracılık vb. rolü Türkiye burjuvazisinin yatırım değil sonrasında pazarlanacak “itibar” peşinde olduğunu gösteriyor. Bu Orta Asya cumhuriyetlerinde böyleydi, Balkanlarda da böyle olacağa benziyor. Çoğu zaman birbirinden ayrı alanlara yönelen değişken konumlanışlara neden olan bu tercihler, en çok Türkiye’de iç politika gündemini paralize edişiyle anlam kazanıyor.
Bugün Türkiye’nin emperyalist odaklar arasındaki asıl tercihi kendisi için bir model olarak da gördüğü -zaman zaman gerçekleşebilirliğine bile inandığı – Avrupa’dan yanadır. AT’na girme olasılığı – her zaman çok düşük de olsa – Türkiye kapitalizminin vazgeçemeyeceği bir seçenektir. Ancak hem ekonomik hem de siyasal alanda sorunları olan Türkiye kapitalizmini, kendisi de sorunlu olan AT’nun kabul etmesi çok zor. Türkiye gerek tekil ilişkilerini zorlayarak (Fransa ile olduğu gibi) gerekse kendi önemini pazarlamaya çalışarak Avrupa ile olan bağını korumaya özen gösteriyor.
Türkiye’nin geleneksel müttefiki ABD’den vazgeç(e)meyeceğini biliyoruz. Türkiye bugün Avrupa ile flörtünü ABD’yi de ihmal etmeksizin yürütebiliyor. Ancak olası bir ABD-Avrupa gerginliğinde konumunu netleştirmesi kaçınılmaz olacaktır. Türkiye öyle çok yönlü dış politikaları beceriyle yürütebilecek bir potansiyel güce sahip değil. Öncelikle de iç sınıfsal dengesizlikleri nedeniyle…
Dipnotlar ve Kaynak
- “Journal of Peace Research”, vol 28, no. 3, 1991, s. 285.
- a.g.y., s. 285 – 286.
- Chicago Dış İlişkiler Konseyi’nin hazırladığı “Amerikan kamuoyu ve dış politikası 1991” başlıklı anket.
- “Class struggle”, no. 45, March’92, The US, The AFL-ClO’s protectionist smokescreen.
- Bkz. M. Sönmez, “Türkiye Ekonomisinde Bunalım”, Belge Yay., 1985, M. Sönmez, “Dışa Açılan Türkiye Kapitalizmi”, Gerçek Yay., Mart 1992, s. 86 -89.