Kutlamalarına devletin de terörü ile katıldığı Nevruz ile birlikte Kürdistan’da sürmekte olan mücadele, yeni boyutlar kazandı. İnandırıcı olabilmekten son derece uzak, beceriksizce örgütlenmiş bir demagoji kampanyasının ardından, “Bahar Operasyonu” fiilen başlatıldı.
Sorunun bir “operasyon” sorunu olmadığı, diğer yandan girişilen askeri harekatların da askeri açıdan bakıldığında ancak sınırlı bir anlam taşıdığı açık. Aslında haftalardır pompalanan ayaklanma, sürgün, katliam vb. senaryolarının da gösterdiği gibi, devlet gelinen noktada tam boy bir hesaplaşmayı ister, istemenin ötesinde zorlar durumda. Ancak ulusal hareketin en azından şimdilik istenen karşılığı vermemiş olması, trajedi ile komedinin iç içe geçmesine yol açtı. Trajedi, Kürt halkına yönelik kanlı saldırılarla yazıldı. Hükümetinden muhalefetine burjuva siyaset ve siyasetçileri ile üst düzey devlet yöneticilerinin sergilediği acz, ipe sapa gelmez “beyanat”lar vb. ise, burjuvazinin temsilcilerinin yeteneksizliğini yansıtıyor. Bunların beceriksizliği, basına da dolaysız olarak yansıyor. Estirilmeye çalışılan panik havasını en yoğun şekilde, her yazısında bir önceki yaklaşımını unutan “köşe” yazarları yaşıyor. Gazetelerin “köşe”lerinde, her sabah yeni “çözüm”ler bulunuyor, şaşkınlık içinde PKK ve liderine cevap yetiştirilmeye çalışılıyor ve her türden “ruh hali” sergileniyor.
Somut gelişmelerin bu yoğunluk ve karmaşıklığında, siyasal analiz, ek bir önem kazanıyor. Kürt sorununa, kesinlikle soğuk olmayan, ama mutlaka soğukkanlı bir yaklaşım geliştirmek gerekiyor. Özellikle Türkiye solunun kendisini kendi dışındaki gelişmelerin akıntısına bırakmış olması sözkonusu gereksinimi hayati kılıyor.
Türkiye ve Kürt solunda, burjuvazinin politik yönelimlerinin analizinde kaydadeğer bir kısırlık gözleniyor. Değerlendirmelerin daha çok karşıt propaganda çerçevesi içinde sıkışması, Türkiye solunun gerek öngörüde bulunmasını, gerekse kendi konumunu tarif etmesini olanaksızlaştırıyor. Analizler, analiz nesnesinin iç çelişkilerini aşamıyor.
Türkiye burjuvazisinin geleceğe yönelik netleşmiş bir stratejiden yoksun olduğuna daha önce çeşitli şekillerde değinilmişti. Bu durum, Kürt sorununa ilişkin olarak da geçerli. Devlet Kürdistan’daki adımlarını somut bir proje çerçevesinde at(a)mıyor. Böylesi bir projenin bulunmaması devlet içi odaklar arasındaki denge ve ilişkilerin önem kazanmasına yol açıyor.
Dar anlamda burjuvazinin politikasızlığından söz edilemez elbette. Odaklar arasındaki, değişim, çelişki ve gerilimden yoksun olmayan dengelerin ürünü olarak biçimlenen politikaların bir iç mantığı mevcut. Kendisi açık olmayan bu iç mantığa ancak soyutlama yoluyla ulaşılabilir. Türkiye solu ise somutluklar içinde boğulmaktan kurtulamıyor.
Demirel ve İnönü ile Özal arasında, devlet politikaları bağlamında çok önemli farkların bulunmadığını, aradan geçen zaman içinde “keşfetmek” politik dargörüşlülük dışında anlam ifade etmez. Diğer yandan, “karşıt” olmadığı anlaşılan yaklaşımların bu kez “özdeş” oldukları yanılsaması yine aynı dargörüşlülüğün bir yansıması olmuştur. Türkiye’de kolay kolay ol(a)mayacak bir şey varsa, o da devleti oluşturan odaklar arasındaki mücadelenin açık bir karşıtlığa dönüşmesidir. Türkiye solu, burjuvazinin iç çelişkilerini kullanmak dediği şeyi fazlaca basitleştirerek kavrama eğiliminde. Evet, burjuvazinin iç çelişkileri her dönemde hesaba katılacak, hatta bazı dönemlerde sosyalist politikanın nesnesi olabilecektir. Ancak devrimci durum benzeri çok özel konjonktürler dışında, en “kolay” görülebilen “çelişki” ler çoğu zaman yanıltıcı olacak, kutupların aynı zamanda birer “bileşke” oluşturma işlevi gözden kaçırılacaktır. İşte, devlet içi odakların karşılıklı hareketlerinin iç mantığını kavrayamayan bakış, bu noktada da tuzağa düşecektir.
Kürt sorununa dönüldüğünde, yapılabilecek bir ilk saptama, Türkiye burjuvazisinin elinde kısa vadeli bir köklü çözüm olanağının bulunmamasıdır. En “kestirme” yol olarak Kürt halkına tam boy bir savaş açılması durumunda bile, askeri olanaklarla sorunun “kökünü kurutmak” olanaksızdır. Bu süre içinde iç ve dış dengelerdeki bozulmalar ise gerek bu savaşın yürütülmesini zorlaştıracak, gerekse burjuvazi açısından yeni sorunlar yaratacaktır. Diğer uçtaki “şefkat”li yaklaşım söyleminin içinin boşluğu somut olarak görüldü. Bugün özellikle Botan, bölgesinde burjuvazinin siyasal açılımlarının ulusal hareketin nesnel temelini ortadan kaldırma şansı bulunmuyor. Burada söz söyleyebilmek için bile, devletin “artık işlemeyen uzuvları” nın bir bölümünün yeniden işler hale getirilmesi, daha açıkçası, devletin bir “güç” olduğunun yeniden hissettirilmesi gerekiyordu. “Bahar Operasyonu” tam da bu gereksinime karşılık düşüyor. Zaten, Kürt halkının düzene siyasal araçlarla yeniden kazanılması, ancak ekonomik koşullarda köklü bir dönüşümün sağlanması yoluyla gerçekleşebilir. Kendi genel sorunlarını bile çözmekten aciz Türkiye kapitalizminin Doğu’da üstelik kısa zamanda sonuç alınacak bir hamleyi örgütlemesi ise olanaksız.
Yukarıda, siyasal açılımlardan söz ederken, federasyon ya da reformist bir Kürt hareketi yaratma türünden olasılıklara değinilmedi. Bu türden olasılıklara, en azından şimdilik, burjuva siyaset alanının kendisi kapalı. Sistem sınırları içine alınması başarılsa bile, Kürt ulusal dinamiğinin bugün kazanmış olduğu boyutlar gözönünde bulundurulduğunda, burjuva siyasetinin iç konsolidasyonuna ciddi bir tehdit oluşturacağı açıktır. Arka plandaki asıl engel, Türkiye kapitalizminin iç tıkanıklıklarıdır. DYP-SHP koalisyonu; gerek iç, gerekse dış dinamiklerin zorlamasıyla birlikte kaçınılmaz olarak gündeme gelen bir sınırlı politizasyon açılımını Türkiye’nin gündemine sokmuş olmakla birlikte, sınırların nereye kadar olduğu konusunda gerekli devlet tecrübe ve görgüsüne sahip.
Devlet içi odakların hareketinde burjuvazinin angaje olduğu bir projeden kaynaklanan bir “ahenk”ten söz etmek mümkün değil. Odaklar arasında açığa çıkan kimi sürtüşmelerin yeterli kontrol olmadan dışa yansıması, zayıflıkları da açığa vuruyor. Ancak ortada iktidarı hedefleyen bir farklı gücün, sosyalist bir odağın yokluğu, zayıf noktaların ciddi bir tehdit oluşturmamasını sağlıyor. Daha da kötüsü, sözkonusu gerilimler, kendiliğinden de olsa, bazı durumlarda avantaja dönüşebiliyor. Örneğin Demirel’in aslında sağduyulu bir yaklaşımı temsil etmesine karşın, devlet içindeki kimi odakları mevcut güçler dengesi içinde aşamadığı yanılsaması üretilebiliyor. Bu yanılsamanın sahipleri arasında Demirel’in “şefkat”ine maruz kalan Kürt hareketinin siyasal temsilcilerinin de olması Demirel’in şansı olsa gerek.
Bir ahenk yok ama bundan bir kuralsızlığın, başıboşluğun çıkarılması da olanaksız. Burjuvazinin hiç bir dönemde tek ata oynamaması, tek tek atların belirli bir düzeyin ötesinde sivrilememesi anlamına da geliyor. Diğer yandan, ortada görünen bir “çözüm”ün bulunmaması, belirli politik yaklaşım biçimlerinin tek tek gelecek vaad etmemesi, atılan her adımın kendi açmazlarını da kısa zamanda açığa vurması, nerelerde durulacağını belirliyor. Dolayısıyla, önümüzdeki döneme ilişkin belirli öngörülerde bulunma olanağı mevcut.
Bugünden netleşmiş olan, önümüzdeki dönemde giderek daha “rafine” hale getirilmesine çalışılacak bir “seçmecilik”in varlığıdır. Ulusal hareketin nesnel ve öznel iç eşitsizlik ve çelişkileri burjuva politikalarının en önemli nesnesi olmaya adaydır. “Bahar Operasyonu”nun az çok Botan bölgesiyle sınırlı olması, pek çok yörede düzenlenen benzer içerik ve biçimli kitlesel eylemlere çok farklı reflekslerin gösterilmiş olması bu durumu yansıtıyor. Bugün için, özellikle Botan bölgesinde devlet politikalarına neredeyse hiç alan kalmamış durumdadır. Ancak, Botan bölgesindeki harekete yönelik politikaların kendisi, ulusal hareketin daha kuzeyde benzer bir yoğunluk kazanma yollarının tıkanmasını hedeflemektedir. Zaten, Kürtlere havuç verilecekse, kısıtlı miktarda bulunacak olan havuçlardan neredeyse ayaklanma halinde bulunan Botan bölgesine de aktarılacak herhangi bir pay, burjuvazi açısından, çarçur olacağı açık bir “yatırım” olacaktır. “Operasyon”un PKK’ya yönelik olmaktan çok, halkı hedef alması da bu çerçevede anlam kazanıyor. Kuşkusuz bunda halk ile “terörist”i ayıramamanın da rolü bulunuyor; ancak şehirlerde girişilen harekatın PKK’ya askeri açıdan vereceği zararın sınırlı olduğu açık.
Sözkonusu seçmeciliğin belirli bir vadede en önemli hedefi, ulusal hareketin heterojen yapısının iç ayrışmalara yol vermesini sağlamak olacaktır. Şu an için somut göstergeleri görece zayıf sayılabilecek böylesi bir olasılık, ulusal hareketin belirli sınırlar içinde tutulmasının sağlanması durumunda güncellik kazanacaktır. İç ve dış dengelerde köklü değişikliklerin yaşanmaması durumunda, Kürt ulusal hareketinin bir tıkanıklıkla karşılaşması kaçınılmazdır. Ulusal hareketin bizzat iktidarın kendisini tehdit etmeyen niteliği, bir tıkanıklığın temel bir nedeni olacaktır.
Bugünden açık olan, PKK’nın belirgin bir siyasal perspektiften, net bir toplumsal programdan yoksun oluşu. Dayandığı toplumsal tabanın niteliği ve iktidardan uzaklığı ulusal önderliğin net bir toplumsal programa sahip olmasını olanaksızlaştırıyor. Belirli dinamikler üzerinde bir kez şekillendikten sonra, bir siyasal öznenin “tercih” olanakları önemli oranda sınırlanır. Dağınık Kürt proletaryası ile bütünleşemeyen yoksul köylü dinamiği, tutarlı bir ideolojik hattın oluşumuna izin vermemektedir. PKK’nın dinsel motiflere bir süredir özel bir ağırlık veriyor olması, kendi hedefleri ile islamın toplumsal projesinin çakıştığının propagandasını yapması, öznel niyetlerden bağımsız olarak, yoksul köylü dinamiğinin paralizasyona son derece açık niteliğinden kaynaklanıyor. Ulusal hareketi bölme olasılığı bulunan motiflerin hareketin kimliğine eklenmesi ise, perspektif bulanıklığını belirginleştiriyor.
Türkiye solunun analize eklenmesi (!) ise hala mümkün olamıyor! Kendi gündemini yaratamayan, siyasal bir güç haline gelemeyen Türkiye solundan ancak “ayrıca” söz edilebiliyor. Anti-şovenizmin gündemin baş köşesine yerleştirilmesi ve “halkların kardeşliği” sloganının sabah akşam atılması, bunu yapan bugünkü Türkiye solu olunca, giderek daha az anlam taşıyor. Solun harekete geçirmek bir yana sözünü dinletebildiği bir kitleden yoksun durumda olması, genel geçer doğrular ışığında üretilen yaklaşımların birer politikaya dönüşmesini olanaksızlaştırıyor.
Türkiye’nin solcuları, yakın geçmişe dek ortak zaaflarını biraraya gelerek aşmaya çalışırdı. Artık bir bölüm solcu açısından biraraya gelmek de yeterli görünmüyor; HEP çatısı altında toplanma hayali kuruluyor. Devlet ile ulusal kurtuluş hareketi arasındaki mücadeleler içinde sıkışmış durumda bulunan ve bu mücadeleler tarafından belirlenen HEP içinde figüranlık hesapları yapılıyor.
Bazılarına hatırlatmak gerekiyor; son dönemin kargaşası içinde sesini duyuramaz hale gelmiş olmakla birlikte, Türkiye’nin kaderini tayin edecek temel güç hala aynı: Türkiye işçi sınıfı! 70’li yıllarda yaşanan trajedinin, hiç kuşku yok ki bu kez komedi olarak sahnelenmesinde rol almak isteyenlerin bu denli çok olması şaşırtıcı. Küçük burjuva radikalizmi işçi sınıfının sesini perdelemeyi başarmıştı; bu kez ulusal dinamiğin aynı konuma gelmesi sosyalistlik iddiasındaki kimilerini hiç rahatsız etmeyecek gibi görünüyor.
Bu kaygısızlık ve sorumsuzluğa bu kez izin verilmeyecek; izin vermeyeceğiz! İşçi partisi yolundaki mücadelemiz, işçi sınıfı ve sosyalizmde direnenleri sorumluluklarını üstlenmeye davet ediyor! Bu üstlenişin yaratacağı dinamiğe en fazla ihtiyacı olanların başında Kürt devrimci hareketi geliyor.