1980 yılında bütün dünyada Lenin’in doğumunun 110. yılı kutlanmıştı. Dönem, reel sosyalizmin prestij erozyonunun başlamadığı bir dönemdi. Dünyada en çok okunan yazar olması yeryüzünde sınıf mücadelesinin adının anıldığı her yere içkin olması, Vladimir İlyiç’in “devletli” konumunu ortadan kaldırmıyordu. Öyle ya, Lenin düşüncesi arkasındaki koskoca bürokratik mekanizma, tabular ve zorlamalarla ayakta kalmıştı…
Marksizm içi tartışmalarda birkaç yürekli Batılı aydın dışında bu duyguları ifade eden pek çıkmamıştı. Ancak ne zamanki, Lenin “içerden” terkedilmeye başlandı, bütün dünyada medeni cesareti olanlar arttı. Beklenti şuydu; reel sosyalizmin çöküşü, yalnızca sosyalizmin kendi ilkelerine yabancılaştığı bir süreci bitirmekle kalmayacak, iyi niyetle de olsa bu yabancılaşmaya temel oluşturan leninizmi de marksizmin yakasından düşürtecekti.
Hayat, acımasız gerçeklik bunu dayatacaktı.
Bir şey hesaplanamadı. Günah ve sevaplarıyla varolan gelenek yalnızca sosyalizmin bir devletli biçiminden ibaret değildi. Bu gelenekte, örgütlü mücadele alışkanlığı da her zaman bir ağırlık oluşturmuştu.
Hayatın acı gerçeğinin bir parçası da bu. 70 küsur yıl boyunca elde ettiği itibar bir devlet koruması veya resmiyet ile açıklanan leninizm, bugün nerede bir kavga nerede sosyalizm sancağının yüceltilişi varsa oradadır. Ve orada burada olan leninizm, yine Lenin’in de ötesinde bir içerikle, bütün bir 20. yüzyıla malolan değerlerle, eksiğiyle fazlasıyla 3. Enternasyonal alışkanlıklarıyla ve Stalin ile birlikte varoluyor.
Lenin’in düşüncesinin canlı ve sürekli kılınması başka türlü olanaklı değil zaten. Marksizm-leninizm denecek, bu bir teorik ve siyasal bütünlük olarak görülecek ve sonrasında 70 yıllık, 80 yıllık bir küçük parantez açılıp, garip boşluklar üretilecek. Bu tür girişimlerin herhangi bir şansı yok.
Bu yazıya iman tazeler gibi başlamak durumunda kaldığım için okuyucudan özür dilemem gerekiyor. Niyetim bu değil, leninizmin buna gereksinimi olduğunu pek sanmıyorum. Ancak, Lenin’in düşüncesi üzerine bir yazı yazarken, bu düşüncenin çağdaş siyasal mücadelede devre dışı bırakılma girişimlerinin bahtsızlığına mutlaka değinmek gerekiyor.
Bu bahtsızlığın temelinde, filistenleşmekte olan bir düşüncenin bir tür inatlaşma, bir tür nostaljik direnç nedeniyle oluşturduğu bir “majina hattı” aramamak gerekir.
Lenin’in düşüncesinin canlı kalması, onun biraz ilginç denilebilecek bileşimi ile ilgili. Bu bileşimin üzerinde durmak, onun ayrılmaz bir parçası olan bir ihtilalci kişiliğin kimi yönlerinin altını çizmek istiyorum.
Bilmek; sezmek…
Sosyalizm mücadelesinde halkalar halinde iç içe geçmiş olan bir dizi özneden sözetmek mümkündür. Bu öznelerin en karmaşık ve gelişkin olanı aynı zamanda kendi altındaki bir dizi öznelliğin törpüleyicisi olma anlamında en sade olanı “kollektif öncü”dür.
Kollektif öncüyü, örgütü; bağrındaki öncü kadroların, militanların, etrafındaki kadro adayları ve sempatizanların, sosyalizm kavgasının liderlerinin, bunların hepsinin basit bir toplamı olarak görmemek gerektiği hep söylenegelmiştir. Kollektif mücadelenin, o mücadelede örgütün kendi unsurlarını aşan bir performans göstermesi ve çok daha farklı bir düzleme yerleşmesinin mekanizması üzerinde fazlaca durmak istemiyorum. Ancak, “toplam”ın ötesine geçmede kollektif örgütün genellikle ihmal edilen bir sadeleştirme, basitleştirme özelliği var ki, Lenin’in düşüncesine uzanırken mutlaka hesaba katılmalı.
Diğer “özne”ler bir yana, sosyalizm mücadelesindeki en alt canlı hücreyi oluşturan örgütlü sosyalistlerin devrimci etkinliklerini (belli bir soyutlama düzeyinde) önceleyen belli iç süreçler vardır. Kendileri de bir dizi örgütsel, ideolojik, konjonktürel, nesnel vs., dinamik tarafından şekillendirilen bu süreçlerin en fazla öne çıkan üç tanesi duyma (duygu), sezme ve bilmedir. Bilgi teorisinde çoğu durumda karşı karşıya konmak durumda kalan veya farklı farklı düzeylere hapsedilen bu üç süreci ben burada yalnızca her birisinin “nesnel gerçeklik” karşısında aldığı konumlanış açısından değerlendirmeyeceğim. Hatta, konumuzu özneler oluşturuyor; “dönüştürme” misyonu üzerinde bu üç sürecin ne türden pozitif etkiler yaptığı, şu aşamada daha büyük bir önem taşıyor.
Hemen baştan vurgulamak gerekebilir, sosyalist kollektifte aşağıdan yukarıya yani örgütlü bireyden karmaşık, örgütsel mekanizmalara doğru çıkıldıkça duymadan sezgiye ve sonrasında bilmeye doğru bir ağırlık kayması kaçınılmaz ve gereklidir. Bu da, az önce vurguladığım basitleştirme işleminin önemli bir parçasıdır, ama bu kadar basit değildir!
Kant başta olmak üzere, agnostik kurgularda insanoğlunun dış dünya karşısındaki tek konumlanışının yukarıda andığımız iç süreçlerde “duyma” olduğunu biliyoruz. Bu “bilememe” hâlinin doğal uzantısı, “nesnel gerçeklik” diye tanımladığımız (ve sonuçta yine de özne ile nesne arasındaki bir ilişkiyi ifade etmektedir) kategorinin yadsınmasıdır. Nesne ile özne arasındaki ilişkide, yani nesnellik ile o nesnelliği algılama sürecine girmiş olan bir başka nesne arasındaki ilişkinin kopartılması, dış dünyaya ulaşılamamasına yapılan vurguyu bir kenara bırakacak olursak madde-bilinç ilişkisini tersine çevirme anlamında bütün bir idealizmin temelidir. Ancak bu ilişki üzerinde yükselen felsefi tartışmalardan tarih bilimine doğru kayıldıkça materyalist kampta da ciddi sayılabilecek problemlerin ortaya çıktığını görüyoruz. Sosyalist mücadelenin kendisini bilimsel kılarkenki en canalıcı güvencesi olan tarih bilimi, öznenin nesne ile kurduğu ilişkide, veya daha açığı, öznenin nesneyi kavrama sürecinde kabaca rölativizm sıfatı altında toplanabilecek daimi bir saldırı altında kalmıştır. Tarih, soyutlamaya en fazla gereksinim duyan bilimsel alan olarak, yasallıklarından arındırılmaya çalışılmıştır.
Sistemleşmemiş ve yeni bilgiler için bir alan yaratamamış bir bilgiler yumağının sonuçta “bilememe” anlamına geleceği açıktır.
Siyasal mücadelede bilememe hâli bir ölümdür. Deneysel yöntemlere pek fazla açık olamayan toplumsal dinamikleri, üzerinde siyasetin yükseleceği bilinebilir bir zemin hâline getiren “özne”nin aşağıdan yukarıya örülmüş olan yapısındaki “duyma-sezme-bilme” üçlüsüdür. Bu sentezi yüklendiği sınıfsal misyonlar nezdinde kuramayan veya meşru kılamayanın tarih tarafından ayıklanması ise, sürecin farklı ve karmaşık da olsa, deneysel boyutunu ortaya koyuyor.
Evet, bir sentezden sözettim. Duymanın, sezmenin, bilmenin sentezi… Yani Lenin’in düşüncesi…
Komünistlerin madde-bilinç ilişkisinde tek başına epistemolojik bir konumlanış içerisinde olmalarını beklemek olanaksız. Lenin’in Materyalizm ve Ampiryokritisizm‘de kendisini ve “yoldaşları”nı bilinemezcilerden ve deneycilerden ayırabilmek için gösterdiği eşsiz çaba elbette değerli ürünler vermiştir. Ancak, Marx’tan beri “bilginin gerçeğin tümünü kapsayamayacağını” söyleyen, “öz ile biçim arasındaki ayrımın bilimin yegane temeli” olduğunu bilen komünistlerin (burada elbette dönüştürmek ve tarihi yapmak isteyenleri anıyorum, diğerleri gündem ve komünizm dışı) belli erimde tarihin öznesi bağlamında bir tekeli savunmaları ne şekilde ve nasıl mümkün olacaktır? “Bilginin ötesindeki şeyi” 1 kabul edenler bu sınırlılıkla nasıl bir iddia taşıyacaklar?
Bilginin sınırlılığı konusundaki marksist söylemin siyasette yol açan unsuru, aynı zamanda onun agnostik yapılardan ayrılan en önemli yönüdür: Bilim öz ile görüntü (yani burada, algılanabilen) arasındaki ayrımın ortadan kaldırılamayacağını teslim eder ama hedefi o özdür!
Bu süreç hiçbir zaman bitmez; yani bilimin konusu hiç tükenmez. Zaten bilimsel çalışmanın dinamikliği ve bu anlamda bilimselliği, söz konusu ayrımın (bilimin acizliğinin sonucu ortaya çıkan) fiktif bir durum değil de, (olgu ve hareketin sınırsız özelliğinin yarattığı) reel bir durum arzetmesinden kaynaklanır. Örneğin toplumsal bilimlerde “nokta koyamama” hâlinin bilimin aczi ile açıklanmasının tek sonucu, mistisizmdir. Materyalistler; komünistler, bilginin sınırlılığını nesnel gerçekliğin sürekli devingen yapısına bağlarlar, bağlamak zorundadırlar.
İnsanoğlunun bütün tarihsel kazanmalarına sahip çıkan komünistler “insanlık tarihi boyunca gezegenimize verilen yeni şeklin ön koşulunun insanlığın bilme sürecinde hep ileriye doğru -tabi bitmeyecek bir yolda-gitmesi” ile açıklamaya elbette devam edecekler.
Ancak tekrar özel olarak toplumsal dinamiklere ve sosyalist mücadeleye dönersek, kümülatif bir içerik taşıyan bilme sürecinde bir halkadan ötekine, bir kazanımdan diğerine sıçrama yaptıran şeyin ne olduğunu yeniden hesaplamak gerekiyor. “Bilgi” bu anlamda tek başına kendine ait mekanizmaları harekete geçirebilecek bir şey değil. Bilme sürecini kesintisiz kılacak olan bilginin dışında, ama ona yakın duran, duyma ve sezgilerdir.
Duyma ve sezginin siyasal mücadele açısından kaynağı ise öznenin kendisine ait bilgisidir. Tekil öznenin kendisine ait bilgisi, soyutlama düzeyinde bile, duyma ve sezmeden kopartılması olanaksız bir içerik taşır. Eylemi ve yeni bilme süreçlerini kamçılayan, ateşleyen işte budur.
Marksizmden duygu ve sezgileri çıkartma girişimleri, onu eylemsizliğe mahkum etme girişimleridir. Bu durumda sezgi, yalnızca “nesnel gerçekliğin duygusal ve akılcı yoldan yansımasının bir parçası” 2 olduğu için değil, bilme süreçlerini birbirine bağlayan ve insan etkinliklerinde özel bir yeri olduğu için de siyasal mücadelede anlam kazanıyor.
Burada geçerken değinmekte yarar var. Az sayıdaki felsefi çalışmasında Lenin, duyma veya sezme türünden zihinsel süreçlerin insanoğlunun “bilgi”lenme mekanizmalarında bir zaaf olarak ele alınmasına yol açacak materyalizm kolaycılıklarından uzakta durmak için özel bir gayret sarfetmiştir. En başta, bir kompleks organizma olarak beynin dış dünyayla ilişkisinin açıklanmasında henüz yolun başında olunduğunu vurgulamak gereksinimini 3 hissetmiştir. Bu yol bugün de tüketilmiş olmaktan uzaktır. İkincisi Engels’te Lenin’de beynin maddeye yönelik maddi refleksler göstermekle yükümlü bir düzenek olarak algılanmaması için ciddi uyarılara da rastlamak mümkündür. 4 Öte yandan “bilgi”, madde ile beyin arasındaki bir ilişki olmaktan çıkmış ve toplumsal bir içerik kazanmış olan bir şeydir. Bu anlamda zaten (bu konumuz dışı) bilgi üretiminde duyma ve sezmenin özel bir yeri vardır…
Duyma, sezme, bilme ve bütün hepsinin devrimci eylemle ilişkisine sonra yeniden dönmek üzere bir ara vermek gerekiyor. Biraz devrimci eylemin kendisi üzerinde durmak tam burada yararlı olacak. Ancak bir hatırlatma yapmak istiyorum. Yukarıdaki bölümün amacı, duygu ve sezgilerin sosyalist mücadelenin hangi düzlemlerinde ve hangi dönemeçlerinde özel bir öneminin olduğunu vurgulamak; duygu-sezgi-bilinç sentezinde her birisi özel dengeler yaratmış olan tekil sosyalist öznelerin bir bütün olarak kollektif bilinç anlamına gelen öncü örgüt içerisinde yaratacağı gerginlikler üzerinde durmayı kolaylaştırmaktı. Bunlar önemli çünkü, Ekim Devrimi’nin tarihi, bir anlamda Lenin’in düşüncesindeki sentez ile kollektif bilinç arasındaki gerginliklerin tarihidir. Bu gerginliklerin tarihte hep ilerletici olduğu görülmüştür. Ama tekil bir öznenin bu gerginlikleri bu ölçüde kontrol edip denetlediği başka bir örnek bulmak mümkün değildir. Marksizm biraz da bu nedenle marksizm-leninizm olmak durumuna gelmiştir.
Katkının boyutu
Leninizmi temel olarak “proletarya diktatörlüğünün teorisi” olarak tanımlayan marksistlerin sayısı oldukça fazla. Bunu “sosyalist devrimin teorisi” olarak değiştirmek de mümkün… Ancak, bu tanımların çok fazla ufuk açıcı olduğuna inanmıyorum. Hepsini birbirine bağlamak mümkündür; öncülük denebilir, iradecilik ve müdahaleciliğe vurgu denebilir vs… Bunların hepsi anlamlıdır, ancak leninizmin veya biraz daha farklı bir biçimde “Lenin’in düşüncesi”nin hangi onurlu misyon olursa olsun, marksizme bir eklenti olarak görülmesine neden olacak değerlendirmelerden kaçınılması gerektiğini düşünüyorum.
Lenin’in proletarya diktatörlüğünün veya sosyalist devrimin teorisyeni olarak değerlendirilmesinde gerçekten de önemli bir sakınca yok. Zaten Lenin’in düşüncesinde eğer devrimin güncelliğine özel bir yer veriyorsak -ki verilmek durumunda- bu düşüncenin “iktidar”da yoğunlaşmış olduğu saptamasına nasıl itiraz edilebilir ki? Ancak, Lenin’in düşüncesinde ve dolayısıyla leninizmde, hele günümüz koşullarında, marksizm ile daha “bütüncül” bir bağlantı ve marksizme topyekun bir aşı üzerinde durmamız zorunlu. Komünist hareketin bir kaç ülke dışında adına ne denirse densin bir tür geri çekiliş içerisinde olduğu bir dönemde (yani, devrimin güncelliğinin teorik alana sıkıştırıl-dığı bir dönemde) marksizm leninizmle birlikte yeni bir silkinişe gebe kalmışken, Lenin’in düşüncesinde teori-pratik ayrımı yapmaksızın, bir bütün olarak varolan ve benim burada kimi yönlerine değineceğim “ihtilalci öz”e yönelmek gerekiyor. Bu özün kendine has içeriğinin “devrimin güncelliği”ni dayatması bu gerekirliği ortadan kaldırmamaktadır.
Lenin’in düşüncesindeki ihtilalci özün kendisini en fazla hissettirdiği nokta, tarihsel gelişmenin yasalarıyla kurulan ilişkide ortaya çıkmaktadır. Çağdaş materyalizmin tarihin bir mantığı olduğu yolundaki ısrarlı tutumu ve bu tutumun da etkisiyle toplumların hareket biçimlerinin “bilimsel” olarak tasnif ve tarif edilmesi çabasının sosyalist ideolojiye sağladığı büyük prestij ve olanaklar, siyasal mücadele düşünüldüğünde bir anda “yasa koyucu” öznenin o yasalar tarafından sınırlandığı bir durum yaratmış oldu.
Toplumsal yasaların, fizik yasalara göre daha öznel ve kültürel bir boyut taşıması toplumsal gerçekliğin yasallaştırılma sürecinde ideolojik müdahalenin çok ciddi boyutlara ulaşması sonucunu da doğurmaktadır. Bu nedenle insan elinin fazlaca değmiş olduğu toplumsal yasaların yine o el tarafından her daim şekillendirilmesi ihtiyacı kendisini dayatmaktadır. Lenin’in düşüncesinde bu ihtiyacın karşılanması için öngörülen yaklaşım, devrimci eylemin, kendisi evrimci olan yasalara karşı pozisyon almasıdır. Tarihsel materyalizmin “devrim”i bütün bir sınıf mücadeleleri tarihinde yasal zorunluluklarla açıklamasına rağmen, tarihin, kapitalizmden sosyalizme geçiş sürecinde bu yasaların insafına terkedilmesi bir ihtilalci öğreti için olanaksızdır. Devrimci eylem, kendi diyalektiğinde sıçramalara ihtiyaç duyar, bu sıçramalar “Kapital’e rağmen devrim” açıklamasının çok ötesinde, devrimci eylemin bütün evrelerinde “zorlama” ve “yasa tanımama”yı kapsamak zorundadır. Ateorik bir konumlanış değil amacım. Ama, devrimci teoriyi, tarihsel materyalizmin biraz dışına çıkarmak gerekiyor. Yani, devrimci teori sosyalist mücadele ile tarihsel materyalizm arasındaki ilişki gerginlik ve ayrım üzerine kurulu olmak zorundadır.
Bu anlamda sosyalist mücadelenin çelişkilerin birikimi, niceliğin niteliğe dönüşümü, tarihin sarmal gelişimi gibi diyalektik ve tarihsel materyalizmin vazgeçilemez kazanımları karşısında acizliğe düşmemesinin çözümü, marksist teorinin nispeten özerk bir devrimci teoriyle donanması olmuştur. Lenin’in düşüncesinin burada çok özel bir katkısı vardır. Bu katkının belli bir teorinin pratisyen kaygılarla deforme edilerek devrimci kılınması biçiminde açıklanması son derece yanlıştır. Lenin’in düşüncesi marksist teoriye içerden teorik bir yüklemedir. Bu anlamda marksizmden bağımsız bir “leninizm”den söz edilmemelidir.
İşin güzel yanı, tarihsel materyalizmin kendisini”devrimci teori”nin müdahalelerine bütünüyle kapat-mamasıdır. İnsanoğlunun öteden beri her düzlemde yaşamı kolaylaştırma ve dünyayı algılama arayışının ürünü olan “yasa” üretiminin toplumsal süreçlere taşınmasındaki bilimsel zafer tarihsel materyalizme aittir. Bu zaferi, “yasalaştırma” sürecinin kaçınılmaz bir mekanikleştirme yönünün bulunmasına rağmen zengin kılan şey, çağdaş materyalizmin kuramsal bilgiyle ampirik bilgi arasında özdeşlik kurmamasıdır. 5 Devrimci mücadelede ampirik bilgi karşısında üstünlük (mutlaka ampirik bilgiyle beslenen) kuramsal bilgidedir. Ve kuramsal bilginin ilerletilme katsayısının daha fazla olması sayesinde “devrimci teori” kendisine çok anlamlı ve geniş bir hareket alam bulabilmiştir.
Lenin’in düşüncesinde yasaların mutlaklıklar biçiminden çok eğilimler biçiminde yer alması bu hareket alanının değerlendirilmesinin ürünüdür. Öncülük, devrimci kalkışma, devrimci durum, zayıf halka, tek ülkede sosyalizm gibi teorik tutamak noktalarının ampirik bilgiyle ilişkilerinde olabildiğince özgürleşmeleri ve belli ölçülerde kerameti kendinden menkul olmaları, sosyalist mücadele açısından büyük bir devrimcileştirici etki yaratmıştır. Sözünü ettiğim teorik tutamak noktalarının bir dizi tarihsel materyalizm yasası karşısında bir üst belirleyen yasa‘dan feyz almalarıyla mümkün olmuştur bu: Sınıfsız-sömürüsüz toplum insanlığın kaçınamayacağı bir gelişme evresidir.
Lenin’in düşüncesi bu nedenle evrenseldir. Lenin’in düşüncesi bu nedenle vazgeçilmezdir…
Lenin’in düşüncesi, bilimsel yöntemi “bilinmeyen bir şeyi bilinen ya da en azından deney veya deneme aracılığıyla bilinebilen birşey ile açıklama yöntemi” 6 olarak tammlayan tarihsel materyalizme “bilgi” üretiminde öncülüğü ve zorlamayı hedef alan bir ek kanal açmıştır.
Bu yazıyı yazarken yeniden okuduğum ve zaman zaman yükselen kalite karşısında açıkçası şaşırdığım Lefebvre’nin “Lenin” çalışmasında “bilginin gecikmesi” olarak adlandırdığı bir olguya burada değinebiliriz:
“… objektif ile sübjektif zorunlu olarak aynı adımla, aynı tempo ile yürümemektedir. Buradan bilincin ve bilginin gecikmeleri tehlikesi doğmaktadır, bu gecikme bir zorunluluk -bir kanun- değildir, fakat devrimcilerin teorik ve pratik faaliyetlerinde kendisine karşı korunmaları gereken bir tehlikedir. Böylece her durumda, durumun diğer unsur ve görünüşleri arasında, objektif-subjektif ilişkisini incelemek gerekmektedir.” 7 Lefebvre, burada haklı olarak nesnel gerçekliğin bilgiye dönüşümündeki öznellikten sözetmekte ve bu dönüşümün eşzamanlı olmamasının devrimci eylemin en önemli açmazlarından birisi olduğunu vurgulamaktadır. Benim az önce üzerinde durduğum ise, kesin anlamıyla değil ama bir nüve olarak devrimci teorinin ampirik bilgiyi önceleyen bilgi üretimini zorlamasıdır. Tarih bilincinin altyapısını oluşturduğu bu sentetik bilgi üretimi ve arayışının da Lenin’in düşüncesinde çok özel bir yeri vardır. Yani, yeni bir şeyi öğrenmek için bilinenin sınırlarını aşmalı… Çünkü öğrenmek, yapmak ile ilgili bir olgu!
Siyasal mücadelede, yeni teorik hamleler, mutlaka yeni bir siyasal pratiğin gereksinmeleri ile gerçekleşebilir. Bu teorik hamlelerin tek başına mevcut bilgilere yeni bir çerçeve oluşturmak ile gerçekleşmesi olanaksızdır. Bilgi üretimi, nesnel gerçeklik ile öznellik arasında bir ilişkidir. Bu ilişkinin en önemli parametrelerinden birisi nesnel gerçekliğin seçilen parçasının muhatap olduğu sorunlardır (burada toplumsal sorunlar). Bu sorunlardaki kaymanın bilgi üretimine (en azından gereksinim yaratma anlamında) pozitif bir etki yapacağı muhakkaktır. Bu etkiden yararlanma niyetinin öznelcilikle nihayete ermesi, yaratılacak ürünün de en fazla “spekülasyon” olması tehlikesinin önemsiz, ihmâl edilebilir bir tehlike olduğunu söylemek elbette mümkün değildir. Yeni ampirik bulguların sınavından nasıl geçeceği belli olmayan nesnelliğin düşünsel türevlerine “bilgi” yerine daha farklı adlandırmalar (örneğin tez) yapmak bu sorunu çözer gibi gözüküyor. Ancak siyasal mücadelede, üzerine basılarak devrimci eyleme yol veren, şey “öyle zannedilen” değil, “bilinen”dir. Komünistlerin “nihai zafer”e kadar dışarıdan bilim-dışı bir böbürlenme olarak değerlendirilecek bu öznel konumlanıştan vazgeçmeleri imkansızdır. Ama yapılacak şeyler, alınacak önlemler vardır.
Siyaset ve teorinin çoğu kez içiçe olduğu Lenin’in üretiminin temel özelliği, düşüncesini güncelliğin bütün etkilerine açık bırakmasıdır. Bu etkiler, ancak güncelliğe karşı aynı zamanda direnebilen birisi içinanlamlı olabilirdi. Bu şu demektir: Kurulan teorik çerçeve muhtemel bütün gelişmelere karşı yeni açılımlara olanak sağlayacak kadar zengin ve kapsayıcı olmalıdır. Buradaki ihtiyatlılık ortalamacılık, yani siyasi mücadelede hareketsizlik olarak değerlendirilemez. Sorun, çerçevenin yeniden üretime elverişli bir ortam sunmasıdır. Tutucu yan ise, yaşananların, müdahale arzusu ve müdahalenin verili konusunu değiştirmesini engelleyen dirençte ortaya çıkar.
Lenin’in düşüncesi zenginliğe ve direnmeye olanak sağlayan yapısı nedeniyle de vazgeçilmezdir.
Herşeye tersten bakma
Lenin’in düşüncesinde bu yazıda değindiğim “öncüye has bilgi üretimi” arayışının çok özel ve kimi durumlarda sıradan insanlar için absürd gelebilecek bir baş aşağıya çevirme misyonu var. Bu düşüncede nesnel gerçekliği devrimin güncelliğine oturtarak algılama alışkanlığının ürünü olan bir dizi “sürpriz”le karşılaşmak mümkün. Aslında Marx ve Engels’te de benzer bir “ters”lik var. Örneğin, “çocuk emeğinin yasaklanması” gibi düz bir demokrata son derece anlamlı gelebilecek bir programatik öneriyi “işçi hareketinin toplumsal tabanını daraltma ahmaklığı” biçiminde yargılayan ustaların geleneğini yine ustaca sürdürmektedir Lenin.
Emperyalist savaşın iç savaşa dönüştürülmesi perspektifi, “Bütün İktidar Sovyetlere” sloganı örneklerinde görüldüğü gibi ilk bakışta basit gelebilen her açılımında tutarlı bir siyasal hattın yanı sıra sıradışı bir kişiliği de sergilemiş, hatta bu kişilikten siyasal sıçramalar için fazlasıyla yararlanmıştır. Lenin’in yakın yoldaşları için bu çıkışlara adapte olmak her zaman güç olmuştur. Dostlarına karşı sevecen, kollayıcı, eğitici ve mütevazi olmak ile dengelenen bir “aksi”lik!
Lenin, bütün alışılmış kalıpların, değerlendirmelerin üzerine gitmiştir. Eksantrik olmadan bunu yapabilmek başarısını göstermiştir. Kapitalizmin sunduğu hiç bir “iyileşme” onaylanmaz, sosyalizm projesini erteleyecek herhangi bir saptama öne çıkarılmaz…
“Batı teorisyenleri, heyecan duyarak bir ışık ve gelişme dönemine girildiğini sandıkları halde, Lenin aksine, Avrupa’da Paris Komünü’nden beri, aşağı yukarı aralıksız olarak bir karşı devrim devresinin sü-regeldiğini ilan etti.” 8 Lenin, burnunun doğrultusunda olmasa bile, her durumda sosyalizm doğrultusunda giden birisi. Bu özelliğini hesaba katmaksızın yapılacak olan her Lenin tasvirinde biraz şark kafası, biraz dogmatiklik biraz da kabalık ortaya çıkacaktır.
Kabalık?.. Talihsiz vasiyetinde kabalığını gerekçe göstererek mümkünse Stalin’i parti genel sekreterliğinden almak gerektiğini yazan Lenin’in bütün yaşamı, dediklerini mutlaka kabul ettirmeye yönelik inatçı ve biraz da kaprisli tavırlarla dolu. İstifa tehditleri, taban baskısı, insan psikolojisine hitap eden incelikli şantajlar kullandığını bildiğimiz yöntemler. Galiba biraz ölçümü zor Rus toprağında var, ölçüsüzlük:
“Mayakovski’nin 150.000.000 adlı şiirinden 5000 adet basılmasını onaylamak utanılacak bir tutum değil mi?
Bu şiir tam bir budalalık, saçmalık, zırvalık, ve kendini beğenmişlik eseri.
Bence, bu yazılardan ancak her on tanesinden biri yayımlanmaya değer. Kitaplıklar ve sersemler için 1500 adetten fazlasına gerek yoktur.
Lunaçarski’ye gelince, ileri görüşlülüğü için doğrusu iyi bir eleştiriyi hakediyor.” 9 1921’de Kültür Komiseri Lunaçarskiy için kaleme aldığı bu mesaj, “gülüşü kuvvetin gülüşüdür” denilen Vladimir İlyiç’in biraz az bilinen bir yönününü sergiliyor. Tanrı bizi Lenin’e özenenlerden korumalı…
Korumalı çünkü, başa dönersek, Lenin, duyma, sezme, bilme, bileşiminde belki de bir kez yaşanabilecek bir iç denge yaratarak “sezgi”ye bu denli ağırlıklı bir rol verdi. Yine aynı şekilde belki de sezginin başat olduğu bir bileşimde başka türlüsü olamayacağı için, çoğu durumda daha “bilgi”ci kollektif örgütün önüne geçti. Bu rolden anlamlı dersler çıkarmak gerekiyor. Ama peşinen bu rolü hedeflemek ve bilgiyi sürekli sezginin peşinden koşturtarak devrimciliğin garantiye alınacağını sanmak, karşımıza leninizm karikatürleri çıkartacaktır. Sezgilerden arınmış ve pozitivizme yaslanan bir mücadele tarzı elbette bolşevik gelenekte, bizim geleneğimizde bir yer edinemez. Ama ölçüye mutlaka dikkat edilmeli.
Tanrı bizi hiç değilse Lenin karikatürlerinden korumalı. Çünkü ihtilalcilik, bilimsel yaratıcılık, parlak bir zeka, liderlik vasfı ve çok özel bir tarihsel kesit gerektiren ve belki de yinelenmesi olanaksız bir kişi ile düşünceden söze diyoruz…
Sen çok yaşa İlyiç!
Dipnotlar ve Kaynak
- V. I. Lenin, “Materialism and Ampiriocritism”, Progress, 1975, Moskova, s. 14.
- Theodor Oizerman, “Felsefe Tarihinin Sorunları”, Amaç, 1988, İstanbul, çev: Celal A. Kanat, s. 121.
- V. I. Lenin, a.g.e, s. 47.
- V. I. Lenin, a.g.e, s. 48.
- Theodor Oizerman, a.g.e, s. 105.
- Howard Selsam, “Din, Bilim ve Felsefe”, Bilim, 1976, İstanbul, s. 55.
- V. İ. Lenin, “Sanat ve Edebiyat”, Payel, İstanbul, 1976, çev: Bülent Arıbas, s. 232.
- V. İ. Lenin, “Sanat ve Edebiyat”, Payel, İstanbul, 1976, çev: Bülent Arıbas, s. 232.
- V. İ. Lenin, “Sanat ve Edebiyat”, Payel, İstanbul, 1976, çev: Bülent Arıbas, s. 232.