Marksizmin her alanda yeniden üretilmesi düşüncesi, bu misyonu sahiplenenler için öğrenme iştahını açıcı etkisiyle, heyecan vericidir. Bu düşünce, burjuvaziye karşı mücadele içinde anlamını kazanır ve dolayısıyla politik bir içeriği vardır. Marksizmin birçok alanda kendini hissettirmesi, politik mücadeleyle köprü oluşturabildiği ölçüde anlamlıyken, köprünün kopması, marksizm dışı ve takiben karşıtının oluşmasıyla sonuçlanıyor.
Bu yazıda, marksizmin sınırları içerisinde siyaset ve entellektüel üretkenlik – burada geniş anlamda kullanılıyor- arasındaki ilişkiyi tartışmaya çalışacağım. İlişki ya da ilişkisizliği politikanın belirlediği nesnel koşullar ve konunun öznesi aydın üzerinde, şimdilik olumsuz örneklerden yola çıkarak tartışmak durumundayız.
Batıdan bir örnek: Frankfurt okulu
Sosyalizmin yenilgisi ve takiben entellektüel aranışlar denildiğinde, nedense önce akla Batı solu geliyor. Batı solunda da çok farklı ve çeşitli alanların devreye sokulmaya çalışıldığı Frankfurt Okulu hemen göze çarpıyor. Frankfurt Okulu, 1922’de marksizmin Avrupa’da büyük bir yenilgiyi yaşamasının sonrasında, marksist aydınlar tarafından kuruldu ve yenilginin her zaman öğretmen olamadığını gösteren bir yenilmiştik abidesine dönüştü.
Frankfurt projesi, liberal bir tahıl tüccarının oğlu Felix Weil adlı bir solcu doktora öğrencisiyle başlar. 1 Weil, babasının imkânlarını çeşitli radikal girişimlerde kullanmak istemektedir. Projenin amacı, Weil’in deyişiyle “marksizm içindeki çeşitli akımlara bir tartışma imkânı vererek ‘doğru’ ya da ‘saf bir marksizme ulaşmak”tır. 2 Frankfurt’taki Toplumsal Araştırma Enstitüsü, kapitalist bir devlet içinde bir akademik merkez olması nedeniyle, sosyalizmin tarihinde yeni bir çıkıştı. 3 Enstitü, 20’ler boyunca işçi hareketinin geleneksel sorunlarıyla uğraşmıştı. Ancak 30’lardan sonra, Horkheimer’in enstitü başkanı olmasıyla birlikte, tarihi maddeciliğin bir “bilim” olarak ele alınmasından çok, ampirik araştırmalarla desteklenen bir “toplumsal felsefe” olarak geliştirilmesi dönemi başlamıştır. 4 Bu dönem, marksizm tarihinde bilimin politikadan ayrıştırılması serüveninin başlangıcıdır. Horkheimer, “Toplumsal araştırmanın bilimsel ölçütlere uyma yükümlülüğüyle politikadan farklı olduğunu” söyleyerek, 5 bu trajik serüveni başlatmıştır. 1960’lara gelindiğinde ise artık Adorno ve Horkheimer, öğrenci hareketlerine karşı tavır alan 6 birer burjuva ideologlarıdır. Gerçekten de Horkheimer, hayatının sonunda “eleştirel bir kuramcı” olmayı bırakarak, bir tür dinsel düşünceye yönelmiştir. 7 Başlangıçta Alman Komünist Partisi’nin etkin üyelerinin enstitüde görev aldıkları hatırlanırsa, trajedinin boyutları daha da iyi anlaşılacaktır. Bugünden bakıldığında, enstitü müdürünün açılış konuşmasında, bir “mandarinler” okulu hâline gelmek tehlikesine karşı uyarısını, yaşanacak olan trajedinin bir habercisi olarak görmek mümkündür.
Anlatılanları kısaca özetlemek için, Frankfurt Okulu’nun tarihini Tom Bottomore’un yaptığı gibi dörde ayırmak yerine, 8 politikayla bağı öne çıkararak iki döneme ayırıyorum:
1) 1922-1930: Reel sosyalizme eleştirel bakan, marksizme özgün katkılar yapma arzusu taşıyan ama sınıf mücadelesiyle bağlarını henüz koparmamış Lukacs Korsch gibi sosyalistlerin bulunduğu dönem. 2) 1930 sonrası: Felsefeci Horkheimer’ın enstitü başkanlığına gelmesiyle, sınıf mücadelesi ve onun araçlarıyla bağlarının büyük ölçüde koptuğu ve herkesin kendi kafasında kendi sosyalizm ütopyasını taşıdığı dönem.
Marksizmden yola çıkmış bir özgünlük arayışı, sınıf mücadelesi ve bu mücadelenin araçlarından zaman içinde kopulması sonucunda, bazen yavaş bazen bir sıçrama dedirtircesine hızlı adımlarla ama katıksız “saf” bir hâlde, burjuvazi tarafından belirlenmeye doğru yol almıştır. Böylece “doğru” ya da “saf” bir marksizme ulaşma isteği, fazlaca katkılı ama artık Marksizm olmayan bir dünya görüşüne evrilmiştir. Söz konusu olan sosyalizmin Avrupa’da yenilmesiyle, yani değer kaybetmesiyle, bir aydın topluluğunun burjuvazinin saflarında birikmeye başlamasıdır. İki sonuç çıkıyor:
1) Politik bir yenilgi akademik, entellektüel bir teslimiyeti beraberinde getiriyor. 2) Sınıf mücadelesinin araçlarının geliştirilemediği yerlerde, aydın kesimi ele avuca sığmıyor.
Yenilmiş aydın sendromu
Marksist aydınların, marksizm dışı kanalları zorlayarak hiç de yeni olmayan birçok görüş ve düşünceyi yeni keşfetmeleri, daha çok sosyalizmin yenilgi dönemlerinde göze batar. Yenilgi dönemlerinin siyasetten uzak, yepyeni keşiflerinin, marksistlerce bir türlü hakkı verilememiş, marksizm dışı alanlar ya da tarihte hakkı yenmiş “mazlumların” düşüncelerinden ibaret olduğunu görüyoruz. Her zaman mazlumun yanında yer almış ve bu kez derinden bir yenilmişlik hisseden aydın, kontrolsüz bir aktivizmle bulup buluşturduklarını marksist teoriye eklemleyerek, durumu kurtarmaya çalışıyor. Ele avuca sığmamak marksizmden uzaklaşmak anlamına gelse de oluşan mesafe farkının algılanmasını beklememek gerekiyor. Başka bir ifadeyle, keşif gezilerine çıkan aydınlar, aydın olmanın getirdiği rahatlıkla ya da aydın olmayı “sırtında yumurta küfesi taşımamak” biçiminde yorumlayarak, kendilerini egemen toplumsal gruptan bağımsız ve özerk görebiliyorlar. 9 Yeni dünyaların keşfinde anti-marksist konumlanışa rağmen, burjuva dünya görüşünü kabullenmemek, akıllarınca mümkünmüş gibi görünüyor.
Sınıfların, safların ve hatların karıştığı bu noktada, olup bitenin marksizmin içinde kaldığına yönelik açıklamalar, marksist teorinin tahribatına yol açıyor. Bir yenilginin kabul edilmesi ve çözüm olarak ortaya sürülen naif arayışların, Marx’ın Feuerbach üzerine 11. tezinin henüz ilk aşamasına denk düştüğünün söylenmesi, teoriye yapılan en büyük tahribatlardan biridir.
11. tezin aşamacı yorumu
Dünyayı anlamamızı sağlayacak tartışmaların verimli olabilmesinde zaman zaman zikredilse de devrimci pratiğin rolü, henüz yerli yerine konulamamıştır. Marx’ın Feuerbach üzerine yazdığı tezlerden 11.si, Türkiye solunda herkes tarafından sevilmekle birlikte, hâlâ anlaşılamadığından, sadece slogan olarak işlev görmektedir. Feuerbach üzerine yazılan ll.Tez’de Marx, “Filozoflar, dünyayı farklı biçimlerde sadece yorumladılar. Oysa sorun, onu değiştirmektir.” demişti. 10 Türkiye solunun bir kesimi, buradan salt bir devrimci aktivizm anlarken, bir diğer kesimi ise bu tezi ikiye bölerek anlamlandırmaya çalışmaktadır. Bu yazının konusu olan yaklaşıma göre, önce dünya anlaşılmaya çalışılacak, farklı farklı biçimlerde yorumlanacak, sonraki aşamada ise mümkünse değiştirilecek. Görüyorsunuz, aşamacılık, sadece devrim stratejisi tartışmalarının belalısı değil! İki aşamalı 11.tezi savunanlar, Marx tarafından yerden yere vurulan Marx’ın idealist mankafalar, 11 en büyük tutucular, diye küfretmekten çekinmediği filozoflarla kendilerini aynı kefeye koyduklarını bile akıl edemiyorlar! Post-modernizmin gereği bu olsa gerek.
Doğanın insanlaşmasından insanın maymunlaşmasına 12
Frankfurt Okulu’nun yaşadığı trajediyi Türkiye’de yaşamaya aday kesimler, aydınlar var. Entellektüel trajedisini, başka bir deyişle “akıl tutulmasını” tamamlamaya çok yaklaşmış aydınlarımızdan birisi de Serol Teber. Teber’in son beş altı yıllık kariyerine göz atmak, anlatmaya çalıştıklarımın somutlanması açısından faydalı olacaktır. Teber, geçmişte TSİP’li bir sosyalist olmanın yanında, Türkiye’de insanın evrimi, bilincin gelişimi gibi konuları, tarihsel materyalist açıdan ele almaya çalışmış ve bu alanda özgün sayılabilecek eserler ortaya koymuş birisidir. Doğanın İnsanlaşması ve Davranışlarımızın Kökeni adlı kitapları, o dönem yazılmış, alanının ender ve ilginç eserlerindendir. İlginçliği, insan aklının evrimsel gelişimi gibi, Marx’ın sorunsalına doğrudan dâhil etmediği bir konuda, tarihsel materyalizmin yeniden üretilmeye çalışılmasından kaynaklanmaktadır. Teber, bir yandan bu tür çalışmalarını yürütürken, diğer yandan tarihsel materyalist bakış açısının öyle veya böyle, partili bir mücadele aracılığıyla beslendiğini vurgulamak gerekir. Buradan sonrası da politik belirlenmenin “bilimsel” aranışları nasıl etkilediğinin öyküsü olacak ama tersi yönde.
Birçok insan gibi Teber’de glasnost rüzgârını “dünya daha bir anlamlı ve daha bir yaşanası” diyerek heyecanla karşıladı. 13 Gorbaçov açılımları sonucunda, her şey konuşulur olmuştu. Bu sayede, şimdiye kadar yapılan hatalar en küçük ayrıntısına kadar tartışılacak, doğru nerede ise bulunacaktı. Belki de “saf” bir marksizm, tarihin bu kesitinde yakalanacak, mutlak hakikate ulaşılacaktı. Mutlak hakikati keşfetme hastalığına düşman kampın yaratmayı başardığı “nesli tükenmekte olan yaratıklar” kompleksinden hızla kurtulma isteği de eklenince, ortaya bambaşka birşey çıktı: “Omurgasız yaratıklar”. 14 Omurgasızlar, İlk etapta Stalin’e yüklendiler ama ilk heyecan yatıştıktan sonra, bazıları materyalist olduklarını hatırladılar!.. Teber “Sorun Salt Stalin Ya Da Stalinizm mi?” diye sorarak, Stalin’i yaratan nesnelliği de sorguluyordu. 15 Materyalist Teber, çocuksu muadillerinden farklı olarak, bütünsellik ve tutarlılık arayan (!) bir bakışa sahipti. 16 Ancak bu materyalist bakış, tanrının varlığını ya da yokluğunu bilimsel önermelerle ispatlamaya çalışan kasabalı gençlerin mantığını andıran bir tarzdı. Stalin’i yaratan nesnelliğin inkârı, partinin inkârı demek oluyordu. Teber, Nisan 1989’da “Partisiz Toplum”u yazdı. 17 Teber’in evrimsel düşüşü, partinin inkârından sonra, politik iradenin insanın tarihin öznesi olması gerektiği düşüncesinin reddiyle devam etti. 18 Tesadüf olmasa gerek, tam da bu sırada Frankfurt Okulu’nu yeniden keşfetti. Frankfurt Okulu düşünürlerinden, marksizme hiçbir şekilde siyasi bir gözle bakmamış kendisini “proleteryasız marksizme” 19 vakfetmiş Adorno’nun “Otoriter Karakter” adlı çalışması bir anlaşılabilse, Sovyetler Birliği’nde milliyetçilik probleminden, Berlin’in işçi mahallelerinde faşistlerin oy kazanmasına kadar pek çok açıklanması gibi güç gözüken olgular, anlaşılır hâle gelecekti. 20
Teber, bir yanılsama olarak tanımladığı reel sosyalizmi, onu oluşturan nesnellikle birlikte reddederek, her türlü iradeden yoksun ampirisizme benzeyen bir garip materyalizmi lafızda öne çıkarsa da bu hâliyle tıpkı Frankfurt Okulu düşünürleri gibi 21 idealist Yeni Hegelcileri andırmaktadır. Siyasetsiz dünyayı değiştirme iddiası taşımayan bir anlama-yorumlama süreci arzuluyor ve tıpkı “Aydınlanmanın kendini imha ettiğine” 22 inanan Frankfurt Okulu düşünürleri gibi, pis bir karamsarlıktan başka bir şey vaadedemiyor. Derin bir karamsarlık havası yaratmasının, geriye doğru bir evrim yaşamasıyla ilgisi vardır. Tüm günahları Stalin’e yüklemekle başlayan süreç, daha sonra Lenin ve partisinin suçlu bulunmasıyla devam etmiş, Lenin’i reddetmek, sosyalist mücadele ve Marx’ı reddetmek sonucunu vermiş ve nihayet marksizmin gelişme koşullarını yaratan Aydınlanma düşüncesinin de reddiyle, kendi içinde tutarlı(!) bir bütüne ulaşılmıştır. Düşünürümüz, Orta Çağ’ın koyu karanlığıyla baş başadır artık!
Sana postmodernlik yakışıyor
Teber’in geriye dönüşü, kitaplarından da gözlenebiliyor. Postmodernizmi kabullendiği son kitabında 23 yeralan bolca gözlemin nasıl ve ne amaçla “kullanılabilir” bilgi hâline dönüştürülebileceğini kestirmek mümkün değil. Bu imkânsızlık, bilgilerin toplanma aşamasında soyutlamadan uzak, ampirik bir bakışın egemen olduğunu anlatıyor. İnsanı diğer canlılardan ayıran soyutlama yeteneğinin yok olması, artık her alanda kendini gösteriyor. Postmodern Teber’in son marifeti, “Komünist Partisi Sendromu”nu tanımlaması. 24 Komünist Partili ya da partisiz aydınların, sınıfsız, sömürüsüz topluma olan inançlarının pratiğe yansımasında uğradıkları düş kırıklıkları sonucunda, ödünler vererek başlangıçtaki iyi niyetli düşünceleriyle hiç bağdaşmayan tam tersi davranışlar içine girmeleri, bu çelişkili konumdan dolayı duyulan üzüntüler, acılar, bu sendromun adı altında toplanmış. Teber’e göre Lukacs’tan Camus’ye, Sartre’dan Nazım’a, W.Reich’tan Mayakowski’ye, Lenin’den Orhan Veli’ye kadar geniş, hemen hemen 20. yüzyılın tüm aydın topluluğu, kendisini bu tür duygulanımlardan kurtaramamış. Lenin’le Orhan Veli’yi birlikte, böyle bir kategoriye sokabilmek için, gerçekten postmodern olmak gerek…
Çok yönlü bir sınıf mücadelesine doğru
Solun geleceği için bir trajediden öte anlam taşımamış olan Frankfurt Okulu’nu Türkiye’de kurmak ve burada okumak isteyenler olduğunu görüyoruz. Swahili dilinden Çinceye kadar her dili ve kültürü öğrenmek, her bir saatte dünyada uçan kuşun ve turnaların nereden gelip nereye gittiğini, kısacası “her bir boku” 25 bilmenin heyecanını hissederek yola çıkanların aldıkları yol ortada ama solun yaşadığı bunalımdan bilgi işlemcilikle çıkılabileceğini düşünenler hâlâ var.
Üniversite içinde ya da dışında, sayıları az da olsa üniversite gençliğinin ilgisini çeken ve şimdilik solcuların öncülük ettiğini gördüğümüz küçük gruplar ise ilk bakışta hoş birer tartışma ortamı oluşturuyorlar. Ancak, solun yaşadığı bunalımı aşmak adına, daha çok bilmek ve öğrenmek için tartışılan konuların içeriği, hızla apolitikleşmektedir. Foucault’nun, Habermas’ın, Popper’ın görüşlerinin marksist bir bütünselliğe ulaşılmadan tartışılmasının kime yarayacağı, henüz belirsizdir. Bu tartışmaların hemen hepsinde mevcut, “bilim kelebeği Türkiye’ye kondu” türünden laflar ise, gerçekten artık çekilmez amentülere dönüşmüştür. Marksizmi bu topraklarda yeniden üretmenin, belirli şartları vardır ve bu şartlar yerine getirilmezse, bu türden amentüler “atışın serbest olduğunu” anlatmaktan öte anlam ifade etmeyecektir.
Politik bir yenilgi yaşamış aydınların, başlangıçta hiç de zararlı görülmeyen aranışlarını, nereye varılacağını önceden kestirmenin mümkün olmadığı entellektüel maceralarını, yurttan ve dünyadan örneklerle anlatmaya çalıştım. Trajedinin Türkiye solunda bir kez daha yaşanması tehlikesinin, yukarıda belirttiğim sinyalleri var. Sınıfsal mücadeleden uzak entellektüel aranışların sesi, bir süre sonra düşman taraftan gelebiliyor. Bu noktada, entellektüel aranışların sınıf mücadelesiyle bağını yaratacak bir araç olan bir Sosyalist İşçi Partisi’nin yaşamsal öneme sahip olduğu, çok açık. Tarihin bu çok ilginç dönemecinde, partili sosyalist mücadele bilimsel/entellektüel üretimin yolunu bir kez daha açacaktır. Varolanla şu ya da bu biçimde bütünleşme amacı taşıyan yorumlamalar yapmak yerine, var olanı değiştirmek amacıyla anlamaya çalışmak, insanlığın bir büyük birikiminin korunması demek olacaktır. Marksistler var oldukça, bilim siyasetten kopmayacak, hüzünlü ve yalnız kalmayacaktır!
Dipnotlar ve Kaynak
- Horkheimer Max, “Akıl Tutulması”, Orhan Koçak’ın yazdığı önsöz, s. 7, Metis Yayınları.
- a.g.e., s. 8.
- Anderson Perry, “Batıda Sol Düşünce”, Birikim Yay., s. 53.
- Anderson, a.g.e., s. 54.
- Horkheimer, a.g.e., önsöz, s. 12.
- Bottomore Tom, “Frankfurt Okulu”, çev. Ahmet Çiğdem, Ara Yayıncılık, s. 36.
- Bottomore, a.g.e., s. 44.
- Bottomore, a.g.e., s. 9.
- Gramsci Antonio, “Hapishane Defterleri”, Onur Yayınları, s. 313.
- Marx Karl – Engels Frederich, “Collected Works”, Progress publishers, vol. 5, sayfa 5. Sevim Belli’nin çevirisinin çok önemli bir anlam kaybı olmasa da tam olmadığını belirtmek durumundayım: “Filozoflar yalnızca dünyayı değişik biçimlerde yorumladılar, önemli olan onu değiştirmektir”. Oysaİngilizcesi şöyle: “The philosophers have only interpreted the world in various ways; the point, however, is to change it.”
- Marx – Engels, a.g.e., sayfa 29.
- Teber Serol, Görüş dergisinin Nisan 1988 tarihli 17. sayısında yeralan “İnsanın Maymunlaşması” adlı yazısında tarihsel gelişmelere karşı direnen herkesi böylesi bir değişimin beklediğini, maymunlaşmanın beyinde ve gözlerde başlayacağını, beynin büzülüp alının daralarak gözlerin matlaşacağını yazıyor. Teber’e göre “kim ki küçük çıkar hesapları için aklara kara, karalara ak demeye, ‘bakıcısını’ gördüğü yerde hazırola geçip, bildiği, güvendiği, o zamana değin savunduğu tüm doğruları,güzellikleri, tüm anılarını, insanı insan yapan nitelikleri yadsımayave yaşamın en temel doğrularına tos vurmaya baslarsa, eh artık onun kıllanmasını, kuyruğunun uzamasını ve ormanlara yollanmasını kimse önleyemez”. Teber’in dört yıl önce polemik amaçlı yazdığı bu satırları aynen aktardım, ne diyelim… kime niyet, kime kısmet?
- Teber; “Dünya Daha Bir Anlamlı”, Görüş, sayı 9, Ağustos 1987, sayfa 9.
- Candemir İ.Suphi, “Kaş Yapayım Derken”, Gelenek 17, Mayıs 1988, s. 102.
- Teber, “Sorun Salt Stalin Ya Da Stalinizm mi?”, Görüş, Aralık 1988, sayı 25, s. 38.
- Giritli Aydın, “Legal Sol Parti için Eleştiriler”, Gelenek 23, Ocak 1989, s. 131.
- Teber, “Partisiz Toplum”, Görüş, 29. sayı, Nisan 1989, sayfa 32.
- Teber; “Bir Yanılsama mı?”, Görüş, 31. sayı, Haziran 1989, s. 34.
- Bottomore, “Frankfurt Okulu”, s. 86.
- Teber, “Bir Yanılsama mı?”, s. 35. Burada ilginç bulduğum bir noktayı belirtmek istiyorum. 49 sayı çıkmış olan Görüş dergilerinde Teber’in toplam 8 yazısı yayınlanmış. Özellikle son yazılarda derin bir partili mücadele düşmanlığı göze çarpıyor. Görüş’lerde sadece Teber’in parti düşmanlığı yaptığı gibi bir sonuç çıkarılmamalı. Teber’den başka birçokyazarda da bu konuda benzer şeyler bulabilirsiniz. Bu haliyle TSİP, parti düşmanlığını en rafine biçimde yapanların başında geliyor. Geleneksel soldan gelenlerin parti düşmanlıkları ise daha bir acı ve düşündürücü oluyor.
- Bottomore, a.g.e., s. 83.
- Bottomore, a.g.e., s. 17.
- Teber, “Politik Psikoloji Notları”, Ara Yay.
- Teber, “Komünist Partisi Sendromu”, Cumhuriyet, 24 Mayıs 1992.
- Yücel Can, “Yine Çıkacak Olan Birikim”, Birikim, 1 Mayıs 89, s. 33.