Kimler tarafından ne zaman ve hangi gerekçelerle verildikleri pek bilinmeyen bazı yargılar toplumda çok tutulup benimsenebilirler. Örneğin takımını motive etme konusunda Türkiye’de Mustafa Denizli’nin eline su dökecek teknik adam olmadığını, artık futbolla ilgilenmeyenler bile duymuştur. Bedri Baykam’ın ressamlığını kimse bilmese bile, adamın “çağdaşlık simgesi” olduğunu cümle alem öğrenmiştir. ANAP’lı Bülent Akarcalı’nın tam tamına bir “batı Avrupa liberali” olduğunda basın hemfikirdir. Sorsanız, herkes “Türkiye’deki doğal güzelliklerin dünyanın başka hiçbir yerinde olmadığını” söyleyecektir. Bunun gibi daha onlarcası…
Bunların bir bölümü, çok yaygın olarak benimsenmelerinin dışında gerçekten doğru da olabilir. Ama çoğunun birer galatı meşhur, yani hemen herkesçe inanılan ve benimsenen bir yanlış olması daha güçlü bir olasılıktır. O halde en başta basın ve TV olmak üzere, siyasal parti kongrelerinde, “sıradan adam”ın bulunduğu yerlerde ve 40 yaşın üzerindeki solcuların konuştukları mekanlarda sıkça dile getirilen görüşleri biraz ince eleyip “sahiden öyle mi” diye düşünmekte yarar vardır.
İşte bir örnek: Sosyalist siyasette doğru olanın, üstelik hem yaratıcı hem de gerçekçi olanın bulunması, farklı görüşlerin ve ayrık konumlardan ileri sürülecek tezlerin çarpışmasına mı bağlıdır sahiden? Nereden çıkmıştır bu yargı? Çoğulculuk ile doğru ve iyi olanın bulunması arasındaki ilişkiyi kim ne zaman kurmuştur?
İnsanların barışı ve demokrasiyi güzel bulmaları, istemeleri kadar doğal bir şey yoktur. Ama barış ve demokrasinin zorunlu olarak yaratıcılığı ve verimi getirmesi bir kural değildir. İki yüzyıldır barışın ve demokrasinin egemen olduğu İsviçre’nin insanlığa guguklu saatten başka katkı yapmadığı çok bilinen bir ironidir. Çoğulculuk da buna benzeyebilir. Ancak, bugün sosyalist partilerde bulunması gerektiği söylenen türde bir çoğulculuğun, guguklu saat gibi sevimli ürünler vermesi bile çok güçtür.
Burada çok net olmak gerekiyor. Amacı doğrudan siyasal pratik olmayan mekanlarda, çok genel bir başlık altındaki çoğulculuğa ve ayrıklığa itirazım yok. Örneğin dergiler, enstitüler, vakıflar, dernekler gibi. Gelgelelim, amacı doğrudan siyasal pratik olan, yani kendini en az koyduğu ilkeler kadar siyasal etkinliği ile tanımlayacak olan kuruluşlarda çoğulculuğun mutlak bir sınırı vardır, olmalıdır. Daha doğrusu, bu tür kuruluşlara önerilecek olan, çoğulculuk da değil, iyi tarif edilmiş bir çerçeve içinde zenginliktir.
Bu neden böyledir?
Öyle despotluğun ya da monolitikliğin faziletlerinden değil elbette. Bu, zorunlu olarak böyledir. Çünkü, teori pratik bütünlüğünün belirli bir rotada mesafe alması ya da gelişmesi, çoğulculuğu değil, tespit edilen ana problematiğin yörüngesinde yer alan, bu yörüngeyi peşinen benimsemiş öğelerin öznel deneyimleri sonucu dillendirecekleri çeşitlilikleri gerektirir. Daha açık bir ifadeyle, gelişmeye imkan verecek çeşitlilik, ortak bir ana problematiğe oturmayan ve ayrıklığını daha ortak pratik öncesinde ortaya koyan bir çoğulculuk olmaz. AIDS’e ya da kansere çare bulunması için tıp uzmanları ile mikrobiyologların yanı sıra üfürükçülerin, otacıların, kabile büyücülerinin, mollaların ve benzerlerinin hep birlikte “çoğulcu” bir tartışma ortamı yaratmaları ne kadar gerekli ise, sosyalizmin sorunlarına çözüm bulunması için Marksistlerle post-Marksistlerin liboşların sosyal demokratların ve demokratik solcuların aynı siyasal yapı içinde bulunmaları o kadar gereklidir.
İkinci bir nokta da şudur: Görüşlerin birbirinden belirli mesafelerin de ötesinde uzak düşmeleri durumunda, ortaya çıkacak ürünün yenilikçi ve yaratıcı değil, tam tersine ortalamacı, uzlaşmacı, tutucu ve sıradancı olması çok daha güçlü bir olasılıktır.
Bazı şeyleri unutmamak gerekiyor. Evren ve yeryüzü hakkındaki bilgilerimiz, dünyanın öküzün boynuzları üzerinde durduğunu ya da bir tepsi gibi düz olduğunu ileri sürenlerle yüzyıllar boyu çoğulcu bir yapıda tartışılmasının ürünü değildir. Belirli bir problematiğin kabulünün ürünüdür.
Marksizmin kendisinin gelişmesi, kesinlikle geçmişin ve dönemin bütün felsefi-ekonomik düşünce akımlarının bir sentezi olarak değil, Hegelci problematiğin zengin bir uzantısı olarak gerçekleşmiştir.
Türkiye sosyalist hareketi de, sınıf savaşını tarihe gömenler, ideolojiyi rafa kaldıranlar vb. ile ortak zemin arayarak değil, sosyalist devrim problematiğini benimseyenlerin ortaya koyacakları zenginlikle gelişip güçlenecektir.