Anadolu aydınının Batı dünyası ve emperyalizm karşısındaki konumlanışı, melodramların popüler bir temasını, aşk-nefret hikayelerini aratmıyor. Hani, esas oğlan önce nefret ettiği esas kıza aslında aşık olduğunu anlar, önce gururuna yediremez, sonra teslim olur, sonra tekrar gururunu hatırlar vs… Döneme göre değişen temalarla benzerini bir ülkenin tarihinde görüyoruz. Çıkışsızlık dönemlerinde, nefretin nesnesi “adam olamayan bu halk” olur, garip bir mazoşizm batağında karamsar bir ruh hali gözlenir. Bildiğimiz, “Avrupa ülkelerinde adam çöpünü iki saat taşıyor, yere atmıyor kardeşim”cilik. Daha kişilikli dönemlerde, emperyalizm; her sorunun tek sebebidir, bu yükten bir kurtulsak tünelin ucu gözükmektedir. “Coca-cola zehir, Çamlıca şerbet” olur, “biz ki ilk ulusal kurtuluş savaşını vermiş muzaffer bir halkızdır”, davet bizi alavere ve üçkağıtla tekrar esir etmiş emperyalizme karşı “İkinci Kurtuluş Savaşı”nadır. Batı hayranlığı-düşmanlığı yan yana yaşar.
Çok açık ki, daha kişilikli dönemler diye nitelendirdiklerim, genel bir sol çıkışın etkin olduğu dönemlerdir. Özellikle, 60 sonrasını kastettiğim ise açık. Dönemi karikatürize etmem, kesinlikle bu çıkışı küçümsediğimden değil. Aksine 61-70 önemli bir dönemeçtir. Dışavurumları çok farklı da olsa, aydın tipolojisindeki sürekliliği vurgulamak istiyorum. Bu yazı dizisinin ana temasım Batı ve emperyalizme karşı bu ülkede geliştirilen, geliş-tirilemeyen tepkiler ve bu bütünleşme sürecinin tarihi oluşturuyor. Türkiye sol tarihi ve aydını Gelenek’te sıkça işlenmiş bir konu. Bu tarihi, özellikle anti-emperyalizm merceğinde tekrar gözden geçirmek ve günümüzde yaşanan dışa açılan Türkiye, ikinci Cumhuriyet, Kürt sorunu gibi tartışmalara bağlamak istiyorum.
Yazının temel aktörünü, aydınlar oluşturuyor. Bu bir seçim değil, anti-emperyalist ya da devrimci demokrat bir halk mücadelesinin bu ülkede yaşanmamış olmasının sonucu. Ele almaya çalışacağım diğer bir temel konu ise günümüzdeki arayışların yeniden şekillenen dünyada yer arayan Türkiye ve “ulusal kimlik” sorunu. Bu yazı dizisinin ilkinde geliştirilen çerçeveden devam edeceğim.
OSMANLI’DAN T.C.’YE DEVLETİ KURTARMA ARAYIŞLARI
Osmanlı aydını devleti kurtarmayla programlanmış bir aydın çizgisindedir. Arayışları ise eleme yöntemiyle yapılıyor. İmparatorluk döneminin tıkanmasıyla, eldekileri kurtarma ve Müslim ve gayri-müslim ayrımı yapmayan kapsayıcı bir Osmanlılık ideolojisine sarılmıyor. Özellikle Balkanlar’da birbiri ardına yaşanan milliyetçi kopuşların yarattığı şok ve psikolojik tahribat müslümanlık temasına yönlendiriyor. Bunun tıkanması, o güne kadar varolmayan Türklüğün keşfine yol açıyor. Özellikle Ekim Devrimi’yle birlikte pan-türkizmin de nesnelliği ortadan kalkıyor. Derken, elde kalanların hepsinin Türk olduğuna (Kürtler dahil) kanaat getiriliyor ve Cumhuriyet aydını Ertuğrul Öz-kök’ün her nasılsa Çiller’e yepyeni bir millet kavramı buluşu olarak ithaf ettiği bu çizgiye geliyor 1 .
Aslında, bu eleme yöntemi Türkiye solunun da tarz olarak benimsediği bir hattır. Türkiye’nin yarı-feodal olmasının teorik olarak değil, “kör gözüm” yöntemiyle bitmesi gibi.
İmparatorluk döneminin ve bu döneme uygun düşen Osmanlılık kavramının tükenmesi ve yeni arayışların başlaması 1900’lerden önce başlıyor. Osmanlılık, ya da bir imparatorluk içinde (farklı dinsel cemaatler anlamında kullanılan) çokmilletlilik Osmanlı’ya özgü değil. Aksine devrolunan sistem Doğu Roma ve Bizans’tır:
“Osmanlı takbikatında zımıni olarak adlandırılan bütün topluluklar dinsel farklılıklara binaen millet statüsü kazanırlardı. Bu sistem aynı zamanda Roma ya kadar uzanan Sasanilerin de uyguladığı bir yönetim geleneğinin devamıdır. 2
Zaten, Osmanlı Beyliği’nin Anadolu’daki diğer beylikler arasından sıyrılmasındaki etkenlerden biri Bizans ile olan iletişimdir. Anadolu’ya göre daha gelişkin bir yapıya sahip olan Bizans’a yüklenmek, Osmanlı Beyliği’nin daha fazla futuveye sahip olmasına yol açtı. İlk yazılı Kanunname, Bizans makamındandır. Bizans saray yönetmelikleri adına Kanunname denerek Osmanlı sarayında uygulanmaya başlanır. 3
Bu ilk dönemeçte göze çarpan iki temel özellik; Anadolu’da milliyetçiliğin oluşumunda tekrar tekrar karşımıza çıkıyor. Birincisi; daha gelişkin yapıları (Batıyı) devralma ve taklit etme alışkanlığı, diğeri; millet milliyetçilik gibi ideolojik şekillenmelerin dönemin siyasi tercih ve ihtiyaçların sonucunda toprağa enjekte edilmesi.
Bu miras, Anadolu toprağında anti-emperyalist halk hareketlerinin yeşermeyişinin de temelinde yatar. 1830’lardan başlayan, Osmanlı İmparatorluğu’nu kurtarma arayışlarında özne, halk değil devlet aydınıdır. Bu; aydın, devlet memuru, bürokrat olup olmamanın ötesinde devletin sahibi ve kollayıcısıdır.
Bir parantez açalım: Anti-emperyalist ve/veya milliyetçi hareketlenmeler dünyada iki temel biçimde gözlenebilir: İlki, klasik İngiliz ya da Fransız milliyetçiliğinin doğuşu gibi, ekonomik olarak biçimlenmeye başlayan sınırların tek bir siyasi örgütlenme çerçevesinde ortak bir pazar, dil ve denetim mekanizmasına girmesi ve bu devlet mekanizması çerçevesinde ulusal burjuvazinin, diğer ulusal burjuvazilere karşı rekabet edebileceği aygıtının oluşması sürecidir.
Diğeri ise, Latin Amerika ya da kısmen Balkan ülkelerinden örneklenebilecek bir sömürgeleşme tarihinin düşmanı net olarak “onlar yabancılar” olarak gösteren bir tarihin yaşanmasıyla oluşmuştur. Anadolu, ne ilkine ne de ikincisine sahne olabilmiştir.
Milliyetçilik; Osmanlılığın, ümmetin ve pan- türkizmin Osmanlı Aydınının elinden kaymasıyla siyasi olarak karar verilen bir ideolojidir ve Anadolu insanına ancak Cumhuriyetin kuruluşundan sonra, siyasi tercihin devlet aygıtını ele geçirmesiyle birlikte ve zor/onay çubuğunun zor ibresine büküldüğü bir süreçle benimsetilmiştir.
Bu tür bir tartışmada temel itiraz bir deyişle şöyle dillendiriliyor:
“Devlet, soyut bir kavram değildir. Tersine siyasal yönden toplum içindeki sınıflardan birinin örgütlenmiş gücüdür. Bu nedenle herhangi bir yerde devletin toplumsal sınıflardan önce varolduğu biçimindeki görüş mantıki bir olanaksızlıktır.” 4
Bu sorunun yanıtı, (her sorunu çözen sihirli değneğimizde!) eşitsiz gelişim ve dünya çapındaki sınıfsal konumlanış kavrayışından geçiyor. Cumhuriyet ideolog ve yöneticilerinin de devraldığı miras, dünya nesnelliğinin dayatmalarına karşı duyarlılıkları ve sınıfsal korkularının gelişkinliğidir. Ne gerekiyorsa yapılacaktır: “Sosyalizm gerekiyorsa onu da biz yaparız”, bu anlayıştır.
Türkiye burjuvazisi, ülkedeki çelişkilerin keskinliğinden dolayı siyasi anlamda gelişkin ve yaratıcı olmak zorunda kaldı. Bu keskinlik, özellikle Ekim Devrimi’nin hem zaman hem de mekan olarak burnunun dibinde yaşamak zorunluluğuyla birleşince karşımıza siyasal manevra ve tahakküm yeteneği son derece çaplı bir devlet yapısı ortaya çıkardı.
Parantezi kapatıp 1800’ler Osmanlısı’nda çıkışı arayan aydınların, çizgisi Cumhuriyet’e devrolacak milliyetçilik arayışlarına dönelim.
HÜRRİYET, UHHUVET, MÜSAVAT
İttihat ve Terakki Cemiyeti Selanik doğumludur. Bunun sebepleri Osmanlı polis ve iç casusluk örgütünün gücü dolayısıyla İstanbul’dan uzaklaşmaktaki selamet, yaşanan hızlı kapitalistleşme süreci, nüfus artışı, Batı devletlerinin çıkarlarını korumak konusunda bölgeyi kilit saymaları kapitalistleşmenin gerekleri doğrultusunda bölgede yaygınlaşan modern eğitim ve modernist düşünce, Balkanlardaki ulusal hareketler sayılabilir 5 . Osmanlı’nın ilk işçi hareketleri de Selanik ve Rumeli kökenlidir. Bu kozmopolitizm, Balkan komitacılığı, Avrupa ve 1789 esintileri Osmanlı aydınında bütünleşir 6 . İttihat Terakki Ccmiyeti’nin ilkeleri, 1789’un ilkeleridir: “Hürriyet Uhuvvet Musavat” 7 . 1908’de İkinci Meşrutiyet’in ilanı kutlamalarında İttihatçılar çalmakta olan orkestrayı susturarak “Maestro, çal Marseillaise’i” diyeceklerdi! 8
Modernleşme ihtiyacı, milliyetçilik, Batı’yı yakalama arayışları… Bunlar dönemin vatanseverliğinin ittihatçılar için döneme özgü çözümleridir. Burada önemli nokta, görünen taklitçiliğin kendi çerçeveleri içinde ittihatçılar için hem meşru hem de bir yanıyla özgün oluşudur. Burjuva demokratıdırlar, burjuvazinin en yoğun olduğu merkezde doğmuşlardır, Cumhuriyet’in kadrosu da bu kadrodur. Siyasal eylemcilikleriyle toprağın geriliğini ilerletmeyi düşlerler. Zor, meşru ve temel bir araçtır:
“İttihat ve Terakki ciddi bir kuruluştur halkının güce tapındığına inanıyor. Kendisini güçle donatarak halkı yanına çekmeyi ciddi bir politika olarak sürdürdü.” 9
Müslümanlığı yeniden yorumlarlar, “zenginliğin herkese açık olduğunu, servetin kaynağının tasarruf sonucu” doğduğunu ileri sürerler, örnek ayet ve hadisler “bulurlar”, müslüman girişimciyi yaratmaya girişirler 10 . Özellikle Anadolu’da bu toplumsal taban yaratılamadan 1. Dünya Savaşı ve işgaller patlak verir.
1. Dünya Savaşı öncesi kısaca ele alınan bu çerçevede konumuz açısından önemli olan, bir yanıyla işgale karşı direnecek “anti-emperyalist” ya da “milliyetçi” bir halk tabanının bulunmayışıdır, diğer bir yanıyla Anadolu toprağına “terakki” düşüncesinin hangi kanalla girdiğinin anlaşılmasıdır.
l.PAYLAŞIM SAVAŞI ve CUMHURİYET
Anadolu’daki mücadele esas olarak bir kadro hareketidir. Köylülük; geri, apolitik, asker düşmanı ve savaş yorgunudur. İtalyan işgal bölgelerinde esnaf hayatından memnundur. Asker kaçaklarının eşkıyalık yaptığı, Yunanlılar’ın tören ve bayraklarla karşılandığı, milliyetçiliğin esamesinin okunmadığı bir dönemdeyiz.
İşlerin renginin değişmesi, emperyalistlerin gayri-müslim eşrafı temel dayanak olarak kabul etmesiyle mümkün oluyor. Türk eşrafının yararsız ve yokolmaya mahkum bir kesim olarak görülmesi, eşraf arasında “anti-emperyalizm”in, daha doğrusu gayri-müslimlere karşı tepkinin doğmasına yol açıyor.
İttihat Terakki kadroları, asker kesim ve eşraf Anadolu hareketliliğinin temellerini oluşturuyor. 1906’da Anadolu’da yaşayan nüfusun yüzde 80’i müslüman iken, 1927’de oran yüzde 98’e çıkıyor ve gayrimüslimlerin mallarına ve işlerine müslüman eşraf el koyuyor 11 .
Cumhuriyetin kurulabilmesinde, bu cılız toplumsal taban kadar, dönemin emperyalizminin, özellikle İngiltere’nin Türkiye üzerine olan hesaplarının başka güçler tarafından işgal edilen bir Anadolu yerine, Türk Devleti’ni yeğler politikalar izlemesi de temel bir etken olarak karşımıza çıkıyor. O dönem İngiltere açısından temel belirleyenler saltanatın yıkılması ve bolşevizmin durdurulmasıdır.
Gerek Cumhuriyet’in gelişiminde ve hatta kurulabilmesinde, Türkiyeli burjuvazinin sınıf “içgüdülerinin” gelişkinliğinde kuzeyde yükselen orak-çekiçli kızıl bayrağın gölgesini görebiliyoruz. Bu gölge, yerleşme dönemindeki Türkiye burjuvazisinin gündemini, siyasetini belirlemiştir. Bu gölgenin Türkiye Cumhuriyeti devlet geleneğindeki izleri Sovyetler’in yıkılmasından sonra bile silinmemiştir12 . Cengiz Çandar, Demirel’in niye hala şu Ruslar’dan bu kadar korktuğunu yazıp duruyor.
Kurtuluş Savaşı boyunca komünist hareketin ciddi bir filizlenme göstermesi, Ekim Devrimi’yle birleştiğinde, Kemalist önderlik için esas tehlikenin hızla sezilmesine yol açacaktı. Yalnızca burjuvazinin soyutlama yeteneğinden bahsetmiyoruz, Kuva-yı Seyyare birlikleri arasında bir de bolşevik tabur bulunuyordu! Kemalist kadrolar, bu çekim merkezinin cazibesini ortadan kaldırmak için kendileri de gerektiği kadar “bolşevizm” taklidi yapıyorlardı. Aynı zamanda SSCB’nin varlığını bir koz olarak kullanma olanağı da böylelikle doğuyordu. ABD’nin 1922’de Ankara’ya gelen gayri resmi temsilcisi durumu şöyle özetleyecekti:
“Milliyetçi hükümetin en büyük destekçisi olması, Türklerin, Rusya’ya büyük bir güven ve sempati duydukları anlamına gelmemektedir. Tam tersine, Kemalistler Bolşevikleri her istediklerini almak için kullandıkları halde, Rus amaçlarından kuşku duymamaktadırlar. ” 13
Her sınıf kendi tarihini kendi yazar. Bu, hem tarihin öznesi olma bağlamında doğrudur, hem de tarih yorumunun kendisinin sınıfsal hesaplaşmanın bir alanı olması yüzünden. Emperyalist bir savaşın ortasında burjuva devletini oturtma kavgası dışında, hiçbir yanıyla anti-emperyalist olmamış olan Kemalizm’in başka yorumcuları da var:
“Devrimci milliyetçiliğin tarihi rolünü oynayabilmesi için, başka bir deyişle Mustafa Kemallerin par-layabilmesi için, Osmanlıyı kurtarma ve Turan programlarının birer birer iflas etmesi gerekiyordu. Böylece Türk milliyetçiliğinin kendisini esaretle tehdit eden Avrupa’ya karşı, hümanizmin eşlik ettiği tutarlı bir anti-emperyalizmle cevap verebilmesi Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna kalmıştı…
…Emperyalist Batıya düşman olan Kemalist milliyetçilik, ideolojik kaynağını devrimci Batıda (Fransız Büyük Devrimi) buluyordu. Böylece tutarsız ve körcesine bir yabancı düşmanlığı çizgisi değil; fakat tutarlı, ayakları yere basan, insanlık ideallerinden kopmayan evrensel temalarla birleşen bir devrimci milliyetçilik benimseniyordu.” 14
Mustafa Suphiler’i katleden, komünistleri zindanlara tıkan, emperyalist ülkelere karşı en büyük kozu Sovyet iktidarına karşı konumu olan Kemalist iktidarı hümanist ve tutarlı anti-emperyalist ilan eden Aydınlık geleneğinin bu tutarlı çizgisine geri döneceğiz.
1930’LAR:
BÜTÜN İŞÇİLERİN PARMAK İZLERİ
1930’lara gelindiğinde karşımıza çıkan devletçilik, hem bir kalkınma modeli olarak, hem de dünya bunalımının sermaye ve meta akışının kesilmesine yol açılmasıyla boy gösteriyor 15 . Bu dönemde emperyalist sistemle bütünleşmek için ciddi bir gayret sarfeden rejim, emperyalizmin bunalım yüzünden kendi derdine düşmesiyle mecburi bir yol olarak içe kapanmayı ve devletçiliği seçiyor.
1930’lardan itibaren, rejimin kurumsallaşmasına ve o zamana kadar ezemediği için tahammül ettiği bütün farklı oluşumlara yönelimini görüyoruz. Kürt ayaklanmalarının bastırılması, Batı’yla bütünleşmeyi engelleyecek her tür dinsel yönelimin ezilmesi rejimin doğal yönelimleriydi. Artık SSCB ile olan ilişkiler de tasfiye edilmeye başlandığından, komünist harekete karşı her tür yapay maske düşecekti:
“Türk milleti, kendisinin ve memleketinin yüksek menfaatleri aleyhine çalışmak isteyen müfsit, sefil, vatansız ve milliyetsiz sebükmağızların (hafif be-yinlilerin) heyezanlarındaki gizli ve kirli emelleri anlamayacak ve onlara müsamaha gösterecek bir heyet değildir. Bu memlekette Komünistler, yalnız bizim tevkif ve hapsettiklerimizden ibaret değildir. Bu işlerle bizzat yakından alâkadar olacağım.” 16
Nazım Hikmet, bu “hümanist ve tutarlı anti-emperyalist” rejimin mahkemelerinde yargılanırken cevabını “Ben komünistim bu muhakkaktır. Komünist şairim ve daha esaslı komünist olmaya çalışıyorum(…)Komünistlik bir tarz-ı telâkkidir, cürüm değildir” diyerek verecekti 17 .
Otuzlu yıllardan başlayarak Avrupa’da yükselen faşist hareketin ve faşist devlet modelinin Cumhuriyet üzerindeki etkilerini gözleyebiliyoruz. “Tek devlet, tek parti, tek şef anlayışının yanı sıra her işkolundaki işçileri tek bir örgütlenme içinde toplamaya çalışan korporatist model de uygulanmaya başlanmıştır. Bu örgütlere üye olmak zorunlu olduğu gibi, aidatlar zorla kesiliyor, işe girebilmek için üyelik zorunlu şart olarak aranıyordu 18 . Milliyetçilik, Türklük “şuuru”, Güneş-Dil Tezleri… Bunların hepsi cumhuriyet sonrası devlet eliyle bu dönemde ülkeye giydirilen elbiselerdir.
Her tür sınıfsal örgüt, yasaklanmak bir yana, Türkiye’de sınıfların varlığının iması bile yasaklanacaktı. 1932’de çıkan bir kararname ile bütün işçilerin parmak izlerinin alınması isteniyordu 19 .
Son örneğin, cumhuriyet rejiminin işçi sınıfı korkusunun anlaşılmasının güzel bir örneği olduğunu düşünüyorum. Bir yanıyla, her bir işçinin tehdit olduğunun farkındalar ve korkuyorlar. Diğer yandan bütün işçilerin sayısı, hepsinin parmak izlerinin alınması düşünülecek kadar az ve buna rağmen bu kadar korkuyorlar.
Türkiye Cumhuriyeti’nin “devrimci Atatürk” dönemine sahip çıkanlara, rejimin özünün bugün neyse, geçmişte de o olduğunu hatırlatmamız gerekiyor. Eğer o döneme sahip çıkmak istiyorlarsa, bugünü de sahiplenmeleri gerekir. TKP’nin 1932 tarihli bir bildirisi sanırım bugün aynen yayınlanabilir:
“Türkiye’nin bütün açlarına!
Yoldaşlar!
Kârını arttırmak, kasalarını daha fazla doldurmak için uğraşan patronlar ve bilumum zenginler daha az işçi kullanarak, on kişinin yaptığı işi beş kişiye yaptırarak, iş saatlerini uzatarak yüz binlerce ameleyi işten çıkarıyorlar, çoluk çocuğuyla açlık ve sefalete atıyorlar. Memleketi kasıp kavurmakla olan buhran neticesinde bu aç sefil işsizlerin adedi gittikçe artmaktadır. Patronlar, zenginler göbeklerini şişirir şampanya içer balolarda eğlenir ve otomobil sefası yaparken, siz bir parça ekmeğe muhtaç çoluk ve çocuğunuzla açsınız.” 20
Hâlâ…
II. PAYLAŞIM SAVAŞI: AİLE BOYU SATIŞ
Almanya ile yakınlaşma yalnızca faşizan çizgiye yönelmekle kalmıyordu. İsmet İnönü hükümeti savaştan önce de Almanya ile bağları güçlendirmişti. Savaş’ın başlarında, İnönü hükümeti Almanya’ya İngiltere ile bir anlaşma yapmasını, böylelikle Sovyetler ile tek cephede savaşma olanağının çıkacağını öğütlüyordu. Büyük bir öngörüyle, Almanya’nın Batı cephesinde bir uzlaşma barışı sağlamadan Sovyetler ile savaşırsa bu savaşın yıllarca sürebileceğini ve sonunda bolşevikleştirilmiş bir Avrupa oluşabileceği söyleniyordu. Hitler, İnönü’ye özel mektuplar yollarken, İnönü, Türkiye’ye geri dönen eski Alman büyükelçisine Türkiye’nin kalben Almanya’nın yanında olacağını söylüyordu. Büyükelçi Papen, “İnönü ile görüşmesinde şimdiye dek hiçbir zaman bu denli sıcak bir biçimde karşılanmamış olduğuna dikkat çekiyordu” 21 .
Bu dönem sonunda, Sovyet cephesinin savaştan muzaffer çıkması, ABD egemenliğindeki yeni dünya düzeni İnönü hükümetinin kişiliksizliğinin tamamen ortaya çıkmasına yol açacak, son dakikada Almanya ve Japonya’ya karşı savaş açılacaktı.
Türkiye, bu dönemde esas olarak ABD’nin rotasına girecek ve bundan sonra da bu rotadan çıkmayacaktır. Konumuz açısından, Türkiye’nin çok partili rejime geçmesinde, temel belirleyenlerden birinin “hür dünya” saflarında yer aramak olduğunu belirtelim. Türkiye devleti siyasi tercihlerini hayata geçirmeye çalışırken, teori ve rasyonalizasyonu sonradan yapmaktadır. Tarihin tasvirinde, sanki önce gerekçeler kurgulandı, sonra adımlar atıldı gibi gözükmekledir. Oysa, zorunlu adımlar atılmakta açıklamalar sonradan gelmektedir. Burjuvazi bunu anlayacak ve çok iyi uygulayacak kapasiteye sahiptir. Öte yandan, Aydınlık geleneğinin bu dönemi değerlendirmesine bakalım:
“Böylece [devrimci Cumhuriyetin yöneticileri] diğer milletleri insanlık camiasının eşit bir üyesi olarak kabul eden, yurtta barış dünyada barış parolasını yükselten bir çizgiye girilmişti. Ezilen dünya ile dayanışma, Sovyetler Birliği ve faşizme karşı olan Batı ülkeleriyle dostluk yanında, Sadabad ve Balkan Paktları ile bir barış ve güvenlik kuşağı yaratma politikaları, Kemalist iktidarın dostlar dünyasının ne kadar geniş olduğunu gösteriyor. Türkiye, İkinci Dünya Savaşı hengamesini esas olarak bu politikalarla karşılamış ve devletlerin birbirlerini boğazlayacak kadar düşmanca eylemlere giriştikleri bir dönemi, hem de çok kritik bir yerde savaş felaketine uğramadan geçmiştir. Ama genç Cumhuriyetin dış politika rayından henüz çıkmamış olan Ankara, böyle dargörüşlü milli hesaplara kapılmadı”22 .
Sovyetleri yoketmek için faşizme akıl veren rejimin barışseverliği gerçekten gözyaşartıcı! İkinci Paylaşım Savaşı sonrası, CHP hükümeti döneminde ABD ile ilk Askeri Yardım Antlaşması imzalanmıştır. Bu bağlamda, DP iktidarı ile bir süreklilik söz konusudur. CHP dönemi ile DP arasında kopuş arama çabaları nafiledir. DP iktidarı, ABD rotasını sağlamlaştırmış, özellikle Ortadoğu’da ABD’nin ileri karakolu olma rolüne ABD’yi ikna etmeye çalışmıştır. Hatta, işler o kadar ileri gitmiştir ki, bugün açıklanan gizli belgelerde, Suriye ile sınır çatışmaları çıkarması ABD tarafından istenen Menderes hükümetinin kendini kaptırıp Suriye’ye asker çıkarmaya yeltendiğini ve son anda engellendiğini öğreniyoruz 23 .
Savaş ve hemen sonrası dönem boyunca, Türkiye’de emperyalizmle bütünleşmeye karşı ideolojik hatta herhangi bir direnç gösteren tek kesimin komünistler olduğunu gözlemleyebiliyoruz. DP dönemi boyunca devam eden kişiliksizliğin, CHP’nin yaptığının yapılamaması yani aydın ve bürokrat çevrelerin rejimin aydını haline getirilememesiyle birleşmesi, bir sonraki dönemde ortaya çıkacak olan ulusal kimlik, ulusal kişilik temalarının da özellikle üniversite çevrelerinde, “aydın”larda benimsenmesinin tohumlarını atacaktı.
Ayrıca, özellikle DP döneminin başlarında yaşanan ekonomik genişlemenin gelir dağılımında ciddi bir bozulmayla birlikte gitmesi, “sosyal adalet” düşüncesinin de gündeme girmesini getirecekti.
ALTMIŞLI YILLAR: KALKINMA KİMLİK VE SOL
Anti-emperyalist hareketlilik dendiğinde bir kuşağın aklına denize dökülen 6. filo askerleri, Cola boykotları, kendi petrolümüzü kullanma kampanyaları geliyor.
27 Mayıs’ın aslında, başta ABD ve uluslararası finans kuruluşlarının Türkiye’yi zorlamaya çalıştıkları planlama modeline neredeyse “cuk” oturduğu gerek Gelenek’te, gerek başka toplumsal tarih çalışmalarında yeterince işlendi.
“1960 darbesini yapanlar ve onların aydınlar ve bürokrasi içindeki danışmanları pek de farkında olmadan toplumsal politikası, siyasi dengeleri ve idari mekanizmalarıyla birlikte yeni bir birikim modelinin temelini attılar. Sonraki yirmi yıl içinde bu birikim modeli köklü dönüşümler geçirmeden ve oldukça başarılı bir biçimde işledi. Sanayi burjuvazisinin kendi projesini başka toplumsal güçlerden muhalefet gelmeden veya onların desteğini almadan uyguladığını söylemiyoruz. Yeni ortaya çıkan toplumsal ve iktisadi düzenleme ağı ve genel politik yönelimi, tabii ki bir pazarlık sürecinin, özellikle dünya ekonomisindeki hakim güçlerle yapılan bir pazarlığın sonucuydu. Söz konusu birikim modeli, başlangıçta dünyadaki hegemonyacı güç (ve onun finansman kuruluşları) tarafından da savunulmuş ve aktif bir biçimde desteklenmişti.
Model, bir ölçüde aydınların özlemlerine ve daha da önemlisi işçi sınıfının henüz formüle edilmemiş taleplerine de uygundu. Bu kesişme, oldukça istikrarlı bir devlet biçiminin yerleşmesini, parlamenter rejimin devamını ve bunların sonucunda ekonominin düzenlenmesini mümkün kıldı.” 24
Konumuz açısından bizi daha çok ilgilendiren, özellikle YÖN çevresiyle başlayan gençlik hareketlerinde ete kemiğe bürünen şekillenmenin niteliği. Bu hareketliliğin özellikle 68 sonrası döneminde dünyada yaşanan sol dalganın etkisi de olduğu açık. Ancak, Türkiye’deki ilk hareketlenme, bu sol dalgadan önce başlıyor.
Altmış sonrası çıkış, Türkiye’de bir çıkış ne kadar kendiliğinden olabilirse, ancak o kadar kendiliğindendir. Temel soru aynıdır: “Bu ülke nasıl düzlüğe kavuşur”. Hareketin temel çekirdeği aydınlardır, üniversite öğrencileridir. İşçi hareketinin (15-16 Haziran öncesinden bahsediyoruz) önemini küçümsemiyorum. Ancak, işçi sınıfının bu döneme esas etkisi “geliyorum” diyen bir sınıf olmasındadır.
Altmış sonrası arayış, kendisine sol bir cevap buldu. Ancak, arayış, “ulusal kalkınma”, “ulusal bağımsızlık”, “ulusal kimlik” sorularının yanıtıydı. Bunun yanıtlarının devletçilik ve planlamada olması, sanayi ve ilerlemeciliğin temel temalar olması hiç de şaşırtıcı değildir. Aksine, burjuvazi ve emperyalizm için dönemin iktisadi gereksinimlerini dışlayan genelleşmiş bir hat yoktur. Yani, özellikle Yön’ün talepleri burjuvazinin veremeyeceği ya da egemenliğini sarsıcı nitelikte değildi.
İttihat Terakki, Kadroculuk ve Yön hareketi arasında böylesine bir süreklilik takip edilebilir. Aynı sürecin doğrudan uzantısı olmak anlamında değil, aynı arayışın döneme özgü yanıtı olmak itibariyle.
Peki bunun neresi sol? Sol; çünkü bir ülkede sol, her zaman ülkenin sorularına verilen yanıt olabilmekle yaygınlaşabilir. Ülkenin kimliğini, geleceğini temsil etme iddiasıyla bunun meşruluğuyla adım atabilir. Sosyalist ideoloji ülke toprağında varolan motiflerin içinde yer alır. Bu ülkede, konumuz özelinde, varolan ise bu “ulusal kalkınma” ve “ulusal kimlik” arayışlarıdır.
Altmışlı yıllardaki çıkışın ayırdedici bir özelliği yarattığı çekim merkezidir. Bu, hareketin gelişkinliğine yol açmıştır. Kendisine insanları, toplumsal yetenekleri çekebilmiştir. Bu gelişkinlik dönemin tiyatro afişlerinin estetiğinde, Ant’ın kapaklarının cazibesinde, sol yazının renkliliğinde, sloganların yaratıcılığında karşımıza çıkar. Sol, yaygındır, yaygın olduğu için de bulaşıktır.
Bu yıllardaki çağrı, “2. Kurtuluş Savaşı’dır”. Kemalizmin, günümüzden örneklemek gerekirse “İlhan Selçuk” versiyonu diyebileceğimiz bir biçimi ayıklanır, bazı parçalar seçilir ve bayrak yapılır.
“1961’de kurulan TİP binalarını süsleyen M. Kemal Atatürk’ün kalpaklı posterlerinde onun şu sözleri yeralıyordu: ‘Milletçe bizi mahvetmek isteyen emperyalizme ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı milletçe savaşmayı uygun gören bir doktrini izleyen insanlarız.’” 25
Yön bildirgesinden bir kaç maddeyi aktarmak da yararlı olabilir:
“1. Atatürk devrimleriyle amaç edinilen çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmanın, eğitim davasını sonuçlandırmanın, Türk demokrasisini yaşatmanın, sosyal adaleti gerçekleştirmenin ve demokrasi rejimini sağlam temeller üzerinde oturtmanın ancak iktisadi alanda hızla kalkınmakta, yani milli istihsal seviyesini hızla yükseltmekte göstereceğimiz başarıya bağlı olduğuna inanıyoruz.
2. Özel teşebbüs kâra dayanır. İktisadi sistemin itici kuvveti kârdan ibaretse, kalkınmanın çok yavaş bir tempo ile gerçekleşmesine, gelir dağılışındaki adaletsizliklerin artmasına “her mahallede bir milyoner” felsefesinin yerleşmesine, milli servetin en faydalı işlere değil, en kârlı işlere akarak israf edilmesine durgunluğun ve işsizliğin sık sık başgöstermesine katlanmak gerekir. Günümüzde, hiçbir azgelişmiş memleket bunları göze alamaz”.26
Altmış sonrası sol hareketi “sol”a yönlendiren ve bu anlamda kemalizmden ayıran motiflerden biri ise güçlü sosyal adalet vurgusudur.
Yön çizgisinin sığlığı ise sosyalist ideolojinin, kapitalist bir devlet için kalkınma teorisi olmamasından aynı zamanda kapitalist devleti yıkmayı, asli ögelerinden biri olarak bulundurması gerekmesinden kaynaklanıyor. Dönemin hareketlenmelerine rengini veren temaların bir kısmı, (ülkeye kimlik sunma, ulusal bağımsızlık, kamucu-devletçi anlayış etrafında ülke kaynaklarının verimli kullanımının planlanması, sosyal adalet bölgeler arası farklılıkların devlet müdahalesiyle kapatılması, akılcı düşünce, örgütlü toplum) sosyalist ideolojinin ögeleri arasındadır. Ancak bu ögeleri etkileyen, düzenleyen ve elbette etkilenen kapitalizmi tasfiye etmeyi gözüne dikmiş öncü sol hareketlenme etrafındaki gelişkinliği sonuca götürecektir. Burada, Gelenek’te yapılan ideoloji tartışmalarına bir gönderme yaptığım açık olmalı. Bu temaların bir nesnelliği vardır, bizim işimiz olmayan temaları “yaratıp” allayıp pullamak değil, (elbette dönüştürücüsü de olduğumuz) nesnelliğin olanaklarını kanalize etmek, örgütlemektir.
“Siyaset, eğer bir öznenin iradi kararları doğrultusunda yer alıyorsa, teori modundan ideolojiye geçişte de iradi bir yan vardır ve ideolojimiz, teorimizin siyasal bir uzantısı olarak ortaya çıkar!
Hiçbir biçimde çıkmaz. Sosyalist ideolojinin sosyalist örgütlülükle elbette bir ilişkisi var. Bu ilişki, sosyalist ideolojinin iç yapısında öznenin kendisi için en uygun hiyerarşiyi tesis etmesi yolundaki çabayla ilişkilidir.” 27
Günümüzün sorunlarına adım atmadan önce, belirli bir sorun doğrultusunda bir kesit sunmaya çalıştığım tarihten çıkarılan sonuçları sıralarsak:
-Türkiye tarihinde, dışarıya karşı bağlanma ve/veya tepkisellik, her zaman egemen sınıfın kontrol ve istekleri doğrultusunda yönlenmiştir. Uluslaşma sürecinin bir imparatorluktan çıkışla birlikte yaşanmasının bunda etkisi vardır.
– Bu anlamda, bazı Latin Amerika ülkelerinde, bazı Güney Avrupa ülkelerinde görülen sömürgeciliğe karşı savaşım sürecinde de şekillenen anti-emperyalizm bir motif olarak Türkiye toprağın da fazla yoktur.
– Yukarıdaki saptamayla birlikte, sol söylem, ulusal kalkınma ve ulusal kimlik gibi hatları sahiplenmiş, kapsamış ve özellikle 60 sonrası dönemde taşıyıcısı olmuştur.
-Kapitalist sistemin dünya çapında yaygınlaşmasından sonra, ulus-devlet; dil, ortak yaşam-iktisat alanı, ortak tarih gibi etkenlerin çizdiği sınırların devletle politik kimliğini kazandığı Avrupa çizgisi dışında dil ortak ekonomik yaşam gibi etkenlerin politik kimliğin kazanılmasından sonra da oluşturulduğu diyalektik bir varlık kazanmıştır. Bu anlamda, ulus, politik bir oluşumdur. Politik ifadesini bulamayan-yaratamayan azınlıklar, ulus olma özelliğini kazanamadan asimile olmaktadır.
Yukarıda geliştirilen yaklaşımların günümüz için ne anlama gelebileceğini açabilmek için bugünkü uluslararası yapılanmalar, ve 30 ve 60 dönemeçlerine benzer bir arayışın Türkiye’de hangi nesnellikte yaşandığına değinmek gerekiyor.
Sosyalist ülkelerin birbiri ardına belirsiz ve karanlık bir sürece girmeleri, dünyada ve Türkiye’de yeniden aranış ve yeni ideolojik şekillenişlerin, yeni siyasi tercihler doğrultusunda yapılandırılması çabasını gündeme getirdi.
Bu yazı dizisinin devamında, bu yeni arayışların ve dünyanın yeniden şekillenmesine iktisadi cepheden de yaklaşmaya çalışacağım. Bu yazıdaysa, yaşanan sürecin daha çok siyasi ve ideolojik boyutlarını ele almayı deneyeceğim.
TEKRAR DEVLET ÜZERİNE
Öncelikle, geçen yazıda devletin rolünün azalmadığını, aksine ekonomik yayılmacılık ve ulusal sınırların ötesinde sermaye ve meta akışının daha güçlü bir devleti gerektirdiğini savunmuştum. Bu tartışmaya dönmek istiyorum.
Geçen yazıda savunduğum argümanın şu anda bizi ilgilendiren kısmı kısaca şöyle; devlet, ekonomik sınırların genişlemesiyle silinmiyor, aksine, sınır ötesi faaliyetlerin koruyucusu ve kollayıcısı bir misyonla birlikte daha da güçleniyor. Sermayenin ulusu olmadığı doğrusu, tekellerin her ne kadar uluslararası faaliyet gösterseler bile, kendi devletlerinden bağımsızlığı anlamına gelmemektedir. Uluslararası sermaye gruplarının örneğin tam anlamıyla bir AT tekeli haline gelmeleri, ancak, AT’nin varolan durumunun çok ötesinde, bir AT devleti olarak devletin bütün işlevlerini kendi üzerinde topladığı (polisiyle, zor aygıtıyla, yasama kurumlarıyla vs) durumda mümkündür. Bugünkü koşullarda, hem varolan devletlerin işlevsizleşmesinden hem de bu tür bir AT devletinden çok uzağız. Ayrıca gelişmeler hiç de yaklaşmadığımızı, aksine gidişatın tersi bir istikamette olduğunu göstermektedir.
Tekellerin devletlerinden bahsettiğimin farkındayım ve bunun sermayenin uluslararasılaşması ve entegrasyonuyla bir çelişki oluşturmadığını düşünüyorum. Mutlaka, yüzyılın başına göre daha içice geçmiş kader ortaklığının daha belirgin olduğu bir süreç yaşanıyor. Ancak, Koç’un ya da GM’nin ya da Sony’nin başka ülkelerdeki yatırımları ne olursa olsun, hangi devletin tekeli olduğu konusunda tereddüt olmadığını düşünüyorum 28 .
Devletin işlevleri açısından Haluk Gerger’in sözleriyle alırsak:
“Doğası gereği zor’a dayanan beynelmilel sermayenin genişleme ve tahakküm güdüsü ve onun sonucu olan emperyalizm, henüz devlet dışında bir zor aygıtı keşfetmiş değildir. Bu, sermayenin iç örgütlenmesi ve ilişkileri açısından da böyledir.” 29
Ya da benzer bir yaklaşımı Haluk Yurtsever’de buluyoruz. Başka argümanların yanısıra Yurtsever, “…çok uluslu sermayenin uluslararası istikrar ve güvenliğe gereksinimi sürmekte, ülke sınırları içinde polis gücü, dışarıda silahlı kuvvetler, dolayısıyla ulusal devlet önemini korumakta hatta askeri gücün artan siyasal ağırlığı nedeniyle önemini artırmaktadır” diyor 30 .
Devletin tekellerle ilişkisinin ideolojik boyutu çok önemlidir. Devlet, bir deyişle “tekellerin halkla ilişkiler bölümü” işlevini yerine getirmeye çalışıyor. Bu, yalnızca dış yatırımların kollanması bağlamında değil, ülke içinde sistemin yeniden üretimi için gereken ideolojik yapılanmaların da korunması anlamına geliyor.
Bu ideolojik yapılanma devletin resmi kurumlarının dışında olmakla birlikte, (artı bunun avantajıyla) medya tarafından da süreklileştiriliyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin, her tür kendi içine kapalı ekonomik modeli terkettiği gözönüne alınırsa içinde yaşadığımız dönemde, dünyayla bütünleşme ve emperyalizmle uyum sağlama medyanın temel görevini oluşturuyor. Ortaya yeni bir ideoloji türü tanımı atmak istemiyorum; ama bir “yaşam biçimi olarak” emperyalist ideolojiden bahsedebiliriz. Bunun ögeleri arasında şovenizm, gerçekçilik, (örneğin gerçekçi dış politika adına yaşanan kişiliksizlikler) birey ve çıkarcılık bireysel özgürlük-düzen dışına çıkan her tür akıma marjinalleştirme ve ezme politikaları, tüketimcilik, her tür özgünlüğün kişiselleşmesi, aynı zamanda kapitalist-emperyalist çerçevede toplumsal uyum, bireysel iddialılık (sınıf atlama hayalleri) ve yeri geldiğinde emperyalist hiyerarşide yer ve pay kapma adına “milli misyonerlik”, gemisini kurtaran kaptanların altta kalanları ezmesinin meşruluğu sayılabilir.
Sanırım 2. Cumhuriyet tartışmalarında kullanılan temaların sayıldığı görülebilir. Ancak, sorun, bu tür temaların bu topluma henüz bol gelmesinde yatıyor. Bu anlamda, 2. Cumhuriyetçiler Türkiye’nin emperyalist sistem içinde yaşayabilmesi için gereken yönü göstermekle birlikte, ülke toprağı bunu kaldıracak genişlikte olmadığı için erken ve marjinal kaldılar. Çizdikleri çerçeve, mutlaka sınıfa sunulabilecek sus paylarının varlığını zorunlu kılıyor. Bunu yaralamadan bu adımları atmak zorunda kalmaları nesnel bir çıkışsızlıktır. Bu adımları atamamaları ise, “onay”ın zayıfladığı her dönemeçte yapılmaya çalışılanı tekrar gündeme getirmekte, baskı ve zorun artması anlamına gelmektedir.
Devletin rolü etrafında dönen bu tartışmayı önemsiyorum; çünkü, bugünkü dünyayı betimlerken temel halkayı, devleti gözden kaçırdığımız anda çözümleme olanağımız kalkıyor.
TAŞERONLUK ROLÜ
Öncelikle, bir geçiş döneminde yaşadığımız saptamasını akıllarda tutmak gerekiyor. Şu anda dünyanın gündemini oluşturan etnik kimlik depresyonlarının önümüzdeki dönemin de temel belirleyeni olacağını düşünmüyorum. Bu dönemi soyutlamak doğru değildir. 1989-1991 dönemi dünyanın sarkacının en sağ noktasını oluşturuyordu 31 . Bu dönemi soyutlamak ve buna göre konumlanışlar aramak, solun tasfiyesinde önemli bir basamak olmuştur.
Dünyada bölgesel güç odakları netleşiyor. Aynı derecede net olan ABD’nin hiyerarşideki belirleyiciliğini koruduğu. AT, kendi başına bir odak değil, bir bölge. Bir güç olmanın politik, askeri misyonlarına ve kalıbına sahip değil. Örneğin, dünya çapındaki misyonlar adında ABD-İngiltere çizgisinde Anglo-Sakson bir hattan bahsedilebilir. Almanya, (Eski Doğu Avrupa’ya uzanmaya çalışan bir hinterlandla birlikte) başka bir odaktır. Japonya ise kendi doğal hinterlandı olan Uzak Doğu Asya ile birlikte üçgenin diğer ayağını oluşturmaya giderek daha fazla yakınlaşıyor.
Bu odakların etrafında ise nüfuz alanları diyebileceğimiz, hinterlandlar oluşuyor. (Elbette kesinlikle net sınırlar koymuyorum). Bu nüfuz alanlarına doğrudan müdahalelerin sınırları olduğu ve “taşeron ülkelere” olan ihtiyaç STP MYK raporunda betimlendi. Türkiye’nin bu taşeron ülkelerden biri olmaya hevesli olduğu ve bunun sebepleri de, bunun önündeki engeller de MYK Türkiye ve Dünya Değerlendirmesi’nde gösterildi. Bunları tekrarlamak gerekmiyor 32 .
Arayış burada başlıyor; Türkiye kime angaje olacaktır? Türkiye politik hat anlamında Sam Amca’dan uzaklaşmaya niyetli olmadığı gibi bu konuda yanlış angajmanlara gidecek kadar toy bir devlet de değil. Daha çok ABD’nin taşeronluğunu haketmesiyle birlikte, bunu arkasına alarak AT’ye yüklenmeye çalışması söz konusu. Türkiye burjuvazisinden çıkan bütün çelişkili seslerin bileşkesi bu doğrultuda.
Buradan tekrar “ulusal kimlik” konusuna, böyle bir konumun gerekleri ve Türkiye’de yaratılmaya çalışılan kimlik tartışmasıyla dönmek istiyorum.
Öncelikle, taşeronluk rolü, kimliksizlik ve kişiliksizlik sürecinin varabileceği en son noktayı içerir. Türkiye tarihinde, hiçbir dönemin işçi sınıfının ve öncüsünün tehdit olmaya bu kadar aday olabildiği ve burjuva siyasetinin bu kadar bayağılaştığı bir dönemin yaşandığını düşünmüyorum. Sınıflar ve siyasetçiler arasındaki açı, ülkenin üstyapısal kurumlarının gelişkinliğini ve sübaplarını gösterir. Tansu Çiller kadar bu açının daraldığı bir Başbakan, sınıfın eylemliliğinin arttığı ve hiç de düzenin misyonlarına sığmadığı bir dönemde siyaset arenasında ciddi bir gediğe işaret ediyor. Bu zat, taşeron adayı bir ülkenin kendisi taşeron bir başbakanı! Bu süreci sadece Tansu Çiller’le sınırlandırmamak gerekiyor. Mesut Yılmaz, Deniz Baykal, İnönü’nün muhtemel halefleri söylenmesi gerekenleri söyleyen boş kutu olmaktan ve kişiliksizlikten kurtulamıyorlar. Üstelik Amerika’da tutabilen bu içi boş medyatik lider, bu ülkede tutamaz. Mümkün değil. “Kişilikli” “bağımsız” Türkiye düzen içi hiçbir söylemle doldurulamıyor.
Elbette, bu yeni siyasetçi kuşağının temsil ettiği değerlerin alıcısı özellikle “genç” bir kuşak 12 Eylül’den sonra yetiştirildi. Ancak, bu genç kuşağın varolan “yeni değerler” söyleminde tutulması, ülkenin bu gençliğe vaadedebileceği ekonomik-sosyal olanaklardan bağımsız değildir. Bir kısım gencimiz Koç University’de yetiştirilebilir; ama bunun yaygın bir kesim olması mümkün değil.
İşçi sınıfının ve memur-emekçilerin ise bu “yeni dünya düzeni” söyleminin tamamen menzili dışında oldukları ve giderek hareketlendikleri ise açık.
Devlet, kendi çizdiği çerçevedeki misyonlara sığabilecek her tür kitlesel hareketlenmeyi sonuna kadar körüklüyor. Her ölene devlet töreni oyunu Uğur Mumcu cinayetiyle ilk kez denendi. Hatta, Özal’ın cenazesindeki kalabalık için Demirel’in televizyondan “halkımızın Cumhurbaşkanı’nın cenazesinin arkasından yürümesi Türkiye’nin dış itibarını fevkalade arttırır” demesi durumun acıklılığını gösteriyor. Oyun, Sivas katliamından sonra “katil devlet” diye yürüyen kitlelerle bozuldu. Kamu işçi ve memur emekçilerinin eylemleri ise işin tuzu biberi oldu. Devlet, kendi çizdiği misyonlar çerçevesindeki elbiseyi Türkiye emekçilerine giydiremiyor.
KÜRTLER VE REJİM
Taşeronluk rolünün temel taşlarından biri; Türkiye burjuvazisinin kendi içindeki Kürt halkını bir sorun olmaktan çıkarıp ehlileştirip Ortadoğu’ya uzanabilmenin bir piyonu olarak kullanabilmesinden geçiyor. ABD’nin Kürt halkına biçtiği misyonun, İsrail benzeri bir ileri karakola kadar uzanan, en azından Ortadoğu’ya doğrudan müdahalenin bir bahanesi olabilecek bir durumda tutmak olduğu çeşitli yayın organlarında yazıldı. Almanya’nın da Kürtler üzerinden Ortadoğu’ya uzanmak gibi hevesleri olduğu da gözlenebiliyor. Ancak, bu ülkelerin Kürtlere yönelik politikaları fırıldak gibi değişebiliyor.
Ne var ki, Kuzey Kürdistan’daki Kürt hareketliliği istenilen role soyunmuyor. Bu, hareketliliğin hep böyle yarı-denge konumda kalacağı anlamına gelmediği de çok açık, mutlaka bıçak bir yanı kesecek. Devlet erkanının son Kürdistan “seyahati” de, Çiller’in komik durumunu çok güzel sergiledi. Öncelikle, “Kürtçe TV, eğitim” türü mutlaka ABD tarafından doğrudan Çiller’e bildirilmiş öneriler ortaya atıldı. Bu önerilerin İngilizcesi kulağa hoş gelebilir ama Türkçe söylendiğinde, devlet içinde yarattığı tepki bu sefer “Kürt sorunu yoktur” açıklamalarına dönüştü. Kürdistan her gün daha fazla kanla boyanırken devlet ve memuru medya büyük bir çabayla emperyalist patronlara ve Türkiye’nin batısına “sorun yok, hallediliyor, neredeyse hallettik” mesajına inandırmaya çalışıyor. Hani, kadının çocuğu ölmüş, akşam kocama ne diyeceğim diye ağlamış.
Düzenin “sorunu” çözme yönteminin, ehlileşti-remezsek ezeriz yönünde olacağı açık. Bu tür tepkilerin, cumhuriyetin kuruluşundan beri bir sürekliliği olduğunu söylemek gerekiyor. 1937’de Ankara’da toplanan Umum Müfettişleri Konferansı raporunda “Cumhuriyet tarihi boyunca aydınlar arasında komünist eğilim ve faaliyetlere rastlanmakla birlikte, hareketin işçileri de kapsamaya başladığı koşullarda operasyonlara geçildiği, yüz işçiyi kontrol için bir polisin gerektiği belirtiliyor, polis kadrosunun yetersizliği karşısında da yeni fabrika açmama yolu öneriliyor, Kürt ayaklanmalarına çözüm olarak da Doğu illerine yol ve okul yapılmaması teklif ediliyordu” 33 . Günümüzdeyse, Olağanüstü Hal Bölge Valisi Ünal Erkan, bundan böyle yakılan okullar yerine yenilerinin yapılmaması talimatını verdi! 34
Kürt sorunu, “ulusal kimlik” arayışı tartışmalarında değinmeden geçemeyeceğimiz temel bir nokta. Öncelikle, enternasyonalist olamayan “vatansever” söylemin, burjuva milliyetçiliğinden yakasını sıyıramayacağı açık. Kürt hareketinin Türkiye sosyalist hareketiyle kader birliğine daha önce yeterince değinildi. Bu kader birliği, Türkiye Cumhuri-yeti’nin tümünde sosyalist hareketin yokluğunda Kürt halkı mücadelesiyle hiçbir şey elde edemez demek değil. Elbette, esas sorumluluk, Türkiye’de sosyalist hareketin, Kürt hareketinin de akabileceği sosyalist mücadele hattını oluşturabilmesinde yatıyor. Burjuvazinin oynamaya çalıştığı Kürt düşmanlığı kozunu, enternasyonalist bir anlayışla göğüslemek, emekçilere bu bilinci aşılamak, sosyalist hareketin önündeki temel görevlerden biri. Kürdistan’daki mücadeleye duyarsız ve umarsız bir işçi sınıfı sosyalist devrimin öznesi olamaz. Bu, sosyalist hareketin önünde duran çetrefil bir görevdir. Ancak, aynı şekilde, enternasyonalist ve komünist olduğumuz için şunu da belirtelim: Ulusallığa sıkışmış, Türkiye sosyalist hareketiyle aynı kanala akmayı başaramamış Kürt önderliği, Kürtçe televizyona, Kürtçe arabeske, Kürtçe yarışma programlarına ve ABD’nin piyonluğuna rıza gösterirse Kürdistan dağlarında ölen her militan için soracak bir hesabımız olacaktır.
Enternasyonalizm konusunu yalnızca Kürt sorunu bağlamında ele almamak gerektiğini düşünüyorum. Türkiye’nin önünde özellikle Balkanlar dahilinde öncü sosyalist enternasyonalist bir kimliğe sahip çıkmanın, böyle bir misyonun durduğunu düşünüyorum.
GELECEK : SAHİBİ BİZİZ
Devrimci kriz saptaması yapmıyoruz. Ama sol hareket için kritik ve olanaklarla dolu bir dönemeçten bahsedebiliyoruz. Konumuz özelinde, zaten işçi sınıfı nezdinde geliştirilen gerek sendikalar, gerek özelleştirme ve işsizlik konularındaki çalışmaları bir kenara bırakarak varolan durumun sosyalist harekette yaşanan kişiliksizliği kaldıramayan maddi sınıfsal konumu kadar, “aydın”, “düşünen” kimliğiyle bir parça deklase kesimlere de hitap etme şansını verdiğini düşünüyorum.
Özellikle sosyal-demokrasinin de muhalefette olmayışı (Baykal ve Ecevit’te SHP iktidarının yıpranmasından mutlak paylarını alıyorlar) süreci kar-maşıklaştırıyor. Önümüzdeki dönemde, rejimin mutlaka düzen-içi bir muhalefet odağı yaratmaya çalışacağını sanıyorum. Bunun nasıl ve kiminle sorusu çok belirgin olmamakla birlikte, elbette en kuvvetli aday sosyal demokrasinin tekrar “muha-lif”leşmesidir.
Sosyalist devrimler, kıraç topraklarda olmuyor. Aksine, ufukların genişlediği, daha gelişkin topraklarda yönetici sınıfın soluksuzlaşmasıyla ülkenin ihtiyacını, geleceğini temsil etme yetisine sahip sosyalist öncülerin bileşiminden doğuyor. Emperyalist dünyanın “taşeronu” olma rolünün seviyesizliği bunun karşısına sosyalist hareketin kendi kimliğiyle ciddi bir alternatif, başka bir misyonla çıkabilmesi olasılığını doğuruyor.
Başka bir misyondan bahsederken, bu “kimliğin” bence önemli bazı yönlerinden bahsetmek istiyorum. Ancak, akılda tutulması gereken, sosyalist ideolojinin toplumun her kesimine karşı aynı şeyleri söyleyerek ulaşacağı değil. Aksine, ayrı ayrı kesimler, ayrı bölgeler, bütünsel bir söylemin belirli kesitlerine bağlanabilir. Ben de değişik kesitlerin varlığının kabulüyle birlikte; “çağdaşlık”, “gelecek” ,”ilerleme” gibi şu anda iğdiş edilmiş kavramları geri almamız gerektiğini düşünüyorum. Türkiye ve dünya solunun bütününde garip bir “nostalji” yaşanıyor. Nostalji de ancak gerilik üretir. Sol, boşta kaldığını ve kendisine alan yaratacağını düşündüğü için, “ilerlemeyi” reddeden, “ilerledikçe” insanın, bireyin daha da içinin boşaltıldığını, çevrenin mahvolduğunu vb. savunan bir konuma savruluyor. Bu “önce insan”ı kapitalizmden dilenmenin anlamsızlığını elbette Gelenek okurları biliyor.
Burada ne anlatmaya çalıştığımı biraz açmaya çalışayım. Örneğin, Türkiye’de solun bir dönem burjuvaziyi ve kapitalizmi reddetme adına, köye ve onun “kirlenmemiş”liğine dönmeye çalışması buna bir örnektir. Başka bir örnek, tüketim ve teknoloji bağlamında verilebilir. Tüketim ideolojisi ve tüketimcilik, siyasi tercihlerimiz ve ideolojik netlik doğrultusunda elbette reddedilecektir. Ancak, başka bir yönden, “insanların iyi şeylere layık olduklarını” ve kapitalizmin bunu sağlamadığını aksine en gellediğini de aynı rahatlıkla savunabilmeliyiz. Burjuvazi ve üretici güçlerdeki ilerleme bağlantısında, ilerlemeyi yanımıza alıp burjuvaziyi redde-debilmeliyiz.
Aynı şekilde, burjuvazinin emperyalist çerçevedeki tercihleri doğrultusunda yaratmaya çalıştığı “büyük, iddialı, misyoner Türkiye” söyleminin karşısına “küçük, mütevazi, kendi kendine yeten Türkiye” söylemiyle çıkamayız. Aksine, bugünkü dünya konjonktüründe yaşanacak herhangi bir sosyalist çıkış, çok iddialı olmak durumundadır. Böylesi bir çıkışın yaşama şansı, iddialılığı ve prestijiyle birlikte bölgesel bir cazibe ve enternasyonalist hareketlenme merkezi olabilmesinden ve dünyanın önüne geçen bir misyonu üstlenmesinden geçmektedir. Burjuvazinin iddialılığını tahrip etmek, yıkmak zorundayız.
Siyasi “şov” ve kendimize güven, hem bir çekim merkezi olabilmenin, hem de düşmanı demo-ralize etmenin araçlarıdır.
Bu ülkenin sorunlarından çıkışı, vatanseverliği, kendi dolduracağımız misyonlarıyla çağdaşlığı kimseye bırakmamalıyız. Türkiye toprağı buna yanıt verecektir.
Dipnotlar ve Kaynak
- “Basbakan Tansu Çiller’in dün aksam yayınlanankonusmasında dikkati çeken çok önemli bazı ayrıntılarvar. Konusmada, Kürt kelimesi geçmiyor. PKK adı hiçtelaffuz edilmiyor. Sünni-Alevi kelimeleri de yeralmıyor.Ama Türk kelimesi de geçmiyor. Bunun yerine milletkavramı kullanılıyor. O da Türk milleti değil,”Milletimiz” ifadesiyle yer alıyor. Çiller, Amerikantoplumununkine benzer yeni bir millet kavramı ortayaatıyor. Bu yeni tanımın önümüzdeki günlerde çoktartısılacağını sanıyorum.”; Özkök, Ertuğrul; Hürriyet21.07.93
- Gibb ve Bowen; “Islamic Society and theWest”, Oxford Univ. Press, 1965; Aktaran: AydınSuavi; “Modernlesme ve Milliyetçilik”, s.78;Gündoğan Yayınları, Mayıs 1993; Ayrıca Keyder Çağlar,“’Türkiye’de Devlet ve Sınıflar”, s.14-16, ĐletisimYayınları, 1989
- Kıvılcımlı Hikmet; “Osmanlı Tarihinin Maddesi I”,s.37-44; Bibliotek Yayınları, 1989
- Yetkin Çetin; “Türk Halk Hareketleri veDevrimler”, cilt 1; s.19; May Yayınlar; 1974
- Aydın Suavi; a.g.e.; s.128-129
- Çavdar Tevfik, Đttihat ve Terakki, s.24-25; ĐletisimYayınları; 1991
- Aydın Suavi; a.g.e.; s.97
- Çavdar Tevfik, a.g.e.; s.36
- Küçük Yalçın; “Aydın Üzerine Tezler”,s.565-6; Tekin Yayınevi, 1985
- Toprak Zafer; ”Türkiye’de Milli Đktisat”, s.50-55;Yurt Yayınları;1982
- Keyder Çağlar; a.g.e.; s.67
- Çulhaoğlu Metin; “Leninizm Çağında SosyalizminMezarı”, Sosyalist Đktidar
- Duru Orhan; “Amerikan Gizli BelgeleriyleTürkiye’nin Kurtulus Yılları”, s. 181-2; Milliyet yayınları
- Perinçek Doğu; “Osmanlı’dan Bugüne Toplumve Devlet” s. 195196; Kaynak Yayınları, Kasım 1991
- Gülalp Haldun; “Gelisme Stratejileri ve GelismeĐdeolojileri”, s.70-73; Yurt Yayınları, Ankara1983
- Kemal Mustafa; Cumhuriyet 7 Ağustos1929
- Sosyalizm ve Toplumsal MücadelelerAnsiklopedisi, s. 1894; Đletisim Yayınları, 1988
- Sosyalizm ve Toplumsal MücadelelerAnsiklopedisi, s. 1935
- Keyder Çağlar; a.g.e.; s.87
- Sosyalizm ve Toplumsal MücadelelerAnsiklopedisi, s. 1892
- Koçak Cemil, “Türkiye’de Milli Sef Dönemi(1938-1945)”, s. 159; Yurt yayınları, Ankara 1986
- Perinçek Doğu; a.g.e.; s.198-199
- Little Douglas; “Cold War and Covert Action:The United States and Syria, 1945-1958”, MiddleEast Journal, Volume 44, No.1, Kıs 1990
- Keyder Çağlar; a.g.e.; s.119
- Kürkçü Ertuğrul; “Mustafa Kemal; Đmge veGerçek”, s. 1902; Sosyalizm ve Toplumsal MücadelelerAnsiklopedisi
- Yön Bildirisi; Sosyalizm ve ToplumsalMücadeleler Ansiklopedisi, cilt 6, ekler s.468
- Hekimoğlu Cemal; “Sosyalist ĐdeolojiyiAnlarken-ll, Đdeolojilesen Teori mi, Teori veĐdeoloji mi?” s. 39; Gelenek 36, Ekim-Kasım 1991
- Bu sadece bir tekelin kendi devletiyle iliskileri vekollanması bağlamında değil. Tekellerin birçoğu, Ar-Ge faaliyetlerini kendi ülkelerinde yürütüyor, kendi içpazarlarına yönelik satısa ağırlık veriyor. 1990yılında, en büyük 25 uluslararası sirketten, dahaglobal bir yapıya sahip olan petrol sirketleri dısında,yanlızca Nestle, Philips, ABB, Roche gibi Đsviçre veHollanda türünden küçük ülkelerin tekelleri pazaranlamında da mutlak anlamda dısa bağımlıydılar. “ASurvey of Multinationals”, The Economist, 27 Mart1993.
- Gerger Haluk; “Yeni Düzen, Egemenlik ve (32) “Türkiye ve Dünya Değerlendirmesi”; STPKapitalizm”, Aydınlık, 30 Temmuz 1993
- Yurtsever Haluk, “Türkiye’nin Dönemeci”, (33) Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiks.44-46; Etki yayınları, 1993
- Alp Cemil, “Sağ Zirvedeyken Dünyaya Bakıs” s.57; Gelenek 36, Ekim-Kasım 1991
- “Türkiye ve Dünya Değerlendirmesi”; STP
- Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, s. 1930
- Hürriyet, 7 Ağustos 1993