Ahmet Oktay’ı Milliyet gazetesindeki yazılarından tanıyanlar, onu genel olarak muhalif bir söyleme yatkın, moda söylemleri sorgulayıcı bir biçimde ele alan, marksizmle tanışıklığı olan ve kimi yönlerini önemseyen, yine genel olarak toplumsal ilerlemeden yana ve kapitalizmin son yıllarda sunduklarına eleştirel bir açıdan yaklaşabilen, toplumsal-kültürel ile siyasal süreçler arasındaki ilişkiler konusunda az çok sağlıklı kimi fikirlere sahip, de-politizasyon ile toplumsal çürüme arasındaki bağlantıyı görebilen, marksist olmasa da dürüst sayılabilecek bağımsız bir aydın olarak bilebilir. Son söylenen dışındakilerin belirli bir haklılık payının bulunduğu da inkar edilemez. Bir de, son tahlilde, aydın sayılabilecek başkalarıyla karşılaştırıldığında, Oktay’a ayrı bir yer biçmek son derece mümkün hale gelir.
Yukarıdaki gibi düşünenlere, yazarın Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkmış olan son kitabını öneririz1 .”Türkiye’de Popüler Kültür” adlı kitabı okuyanlar yalnızca son derece verimli bir konunun nasıl çarçur edildiğini değil, aynı zamanda Ahmet Oktay’ın aslında neyi temsil ettiğini de görme şansına kavuşacaktır.
Bu yazıda sözkonusu kitabı tüm boyutlarıyla tanıtmayacağım. Böylesi bir iş tümüyle anlamsız olduğundan değil; ama kitap dizimizde yer alabilecek konuların belirli sınırları vardır ve tek başına “kitap tanıtma” bu sınırların dışına çıkar. Yazımızda yer almasa da, Oktay’dan öğrenilebilecekler için de yapıtının okunması yoluna gidilebilir…
Kitabın adının işaret ettiği alan, gerçekten de, Türkiye’deki toplumsal-sınıfsal süreçler bağlamında özel bir önem taşıyor. Türkiye’de, devlet katındaki ideolojik tercih ve yönelimler kitle düzeyindeki beklenti ve taleplerin, belirli kesişmelerinin yaşandığı temel bir alan olarak “popüler kültür”, biz sosyalistler açısından da incelenmeye muhtaç. Sözkonusu alan, bir yandan burjuvazinin ideolojik düzeydeki manipülasyon çabaları, diğer yandan da, kitle dinamizminin kendini açığa vurma kanallarını içerdiği oranda sınıf mücadelelerinin belirli boyutlarına ışık tutmaktadır. Dolayısıyla, sözkonusu başlık bizim de dikkatimizi çekmek durumunda.
Yapıtın misafiri olarak ise, umduklarımız üzerine konuşma olanağını pek fazla bulamıyoruz; ancak bulduklarımız üzerine düşünme olanağına sahibiz…
Ahmet Oktay, “Magazinin Tarihi”ni ele alırken tarihsel bir bölümlemeye gitmiş. Kitabın en uzun bölümündeki bölümleme, diğer bölümlere de az çok yansımış. “Türkiye’de popüler kültür” alanı şu tarihsel dilimler içinde incelenmiş: 1923-50 -1950-70 – 1970-90.
Bu “özgün” dilimlemede ilk dikkati çeken, kitle hareketliliklerinin Türkiye’de en fazla öne çıktığı ve dolayısıyla “popüler kültür” alanına ilişkin bir çalışmada mutlaka ayrı bir yere sahip olması gereken 1960-90 kesitinin ikiye ayrılmış olması. Elbette bir nedeni olmalı!
Kitabın tümü okunduğunda bu neden de saptanabiliyor. Oktay, 1950-70 dönemini ele alırken 60’a kadar yaşananları, 1970-90 dönemini ele alırken de ’80 sonrasını inceliyor. Aradaki yirmi yıllık “ayrıntı” da bir çırpıda geçiştirilmiş oluyor. Böylece, sınıf ve kitle hareketlilikleri, anti-emperyalizm, kalkınmacılık, anti-faşizm, demokrasi mücadelesi vb., “konu-dışı” kalıyor.
Ahmet Oktay’ın özellikle “manipülasyon” boyutunu ele aldığı ve bu nedenle toplumsal süreçleri konu edinmediği düşünülebilir; ancak, bu durumda da, 70’li yıllarda ortaya çıkan arabesk ve yine “Popüler İlericilik” başlığına yer verilmesi ve bu konularda toplumsal ile bağlantıların öne çıkarılmasını açıklamak olanaksızlaşıyor.
Değişim/toplumsal çalkalanıra dönemlerinde açığa çıkan dinamiklerin kültürel düzeye ne şekilde yansıdığı sorunsalı ihmal edildiğinde, Oktay’ın sözde muhalif bir söylemle kullandığı “eşitlikçilik”, “özgürleşme” vb. ideallere aslında ulaşılamayacak olduğu sonucunu çıkarmaktan kolay bir şey olmuyor. Sonuçta, Ahmet Oktay’ın çalışması yaşananlardan hoşnutsuz, kimi süreçlerin “iç yüzünü” kavrayabilen, geleceğe dönük “herhangi” bir umuda sahip olmanın önemi vaazını veren, ama somut değişim süreçlerini de ele almaya değmez istisnalar olarak gören, bunları ancak “ana çizgi” üzerindeki dolaylı etkileri oranında önemseyen bir yaklaşım içeriyor.
Böylece, Oktay’ın hedef kitlesi de belirginleşiyor: burjuva kültürüne sahip olmakla birlikte, bu kültürün Türkiye toprağındaki somutlanış biçimlerini “beğenmeyen”, kendini “kaba” ve “sıradan” söylemlerin uzağında hisseden, Mc Carthy’ci anti-komünist sloganların “yetersiz” ve bu nedenle de “yanıltıcı” olduğunu “bilen”, Marx’tan “bile” bir şeylerin öğrenilebileceğinin hakkını veren, “ayrıksı”lığının kendisini bir ayrıcalık olarak yaşayan “elit” kesim… Nitekim, gerek kitabın Yapı Kredi Bankası’nın yayınları arasında yer alması, gerekse (en azından ilk aşamada) yalnızca 1000 adet basılması da bu konuda yeterli ipuçlarını sağlıyor.
Oktay, Marx’tan bolca alıntı yaparak, hem “okuyup yalamışlığı”nı, hem de marksime “eleştirel” bakma hakkına sahip olduğunu kör gözlere bile bastıra bastıra gösteriyor. Diğer yandan da, uzun uzadıya betimlenen burjuva ideolojik hegemonyanın toplumu tümüyle sarmalama etkinliği, ortaya, herhangi bir boşluk içermeyen postmodernizmin toplumsala biçtiği sonla çakışan bir tablo çıkarıyor. Marx’tan yapılan alıntılar da, temel olarak, bu tabloyu belirginleştirme işlevini taşıyor. Böylece, Oktay kapitalizmin olumsuz yoldan kendi alternatifine alan bırakmaması noktasından aklanışına hizmet ediyor. Evet, kapitalist toplum “düşünen” insanlara pek fazla haz vermemektedir; ancak, yerine konacak bir şeyin (en azından şimdilik) bulunmadığı da fazlasıyla nettir. Sözkonusu netliğin sağlanabilmesi için de, Türkiye’de burjuva ideolojisinin kitlesel dinamizmi bastırmakta yetersiz kaldığı, sınıfsal olanın dönüştürücü potansiyelini gösterdiği yirmi yıllık “ayrıntı”nın ihmal edilmesi gerekmiştir…
Ahmet Oktay, “Popüler İlericilik” başlığı altında üç romanı inceliyor. Başlık bu olunca, seçilen yazarların hangi ölçütlere karşılık geldiğini anlamak pek kolay değil: Suat Derviş Pınar Kür ve Mehmet Eroğlu. Ancak son iki yazarın solculuk ve solculara yönelik vulger eleştirelliklerinin eleştirisi bu bölümün en önemli temasını oluşturuyor. Bu eleştiri, hiç kuşku yok ki, sol mücadelenin ve bu mücadelenin insanlarının olumlanmasını ya da bir alternatifin tartışılmasını içermiyor. Oktay’ın tek yaptığı, sol kitleye yönelik de olsa, vulgerliğe prim vermediğini “göstermek”.
Sola dönük olarak yapılan “ciddi” bir eleştiri ise, kitabın sunuş bölümünde yer alıyor ve yazarın siyasete bakışını da yansıtıyor: “(…) solun tüm fraksiyonlarının en yaşamsal kuramsal alanları bile popülerleştirdiği, kitlenin güdülendirilmesi amacıyla saptırdığı, büyük sabır, deneyim ve yetenek isteyen siyasal mücadeleyi oyunlaştırdığı ve kitlelerin aydınlatılması bağlamında hiçbir ilerleme sağlayamadığı, tam tersine pasifleşmesine yol açtığı öne sürülebilir.”2
Oktay böylece, bir yandan, “büyük sabır, deneyim ve yetenek isteyen” siyasal mücadeleyi yüceltirken, onu aynı zamanda ancak profesyonel olarak yürütülebilecek, sıradan “fani”lerin ve bu arada pek muhtemel olarak, Ahmet Oktay okurlarının harcı olmayabilecek, kitlelerin ise ancak aydınlandıkları oranda aktif olarak içinde yer alabilecekleri bir süreç olarak tarif etmekte, depolitizasyon için tersinden bir dayanak sağlamaktadır. Siyaset elbette olumsuzlanamaz; bunu ciddi ciddi yürütenleri de takdirle karşılamak, gereken her tür “manevi” desteği sağlamak gerekir. Ama eğer hakkını verebileceğinizden emin değilseniz, uzaktan seyretmeyi tercih etmeniz çok daha hayırlı olur.
Bu arada, Oktay’ın kitabında ele almadığı bir tarih kesitinde, kitlelerin öncesine oranla ne şekilde “pasifleştiği” konusunu aydınlığa kavuşturmadığını da eklemek gerekiyor. Herhalde, ’60 öncesindeki kitlelerin, ’60 sonrasında sokakları aşındıran, eksik ve fazlalarıyla bir mücadele pratiği içinde bulunan kitlelerine oranla, “aslında” daha aktif olduğuna “inanmamız” gerekiyor…
Ancak, Ahmet Oktay “her şeye rağmen” bir umuda sahip olmanın gerekli olduğunu da savunuyor. Yanlış anlaşılmasın; Oktay’ın dile getirdiği belirli bir umudu yok; söylediği “herhangi” bir umuda sahip olmadan edilemeyeceği. Ama, en azından, muhalif yazarımızın bir “umutsuzluk” söylemi oluşturmamasını da bugünkü koşullar altında takdirle karşılamalıyız. Nitekim kitabın son cümlesini de Jean Rostand’dan aktarılan şu veciz ifade oluşturuyor:
“Yeryüzünden silinme umudu da içinde olmak üzere her umudu besleyebilir insanoğlu.”
Gelenek okurları, marksist olma iddiası taşımayan, kendisine çok özel misyonlar biçmeyen, devletle her zaman içli dışlı olmuş ve olduğundan farklı da görünmeye pek çalışmayan Ahmet Oktay’a ve altı üstü 1000 (kitaplardan birini biz aldığımıza göre en fazla 999) okuruyla olan ilişkisine ne diye karıştığımızı anlamakta güçlük çekmiş olabilir. Yazımızın başlığı, bir kitaptan yola çıkarak belirli bir aydın tipolojisini hedeflediğimize işaret etmekle birlikte, kitap seçiminin bir miktar keyfi olduğunu, biraz da Oktay’ın sözkonusu “olumlu” niteliklerinden kaynaklandığını söylemek gerekiyor. Açıkçası, aşağıda tarif edilecek olan tipolojinin asli temsilcilerinin “çalışma”ları üzerinde yoğunlaşmak, yalnızca ve yalnızca bunun için gerekli mide sağlamlığına ve çelik sinirlere sahip olmamamızdan dolayı tercih edilmedi.
Sözkonusu ve çoğu “marksist”liği de öyle kolay kolay bırakmayanlardan oluşan aydın 3 tipolojisi, özellikle son yıllarda sol hareketin beklenen atılımını bir türlü gerçekleştirememesinin ürünü olarak, “kurumsallaştı”. Yaptıkları ve giderek bir meslek belledikleri en önemli iş, “duyarlılık tacirliği” olarak tanımlanabilir.
Bunlar, pek çok çeşitteki duyarlılığı pazarlayarak “geçim”lerini de sağlamayı başarır. Tezgahlarındaki ilk mal “solculuk”tur. Bunlar da, Ahmet Oktay gibi, en kaba biçimlerde tu kaka edilen solculuk hakkındaki önyargı ve dışlamalara karşı kendi çaplarında “mücadele” verir. Varolan solcularla bu işin yürütülemeyeceği konusunda Ahmet Oktay’la fikir birlikleri bulunsa da, pazarlarını daha geniş tuttuğundan kimliklerinde başka pek çok şeyin yanısıra solculuğu da tutmaya özen gösterirler. Hatta, Türkiye’de sosyalizm mücadelesine ilişkin belli başlı kimi fikir ve değerlendirmeleri de vardır; zaman zaman çağrıldıkları toplantılarda açığa çıkan dağarcıkları, çoğunun kalkmaya pek fırsat bulamadığı içki sofralarının da bitmek tükenmek bilmeyen mezelerinden birini oluşturur.
Üstelik, bu aydınlar BTDK sürecine katılarak “politize” olmayı da başarmış, böylece “bu işlere de bulaşmış” olmanın onurunu da (bazıları açısından “bir kez daha” olmak üzere) yaşamıştır. BTDK sürecinde yaşadıkları somut bir değişimin sözünü etmeden geçmek ise, bu insanlara ciddi bir haksızlık olacaktır. Bir türlü kökü kurumayan “stalinist”ler, sonunda sürüp giden “tartışma”lardan bıkıp ayrıldıklarında duyarlılık tacirlerimizin bazıları, belki de yaşamlarında ilk kez “slogan atmayı” başarmış, böylece “mücadele etmenin” ve “kazanmanın” (!) coşkusunu da iliklerine kadar hissetmişlerdir. Ancak, ne yazık ki, başladığını sandıkları güzel günlerin sonu çabuk geldi ve “stalinist”lerin yükünden kurtulan süreç gözlerinin önünde uçup gitti. Herhalde, geçen dönem içinde slogan atmaya olan yabancılıkları da yeniden yerleşiklik kazanmıştır. Ama hiç belli olmaz bir gün yine gerekirse onu da yapabileceklerini biliyoruz…
Duyarlılık tacirlerimiz piyasaya çok çeşitli mal sunmanın önemini de bilir ve tek başına solculukla idare etmezler. Aslında “insan yaşamı”yla ilgili olan her şey, bunların da tezgahına çıkma olanağına sahiptir. Yalnız, hangi malın ne zaman satacağını iyi kestirmek gerekir. Sözgelimi porno dergilerini almayan (kuşkusuz bazıları da yalnızca açık açık almaya cesaret edemeyen) insanların, “estetize” edilmiş erotik/pornografik fotoğraflara ve bunların yanındaki gereken kısalık ve kolay okunurluktaki yazılara olan “ihtiyaç”larını gidermek (çoğu için yaratarak gidermek) için, “ansiklopedi” çıkarmak BTDK tartışmalarının sürdüğü dönemde bir miktar abes kaçardı. O dönemin tutacak ansiklopedisi belliydi ve kendileri çıkarmasa da katkıda bulunmayı ihmal etmediler…
Ağızlarına belki de hiç almayacakları sözler, “yapacak başka iş mi kalmadı” ya da “Türkiye’de daha önemli başka sorun mu yok” türünden “yasakçı”, “ertelemeci”, “kalıpçı” ifadelerdir. Duyarlılıklar alanına bakarken hiç bir zaman “indirgemecilik” batağına saplanmamışlar, diğer alanlarda olduğu gibi bu alanda da “hiyerarşi” düşmanlıklarını yeniden üretmeyi başarmışlar ve solcular başta olmak üzere toplumumuzun önemli bir kesiminin bu konudaki duyarsızlığını kırmak üzere, “kedi”ler için bir yayın çıkarmışlardır. Kedilere yükledikleri sermayenin kendisini ne kadar genişletebildiği konusunda ise yeterli bilgiye sahip değiliz. Ama piyasanın altın kuralı bellidir: Yeter ki satacak malın olsun…
Mevzuların derinliğinin kendinde değil, onların incelenme ve irdelenme biçiminde olduğu ilkesinden hareket eden bu insanlar, herkesin gündelik olarak yaşadığı ama dillendirmeye gerek bile duymadığı konuları “açığa çıkarmak”, bu konulan ciddi ciddi “toplantı” vesilesi kılmak türü işlerle de iştigal edebilmektedir.
Duyarlılık tacirlerimizin bir diğer özelliği ise, öyle sıradanlaşmış, avamlaşmış konulara eğilmekten pek fazla haz duymamalarıdır. Sözgelimi, nükleer santrallere karşı ciddi bir mücadele içine girmek, kaplumbağaları korumak, pet şişelere karşı çıkmak gibi işlerle elbette zorunda kalırlarsa ilgilenirler. Ama, bunların kendi yarattıkları piyasaya girmesi pek kolay değildir. Onlar, öyle ya da böyle değil, “özgün” duyarlılıklar pazarlamaktadır ve diğerlerine de alıcı bulmaları mümkün olsa bile, ortada bir fiyatlandırma sorunu bulunmaktadır.
Bir nokta açık olmalı. Bizim, çevre sorunlarıyla, kadın sorunuyla, hayvanları korumakla vb. içten bir şekilde uğraşan insanları, başarıya ulaşmalarının olanaklılığına ya da başarı olarak gördükleri şeylerin içeriğine ilişkin değerlendirmelerimiz ne olursa olsun, aşağılamamız sözkonusu olamaz. Dünya görüşümüz doğrultusunda, bu insanların toplumsal duyarlılıklarını dönüştürmeyi elbette hedefleriz; ama her şeye rağmen tercih etlikleri yolda yürümelerine dönük özel bir itirazımız olmaz. Ama yukarıda sözü edilen “aydın” tipolojisinin temsil ettiği şeylere de bir mide bulantısı duymadan bakamayız. Bunlar depolitizasyon sürecinde yaşanan çürüme ve yozlaşma eğilimlerinin, “entellektüel” düzeyde ulaştığı bir doruk noktasını temsil etmektedir. 4 Bu ülkede, sosyalist hareketin kaldırması gereken pislikler giderek birikiyor. Elimizi çabuk tutmamız gerekiyor.
Daha önce bir yoldaşımızın söylediklerini yeniden dillendirme ihtiyacım duyuyoruz. Tarih yapmaktan kaçınamayabileceğimiz bazı aşırılıklar için bizi şimdiden affetsin…
Dipnotlar ve Kaynak
- Oktay Ahmet; “Türkiye’de Popüler Kültür”; Yapı Kredi Yayınları; İstanbul Haziran 1993.
- a.g.y. s.12.
- Bu sözcüğü her seferinde tırnak içine almamamız bu yazıda bolca bulunan tırnak savurganlığından bir nebze olsun kaçınmak için…
- Bu noktada yazımızda bir çıkış noktası olarak aldığımız Ahmet Oktay’dan da özür dilememiz gerekiyor. Sözü edilen tipolojinin yanında Oktay gerçekten de amatör ve masum sayılabilecek bir insan. Hiç olmazsa Türkiye’deki sola açık insan kaynaklarının bir kısmını “piçleştirmek” gibi bir meslek edinmemiş durumda.