Türkiye ekonomisi, beklenmedik hiç bir boyutu bulunmayan krizine sonunda girdi. Şimdiden “yitirilmiş” olduğu kabul edilen 1994 yılında ekonomiyle ilgili tartışmalar yoğunluğunu kaçınılmaz olarak koruyacak.
Kriz tartışmalarının dikkat çeken bir yönünü neredeyse tümüyle finansal kesimdeki hareketler üzerinde durulması oluşturuyor. Artık konuyla uzaktan-yakından ilgili herkesin bildiği gibi, Hazine dış borçlanmaya ağırlık vererek içeriden borçlanmadı; piyasada TL fazlalığı oluşmaya başladı; Moody’s kredi notunu düşürdü; memurların maaşlarını alarak döviz büfelerine yüklenmesi ile Hazine’nin borç geri ödemesi yoluyla piyasaya sürdüğü paranın “serseri”leşmesi ve dövize yönelmesi sonucunda döviz krizi patlak verdi; bunun ardından pek doğal olarak faizler yükseltilmek zorunda kaldı; arada borsa endeksi paldır-küldür düştü; devalüasyon geldi ama yeterli olmadı vb…
Ocak ayının ortalarından bu yana Türkiye ekonomisine dönük tüm değerlendirmelerin finansal alandaki gündelik hareketler üzerinde yoğunlaşması aslında bir dereceye kadar doğal. Kriz, gerçekten de Türkiye’nin döviz açığından kaynaklandı ve öncelikle finans kesimini vurdu. Ancak, bunun ötesinde, Hazine’nin (ve Çiller’in) yanlış politikalarının temel bir neden olarak gösterilmesi, temel sorunun ekonomideki “denge”lerin gözetilme-mesinden kaynaklandığının iddia edilmesi vb., bir yandan ideolojik bir işlev taşırken, diğer yandan da bunların ardından gelen kısa vadeli “çözüm” önerilerinin belirli sermaye kesimleri açısından ifade ettiği krizden kazanma ya da en az zarar görme beklentilerini yansıtıyor.
Daha önce de belirtmiş bulunduğumuz gibi, krizin temelde yatan nedeni, Türkiye ekonomisinin yapısal bir dönüşümü gerçekleştirememiş olması ve giderek artan dış kaynak ihtiyacının muhtelif borçlanma biçimleriyle karşılanmasının sınırına gelinmesi. Bu sınıra gelme durumu, Türkiye’nin borçlanmaların faiz yükünü kaldıramayacak hale gelmesini, dolayısıyla da yabancı sermayenin Türkiye’ye girişinin rasyonalitesinin kalmaması bir yana, bugüne dek girmiş olanın da artık dönme vaktinin geldiğini anlatıyor. Şu anda yapılmakta olan ise, sözkonusu sermayenin çok kısa süreler için daha kalmaya ikna edilmesinin ötesine geçmiyor.
Yaşanan ekonomik krizin muhtelif boyutlarıyla açıklığa kavuşturulması, yalnızca “işin içyüzünü” daha fazla bilmenin entellektüel hazzından dolayı gerekmiyor. Türkiye burjuvazisinin sınıfa saldırısının ideolojik boyutu içinde ekonomik düzeyde yaşananlarla ilgili yanılsama üretme faaliyetinin de özel bir önemi bulunuyor. Bir yandan krizin nedenlerine ilişkin, diğer yandan da çözüm yollarına ilişkin yalanlar, sınıfın aklının karıştırılması işlevini de görüyor. Dolayısıyla, krizin bizzat kapitalizmin bir parçası olması gerçeğinin ortaya konması ve alman ve alınacak “önlem”lerin faturayı işçi sınıfı ve emekçi kesimlere yüklemenin araçlarından başka bir şey olmadığının netleştirilmesi, ideolojik savaşımın gerekleri arasında yer alıyor.
Bu alandaki ideolojik savaşımın iki boyutu bulunuyor. Birincisi, Türkiye sosyalistleri, ekonomi tartışmalarının “akademik” düzeyine daha sistemli bir tarzda müdahale etmelidir. Burjuva iktisadının ve düşüncesinin tükenmişliği, sosyalizm düşüncesinin entellektüel mücadele platformunda hak ettiği yeri sağlaması doğrultusunda kullanılmalıdır. İkinci olarak da, iktisadi.çözümleme, siyasetin diline de tercüme edilmeli ve sınıfsal mücadelelerin somut araçları arasına sokulmalıdır. Bugün, işçi sınıfının özelleştirmeye, işten atmalara, ücret düşürmelere vb. karşı savaşımının bizzat kapitalizmin yasallıklarına ve dolayısıyla kapitalizme karşı bir savaşımdan başka bir şey olmadığı çok daha belirgindir. Bu açıklığın en başta sınıfın öncü kesimleri düzeyinde bilinç düzeyine çıkarılması, mücadelenin gerçek hedeflere yönlendirilmesi açısından büyük önem taşımaktadır. İşçi sınıfının sınıfsal “bilgi”ye olan ihtiyacı, bugün her zamankinden daha fazladır. Burjuvazi sınıfa saldırırken son derece “bilinç”lidir. Bunun karşısına ideolojik donanımdan yoksun olarak çıkması, sınıfın yenilgisini daha başından kaçınılmazlaştıracaktır.
TÜSİAD ve TOBB gibi sermaye kuruluşlarının önerdikleri “paket”lerin önemli bileşenlerinden birini de, “kamu desteği”nin sağlanması oluşturuyor. IMF de, son yaptığı açıklamalarından birinde aynı noktaya parmak basıyor. Burjuvazi, siyasetçilerinden, işçi sınıfını krizin tüm faturasını yüklenmeye ikna etmesini istiyor. Bu da kuşkusuz son derece “nesnel” iktisadi açıklamalarla yapılacak. Burjuvazinin telaşı boşuna değil: Sınıfın bir kez daha cendereye sokulmasının siyasi-ideolojik dayanakları bu kez fazlasıyla zayıf ve bunları da yıkmak bizim işimiz…
KRİZ VE KAMU AÇIKLARI
Hükümetin gündelik ekonomi politikalarındaki yanlışlıkların krizin temel açıklaması olamayacağı, ekonomiden az buçuk anlayan herkes tarafından kabul ediliyor. Daha “yapısal” bir neden arayan burjuvazi ve iktisatçıları bunu son birkaç yıldır gündemde olan kamu açıklarına bağlamayı uygun buldu. Kamu açıklarını yaratan iki temel kalem olarak da “personel harcamaları”, yani kamu işçilerine ödenen ücretler ve faiz ödemeleri gösteriliyor.
Geçen sayıdaki yazımızda, Türkiye’de kamu harcamalarının hiç de iddia edildiği gibi aşırı olmadığını, tam tersine olsa olsa bir yetersizlikten söz edilebileceğini göstermiştik (“Türkiye Ekonomisi de Sosyalistleri Göreve Çağırıyor”, Gel.-44). Burjuvazinin suçun bir bölümünü kamu işçilerine verilen paraya yüklemesi, tümüyle, işçi ücretlerinin düşürülmesine gerekçe bulma niyetinden kaynaklanıyor. Nitekim, artık reel ücretlerin artırılması bir yana, sabit tutulması bile “popülist” politikalar arasında görülüyor. Hükümet de, memur hareketliliklerine karşı rüşvet olarak gündeme getirdiği “ek zam”mı yapmadı.
Kamu borçlanmalarının önemli bir sorun olduğu ise bir dereceye kadar kabul edilebilir. Ancak, kamu borçlanması, bir neden olmaktan çok sonuçtur. Vergi gelirlerini artırmaya cesaret edemeyen devletin açıklarını borçlanarak kapatmaktan başka bir yolu yok. Üstelik, devlet borçlanması, palazlandırılan finans sektörünün en temel dayanağı durumunda. Bugün, hazine bonoları ve devlet tahvilleri, başta finans sektörünün belkemiği bankalar olmak üzere mali kuruluşların en önemli yatırım aracı.
Aslında, burada dönen çarkı biraz daha yakından incelemenin yararı var. Devlet neden borçlanır sorusunun yanıtını biraz daha geniş bir şekilde vermek mümkün. Biraz sadeleştirmeyle, vergi gelirlerindeki artış hızının devlet harcamalarındaki artış hızından küçük olması durumunda, ki Türkiye koşullarında ele aldığımızda biraz daha farklı olarak vergi gelirlerindeki azalma hızının (GSMH içindeki oran itibarıyla, yani reel olarak) devlet harcamalarındaki azalmanın hızından daha büyük olduğundan da söz edilebilir, devletin bütçe açığı büyüyecek ve bu da kaçınılmaz olarak borçla kapatılacaktır. Devletin borçlanmasını belirli bir vadede kapatması ise, yine ancak vergi gelirlerinin, ama bu kez daha yüksek bir oranda artırılmasıyla mümkündür. Bu sonuncusu sözkonusu olmadığına göre, bu borçların faizlerinin de ancak borçlanarak ödenebileceği ve dolayısıyla borçlanmanın katlanarak artacağı açıktır.
Yalnız, Türkiye’de, bu süreç biraz daha karmaşıklaşıyor. Devlet, iç borç faizlerini, aynı zamanda, spekülatif yabancı sermayeyi çekmek için kullanıyor. Bunun için de, enflasyonun ve bu arada döviz kurlarının artış hızının oldukça üzerinde bir faiz veriyor. Böylece, devletin borçlanma yükü olması, gerekenden hızlı artıyor.
Bugün, mali piyasaların en temel aracı, hazine bonoları ve devlet tahvilleri. Bankalar, yurtdışından döviz borçlanarak ülkeye sokuyor, bunu TL’ye çeviriyor ve devletin kağıtlarına yatırarak aradaki farktan kazanıyor. Bu ne demektir? Devlet, doğrudan kendisi borçlanacağına, araya bir de bankaları koyarak bunların kar etmesini sağlıyor. Bu işlem, tümüyle ve açık olarak bir soygundur. Merkez Bankası’nın kriz döneminde 250 milyon dolarlık ucuz satış yaparak bazı bankaları zengin ettiği yolunda çıkarılan büyük gürültü, tam bir demagojidir. Bankalar 5 milyar doların üzerinde bir parayı yukarıda sözü edilen yolla ülke içine sokmuş ve devleti kılıfına uydurulmuş bir biçimde soymuştur.
“Kara çarşamba” olarak adlandırılan güne gelinmesinin arkasında Hazine’nin piyasadan borçlanmamasının gösterilmesi de belirli bir anlam taşıyor. Mevcut mali piyasalar, gerçekten de, devletin borçlanmaktan vazgeçmesi halinde ciddi bir krizin içine yuvarlanıyor. Bu krizin hafifletilmesi de, ancak devletin bu kez çok daha yüksek faizlerle borçlanması yoluyla sağlanabildi.
Bu arada, bir noktaya dikkat çekmekte yarar var. Piyasaya çıkan paranın “serse-ri”leşmesi, Türkiye’de sermayenin yatırım yapma niyetinin bulunmadığının da bir göstergesi. “Ortaya” 20-30 trilyon lira düzeyinde bir para çıkıyor, ve bu para ne yapacağını bilemiyor! Sanayi yatırımlarına dönüşmek, bu paranın aklına bile gelmiyor. Bunun çok açık olarak ifade ettiği gerçek şudur: Bu ülkenin kaynakları burjuvazinin elinde, ülkenin kalkınması, kaynakların artırılması için değil, talan amaçlı olarak kullanılıyor. Burjuvazi, yeni değer üretimi yerine, mevcut değerleri finansal araçlarla daha fazla yağmalamayı tercih ediyor. Sosyalizm, bu ülkenin zenginliklerini burjuvazinin elinden alıp kendini genişletir hale getirmenin tek yoludur. Devlet yatırımlarının verimliliği konusundaki tartışmaların hiç bir anlamı kalmamıştır:
Yatırım yapılması, yapılmamasından her koşulda daha verimlidir!
Kamu kesiminin borçlanmasının ancak bir dereceye kadar önemli olduğunu söyledik. Aslında, nicel göstergelerle ele alındığında, Türkiye’deki kamu borçlanmasının “fazla”lığı tartışmalı. Kamu borçlanmasının göreli düzeyi, pek çok Avrupa ülkesinde çok daha yüksek.
Kamu açıklarının kriz bağlamında özel bir önem kazanması, ekonominin bütünüyle ilgili sıkıntılardan kaynaklanıyor. Yatırım yapmayan, dolayısıyla reel anlamda kaynak üretmeyen ekonomi, sürekli bir dış açık verme durumuyla karşı karşıya olduğundan, bu dış açık yabancı sermayeyi şu ya da bu biçimde ülke içine sokarak karşılanabiliyor. Ekonominin reel büyüme oranı borçlanılan sermayenin faiz oranından düşük olduğundan, faizlerin de borçlanma yoluyla karşılanması ihtiyacı doğuyor. Böylece, borç birikimi belirli bir noktadan sonra katlanarak artmaya başlıyor. Bu borçlanmanın kamu eliyle mi yapıldığı, yoksa özel sermaye tarafından mı gerçekleştirildiği temel bir önem taşımaz. Kuşkusuz, özel sermaye eliyle yapılan borçlanmanın, borçların geri ödenememesi halinde, sıfırlanması gerekecektir. Ancak gerçek yaşamda işler pek böyle yürümez: Borçlanmanın önemli bölümü devlet güvencesiyle yapılmıştır ve öyle olmasa bile, yabancı sermaye kuruluşlarının devlet üzerindeki baskıları, borcunu ödeyemeyen şirketin “kurtarılması”nı sağlar.
Yabancı, sermaye kuşkusuz, geri ödemelerin mümkün olduğunu düşündüğü sürece ülkeye giriş yapıyor. Ekonominin artık bir tıkanma noktasına geldiği kanısına vardığında ise geri dönmeye başlıyor. Ekonomi, dışarıdan içeriye sermaye akışının kesintiye uğradığı ve net döviz akışının dışarıya doğru olduğu dönemlerde, pek doğal olarak, gerekli ek kaynağı bulmakta zorluk çekiyor. Bu durumda, ortaya iki almaşık çıkıyor: Sözkonusu ek kaynağın bizzat burjuvazinin elinden alınması, ya da devlete yüklenilmesi. İkincisinin tercih edilmesinin şaşırtıcı herhangi bir tarafı yok. Nitekim, son kriz döneminde de, alman tüm ekonomik kararlar faturanın ilk aşamada devlet tarafından üstlenilmesine yönelik oldu.
Ama, “devlet” denen aygıt, tüm yüceliğine karşın, henüz yoktan kaynak varedemiyor. Devletin kaynak ihtiyacı temel olarak üç yoldan karşılanabiliyor: Vergiler, dış borçlanma ve iç borçlanma. Vergi, zaten faturanın burjuvaziye çıkarılmasının temel biçimi olduğundan, bu yola başvurulmuyor. Yabancı sermaye girişinin kesintiye uğradığını varsaymış olduğumuzdan dış borçlanma yolunu kapalı kabul ettiğimizde, geriye iç borçlanma kalıyor.
Devlet, iç borçlanma yoluyla TL toplamaktadır. Ama bu arada, dövize yönelmiş bulunan yabancı sermayeye dolar ya da mark vermek gerekmektedir ve asıl sıkıntı da buradadır. Ülke ekonomisi, mal ya da hizmet satarak (ki satabileceği kadar satılmaktadır) bu döviz talebini karşılayamaz. Daha önce borçlanılan dövizler de ithalatta kullanılmıştır ve artık ortada yoktur. Merkez Bankası rezervlerinin bu talebi karşılaması olanaksızdır. Bu durumda, dövizin fiyatı artmaya başlar. Dövizin fiyatının artması, devletin döviz cinsinden borçlarının değerinin de artması anlamına gelir.
Görüldüğü üzere, eğer ülkeden dışarıya döviz transferi sözkonusu olacaksa, bunu devletin karşılaması pratik olarak mümkün değildir. Dış açık veri kabul edildiğinde (ki miktarı azaltılsa bile dış açığın yokluğu mevcut ekonomik yapı açısından mümkün değildir), yabancı sermaye dönüşü olmayıp da yalnızca yeni giriş gerçekleşmese bile, aynı sonuç sözkonusudur.
Dolayısıyla, temel sorun, devlet borçlarının nicel büyüklüğü değil, yukarıda da belirtildiği üzere yabancı sermayeye verilen faizin ülke ekonomisinin reel büyüme oranından yüksek bir orana sahip olmasıdır. Peki bu durum sürecin başında da böyle olduğuna göre, yabancı sermayenin ülkeye giriş eğilimini sona erdiren “nokta” neresidir?
Mali “kağıt”lar, sözcüğün gerçek anlamıyla kaynak değildir. Mali sektörün kaynak üretimine katkıda bulunduğu ne kadar şiddetli şekillerde iddia edilirse edilsin, bu bir boş laftan ibarettir. Hazine bonoları ve devlet tahvillerinin saf borçlanma kağıtları olarak kaynak üretmediği açıktır. Ama bunun yanında, hisse senetleri, varlığa dayalı menkul kıymetler (VDMK), ya da devletin sahip olduğu belirli varlıkları karşılık gösterdiği tahviller vb. de, ülkenin toplam değer birikimine 1 liralık dahi katkıda bulunmaz. Bu sonuncular birtakım gerçek yatırımlara karşılık gösterilmiştir. Ama, bu yatırımların değer içermesi, bunlar “adına” ortaya çıkan kağıtların bu kez ikinci bir değer kaynağı olmasını sağlamaz.
Yine de, bu kağıtlar, piyasada, para gibi dolaşabilir. Yani, temsil ettikleri sermaye aslında bir yerlerde sabitlenmiş olarak dururken, bunlar, aynı sermaye ikiyle çarpılmış gibi gerçek bir değere sahipmişler gibi dolaşırlar. Zaten kredi sisteminin dayandığı temel de budur.
Devlet, bu işlemi daha da genişletmek, mevcut sermayesini üçle, hatta dörtle çarpmak şansına bile sahip olabilir. Tüm bu işlemler, aslında yalnızca tek bir şeyi, gelecek dönemde yapılacak üretimin sonuçlarının bugünden satılmasını ifade eder. Yani, her şey, gelecek dönem üretiminin gerçekleşebileceğine dair, ekonominin kendisini genişleteceğine dair bir güven üzerine kuruludur. Devletin sermayesini genişletmek konusundaki özel avantajı, iflası halinde, ekonominin tümünün temsilcisi olma niteliğinin açığa çıkacak ve alacakların ülke ekonomisinin tümünden tahsil edilecek oluşundan kaynaklanır.
Mali kağıtların sahipleri, bu kağıtları paraya çevirebileceklerini düşündükleri sürece, ortada bir sorun yoktur. Verili bir anda, tüm kağıt sahiplerinin bunları paraya çevirmek istemesi durumunda, bu talebin karşılanması zaten mümkün değildir. Aynı şey, yabancı sermaye için de geçerlidir. Bu sermayenin elinde de, ülkeye ait belirli kağıtlar bulunmaktadır ve bu sermaye de, istediğinde bunları paraya çevirebileceğini düşünmektedir.
Herhangi bir anda, ülkedeki toplam değer birikimi, belirli bir miktar kağıdın paraya çevrilmesini mümkün kılacak düzeydedir. Eğer, gelecek dönem üretimine dönük bir güven sözkonusuysa, paralarını faizle değerlendirmek isteyenlerin bu kağıtlardan vazgeçmesine gerek yoktur. Bunlar, bugün almadıklarını, bir sonraki dönemde fazlasıyla almayı ummaktadır.
Ama, Türkiye (ve önemli dış açık vermek durumunda olan ülkeler) özelinde, gelecek dönem üretiminin, kendini genişletmemesi halinde bile gerçek dış kaynak girişine ihtiyaç duyması ve kaynak girişinin belirli bir ivmeyi (miktarı değil) korumak zorunda oluşu, son derece nesnel bazı sınırların bulunması anlamına gelir. Belirli bir noktada, dışarıdan alınması gereken borçların toplamı, mevcut arzı aşar. Bu “nokta”nın bilimsel bir kesinlikle saptanması mümkün değildir. Borçlanılabilecek yabancı sermaye miktarı, dünyanın o dönemdeki ekonomik gelişmelerine, uluslararası politik tercihlere vb. bağlıdır.
Dolayısıyla, kendisini reel anlamda genişletemeyen ekonominin spekülatif sermaye üretme gücünün sınırının bulunduğu bellidir; bu sınırın ne olduğu ise ancak somut olarak görülür. Yukarıda, ülkedeki mali kesimin büyümesini de analize katmamız, yabancı sermaye ile yerli sermaye arasındaki ayrımın finansal liberalizasyon koşullarında neredeyse ortadan kalkmış olmasından kaynaklanmaktadır. Zaten, yabancı sermayenin önemli bir kesimi yerli bankalar aracılığıyla gelmektedir ve burada, yabancı sermaye, riskini, yerli bankalara devretmiştir. O, belirli bir dönem sonrasında parasını yine döviz cinsinden ve belirli bir faizle alacağından, bunu TL’ye çevirmiş olan bankanın zararı, ancak bankanın batması olasılığı çerçevesinde kendisini ilgilendirir. Diğer yandan, dövizle doğrudan ilgisi bulunmayan kesimlerin güvensizliği ile bulunanlarınkini birbirinden ayırmak da mümkün değildir; kağıtları paraya çevirmek konusunda güçlü bir hareketi kim başlatırsa başlatsın, sonuç herkes için aynıdır.
Yalnız, analiz burada da tamamlanmış değildir. Yukarıdaki “nokta”yı bir miktar esnetme şansı da mevcuttur. Bu da, devletin faizleri yükseltmesi ve vadeleri kısaltması ile gerçekleşir.
Uzun dönemde ekonominin batacağı bilinse bile, kısa dönemde elde edilebilecek yüksek karlar da sermayeyi elbette cezbeder. Burada, artık kumar oynama aşamasına gelinmiştir. Diyelim bir yıllık vadenin riskli olduğu kabul edildiğinde, bu kez altı ya da üç aylık bir borç verme sözkonusu olur. Uluslararası düzeyde iş gören ve artık daha çok “tefeci” olarak nitelendirebileceğimiz bazı mali kuruluşlar da, batma aşamasındaki ekonomilerden kar etme işini yürütür. Kuşkusuz, bir süre sonra üç aylık vadeler bile çekici olmaktan çıkar, giderek aylık, ve hatta günlük faizler egemen olmaya başlar. Bu sonuncusu, kuşkusuz, iki anlamıyla birden “günlük”tür.
Son dönem gelişmelerinden de rahatlıkla anlaşılabileceği üzere, Türkiye, “noktayı esnetme” aşamasındadır. Bu aşamada, olan biten tek şey vardır: Patlamanın, şiddetinin artması pahasına ertelenmesi…
Ekonomi konusundaki yazılarımızda borsa üzerinde özel olarak durmamamız, İMKB’nin kapitalizasyon düzeyinin, yani bu piyasada dönen paranın büyüklüğünün ülke ekonomisinin bütünü içinde önemli bir yer işgal etmemesinden kaynaklanıyor. Ancak, devlet, özelleştirmeyi hisse senetleri çıkararak yapmayı hedeflediğinden, süreç içinde daha büyük bir borsayla karşı karşıya kalabiliriz.
Borsanın bugünkü en önemli işlevi, kısa yoldan köşeyi dönmek isteyen küçük burjuvaları kısa yoldan beş parasız bırakmak. Son olarak, Çiller ve medya, borsaya yönelik ilgiyi körükleyerek ve endeksteki yükselişin aynı hızla süreceği yanılsamasını yaratarak, küçük burjuvaları dolandırılmasını sağladı. Aralık ayında hızlı bir yükseliş trendine giren borsa endeksi, 31 Aralık itibarıyla, bir yılda yüzde 44l.5 oranında yükselmiş bulunuyordu. Bu artışın tüm irrasyonelliğine karşın, Ocak ayına da aynı şekilde girildi ve endeks iki hafta içinde yüzde 33’lük bir artış daha kaydetti. Aynı kağıtların durup dururken bu hızla “değer” kazanmasının ancak spekülatif bir içerik taşıyabileceği, döviz kriziyle birlikte açığa çıktı ve evini, arabasını vb. satarak ve borçlanarak borsaya son anda girme başarısını gösteren küçük burjuvalar birkaç gün içinde proleter kardeşleri arasındaki yerlerini aldı. Bu arada elbette burjuvalar arasında da yanlış hesap yapıp kaybedenler oldu; sonuç olarak, borsa da, sermayenin yoğunlaşması sürecine mütevazı katkılarını sürdürdü.
Borsa konusuna bu kısa değinimizi ufak bir “ayrıntı”yla bitirelim. Hükümet, bazı spekülatörlerin zarar etmesini içine sindiremeyince, KOİ aracılığıyla, devletin bazı hisse senetlerini yüksek fiyattan almasını sağladı. Üstelik, bu hisse senetleri o sırada daha ucuza alınabilecek oldukları halde. Aynı hisse senetleri bir süre sonra değer kaybetmeye kuşkusuz devam etti. Ve yine pek doğal olarak, yüce devletin bu küçük lütfu ciddi herhangi bir yankı uyandırmadı.
KRİZ SÜRECİNDE GÜNLÜK KARARLAR
Hükümet, 27 Mart seçimlerinin de etkisiyle, finans kesimindeki krizi belirli sınırlar içinde tutmaya çalışıyor. Ancak bunu yaparken de, pek doğal olarak, çelişkileri derinleştirmelerin ötesine geçemiyor.
Hazine, üç ay ve daha uzun vadeli kağıtlarına alıcı bulamıyor. Yapılabilen, bir ara yüzde 600’lere ulaşan gecelik ve haftalık faizlerle “denge”lerin korunmaya çalışılması.
Ocak ayı içinde yapılan devalüasyon, döviz açıkları bulunan bankaları yaklaşık 750 milyon dolarlık bir zarara soktu. Yani, dışarıdan borçlanılarak TL’ye çevrilmiş olan dövizlerin değeri devalüasyon oranında artmış oldu. Bu arada, kuşkusuz devletin döviz cinsinden borçları da TL cinsinden aynı oranda arttı. Böylece, devalüasyon kararının, ihracatın artışından çok önce finansal bir kriz getireceği çok somut olarak görülmüş oldu. Kuşkusuz, devalüasyona hükümet “karar” vermedi. Dövize yönelik talebin karşılanamadığı noktada serbest piyasadaki döviz fiyatlarının artışını devlet de kabullenmek zorunda kaldı.
Sermayenin dövize geçme eğilimini ortaya çıkaran etmenlerde bir değişiklik olmadığından, devalüasyon “yeterli” olmadı. Tam tersine, devalüasyonun bankalar ve devlet üzerindeki ek yükünün, Türkiye ekonomisinin tükenme noktasına doğru gidişini hızlandıracak bir etmen olduğu yeterince açık.
Devlet, devalüasyonla birlikte, bu yeni noktada denge kurmak için faizleri astronomik düzeylere çekti. Böylece iki şey birden “başarılmış” oldu. Birincisi, dövize kayma eğilimi gerçekten de geçici olarak durduruldu. Çünkü, sermayenin kaybetme riski son derece sınırlıydı: Türkiye ekonomisinin kelimenin gerçek anlamıyla bir gün daha ayakta kalacağını öngörebilenler, bu yüksek faizlerden yararlanmayı tercih etti. İkincisi, sözkonusu yüksek faizler, bankaların, devalüasyondan kaynaklanan zararlarını devlete yüklemelerini mümkün kıldı. Böylece, devlet bir kez daha soyulmuş oldu ve pek doğal, olarak 250 milyon dolarlık ucuz dolar satışının yaygarasını koparanlar, bu soyguna en ufak bir itiraz yöneltmedi.
Bugün için, yaklaşık 1 milyar dolar değerindeki bir para, gecelik olarak Merkez Ban-kası’na yatıyor ve ertesi sabah gene piyasaya çıkıyor. Merkez Bankası da aynı parayı dövize kaçmaması için yeniden satın alıyor. Gecelik faizler düşürülmeye çalışıldığında, para hemen dövize yöneliyor. Ocak başından bu yana geçen süre içinde, Merkez Bankası’nın döviz rezervleri de yaklaşık 1.5 milyar dolar civarında azaldı. Yani, tüm yapılan, dövize geçiş eğilimini bir miktar yavaşlatmak. Döviz talep eden sermayenin nicel büyüklüğünün daha fazla olmaması, herhangi bir kağıda yatırılmış durumda olmayıp da sahiplerinin elinde duran paranın bir sınırı olmasından kaynaklanıyor. Ancak, devlet geçmiş dönem borçlarını ödedikçe, bu paralar serbest kalmış oluyor. Ve bir daha uzun vadeli kağıtlara yatırılmıyorlar.
Yaşanan süreç, rantiye kesiminin vergilendirilmesi konusundaki tartışmaların zırvalığını da olanca açıklığıyla gösterdi. Yeni vergi yasasıyla devlet kağıtlarından da “vergi” alınmaya başlamıştı. Ancak, Hazine’nin ilk yaptığı, bu kağıtların faizlerinin yaklaşık olarak aynı oranda artırılması oldu. Daha sonra, yatırımcıların “psikolojik” huzursuzluğu da gözönünde bulundurularak, bu vergi toptan kaldırıldı. Üstelik, daha önce satılmış olan kağıtlardan alınacak vergiden de vazgeçildi! Yani, devlet, hiç gereği yokken, bu kağıtların yatırımcılarına ek bir para vermiş oldu. Devletin bu bonkörlüğü de, yine kimsenin itirazına yol açmadı.
Aynı alandaki benzer bir gelişme repoda yaşandı. Parasını faize yatırmak isteyenler ile mali kuruluşlar ve özellikle de bankalar arasındaki bu özel ilişki biçiminde, belirli bir faiz oranında anlaşılıyor, bunun güvencesi olarak da hazine bonosu ya da devlet tahvili veriliyor. Yani, aslında bono ya da tahvilin fiziksel olarak parayı yatıranın eline geçip geçmemesi önemli değil ve zaten fiilen de pek geçmiyor. Reponun tek avantajı, hakkında yasal düzenleme bulunmadığından, vergiden muaf olmasıydı. Son vergi yasasıyla repo da vergilendirilince, bankalar, büyük müşterileri ile sözlü anlaşmalar yapmaya ve vergiyi bu şekilde aşmaya başladı. Hükümet, son olarak, repodan aldığı vergiden de vazgeçti. Böylece, diğer geri adımlarla birlikte, ekonomideki “terör”e karşı alınan köklü bir önlem olarak gösterilmeye çalışılan vergi mevzuatının getirdiği neredeyse tüm yeni vergiler iki ay geçmeden kaldırıldı.
Temel hedefi TL sıkışıklığı yaratmak böylece dövize yönelebilecek parayı azaltmak, olan devletin bir diğer girişimi, disponsibilite ve munzam karşılık oranlarını yeniden düzenleyerek bankaların Merkez Bankası’nda tutmak zorunda oldukları para miktarını artırmak oldu. Ancak, bu düzenleme, bankacıların yoğun baskısıyla karşılaşınca, daha uygulamaya geçirilemeden geri alındı. Bankalar, faturanın en küçük bir kısmına dahi tahammülleri olmadığını bir kez daha gösterdi.
Gündeme gelen bir diğer önlem, Hazine’nin, memurların satın alması için 250.000 liralık bonolar çıkarması oldu. Yani, devlet, para yerine, faiz getiren para basmaya başladı. Diğer yandan, memurların ellerindeki paranın bir kısmını geçici olarak dövize yatırmasının bile Türkiye ekonomisi açısından kaldırılabilir olmadığı bir kez daha teyit edilmiş oldu.
Zekice bir başka buluş, dövize endeksli kağıt çıkarımıydı. Tümüyle dövize endekslenmiş bir ekonomide böylesi bir buluş elbette hiç şaşırtıcı değil. Bugün, TL’ye güvenin tükendiği Türkiye’de, döviz tevdiat hesaplarında bulunan para, TL cinsinden mevduatı aşmış bulunuyor. Böylece, finansal liberalizasyonun ekonomiyi getirmiş olduğu nokta bir kez daha belirginleşiyor. Türkiye’de, “bağımsız” bir ekonomi politikasının uygulanması, ne teorik, ne de pratik olarak mümkündür.
Şu anda, hükümetin temel amacı, ne yapıp edip dışarıdan borçlanarak biraz daha zaman kazanmak. Ancak, dışarıdan borçlanmanın giderek zorlaştığı biliniyor. En son, Çiller, IMF’in ülke ekonomisi hakkındaki raporunun açıklanmasını engelledi. Bu raporun açıklanmasının dışarıdan borç bulunmasını zorlaştıracağı düşünülüyor (kuşkusuz, bu “gizli bilgi”nin basına yansıması, işe yaraması muhtemel olmayan önlemi tümüyle boşa çıkarmış oldu). Dışarıdan para bulmak konusunda elde edilebilecek kısmi başarılar, bugünkü koşullar altında, birkaç haftadan fazlasını kazandırmayacaktır.
Hükümetin, 27 Mart’ı kurtarıp kurtaramayacağı bile belli değildir. Ekonomideki kısa vadeliliğin günübirlikçiliğe dönüşmüş olduğu koşullarda hangi gelişmelerin yeni patlamalar getirebileceği belli değildir.
KRİZE KARŞI ÖNERİLEN YENİ ZIRVALAR
Son dönemde, krize karşı yeni bir dahiyane çözüm önerisinde bulunuluyor: Borçların konsolidasyonu. Yani, devlet, piyasaya, ben daha önce sizden almış olduğum borçları ve faizlerini ödemiyorum, diyecek.
Elbette, devlet borçlarını ödeyemeyeceği noktaya doğru gidiyor. Bu yolun sonunda konsolidasyonun yani devletin iflas ettiğini bildirmesinin bulunduğu da açık. Ancak burjuvazinin bunu kabul etmesi hele yolun sonuna henüz mutlak anlamıyla gelinmemişse mümkün değil.
Konsolidasyon öncelikle bankaların ve dolayısıyla tüm mali sistemin çökmesi demek. Bu da yalnızca yerli sermayeyi değil bankalara borç olarak verilmiş olan yabancı sermayeyi de birinci dereceden ilgilendirecektir. Dolayısıyla devletin dış borçlarını konsolidasyon kapsamına almaması pek az şey değiştirecektir.
Bir olasılık olarak devletin özel sektör borçlarını da üstleneceğini varsayalım. Ancak devletin borçlarını ödememesi demek piyasada bulunan kağıttan şatoların çökmesinden başka bir şey değil. Bu işlem devlete reel anlamda bir kaynak sağlamayacaktır. Buna karşın mali piyasanın çöküşü hiç kuşku yok ki üretim düzeyindeki çöküşle bütünleşecektir. Bu durumda devlet dış borçları neyle ödeyecektir Dışarıya mal ya da hizmet satarak bunun karşılığında döviz elde etmesi gerekiyor. Oysa üretimin çöktüğü noktada bunu başarması daha da olanaksız.
Devletin borçlarını ödememesi uluslararası kuruluşların yabancı sermayedarların alacaklarının tahsili için ülke ekonomisinin yönetimine fiilen el koymalarına yol açacaktır. Ama bu da eğer bu noktaya gelinirse pek fazla bir şey değiştirmez. Üretim yapılmayan bir ülkeden alacak tahsil etmek pek kolay değildir. Bu durumda yabancı sermaye kuruluşlarının öncelikle değer üreten bir ekonomiyi kurmaları gerekecektir. Ama bu işi kendi yönetimleri altında yapmaları politik açıdan pek elverişli değildir. Dolayısıyla işler mümkünse bu noktaya gelmeden mevcut devlete istediklerini yaptırmaları çok daha uygundur.
Krize karşı bir diğer çözüm olarak hiper-enflasyondan söz edilebiliyor. Yeni olmayan bu önerinin konsolidasyondan hiç bir farkı yok: Devlet borçlarını kağıt para basarak ödeyecek; yani aslında ödememiş olacak. Hi-perenflasyon da konsolidasyon gibi ancak fiilen varılan bir son nokta olabilir. Nitekim bugünkü gidiş o yöndedir. Faizleri yükseltmiş olan devlet bir sonraki dönemde bunları ödeyecek kaynağa sahip olmadığına göre faizleri daha da yükseltmekle para basmak arasında tercih yapmak zorunda kalacak ve eninde sonunda birinci yolun sonuna gelindiğinde ikincisine başvurulacaktır. Ama yine burjuvazi bu yola girilmesini bir günlüğüne bile olsa erteleyebiliyorsa mutlaka erteleyecektir.
Salih Neftçi’nin yeniden güncellik kazanan ve varlıklı kesimden bir kerelik bir vergi alınması önerisi de yukarıdakilerden pek farklı bir yere oturmuyor. Yalnızca daha zor: Vergilerini bile ödemeyen burjuvalardan bu parayı hangi güçle alınacağını Neftçi de belirtmiyor.
Bu türden önerilerin hepsinde faturanın sermayeye çıkarılması sözkonusu. Ancak sermayenin düzeninde ona yönelen her tehdit doğrudan üretime yönelen bir tehdit anlamına geliyor. Üretim araçlarıyla sermaye arasındaki bağlantıyı yani üretim araçlarının özel mülkiyetini ortadan kaldırmayı içermeyen öneriler ya uygulanabilirlikten yoksun ya da çözüm getirmekten uzaktır.
Bir de topu stadın dışına atan bir öneri var: Kayıt-dışı ekonominin vergilendirilmesi (elbette önce sisteme dahil edilerek). Kayıt-dışı ekonomi temel olarak mafya ve spekülatörlerden oluştuğuna göre bunlar sisteme nasıl dahil edilecek Mafyanın yasalar çerçevesinde haraç toplaması uyuşturucu kaçakçılığı çek-senet tahsilatı vb. yapması kuşkusuz tarihi bir adım olacaktır. Spekülatörler ise zaten sistemin dışında değildir; döviz bulundurmayı yasaklamadıkça bunlara yönelik hukuki herhangi bir işlem yapmak mümkün değildir.
PEKİ NE OLACAK?
Kur ve faizler üzerindeki günlük politikalar dışında hükümetin kısa vadeli çabaları iki noktada yoğunlaşıyor. Birincisi devlet gayrimenkullerinin satılması yoluyla gelir elde etme. Ancak ilk aşamada satılabilir olan gayrimenkullerin toplam değeri krizi hafifletmeye yeter düzeyde değil. Gayrimenkul satışının orta vadede hiç bir işe yaramayacağı üzerinde ise bir önceki yazıda durmuştuk.
İkinci acil önlemi “T” ve devlet elindeki TOFAŞ hisseleri gibi varlıkların yabancı sermayeye satılması oluşturuyor. Yine bir önceki sayıda özelleştirmenin alıcısı kim olursa olsun çözüm getirmeyeceği üzerinde durmuştuk. Burada yalnızca bunların satılmasında çıkacak zorluklara değinilecek.
PTT’nin T’sinin belirli bir kısmına karşılık olarak belirli bir kağıt çıkarılacak. Bu kağıdın belirli bir vadede asgari bir faiz getireceği ise PTT’nin gelirlerinin teminat gösterilmesi yoluyla kanıtlanacak. Şimdi bu işlemin devletin bono ya da tahvil çıkarmasından ne farkı var Devlet ben borcumun faizini kesinlikle ödeyeceğim demekten başka bir şey yapmıyor.
Yüksek bir devalüasyonun gerçekleşmesi halinde T’nin TL cinsinden gelirleri de döviz cinsinden azalacaktır. Dolayısıyla yabancı sermaye açısından devlete doğrudan döviz olarak borç vermek çok daha makuldür. Herhalde “gavur”ları köylü kurnazlığıyla kandırmak kolay olmasa gerek.
Sonuçta yabancı sermayeyi T ya da başka kuruluşların kağıtlarını almaya ikna edecek tek şey kısa vadeli yüksek faiz garantisi. Böylece yine başa dönmüş oluyoruz. Bu kuruluşların kağıtlarının değil maddi varlıklarının satılması ise yine daha önce üzerinde durduğumuz gibi yalnızca burjuvazinin ülkeye daha büyük bir ihanetidir.
Bir kez daha ifade edilebilir: Mali kriz finans sektöründeki aksaklıklardan değil sanayideki tıkanmadan kaynaklanmaktadır. Bu krizi mali düzeyde çözme çabaları aynı krizi derinleştirmekten başka sonuç veremez.
Özelde özelleştirme girişimleri ise kesinlikle kriz nesnelliğini ortadan kaldırmak için değil ama burjuvazinin devleti daha fazla soymasının ve sınıfa saldırısının aracı olarak gündemdedir.
Buraya dek söylenenlerden Türkiye’nin içinde bulunduğu krizi aşmasının- olanaksız olduğundan başka bir sonuç çıkmıyor. Bu durumda da gündeme er ya da geç devletin (daha doğrusu ekonominin) iflası geliyor. Bu iflasın ise yalnızca yerel sermayeyi değil uluslararası sermayeyi de birinci dereceden ilgilendireceğini belirtmiştik.
Yalnız buraya dek eksik kalan sermaye düzeninin en önemli değer kaynağının emek-gücünün durumu oldu.
Sermayenin krizini belirli sınırlar içinde tutmasının tek yolu işçi ücretlerinin düşürülmesinden geçmektedir. Krizin çapı hafifletilmesi için bile işçi sınıfının mutlak yoksullaşmasını gerektirmektedir. Ve önümüzdeki dönemde sermayenin en önemli çabası ücretleri Meksika Güney Kore Romanya vb. ülkelerdeki düzeye çekmek olacaktır. Sermayenin bu konuda politik tercih yapma şansı bulunmamaktadır. Tümüyle sermaye düzeninin irrasyonelliğinden kaynaklanan krizin faturası işçi sınıfına yüklenecektir.
Krizin hafifletilmesi işçi sınıfının mutlak yoksullaşmasıyla mümkündür. Ekonominin iflası ise bundan daha farklı bir sonuç getirmeyecektir. Dolayısıyla işçi sınıfı açısından sermayenin krizinin çözülüp çözülemeyeceği hiç bir önem taşımamaktadır.
Sınıfın güncel çıkarları bile sosyalist bir iktidarı gerektirmektedir. Sınıfa geri perspektifle gitmek bu noktadan sonra sınıfa ve sosyalizm mücadelesine ihanetten başka hiç bir anlama gelmeyecektir…