Türkiye, Cumhuriyetin kuruluşundan beri görülen en büyük krizin içinde, hatta bir bakıma başlangıcındadır. Sömürülen sınıfların gözü aydın…
Tespit bize ait değil; burjuvazinin kendisinindir. Göz aydın bizim… Bu “göz aydın” hiç de, bir katastroftan medet uman sota devrimcisinin sevinç çığlığı değil. Ne de, krizin bütün yükünü omuzlarında hisseden işçilerin akın akın sosyalistlerin yanına koşacağını bekleyen bir naifliğin sonucu. Açıklayalım…
Sosyalist ülkeler topluluğu, kapitalist sistemin dünya çapında giderek derinleşen bir krizi yaşadığı zamanda çöktü. Nedenlerini tartışmak bu yazının konusu değil. Ama en önemli sonuçlarından biri, dünya ölçeğinde burjuvaların bir derin nefes alması oldu. Kapitalist sistemin bu seferki krizinde işçiler yöneten sınıf olmaya aday bir konumla karşılarına çıkamayacaktı.
Dışarda olanları bir kenara bırakalım; ülkemizde de yöneticiler hemen bunun üzerine atladılar. İşin üzücü tarafı, sosyalistlerin bir kesimi de bu saldırıya katıldı. Bunları çok tartıştık ve aştık, burada konumuz bu da değil. Burada önemli olan, burjuvaların deyimiyle bu en büyük krizin Türkiye’de işçileri yönetmeye davet etmesidir. Sosyalist iktidarı çağırmasıdır. İşçi sınıfının sosyalizme bugünkü mesafeli duruşu gözönüne alındığında, bu söylenenler biraz abartılı gelebilir; ama tarihin hızlandığı günleri yaşıyoruz. Bugün böyle olanın yarın alacağı şekil, değişik olmaya kuvvetle adaydır. Ve leninist öncülük, bir yönüyle, olasılıklardan birine, iktidarı en net gösterene tüm güçle yatırım yaparak diğerlerinin gerçekleşmesinin önüne set çekmek, böylece nesnelliğin sunduğu olanakları gücü oranında belli bir mecraya akıtmaktır. Aydın yoldaşımın daha önce yazdığı gibi: Kriz, sosyalistlerin iddiasıdır.
Bu yazıda işçi sınıfının sosyalistlerle mesafesinde önemli bir parametre olan “devletten umudu kesmeme” olgusuyla ilgileneceğiz. Öncelikle tartışılması gereken, sorunun konuş şeklidir. Evet işçilerin umudu sistemde değil devlettedir. Türkiye’de işçi sınıfının sistemle ideolojik bağının kurulması, birinci ve esas olarak devlet dolayımıyla olmuştur ve olmaktadır. Bu aslında bir özgünlük de değildir. Burjuva devrimlerini geç yaşayan bütün kapitalist ülkelerde devlet sistemin yerleşmesinde hep merkezde olmuştur. Ama Türkiye’de burjuvazi iktidarını çeşitli sivil toplum kurumları ile pekiştirmekte, örneğin Almanya’dan çok geride kaldığından, bugün devlet hala ekonomik, siyasal ve ideolojik alanların, gelişmiş kapitalist ülkelere nazaran, daha fazla merkezinde olmaya devam etmektedir.
KAPİTALİST DEVLET
Türkiye’ye gelmeden önce genel olarak, devletin kapitalist sistemdeki yerine bir göz atalım.
Kendisinden önceki bütün üretim tarzlarından farklı olarak kapitalizm, siyasal düzeyle ekonomik düzeyin birbirinden ayrılmasına ve ekonomi dışı zorun doğrudan artığa elkoyma mekanizmalarının dışında kalmasına olanak sağladı. Bu, aslında sömürücü sınıflar için bir önemli olanağı ortaya çıkarıyordu. Siyasal düzey, ekonomik düzeyde var olan çelişkilerin örtüldüğü, sömürülen sınıfların sisteme bağlandığı düzey oluyordu. Ama bu sadece bir soyutlama düzeyinde böyleydi. Hem burjuvazinin ve sermaye birikiminin farklı gelişkinlik düzeyleri hem de sınıf mücadeleleri elbette bu soyutlama düzeyinde kalmadı.
İşçi sınıfının mücadele sahnesine bir aktör olarak çıkmasıyla, burjuvazi bütün ilerici misyonlarını terkederek, siyasal özgürleşme ve devlet önünde eşitlik hayallerini çabucak terketti. Buna üretici güçlerin ve sermaye birikiminin görece geri olduğu coğrafyalarda kapitalizmin gelişmesinin eski yönetici sınıflarla burjuvaların bir ittifakı şeklinde gerçekleşme zorunluluğu eklendiğinde, devlet ekonomik düzeye giderek daha çok müdahale etmek zorunda kaldı. Bir çok yerde doğrudan sermaye birikimini gerçekleştiren aktör oldu.
Kapitalizmin tarihi, her krizde devletin ekonomi alanına ilişkin rollerinin daha fazla artmasına sahne oldu. 30’larda yaşanan bunalımın nedenini talep yetersizliği olarak tespit eden burjuvazi, bu eksikliği devlet eliyle yaratılan taleple giderme yoluna gitti.
Kapitalist devletin sermaye birikim süreçlerinde giderek daha fazla rol alması, devletin diğer işlevini, siyasal düzenleyiciliği, hiç bir şekilde azaltmadı. Aksine işçi sınıfının burjuvazi karşısına her çıkışı devletin bu alanda da gittikçe daha yetkin ve yaygın yer almasını zorunlu kıldı. Refah devleti politikaları devleti ekonominin içine daha çok çekti. Modern kapitalist devlet iki işlevi birden üstlendi: Sermayenin genişleyerek yeniden üretilmesinin sağlanması ve sistemin bir bütün olarak yeniden üretilmesinin sağlanması. Birinci işlev devletin sermaye birikim süreçlerinde genel düzenleyici olmanın ötesinde yatırımcı, üretici ve alıcı konumlarına girmesini gerektirirken; ikinci işlevi tüm bu rollerinde toplumun bütün sınıflarının çıkarlarını koruduğu imajını yaratmasını zorunlu kıldı. Bu iki zorunluluğun birbiriyle çelişkisi kapitalist devletin açmazını oluşturur.
Yukardaki sergilenimin doğrudan çağrıştırdığı ideolojik açmazın yanında, birikimi ve meşruluğu birlikte sağlaması gerekliliği, kapitalist devleti, bir mali açmazla da karşı karşıya bırakmaktadır. Devlet bu işlevleri yerine getirmek için birçok alanda harcama yapmak zorundadır. Bunlardan bazıları gelir getiren ve doğrudan ya da dolaylı olarak üretken harcamalarken, diğerleri hiçbir şekilde üretken olmayan ve gelir getirmeyen alanlardır. Örneğin devlet sermayeli sanayi yatırımları gelir getirirken, askeri harcamalar bir gelir getirmemektedir. Bu arada sermaye birikimi açısından dolaylı olarak üretken olan ama devlete bir gelir getirmeyen altyapı yatırımları da önemli bir kategori oluşturmaktadır. Devlet bu harcamaları vergilerle karşılar. Bu mekanizma, gelişme derecesi ne olursa olsun, bütün kapitalist ekonomilerde ortak olmakla birlikte, devletin giderleriyle gelirleri arasındaki mali ilişki, sermaye birikiminin gelişkinlik derecesi ve sınıf mücadelelerine doğrudan bağlıdır.
Kriz dönemlerinde bu denge hızla bozulmaktadır. Bu dengenin bozulması devletin ekonomi üzerinde düzenleyici etkisini sağlama araçlarını da olumsuz etkilemektedir. Devletin mali açığı iç ve dış borçlanmaya, faizlerin yükselmesine, enflasyon ve devalüasyona neden olmaktadır. Bu da krizi ağırlaştırmaktadır. Yani krizin nedeni doğrudan sermaye birikiminde olmakla birlikte uygulanan politikalar, krizin seyri ve zamanlamasında önemli bir belirleyiciliğe sahip olmaktadır.
Buradan Türkiye’ye ve son krize gelebiliriz. Kriz esas olarak 80’lerde uygulanan ihracata dönük birikim tarzının krizi iken ve 89’den itibaren kendisini hissettirmeye başlamışken, devletin ekonomik müdahaleleriyle geciktirilmiş ve en sonunda şiddetle patlamıştır.
TÜRKİYE’DE DEVLET ve KAPİTALİZM
Türkiye konusunda bir çok kez yazdıkları mızı bir daha tekrarlayalım:
1.Türkiye’de devlet (kemalist “kadro”lar başta olmak üzere, bir kesim tarafından iddia edildiğinin aksine) hiçbir zaman sınıflarüstü olmadı (ve bir devlet olduğu için de olamazdı).
Türkiye Cumhuriyeti Devleti kuruluşundan itibaren burjuva devletidir; kapitalist devlettir.
2. Devletin işçi sınıfı ve diğer emekçi kesimlerin çıkarına gibi görünen ve geçici dönemler için bir refah artışı getiren bütün ekonomi politikaları, tıpkı başka konjonktürlerde işçi ücret ve haklarını gasp eden politikalar gibi, sermaye birikiminin geldiği noktalarda ihtiyaç duyduğu politikalardır.
3. Siyasi alanda yaşanan göreli demokratikleşme ve baskı dönemleri de aynı sürecin üst yapıdaki yansımasından ve kapitalist devletin meşrulaştırma işlevinin bir sonucundan başka bir şey değildir.
Peki tüm bunlar doğru iken işçi sınıfının bu devlete bağladığı umut neye dayanıyor?
Üç önemli belirleyen olduğunu düşünüyorum. Birincisi, Türkiye’nin kapitalistleşme sürecine geç girmiş olması ve bu yüzden sermaye birikiminin esas olarak devlet eliyle başlatılmış olmasıdır. İkincisi, Türkiye’nin Osmanlı’dan devraldığı devlet geleneği ve bunun toplumdaki yansımasıdır. Üçüncüsü, Türkiye’de burjuvazinin sınıf bilincinin gelişmişliğidir. Bunlar devletin sermaye birikimini gerçekleştirirken meşrulaştırma işlevini de gerçekleştirebilmesini sağlamıştır.
Bunları biraz açalım…
Genç Türkiye Cumhuriyeti, daha kuruluşunu dünyaya kabul ettirmeden ve bunu da sağlamak amacıyla, kapitalist yoldan kalkınmak ve kapitalist sistemde yerini almak amacını 1. İktisat Kongresi’yle ilan etti. Bu ilk kurguda kapitalist gelişmede temel yer özel sermayeye veriliyor ve yabancı sermayeye de yeşil ışık yakılıyordu. Ama bu istek hem ülke içindeki Rum ve Ermeni ticaret sermayesinin tasfiyesinden sonra geride kalan sermaye yapısıyla hem de dünya sisteminin kısa bir süre sonra girdiği bunalımla çelişiyordu. Kısa bir dönem liberal ekonomi politikaları denendikten sonra, 1930 yılına gelindiğinde kapitalizm tüm dünyada içine kapandı. Böylece Türkiye’nin önünde kapitalist yoldan kalkınma için tek olanak kalıyordu: İthal ikameci birikim modeli ve devlet yatırımları yoluyla sermaye birikiminin sağlanması. Devlet ilk büyük sanayi yatırımlarını gerçekleştirerek ve bunların sağladığı olanakları ticaret burjuvazisi ve toprak sahiplerine sunarak bir sanayi burjuvazisinin ortaya çıkmasına önderlik etti. Böylece bu sınıflara “baba”lık etmeye başladı. Ama aynı süreç işçi sınıfı ve diğer emekçiler nezdinde de devleti “velinimet” haline getirdi (tabi bütün velinimetler gibi onların ürettikleri artığa el koyarak). Devlet en çok ve yoğun işçi çalıştıran işletmelerin sahibiydi. Bunun ötesinde devlet bütün ekonomiye damgasını vurmuştu. Yukarıdan gerçekleştirilen toplumsal ve siyasal reformlar da bu bütünselliği tamamladı. Devletin bu “velinimet” konumu toplumun hiç bir kesimi için yeni olmayan bir ideolojik motif haline geldi. Eskilik miras yoluyla geliyordu.
Osmanlı Devleti, dayandığı merkezi feodal üretim tarzı içinde toplumsal artığa siyasal zor yoluyla el koyması nedeniyle sömüren, dolayısıyla da belirleyici konumdaydı. Belirleyicilik bununla da sınırlı kalmıyordu. Osmanlı ülkesindeki her türlü ekonomik faaliyet, ticaret, loncalardaki zanaat üretimi vs. merkezi iktidarın direkt kontrolü altındaydı. Ama yönetiminin son yüzyıllarında en önemli işlevi olan vergi toplama işini devrettiği mültezimler ve yerel iktidar odakları olmaya çalışan ayanlar, merkeze karşı güç toplayabilmek için tebaaya olağanüstü vergiler ile baskı yapmaya başladığında, devletin koruyucu misyonu öne çıktı. Yerel iktidar girişimlerini kanla bastıran devlet dolaylı olarak tebaanın yanında yer almış oldu. Bu, Osmanlı Devleti’nin kaynağını dinden ve “gazilik geleneği”nden alan ideolojik ve siyasal otoritesini sağlamlaştırmakta önemli bir işlev gördü. Öyle ki, devlet parçalanmaya başladığında, hatta saltanat işgalcilerle işbirliği yaptığında bile padişahın otoritesi önemli ölçüde sarsılmadan duruyordu.
Kemalistler Kurtuluş Savaşı’na halk desteği sağlamak için uzun bir süre önemli ölçüde “saltanatı kurtarma” argümanını kullanmak zorunda kaldılar. Padişahın şahsında somutlanan bu “baba devlet” imajı padişahtan, önce Mustafa Kemal’e, oradan Milli Şef’e geçerek, giderek soyut bir “devlet baba” halini aldı.
Türkiye’de, devletin beklentilerin merkezinde olmasında üçüncü önemli etken olarak, burjuvazinin gelişkin sınıf bilincinden söz etmiştik. Bu özellik ilk sırada saydığımız sermaye birikimi misyonuyla birlikte ortaya çıkıyor. Hatta onu önceliyor. Sınıfsal bir misyona sahip olmak için sınıf bilinci gerekiyor. Türkiye’de burjuva devrimi eşitsiz gelişme yasasının somut bir tezahürü oluyor. Burjuva üretim tarzı ile birlikte, burjuva yaşamı ve kültürü de devlet eliyle yerleştirilmeye çalışılıyor. Bazı alanlarda eşitsiz gelişmenin verdiği ivme ile biçimsel olarak Batı’nın ilerisine geçiliyor (kadınların seçme, seçilme hakkı vs.). Burjuvazi bununla da kalmıyor; sınıf kardeşlerinin önceden yaşadıkları tehlikelerden de ders alarak işçi sınıfı hareketini başlamadan boğmak için “komünistlik” dahil herşeyi yapıyor. Hatta en önemli tehlikeyle karşılaştığı 70’li yıllarda, devlet partisini, “ortanın solu” ucubesiyle sosyal demokrat diye işçi sınıfına yutturmayı bile başarıyor. (Bunda en az devlet kadar beceriklilik sergileyen “ilerleme” burada tartışılmıyor)
Yukarıda sıralananlardan ortaya çıkan önemli bir sonuç, devlete bağlanan umudun toplumun bütün sınıfları açısından küçük farklarla paylaşılıyor olmasıdır. Bu, sınıfın ideolojik olarak diğer sınıflardan, bu arada karşıtından ayrışmamışlığını yani burjuvazinin ideolojik hegemonyasını anlatıyor. Ancak konu devlet olduğunda bu ayrışma karşıt yönden sağlanmak üzeredir. Son on yılda burjuvazi, suyunu emdiği devleti yönetilen sınıfların yüzüne fırlatmaya hazırlanıyor. Yaşadığımız krizi de buna zemin yapma planları ilan edilmiş bulunuyor. Ama kriz, rekor boyutları ile bu planları zora sokmanın ötesinde sistemi sallıyor.
Kriz Bizce Malum Olanı Sınıfa İlan Ediyor
Sistem sallandıkça keli örten şapka düşüyor. Devletin yapısı ve sınıf bağları ortaya çıkıyor. Bunun en önemli nedeni, kriz koşullarında, kapitalistler arası rekabette devlet üzerindeki kontrolün kilit bir önem kazanmasıdır. Sermayenin farklı kesimleri, hem krizin kendilerini görece az etkilemesi hem de krizden çıkıldığında kriz öncesinden daha avantajlı bir konum elde etmek için, devletin kontrolünü ele geçirmeye çalışıyorlar. Bunu can havliyle öylesine açık yapıyorlar ki, devletin burjuvaziyle ilişkileri açıklama gerektirmeyecek kadar gözler önüne seriliyor. Burjuvaların her yedikleri yemeği haber yapmak için kurulan televizyon kanalları, bu yemeklerde yapılan konuşmaları doğallıkla aktarıyorlar. Aynı doğallıkla bunların hükümete verdikleri gözdağlarını herkese, bu arada işçi sınıfına da ulaştırıyorlar.
Krizin burjuvaziyle, onun siyasi temsilcileri arasındaki ilişkileri yıpratması da devletin sınıf karakterinin gözler önüne serilmesini sağlıyor. Bunun, biri siyasetçiler, diğeri burjuvalar olmak üzere iki cephede görüntüleri var. Bütün burjuva partilerinde bir panik yaşanıyor. Sistemi krizden en az zararla çıkarabilecek kadro bileşimi partiler üstü bir çerçevede aranıyor. Çiller’in burjuvaziyle ilişkilerinin bozulması O’nun gitmesi için yeterli sebep olarak görülüyor. Çözüm diye sömürü paketinin açıklanmasından sonra, ne yazık ki bir kaç yerellikteki işçiler dışında henüz ciddi bir direnişle karşılaşmayan hükümet, TÜSİAD ve diğer burjuva birliklerinden eleştiri alır almaz düşürülmeye çalışılıyor. Bu arada burjuvazi de, siyasi temsilcilerinden umudu kestiği için olsa gerek, kendisi doğrudan siyasete soyunuyor. Her otelde, her gün, bir grup burjuva yeni bir “demokrasi hareketi” kurduklarını açıklıyor. Bunların hemen hepsi iktidara yürümek üzere parti hazırlığı içinde olduklarını duyuruyor. “Sömüren biziz, yönetmek için de artık maşaya ihtiyacımız yok” diyorlar.
Bu ülkede, bunlar aslında yeni şeyler değil. Ama kriz koşullarında hızı ve görünürlüğü artıyor. Burjuvazi ANAP iktidarından beri devleti küçültmeye çalışıyor. Kuruluşundan beri kendilerine kaynak aktaran devlet işletmelerinin işe yarayacak olanlarının mülkiyetini de istiyorlar artık. İşe yaramaz olanları da kapatarak, bu işletmelerin aynı zamanda işçi sınıfı için önemli mevziler olma işlevini de sona erdirmek istiyorlar. Bunca yıldır “bütün milletin malı” olduğunu söyledikleri işletmeleri kapatmaya kendilerini yetkili görerek, diğer bir çok şeyin yanında, bu açıdan da devletin kimin devleti olduğunu ilan ediyorlar.
Devletin sınıf karakterini sergileyen bir diğer olgu da, devleti yönetenlerin yani siyasilerin dışında, bürokratların burjuvaziyle ilişkileridir. Her proje inanmış uygulayıcılar eliyle başarıya ulaşabilir. Bu anlamda Türkiye’de devletin sınıflar üstü karakterini inanarak savunan bürokratlar olmuştur. Böyle inançlı devletçiler siyaset cephesinde de vardır. İnançlı olmaları onları aklamaz ama kendi içlerinde namuslu oldukları söylenebilir. İşçi sınıfına nesnel olarak en çok zararı bunlar vermiştir. Ama artık bürokratlar arasında bile bu tür insanların sayısı yok denecek kadar azdır. Özal’ın prensleriyle birlikte Türkiye’de bürokrasi burjuvazinin açık mevzisi haline gelmiştir. Bu yeni bürokratlar devletin geleneksel bürokrasisinden de tepki görmüştür. Onlar, devletin sınıf niteliğini saklamasının, yönetebilmesinin tek koşulu olduğu dönemin bürokratlarıydı. Eskidiler… Prenslerden beri devletin üst düzey bürokratlarıyla, holding yöneticileri arasında bir turnike oluşmuştur. Her dönemde birbirleriyle rahat, hızlı bir şekilde yer değiştirebilmekte; üstelik uyum problemi de yaşamamaktadırlar. Artık devlet bir şirket olmuştur.
Devletin en sağlam kurumu sayılan ordu da bu süreçten nasibini almıştır. Ordu Türkiye’de hiç bir zaman siyasetin dışında olmadı. Burjuvazi her başı sıkıştığında son çare olarak orduyu yardıma çağırabildi. Yine her dönem ordunun üst kademeleriyle burjuvazi arasında yakın ilişkiler var oldu. Ama bu ilişkiler esas olarak emeklilik sonrasında, siyasete atılmak ya da holding yöneticisi olmak şeklinde tezahür ediyordu. Oysa artık, özellikle Kürt devrimci hareketine karşı sürdürülen savaş ile birlikte ordu siyasetin direkt olarak içindedir. Devletin en önemli kararları MGK’da alınmaktadır. Yalnız bu durum giderek ordunun son çare olma misyonunu törpülüyor. Bu arada bir parantez açarak şunu da belirtelim; ordunun bir darbe ile iktidara gelip krizi çözmesi ancak, öncesinde ekonomik çözümün bir yerlerde tespit edilmesinden sonra mümkündür. Kapitalizmin dünya çapında yaşamakta olduğu birikim tarzı krizinin aşılması için ise, henüz dünyada ortaya çıkmış ve ortaklaşılan bir çözüm yoktur. Konumuza devam edersek, ordu konusunda söylenmesi gereken son bir şey de, kökeni eski olmakla birlikte gittikçe büyüyen ordu işletmeleridir. Dünyada bankası olan az sayıdaki ordulardan birisi Türkiye’dedir.
Devletin burjuva niteliğini sergileyecek örnekler ve olgular, özellikle bu krizle birlikte, saymakla bitmeyecek kadar çok. Ben burada bitirirken son bir şeye değinmek istiyorum: “Seçim ekonomisi” olgusu. Hep bilir ve yaşarız. Her seçimden önce yollar yapılır, gecekondulara tapu dağıtılır ya da vaat edilir, işçilere, memurlara yüksek zam yapılır, tüketim maddelerine ve aramallara yapılacak zamlar ertelenir vs. Ama bu ilk defa bu krizle kavramsallaştı. Burjuva partileri ülkeyi (yani burjuvaziyi) krizden çıkaracak hükümeti tartışırken çözümü önemli ölçüde bugünkü parlamento içinde arıyorlar. Buna en önemli gerekçelerden bir olarak da, ekonominin bu haliyle bir seçim ekonomisini kaldıramayacağını söylüyorlar. Daha fazla bir şey söylemeye gerek var mı? Bu, burjuvaların, devletin en sıradan işlevlerini nasıl sömürdüklerini ve artık bunu saklamaya bile gerek görmediklerini yeterince anlatıyor.
SONUÇ
Bir takım solcu eskileriyle liboşlar, Kürt devrimcilerinin mücadelesinin etkisiyle, eski Cumhuriyetin bu çelişkiyi çözemeyeceği tespitini yapıp, ikincisini öneriyorlardı. Krize yeni boyutlar eklenmeye başladığından beri pek sesleri çıkmıyor. Devlet burjuvazi için, artık bir ara düzenlemeyle kurtarılamayacak hale gelmiştir. Bunu biliyor ve en çok bildiklerinden korkuyorlar.
Bu korku ile en önemli silahları olan devleti, bütün çıplaklığıyla ortaya seriyorlar. Bir yandan devleti küçültmek istiyorlar; ama kriz derinleştikçe devletçi uygulamalar bu kez saklama gereği duymadan ortaya çıkıyor. Geçenlerde bir eski bürokrat “en son açıklanan güvence ile bütün bankalar devletleştirilmiştir” diyordu. Tabi sadece zararlar devletleştiriliyor.
Bu devlet kimin babası olduğunu artık çok açık ilan etmiştir. Saklamak gereği bile duymadan açıklıyorlar. Bu işçi sınıfına savaş ilanıdır. Bu devletin işçi sınıfına sağlayabileceği hiç bir koruma yoktur. Her ay sokaklara dökülen diyaliz hastaları bile bunu anlatmaya yeter. Bir tane burjuvayı bu halde gördünüz mü?
Ama kapitalist devletin terk ettiği misyonlar açıkta kalmıyor. İşçiler ve bütün emekçiler için koruyucu, bütün sömürenler için ise cezalandırıcı devlet, yarının devletidir; sosyalist devlettir. İşçi devletidir. Sosyalist devlet işçi sınıfının silahı ve desteği olacaktır. Güvencesi olacaktır. Kendi devleti olacaktır. Sömürenler için ise saklayıp gizlemeden tasfiyeci olacaktır.
Bunun için öncelikle sınıfın bu devletin karşısına geçmesi, onun karşısındaki konumu ören ve giderek sağlamlaştıran partisinin yanına geçmesi, onunla birlikte bu gidişe dur demesi gerekmektedir. İktidarı istemesi gerekmektedir.
İKTİDARI İSTEYİN…