“İdeoloji Üzerine” başlıklı bir önceki yazımda1 ideoloji ve ideolojik mücadele hakkında görece soyut bir tartışma yürütmüş ve özellikle ideolojik mücadele üzerine daha “elle tutulur” şeyler söylemenin ancak belirli bir tarihsellik yerellik ve sınıf mücadelelerinin somutluğundan hareketle mümkün olduğunu vurgulamıştım. Bu yazıda daha somut ve pratik sorunlar üzerinde duracağım.
Ama bunu yaparken “işin teorik tarafı bir yana” pragmatizmiyle hareket etmeyeceğim. “Teoriyi ihmal etmeme”nin yalnızca genelgeçer bir gereklilik olmadığını düşünüyorum. Özelde ideolojik mücadele sözkonusu olduğunda siyasetin önceliğine ve ideolojik değişmenin nesnelliğine ilişkin teorik çıkış noktalan bugünün Türkiyesi’ne bakarken fazlasıyla önem taşıyor.
“DEĞİŞİM RÜZGÂRLARI” ve TÜRKİYE
Son yıllarda gerek dünya ölçeğindeki gerekse Türkiye’deki “değişim” üzerine çok yazılıp çizildi. Ama işin ilginç tarafı konunun değişim olmasına karşın süreçten çok “durum”un çözümlenmeye çalışılmasıydı. Değişimin arkasındaki toplumsal ve sınıfsal dinamikler bütünsellikleri içinde değil, verili an ya da konjonktürden bakılarak ele alındı. Değişim sürecinden çok “değişmiş olanlar” üzerinde duruldu.
Açıkçası, eğer bir karşılaştırma yapmak gerekirse, değişime karşı kör bir inatçılık geliştirerek “eski” doğrularına daha bir sıkı bağlananların değişimi teorileştirmeye çalışanların çoğundan daha doğru, ya da siyasal açıdan elverişli bir konumda kaldıklarını söylemek gerekiyor.
Türkiye’de özellikle entellektüel ufku görece geniş, çok okuyan ve gerek ülke gerekse dünya ölçeğindeki gelişmelerden daha fazla haberdar olmakla birlikte, örgüt ve siyaset bilinci zayıf solcular “moda” eğilimlerden fazlaca etkileniyor. Bu etkilenme her zaman tam boy bir bağlanma anlamına gelmiyor. Ama zaten moda eğilimlerin önemli bir işlevi de nesnelliğe belirli kavram ve modeller aracılığıyla bakılmasını sağlamak. Sözgelimi parlak döneminde sivil toplumculuğun yarattığı düşünsel kirlenme, sivil toplumcuların niceliksel büyümesinden daha çok sivil toplumcu kavram ve yaklaşımların yaygınlaşmasından kaynaklandı.
Yine bir dönem moda olan “çağdaş” sendikacılık tartışmaları, sivil toplumculuk gibi Türkiye nesnelliğine karşılık düşmediği anlaşıldığında bile silinmeyen kimi izler bıraktı. Türkiye’nin okumuş solcusu, kapitalist üretim sürecinde ciddi kimi değişmelerin gerçekleştiğini, işçi sınıfının da bu süreçten etkilendiğini “bilir”. Ama ne bu değişmelerin nitelik ve boyutları, ne de işçi sınıfı üzerindeki etkilerinin düzeyi konusunda net bir çerçeveye sahip değildir. Bu konudaki bulanıklık da sınıfsal bakış açısından vazgeçmeyen solcuları bile az ya da çok karamsarlaştırır ve siyasal hedeflerden tasarrufta bulunmaya yol açar.
Benzeri bir durum bugün post-modernizm tartışmalarında yaşanıyor. Gelişme dinamiklerini tüketmiş bir kapitalizmin çürüme sürecinin entellektüel düzeydeki yansıması olarak post-modernizm, hiç kuşku yok ki tümüyle “havada” durmuyor. Özellikle gelişkin kapitalist ülkelerdeki mevcut “durum”u betimlerken post-modern öğeleri hesaba katmamak mümkün değil. Diğer yandan bu öğeler arandığında yine kuşkusuz her ülkede bulunur. Buna karşın bugünün Türkiye’sinde post-modernizm tartışmalarında siyasal mücadele açısından keramet aramak entellektüel züppelikten başka bir şey değildir.
Türkiye burjuvazisi 1980-1994 dönemini özellikle ideolojik düzeyde elinden geldiğince değerlendirmeye çalıştı ve önemli kimi başarılar da kazandı. 15 yıllık bir depolitizasyon döneminin ve yoğun bir ideolojik saldırının işçi sınıfı dâhil toplumun bütünü üzerinde fazlasıyla etkili olduğunu tartışmak bile anlamsız. Ama (öznel niyetlerden bağımsız olarak) eldeki tüm sermayenin depolitizasyon ve hareketsizlik ortamının sürekliliğine yatırılması, burjuva ideolojisinin esnekliğini yitirmesine de yol açtı. Bugün burjuva siyaset ve ideolojisinin en önemli zayıflığı harekete geçen kitlelere hitap edemeyişidir.
Kuşkusuz bu zayıflığın kökeninde ekonomik açmazlar var. Kamu işçilerine grevli toplusözleşmeli sendikal haklarının verilmemesi tek başına Coşkun Kırca gibi kalın kafa burjuva politikacılarının direncinden kaynaklanmıyor. Bundan daha önemlisi Türkiye burjuvazisinin ekonomik krizi aşmaya yönelik bir proje üretememesidir. Burjuvazinin iç çelişkileri ve toplumsal boyutları olan bu projeden yoksunluğu üzerinde bundan önceki sayılarımızdaki kriz çözümlemelerinde yeterince duruldu. Aradan geçen süre burjuvazinin perspektifsizliğini derinleştirmenin ötesinde bir yenilik getirmediğinden konuyu yeniden ele alma gereğini duymuyorum.
Burjuva ideolojisinin yaşadığı kriz, bugüne dek etkisi bir miktar da abartılmış olan ideolojik araçların yıpranmasına yol açıyor Özellikle medya, kendisine devredilen misyonların altından kalkamayacağını somut olarak gösterdi. Bu nokta son derece kritik bir önem taşıyor. 1980 sonrasında siyasal partilerin ideolojik yeniden üretim ve taşıyıcılık işlevleri daraltılırken öne çıkarılan kurumlar arasında bugün neredeyse tek başına kalan medya bir yandan güvenilirliğini fazlasıyla yitirirken diğer yandan da düzenin diğer kurumlarının yıpranmasına katkıda bulunuyor.
Aslında son derece “klasik” bir süreç işliyor. Burjuva egemenliğinin yeniden üretiminin koşul ve araçları ne kadar değişmiş olursa olsun kapitalizmin krizi kendisini hiç de “çağdaş” olmayan biçimlerde açığa vuruyor Bugün ne burjuva odaklar arasındaki çatışmalarda, ne zor aygıtının öne çıkmasında, ne karşı-devrimci odakların güç kazanmasında, ne mahalle direnişlerinde, ne de sınıfın eylemliliklerinde “çağdaş” “postmodern” vb. öğelerin ağırlığı var. Tüm “değişim” tartışmalarının arkasından sınıf mücadelelerinin dilinin pek fazla değişmediği ortaya çıkıyor.
Kriz koşulları Türkiye solunun haritasını yeniden biçimlendirirken yine oldukça tanıdık çizgilerle karşılaşıyoruz. Bir kere Türkiye toprağının yeni sol yetiştirmek için elverişli olmadığı fazlasıyla netleşti. Diğer yandan sosyalist hareketin reformist ve devrimci kanatları arasındaki ayrım uzun sorgulamaları gereksizleştirecek şekilde belirginlik kazandı…
Son olarak devrimci demokrasi devrimci ve demokrat bölmeleriyle haritadaki yerini dolduruyor.
Değişen hiç mi önemli bir şey yok Elbette var. Ama bunlar değişim edebiyatının söylediği türden bir “çağdaş”laşmayı pek fazla içermiyor. Bir örnek kamu çalışanlarının sınıfsal mücadele içinde öne çıkması. Bir diğeri devrimci sosyalizmin sol haritanın merkezine yerleşmesi…
TOPLUMSAL MEŞRUİYET SORUNU
Bir noktayı vurgulamak istiyorum. Burjuva ideolojisinin toplumun ve sınıfın hareketlenen kesimlerine hitap edememesi, hareketi oluşturan tekil bireyler üzerindeki etkisini tümüyle yitirmesinin ürünü değildir. Aksine eylemlilik içindeki tek tek bireylerle konuşulduğunda daha çok bir kafa karışıklığı ile karşılaşma olasılığı çok daha büyüktür. Dahası bugüne dek yaşanan hareketliliklerde gerçek anlamıyla bir ideolojik kopuştan söz etmek de mümkün değildir. Bu açıdan bakıldığında farklı toplumsal kesimlerin henüz ortak bir zeminde bütünleşemeyen hareketliliklerinin eksik ve zaafları kesinlikle küçümsenmeye gelmez. Ama toplumsal süreçlere iktidar perspektifi ışığında bakanlar açısından bu eksik ve zaaflar abartılmaya da gelmez.
Kitlelerin harekete geçmesi ideolojik değişme süreçlerini önceler. Kitlesel tepki birikiminin açığa çıkmasının koşulları ile hareketin belirli bir siyasal-ideolojik kanala girmesinin koşulları da farklıdır. Elbette hiç bir hareket “ideolojisiz” değildir. Ama hareket öncesinden devrolan ideolojik birikim her zaman fazlasıyla bulaşık ve bütünlükten yoksundur.
Önceki yazımda tartıştığım üzere toplumsal düzey sözkonusu olduğunda, sosyalist ideoloji devrim öncesinde en fazla oluşum aşamasındadır. Aynı anlama gelmek üzere, devrim anında bile hareket halindeki kitlelerin geleceğe dönük düşünceleri bir netliğe kavuşmaz.
Dolayısıyla devrim öncesinde ideolojik mücadelenin temel hedefi, toplumun bütünsel bir ideolojik dönüşümünü örgütlemekten çok sınıf ve kitle hareketinin devrimci kanallara akmasını sağlayacak ve sosyalist harekete güç kazandıracak ideolojik motifleri öne çıkarmaktır. Burada önemli olan sosyalizmin toplumsal meşruiyeti sorununun doğru şekilde kavranmasıdır. Toplumsal meşruiyeti devrim ve iktidar mücadelesinin yalnızca bir önkoşulu olarak gören reformizm mevcut durumun elverişsizliğine binbir kanıt göstermekte hiç bir zaman zorluk çekmez. Dar anlamda bir siyasal stratejinin ötesinde yöntemsel bir yaklaşım biçimi olarak aşamacılık, kendisini yalnızca hedeflenen devrimin niteliği sorununda değil, devrimin yoluna ilişkin kurgularda da gösterir. Ekonomik ya da ideolojik düzeydeki belirli toplumsal dönüşümlerin tamamlanmasını sosyalist devrimin önüne koymak, sosyalist ideolojinin hegemonyasını sosyalizmin önkoşulu kabul etmek bu süreç için bir ara iktidar modeli kurgulanmasa bile, aşamacılıktan başka bir şey değildir.
Toplumsal meşruiyet aslında son derece çelişkili bir içeriğe sahiptir. İşçi sınıfının bile devrim öncesinde siyasal ve ideolojik açılardan homojen bir bütünlük oluşturmadığı hesaba katıldığında, neyin toplumsal anlamda meşru, neyin gayri-meşru olduğunun her dönemde tartışmalı olacağı da açık olmalı.
Siyasal öznelerin meşruiyeti, bu öznelerin mücadelesinden bağımsız değildir. Siyasal mücadelenin önemli bir bileşeni de kendini dayatma bir güç olarak varlığını ve “meşru”luğunu kabul ettirmektir. Sosyalizmin meşruiyet sorununu nihai olarak çözmesi ise ancak devrimle mümkün.
Devrimci demokrasinin “öncü savaşı” kurgusu, toplumsal meşruiyet sorununa karşıt uçta ama yine mutlaklaştırmacı bir yaklaşımın ürünü. Bu kurguda güç ideolojisi tek başına öne çıkarılırken toplumsal meşruiyetin öncünün mücadelesinin neredeyse dolaysız bir sonucu olarak biçimleneceği öngörülür.
“Öncü savaşı” her nesnellikte en azından bir kadro tabanı bulur. Bunun ötesinde bir başarı ise ancak özgül koşulların ürünü olabilir. Devrimci dinamizmin temel olarak kırlarda yoğunlaştığı, ya da işçi sınıfının kentlerde henüz yeterli ağırlığa sahip olmadığı koşullarda görece geniş bir toplumsal tabana da oturabilen devrimci demokrasi bu koşulların yokluğunda aşırı öznelcilik ile aşırı nesnelcilik arasında salınır. Türkiye devrimci demokrasisi bu salınımı yaşıyor.
Güç imajı yaratarak güçlenmek siyasal mücadelenin bir parçasıdır. Ama bu konuda aşırıya kaçılarak imajın altının zamanında doldurulamaması, ya da oluşturulmaya çalışılan imajın pek az kimsede bir gerçeklik hissi uyandırması durumunda işler tersine döner. Bugün devrimci demokrasinin “öncü savaşı”nda ısrar eden bölmelerinin eylemliliklerinde çizmeye çalıştıkları görüntünün sola ne kazandırıp ne kaybettirdiği tartışmalıdır.
Öncü etkinliğinin sınırlarını doğru kavramak, siyasal mücadelenin bütünselliğini ve iktidar perspektifini yitirmemekle mümkün. Kuşkusuz her zaman bir “hata payı” ile karşılaşılacak öngörülen hedeflerin çoğuna tam olarak ulaşılamayacaktır.
Ayrıca siyasal mücadelede maksimalizm, ortalamacılık ve aşırı ihtiyatlılığa tercih edilir. Ama maksimalizmin mücadelenin belirli bir boyutunu tek başına öne çıkarmaktan ibaret kaldığı durumda başarısızlık da az çok güvence altına alınmış demektir.
Yukarıda sosyalist ideolojinin devrim öncesindeki etkinliğinin nesnel sınırlara sahip ve ideolojik mücadelenin siyaset belirlenimli olduğunu vurguladım. Bu vurgular iktidar perspektifine sahip olanlar açısından vazgeçilmezdir. Yine mutlaklaştırmamak koşuluyla…
Türkiye’nin tam tersine gelişkin bir işçi sınıfına sahip olması, başlı başına ideolojik mücadelenin önemini ve bu mücadelenin bir bütünsellik taşıması gerektiğini işaret etmektedir.
Bu açıdan devrimci demokrasinin ideolojik mücadeleyi bir direniş ve kavga edebiyatına indirgeyen siyaset tarzı başarı şansından bağımsız olarak işçi sınıfına yapılabilecek en büyük haksızlığı içermektedir. Sosyalist hareket sınıfın bilinç düzeyinin yükseltilmesi sorununu yalnızca güncel ve pragmatik kaygılarla ele alamaz.
Bir kere işçi sınıfının devrime hangi bilinç düzeyiyle girdiği sosyalizmin kuruluşu açısından da önem taşıyor. Bunun yanında Türkiye devriminin uluslararası düzeyde yaratacağı etki işçi sınıfının nitel gelişkinliğiyle de fazlasıyla ilintili olacaktır. Bu etkinin devrimin geleceğini belirlemesi olasılığı hiç de ihmal edilebilecek düzeyde değildir.
Sosyalizmin devrimcilikten ibaret olmamasının anlamı da buradadır.
İŞÇİ SINIFININ EĞİTİMİ
İşçi sınıfı mücadele içinde ve mücadeleden öğrenir. Sınıfın eğitimini sınıf savaşımının önüne koymak da ondan bağımsızlaştırmak da mümkün değildir. İşçi sınıfını ideolojik düzeyde dönüştürmeye dönük mücadelenin kritik halkası, sınıf savaşımının somut hedeflerinin belirlenmesidir.
Son yıllarda fazlasıyla dalgalı bir seyir izleyen işçi hareketi, son aylarda yeni bir canlanma dönemine girdi. Özellikle kitlesellikleriyle tarihsel önem taşıyan eylemliliklere sınıf bilincinin gelişimi açısından bakıldığında çelişkili bir tablo ile karşılaşılıyor. Sınıfın gerek gücünü hissetmesini gerekse iktidarıyla, sosyal demokrasisiyle, meclisiyle, yargı kurumlarıyla ve medyasıyla birlikte burjuva düzenin bir bütün olarak ve tam boy karşısında yer aldığını somut olarak görmesini sağlayan bu eylemliliklerin fazlasıyla öğretici olduğu tartışılmaz. Ama diğer yandan, sınıf bilincinin gelişimi açısından ortaya çıkan potansiyelin bugüne kadar oldukça sınırlı bir bölümünün realize olduğunu söylemek gerekiyor.
Burada en önemli rol kuşkusuz sınıfın eylemlerinin içini boşaltmak konusunda uzmanlaşmış sendika bürokrasisine düşüyor. Kamu sendikal bürokrasisi de bu alanda giderek daha “ustaca” hareket ediyor.
Sınıfın eylemliliklerinde en az kitlesellik kadar önem taşıyan bu eylemliliklerin sonuç alıcı olmasıdır. Bu bir yana yenilgiyle sonuçlanan eylemler bile çoğunlukla sonuçsuz güç gösterilerinden daha öğreticidir.
Türkiye işçi sınıfı sosyalist hareketin sendikal mücadele alanına müdahalelerine hem her zamankinden daha açık hem de muhtaç durumda. Sınıf sendikacılığı perspektifini öne çıkarmaya dönük bir çıkışın örgütlenmesi gereksinimi her zamankinden daha güncel.
Sınıf sendikacılığı, öncelikle sınıfın eylemlerinin içerik ve biçimini belirlemek için gerekiyor. Sorun yalnızca uzlaşmacılığı alt etmek değil. Net hedeflerden yoksun anlık tepkiselliklere dayanan bir mücadelecilik de sınıf hareketini ileriye taşımayacaktır.
Sınıf bilincinin mücadele içinde gelişmesi, mücadelenin doğru ve bütünsel bir kavrayışının kendiliğinden biçimlendiği anlamına gelmiyor. Mücadelenin derslerinin bilinç düzeyine çıkarılması, sınıfın ideolojik ve siyasal eğitimini gerektirir. Sınıf savaşımlarının somutluğundan bağımsız bir eğitim çalışması işlevsiz kalacak, ama eğitimle desteklenmeyen bir mücadele de kalıcı kazanımlara yol açmayacaktır. Türkiye’de bir dönem “sınıf ve kitle sendikacılığı”nın geri perspektifiyle yürütülen eğitim çalışmaları bile içi tümüyle boşaltılmış ve işçilerin ilgisini çekmeyen bugünkü eğitim çalışmalarının yanında özlenir hale geldi.
Burjuva ideolojisinin işçi sınıfı üzerindeki etkisini kırmaya ve sınıf mücadelelerinin daha gelişkin bir kavrayışını üretmeye dönük eğitim siyasal ideolojik ve kültürel boyutlarıyla bir bütünlük içinde değerlendirilmek zorunda. Türkiye’yi sarsan eylemliliklerin, işçi sınıfının dünyayı kavrayışından gündelik yaşamına görece sınırlı değişikliklere yol açması, ancak sınıf sendikacılığının eğitim perspektifiyle aşılabilecek bir durum.
Toplumsal muhalefetin ana odağı olduğunu tartışmasız şekilde gösteren işçi sınıfının buna rağmen toplumun harekete geçen diğer kesimleri üzerindeki etkisinin zayıf kalmasının nedenlerinden biri de konumunun ve bu konumdan kaynaklanan sorumluluğunun bilincini geliştirememiş olması. Türkiye işçi sınıfı yalnızca Kürt sorununa ya da kent yoksullarının dinamizmine değil aslen kendisini hedef alan dinci gericiliğin yüksel(til)işine karşı da görece kayıtsız kalabiliyorsa ortada ciddi bir sorun var demektir. (Dinci gericiliğin yükselişine karşı çıkmak sınıfı bölmez; tam tersine dine inanan işçilerin karşı tarafa kaybedilmemesi yobazların iplerinin kimde olduğunun gösterilmesiyle mümkün).
Sınıf sendikacılığı sınıfın ülke ve dünya sorunlarıyla ilgisini sınıfla toplumun diğer kesimleri arasındaki ilişkisini mücadele temelinde yeniden kurmanın da zeminini oluşturacaktır.
KENT YOKSULLARINA DÖNÜK İDEOLOJİK MÜCADELE
Kent yoksullarının sergilediği dinamizm özellikle 1980’den bu yana oturtulmaya çalışılan yeni ideolojik motiflerin etki alanının sınırlarını işaret etmesi açısından önemsenmek zorunda. İşçi sınıfının bir kesimini de kapsayan kent yoksullarının tepkiselliği “geleneksel” kanallara akıyor. Bir yandan islami ve faşist hareketlere de taban oluşturan kent yoksulları diğer yandan solun kendisini toplumun gündemine sokmasına aracılık ediyor.
Büyük kentlerin kenar mahalleleri kendi aralarında önemli farklılıklar gösteriyor. Tek bir kent yoksulluğundan söz etmek mümkün değil. Özellikle Alevi ve Kürt kökenli kent yoksulları sola açıkken, Türkiye gericiliğine taban oluşturan bölgelerden göçmüş olanlar genellikle yine dinci gerici ve faşist hareketlerin etki alanına giriyor.
Türkiye’de kentleşmenin taşra kökenli geleneksel kimlikleri çözme süreci görece yavaş işliyor. Bunun en önemli nedeni burjuvazinin köken farklılıklarını sınıfı bölmeye yönelik olarak kullanması. Ama bu politika kriz dönemlerinde iki ucu keskin bir bıçağa dönüşüyor. Devletle iç içeliğini görmek için soyutlama gücü gerekmeyen karşı-devrimci güçlerin Alevi ve Kürt düşmanlığı bu kesimleri ister istemez düzen karşıtı bir konuma itiyor.
Bu sürecin tümüyle burjuvazinin istediği sınırlar içinde yaşanması hiç kolay değil. Daha doğrusu sosyalist hareket kent yoksullarının düzen karşıtlığını sınıfsal bir zemine çekmek, sınıf hareketiyle düzene karşı harekete geçen kent yoksulları arasındaki bağı kurma şansına sahip. Bu başarılamadığında ortada gerçekten de yalnızca burjuvaziye hizmet eden türden Alevi-Sünni ve Türk-Kürt çatışmaları kalacaktır. Böylesi çatışmaların işçi sınıfının bütününe yansımaması mümkün değil. Bu tür bir sürece seyirci kalmayı tercih edenlerin Türkiye devriminin öncülüğü iddiasını da daha başından bir yana bırakması gerekecektir.
Kent yoksullarının ham tepkilerine angaje olan mahallelerdeki örgütlenmeyi tümüyle yerel ideolojik motifler üzerinden gerçekleştirmeye çalışan siyasal etkinlik alanına soktuğu kitlenin ideolojik açıdan dönüştürülmesi işinin hakkını veremeyen bir sol politika da farklı sonuçlar vermeyecektir. Gerek sosyalist hareketin reformist gerekse devrimci demokrasinin demokrat bölmeleri Gazi olayları ile başlayan sürece soğuk bakmak konusunda ortaklaştı. Burada ilginç olan bir nokta son yılların sınıf indirgemeciliği karşıtı işçi sınıfı dışında toplumsal hareket aramaya meraklı sol aydınlarının da kent yoksullarının hareketlenmesinden tedirginlik duymasıydı.
Solun sözkonusu bölmelerinin mesafeli ve kuşkulu yaklaşımının arkasında öncelikle sürece fiziksel uzaklıkları bulunuyor. Kent yoksullarının önemine ilişkin teorik tartışmalara girişmiş olanları da dâhil olmak üzere solun bu kesimi mahalle direnişlerinde ciddiye alınabilir bir etkinlik sergileyemedi. Bu durum yalnızca öznel tercih ya da yetersizliklerden kaynaklanmıyor. Kent yoksulları ile reformist sol arasında bir “dil uyuşmazlığı” var.
Devrimci demokrasinin radikal bölmeleri ise çubuğu diğer tarafa doğru kırdı. Kent yoksullarına dayanan bir hareketlenmenin sınıf hareketi ile bütünleşemediği sürece bir çıkışsızlığı da barındıracağını, diğer yandan bu bütünleşmenin tek başına mahalle dinamizmi üzerinden sağlanamayacağını ihmal eden devrimci demokrat hareketler açığa çıkan mücadele potansiyelini sonuna dek zorlamayı tercih etti. Bu zorlamanın belirli bir noktadan sonra ters tepmesi kaçınılmazdır. Birincisi, kent yoksullarının soluğu devrim mücadelesinin temel yükünü taşımaya yetmez. İkincisi, kent yoksullarının özellikle ideolojik düzeyde toplumun diğer kesimleri üzerindeki etkisinin sınırları var. Mahallelerdeki biçimsel radikalizm yüklü hareketlilik toplumsal bir gündemle çakışmadığında bir noktadan sonra işçi sınıfının önemli bir bölümü de dâhil olmak üzere toplumun diğer kesimleri gözünde meşruiyet yitimine uğramak durumundadır. Üçüncüsü, devrimci demokrasi başlangıçta kitlesel olan bir hareketi kitlesi geri çekildiğinde de bu kez kendi başına taşımaya çalıştığında solun bu süreçteki kazanımlarını da tüketmeye başladı.
Kent yoksullarının dinamizmini Türkiye devrimine tek başına soyut bir “mücadele” motifi üzerinden bağlamak mümkün değil. Yukarıda da değindim sosyalist hareketin mahallelerde ideolojik ve siyasal bir ağırlık kazanması gerekiyor. Aksi durumda olacaklardan biri de, kent yoksullarının mücadelesinin giderek mahalle gençlerinin mücadelesine dönüşmesidir.
Herhalde burada ilk vurgulanması gereken yerel çalışmalarla kazanılan kadro ve sempatizanların ideolojik ve siyasal eğitiminin taşıdığı önem.
Diğer yandan sosyalist hareketin kent yoksulları arasındaki işçileri kazanmaya dönük politikası, yalnızca işçi sınıfının sendikasız kesiminin sınıf mücadelelerindeki ağırlığının artırılmasına değil, bu işçileri yerelliklerinin önderleri haline getirerek sosyalist ideolojinin mahallelere taşınmasına aracılık etmelerini sağlamaya da dönük olmalıdır.
Kent yoksullarının dinamizmi ile sınıf hareketi arasındaki mesafe, her ikisine müdahale ederek karşılıklı dayanışma etkinlikleri ve daha önemlisi ortak eylemler örgütleyerek kapatılabilecektir. Sosyalist hareket kent yoksulları ile işçiler arasındaki dil birliğini sağlayabilecek tek özne durumunda.
Burada son olarak mahalle çalışmalarının kültürel boyutuna değinmek istiyorum. Mahalleliliğin temel olarak kültürel bir içerik taşımasının yanında yerel kültürel etkinlikler, mahalle atmosferi üzerinde neredeyse belirleyici bir ağırlık kazanabiliyor (kuşkusuz bu açıdan kahvehanelerin özel yeri tartışılmaz!). Sosyalizmin mahallelere kendi rengini vurmasında da yerel kültürel örgütlenmeler önemli rol oynayacaktır. Bu alanın ne boş ne de alevi derneklerine ya da devrimci demokrasiye bırakılması mümkün.
AYDINLAR İDEOLOJİK MÜCADELENİN NERESİNDE
Burjuva siyaset ve ideolojisinin krizi uzun bir suskunluk ve etkisizlik dönemi geçiren aydınlan da canlandırdı. Solculuklarını yıllardır daha çok kendilerine ve sınırlı çevrelerine saklayan aydınlar medyanın da “düzen”i sorgulama noktasına gelmesinden yararlanarak seslerini daha fazla duyurma olanağına kavuştu. Liberal ideolojik saldırı güçlü dönemini geride bırakırken bu saldırıya biraz gecikmiş olarak soldan yanıt verme çabalan yoğunluk kazandı.
Ancak bu gecikmiş “aydınlanma” süreci biraz da geç kalmışlığı nedeniyle görece zayıf ve etkisiz kalıyor. Bir kere Türkiye aydınının üzerinde on beş yıllık depolitizasyon döneminin ve bu döneme uyum göstermişliğin yükü var. Liberal ideolojik saldırı ve “değişim” edebiyatı da bugünün aydınları üzerinde kolay silinmeyen izler bırakmış durumda. Diğer yandan sözkonusu dönem aydınların toplumsal bağlarını fazlasıyla zayıflattı. Siyasetten soğuyan bir aydın kesimi ile toplum arasındaki bağların yıpranması kaçınılmazdır.
Sol aydınların gündemi ile toplumsal muhalefetin gündemi arasındaki mesafe bugün de kapanmış değil. Aydınların en geniş kesimini bir araya getirebilen “düşünce özgürlüğü” eylemleri, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin gündemine fazlasıyla yabancı kalıyor.
Düşünce özgürlüğünün birinci gündem maddesi haline gelmesi aslında aydınların düşünselbulanıklıklarınıyansıtıyor. Düşüncesini netleştiremeyen aydın düşünce özgürlüğü kampanyalarında herhangi bir düşünceyi savunmadan eylem yapma “onur”unu paylaşmış oluyor. Aydınların diğer “eylem”lerinde de benzeri bir tavrın ağırlık taşıdığına özellikle “imzacılık” kampanyalarında görülen omurgasızlığa Ali Mert yoldaşımız daha önce değinmişti: “Voltaire onuru kendisi doğruluğuna katılmasa başkasının söz söyleme hakkını sonuna kadar savunmaya dayanıyor. Günlük yaşamda yapıp ettikleri liberal solun barbarlık Yüzyıl’ına makale yetiştirmekten kaçkın romanlar yazmaya uzanan bu kesimlerin sıra duyarlılık gösterisine gelince imzalarını esirgememelerinin altında bu 18. yüzyıl onuru yatıyor.” 2
İdeolojik mücadele dendiğinde her zaman akla ilk gelenlerden biri aydınların konumu olmuştur. Toplumun “düşünce üreten” kesiminin böylesi bir ilgiye konu olması son derece doğal. Aynı zamanda bir aydınlanma düşüncesi olarak sosyalizmin “aydın sorunu”nu es geçmesi mümkün değil. Dolayısıyla sosyalist hareket Türkiye aydınlarının son dönemde yaşadığı canlanmayı her şeye rağmen önemsemek zorunda.
Ama sözkonusu canlanma kendi içinde değil, işaret ettiği olanaklar açısından önemlidir. Türkiye solunda politikayı parçaları yanyana getirmekten ibaret gören yaklaşım fazlasıyla yaygın. Aydınların sola fiziksel yakınlık ve “sempati”sini kazanmayı temel politika haline getiren bir yaklaşımla en önemli sorunu aydınların gündemi ile işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin mücadelesi arasındaki uzaklık sorununu çözmek mümkün olmayacaktır.Sosyalizm mücadelesinin kendisini ilgiyle izleyen “entellektüel”lere değil, sınıfın mücadelesiyle güçlü bağlara sahip bir entellektüel üretime ihtiyacı var.
Sorun yalnızca sosyalist hareket açısından “işlevli” bir aydın hareketi yaratmak değil. Türkiye’nin aydınlarının anlamlı bir çıkış gerçekleştirmesinin temel koşulu bir iç ayrışma yaşamalarıdır. Misyonsuz aydın hareketi olmaz. Aydın hareketi ancak kendisini Türkiye toplumuna Türkiye işçi sınıfına karşı sorumlu hissetmeyen ideolojik bulaşıklığın taşıyıcısı ve yayıcısı unsurlardan arınma bu, unsurlarla mücadele sürecinde biçimlenebilir. Sözgelimi “Atakürt” yazısı nedeniyle bir medya holdinginin gazetesindeki köşesinden olmanın “mağduriyet”ini pazarlayarak bir diğerine geçen Ahmet Altan’ı “düşünce özgürlüğü” adına da olsa savunmak kimliksizlik ve kişiliksizlikten başka bir anlama gelmez 3 .
Burjuvazinin ilericiliğini tümüyle yitirdiği Türkiye’de sosyalist olmayan sol aydın dinamizminin kaynakları tarihsel olarak tükenmiştir.Türkiye sosyalist hareketi en azından kendisinin aydınlara olan ihtiyacı kadar, aydınların da sosyalizme muhtaç olduğunun bilinciyle hareket etmelidir.
Sosyalizmin bir siyasal hareket olarak güçlenmesi, aydınları dönüştürerek kazanmanın en önemli yolu. Ama sosyalist hareketin aydınların iç ayrışma sürecine doğrudan müdahaleleri de önemsenmek zorunda. Sosyalizm mücadelesine kazanılacak (ve aslında belki de daha önemlisi bu mücadelede yaratılacak) aydınlar, sözkonusu iç ayrışma sürecini hızlandıracağı gibi sosyalist ideolojinin sınıfa ve emekçi kitlelere taşınmasına ciddi katkılarda bulunacaktır.
TÜRKİYE’NİN SOSYALİST AYDINLANMASI
Yukarıdaki bölümde daha çok “klasik” tanıma uyan aydınlar üzerinde durmuş oldum. Kanımca bu tartışmanın daha verimli olması için eksene Türkiye’nin sosyalist aydınlanması sorununu yerleştirmek gerekiyor. Sosyalist aydınlanma sürecinde yalnızca “klasik” aydınlar değil, öncelikle bizzat sosyalist hareket ve onun militanları diğer yandan dar mesleki ufuklarını aşmış okumuş insanlar, doktorlar, mühendisler, öğretmen ve öğretim üyeleri vb. ve hatta üniversite öğrencileri de önemli roller üstlenecektir.
Kapitalizmin Türkiye insanına gelecek umudu verme gücünü tümüyle yitirdiği bugün, ideolojik kriz nesnelliği “ülkenin geleceği” sorununu toplumun gündemine sokmanın ve sosyalizmle ilişkilendirmenin olanaklarını da yaratıyor. Aslında “Türkiye nereye gidiyor” sorusu zaten toplumun gündeminde. Eksikliği hissedilen, bu konudaki tartışmanın sol kanadının bir gelecek perspektifine sahip olmaması. Türkiye’nin sol kanadı daha çok bir kafa karışıklığı ve çekingenlik sergiliyor (kuşkusuz sosyalist hareketten söz etmiyorum).
Sol düşünce kendisini yanlışları göstermekle sınırlandırdığında toplumsal düzeydeki etkisini de yitirir. Savunmacı bir ruh hali sol düşüncenin varlık nedenine aykırıdır. Özelleştirmelere karşı çıkmakla yetinerek bizzat üretimin kapitalist temellerini sorgulamayan, piyasa mekanizmasının eksik ve yanlışlarını göstermekle yetinerek planlamayı gündemine almayan, devletin küçültülmesi tezlerine karşı çıkmakla yetinerek kamulaştırmayı savunmayan, dinci gericiliğe karşı çıkmakla yetinerek onun sermaye ile bağlarını deşifre etmeyen ve Türkiye’nin aydınlık geleceği için mücadeleye çağırmayan bir solculuğun etkisiz kalması kaçınılmaz.
Kitlesel depolitizasyon ve sol düşüncenin siyaset ve toplum bağlarının koparılmışlığı koşullarında bu durum anlaşılır nitelik taşıyordu. Ama bugün işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin dinamizmi de sol düşünceyi silkinmeye çağırıyor.
Sol düşüncenin yeniden canlanmasının iki koşulu var. Birincisi, Türkiye’de bundan sonra yalnızca sermaye ile bağlarını tümüyle koparmış bu ülkenin geleceğini işçi sınıfında gören bir solculuk kendi ayakları üzerinde dikilebilir. İkincisi, sol düşünce ile toplum arasındaki siyaset köprüsünün yeniden kurulması gerekiyor. Siyasal güçten değiştirme iddialılığından yoksun bir solculuğun savunmacılığı aşması olanaksız.
Dolayısıyla, sol düşünce ancak ve ancak sosyalist düşünce olabilir. Türkiye’de sol sosyalizmdir.
Sosyalist aydınlanma süreci sosyalist hareketin siyasal gücüyle bağlantılı bir seyir izleyecektir. Bu nedenle bugünden yarına köklü sıçramalar beklemek gerçekçi olmayacaktır. Ama sosyalist hareketin bu süreci siyasal mücadelenin yalnızca bir yan ürünü olarak görmesi de yanlıştır. Sosyalist düşünce ve kültürün yaygınlık ve güç kazanması, en başta işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin ideolojik dönüşümü açısından kritik bir rol oynayarak sosyalist siyaseti de besleyecektir.
Sosyalist hareket başlı başına bir ideoloji üretim merkezi olarak sosyalist aydınlanmanın da merkezinde yer alacaktır. “Nesnel olan ideolojinin öznel müdahalelere olan açıklığı elbette sınırlıdır. Ancak sosyalist özne bizzat kendi teorik örgütsel ve siyasal varlığı ile bu ideolojinin önemli bileşenlerindendir. Bu ideolojiye yönelik içerden en önemli ve sürekli etki, öznenin salgıladığı propagandif söylemdir.”4
Sosyalizmin militanları, Türkiye’nin sosyalist aydınlanmasının da militanları olmalıdır ve olacaktır. Sosyalist mücadelenin insanının gelişkinlik ve güzelliği etkileme ve dönüştürme gücüne sahiptir. Sosyalist aydınlanmanın işçi sınıfına ve emekçi kitlelere taşınmasında belirleyici rol oynayacak olan sosyalist militan, bunun da ötesinde bulunduğu her mekânda sosyalist düşünce ve kültürün taşıyıcısı olmanın sorumluluğuyla davranmalıdır. Sosyalizmin varlığının ve sosyalistlerin farklı insanlar olduklarının hissettirilmesi ideolojik mücadelenin temel bir öğesi olmasa bile, ihmal edilebilir bir öğesi de değildir.
Türkiye’nin okumuş insanları, sosyalist düşüncenin alıcısı olmanın yanında bu düşüncenin yaygınlaştırılmasında da rol oynamaya adaydır. Okumuş insanların siyasallaşmasının toplum üzerindeki ideolojik etkisi her dönemde güçlü olmuştur. Sosyalist aydınlanmanın kaderi, biraz da bu kesimde bulacağı karşılığa bağlı olacaktır.
Okumuş (ve özellikle okuyan) insanlar zaten her dönemde sosyalizmin en önemli kadro kaynaklan arasında yer almıştır. Bugün gerekli olan bu kesimde daha yaygın bir siyasallaşmanın zorlanması. Okumuş insanların işçi sınıfı ve emekçi kitlelere karşı sorumlulukları temasının öne çıkarılması gerekiyor.
Özellikle üniversite öğrencilerinin sosyalist düşünce ve kültüre olan açıklıklarının hakkının verilmiş olduğunu söylemek zor. Sosyalist hareket üniversitelerdeki potansiyelin henüz oldukça sınırlı bir bölümünü harekete geçirebilmiş durumda. Oysa üniversite gençliğinin siyasallaşması, yalnızca sınıf mücadelesine destek olacak eylemlilikleri nedeniyle değil Türkiye’nin geleceğini temsil eden bir kuşağın yaratılması açısından da önem taşıyor.
Son olarak, sosyalist aydınlanmanın yalnızca sosyalistler aydınlar ve yarı-aydın kesimlere dayandırılamayacağının altını çizmek istiyorum. İşçi sınıfının içinden de sosyalist aydınlanmanın taşıyıcılarını çıkarmak gerekiyor. Kendi içinden düşünce ve kültürüyle gelişkin insanlar çıkaramayan bir işçi sınıfının öncü sınıf olma bilincini geliştirmesi hiç kolay değil. Sosyalist aydınlanmanın sınıfa nüfuz etmesini sağlayacak olan bu süreçte yaratılacak öncü ve sosyalist işçilerdir. Ayrıca sınıfın içinden çıkan gelişkin bir tipoloji, sosyalist aydınlanmanın toplumun diğer kesimlerine taşınmasını da sağlayacaktır.
Sonuç yerine: İDEOLOJİK MÜCADELEDE PARTİLİLİĞİN ÖNEMİ
Sosyalist ideolojinin en temel yeniden üretim alanının sosyalist siyasal hareket olmasının tartışılacak bir tarafı yok. Bir bütünlük olarak sosyalist ideoloji ancak süreklileşmiş bir siyasal pratik içinde yeniden üretilebilir. Hareket boyutu ile örgütü birleştiren partinin önemi burada.
Parti gerek işçi ve emekçiler gerekse aydın ve okumuş insanlar açısından bir okuldur. Yalnızca teorik ve siyasal eğitim açısından değil. Ama çok daha önemlisi, farklı sınıflardan gelen farklı kişilik yapılarına sahip insanların kollektif bir mücadele içindeki birliklerini sağlayan parti bir anlamda insanlığın kurtuluşu hedefinin gerçekçiliğinin somut kanıtıdır.
Bu yönüyle partililik, dışa dönük olarak da güçlü bir ideolojik silahtır. Sosyalizmin tarihinde partililiğin toplumun geniş kesimleri üzerinde saygınlık uyandırdığı örnekler fazlasıyla zengin.
Türkiye’de de bir dönem toplumun bütünü olmasa bile sola açık kesimler üzerinde etkili olan partililiğin önemi özellikle 1980 sonrasında sol kadrolar dışında neredeyse tümüyle unutuldu. Sol kadroların bir bölümü de partili olmayı bir ayrıcalık olarak görmekten uzaklaştı. Mevlana türbesi benzeri yapıları parti niyetine kuranlar ve kurma niyetlileri partili mücadelenin sağlam ve homojen bir ideolojik temel yerine seçilmeden alınmış üyeler arasındaki uzlaşma ve pazarlık zeminine dayanması durumunda partili olmayanlar bir yana, partililerin gözünde bile gerekli saygınlığı kazanamayacağını ihmal ediyor. Parti üyesi bağımsız aydınlar (bu dört sözcükten hangisini yada hangilerini tırnak içine alacağıma karar veremedim) herhalde bu durumu en iyi karakterize eden örneklerden biri.
Neyse ki bu ülkede partili mücadele sahipsiz değil…
Dipnotlar ve Kaynak
- Armağan Dünya; “Ddeoloji Üzerine”; Gelenek 49.
- Mert Ali; “Bu Memleket “Biz”im”; Gelenek 48; s. 54
- Herhalde Ahmet Altan sosyalist olma iddiasındaki haftalık Söz gazetesinde “mağduriyet”ine ayrılan sayfaları gülümseyerek incelemistir.
- Hekimoğlu Cemal; “Olusum Sancısındaki Sosyalist Ddeoloji”; Gelenek 39; s. 27