Siyaset Gazetesi, sayı:1, Kasım ’88
Evet, yeni bir yayın daha…
İnsan ister istemez 1980 öncesini hatırlıyor. O yıllarda ortalama insan psikolojisine “iyi” hitap eden bir tekerleme vardı. Özellikle Türkiye solu için timsah gözyaşları dökmeyi meslek edinen çevrelerde, yatılıp kalkılıp 52 fraksiyondan sözedilirdi. Tekerleme bu 52 fraksiyonla başlardı, bölünmüşlükle devam edip “ah bir birleşilseydi” ile biterdi. Ah bir birleşilseydi… Birleşilseydi de CHP etrafında kenetlenip demokrasi misyonerliğine soyunulsaydı…
Bu tekerlemeyi en fazla diline dolayanlar, henüz daha Bülent ağabeylerine küsmemiş olan köşe yazarlarıydı. Bunlara göre, madem 52 ses vardı, o halde hiç değilse bunlar hep birlikte aynı ezgiyi söylesinlerdi. Söylesinlerdi de, kuyrukçuluk yapsınlardı, kemalizm yapsınlardı, uzlaşmacı olsalardı…
Türkiye solunun bir anlamda şansı ve onuru, zamanında cılız da olsa çatlak ses veren ve bir anlamda Türkiye solunu “bölen” kesimlerdi. Bunlar, Türkiye soluna teorik-siyasal ipotek koymak isteyenlerin niyetlerini bir ölçüde bozdular.
Şimdi Siyaset, sayıca neredeyse yetmişe ulaşmış bir sol yayın etkinliğine doğuyor. Ve tabii hemen o eski tekerleme akla geliyor. Hemen belirtelim, Siyaset bu durumun olumsuzluğunu peşinen ön plana çıkarma heveslisi değildir. Öncelikle şu unutulmamalıdır: Yayıncılık, süreli yayınlar, Türkiye’de bir kuşatılmışlığın kırılmasında önemli işlevler üstlenmişler, bu anlamda geri alınması oldukça güç kazanımların elde edilmesine yardımcı olmuşlardır. Tek başına bu bile önemlidir.
Sonra, 1980 öncesinden farklı olarak, süreli yayınların önemli bir bölümü, daha köklü, daha temelli sorunlar üzerinde durmaya başlamışlardır. Kuru devrimci ajitasyonun ve laf kalabalığının, Türkiye solunun ve uluslararası sosyalist hareketin sancılarını unutturmasının pek kolay olmadığı, bir-iki istisna dışında herkes tarafından kabul edilmiştir.
Bu anlamda dergiler, gazeteler çıkmalıdır. Türkiye’de gerçekten önemli ve yol açıcı her ayrım kendisini teorik-ideolojik ve siyasal olarak ifade edebilmelidir. Bunda sakınca değil, yarar vardır. Bir Saçak’ın çıkması “bile” çok şeyi netleştirmemiş midir? Bir Perinçek, bir Gündüz bundan böyle devrimci bir söylemin arkasına kolay kolay gizlenemeyeceklerdir. Bir Zemin’in çıkması kötü mü olmuştur? Sosyalizm mücadelesinden öte, sosyalizmin tarifini bile demokrasi okulundan aldıkları reçetelerle yapanların bu ülkede medeni cesaret kazanmaları az şey midir? Bir Yeni Açılım, geleneksel soldaki legal marksizm heveslilerinin sınır ve kural tanımaz taşkınlıklarını gözler önüne serdi de kötü mü oldu? Veya olumluluk-olumsuzluk kantarına vurmadan bir Sınıf Bilinci, bir Yeni Öncü, bir Emek Dünyası, bir Medya Güneşi önemli değiller mi? Geçmişte doğru dürüst tek bir teorik yayın çıkaramayan geleneksel solda Gelenek’in varlığı, önemli bir güven tazeleme değil midir? Alın eski Yurt ve Dünya’ları, Ürün’leri, İlke’leri; sıçramanın, kazanımın boyutları iyice belirginleşecektir. Geleneklere bağlılığın kısırlık anlamına gelmeyeceği, en azından bunun kör talihimiz olmadığını göstermek mutlaka gerekliydi. Bu, herhalde yapılmıştır.
Siyaset de geleneksellik ile yaratıcılığın birlikte yürüyebileceğini, bunun yalnızca teorik olarak değil, siyasal olarak da mümkün olduğunu göstermeye yardımcı olacak. Bu da, Türkiye solu için önem taşıyacak.
Türkiye solunda yeni bir duyarsızlık ve güvensizlik dalgası oluşmaktadır. Yirmi yıldır sosyalizme inanan, hasbelkader bu inincın gereklerini yerine getiren birisinin “bir bildikleri vardır” diyerek yeni yönelimleri, yeni açılımları körü körüne savunması, dahası eleştirilere gözünü kapaması; 17-18 yaşındaki gencin karşılaştığı her meçhul bilgiyi “karşı devrim komploları” içerisine yerleştirmesi; işçilere yönelik yayın yapıyorum diyen kimi dergilerin işçi sınıfına ayda bir “sömürülüyorsunuz” mesajı vermekten kurtulamamaları…., tüm bunlar duyarsızlığın ve güvensizliğin ciddi göstergeleridir.
Sözün kısası Türkiye solunda yayıncılık alanında üzülünecek nokta, çeşitlilik değildir. Üzülünmesi, dert edilmesi gereken başka şeyler vardır. Bunlar üzerinde durulmalıdır. Bugünkü ekonomik koşullarda işçilerin, emekçilerin süreli yayınlara kaynak ayırabilmeleri, büyük bir özveridir, fedakarlıktır. Elbette gereken bir özveri, fedakarlık. Bunun ötesinde benim diyen bir öğrencinin bile süreli yayınları satın almakta güçlük çektiği açıktır. Ancak, bugün giderek herkesin yalnızca “kendi yazdıkları”nı okumaya başladığı bir durum göze batıyorsa, bunu yalnızca ekonomik nedenlerle açıklamak da kolaycılık olacaktır. Zaten, bu gerekçenin doğru olması, yayıncılığın Türkiye solu için önü kapanmış bir alan olması anlamına gelecektir.
Biz asıl problemin başka bir yerde aranması gerektiğini düşünüyoruz.
Her yayında beş-on eli kalem tutan adam teorik tartışma yapacak veya Türkiye sosyalist hareketinin pratik sorunları üzerinde kafa yoracak, sessiz çoğunluk güncel hesaplar, akademik mücadele ve sendika oyunları ile meşgul olacak. Ve bunun adı, teori ve pratiğin birliği olacak!..
Sorun buradadır. Sorun, yeni yönelimleri, kapı kapı dolaşıy savunmaya vakit ve enerji bulan, ama yeni TBKP Programı’nı okuma zahmetinde bulunmayan zihniyetin kırılmasındadır. Sorun, sosyalist hareketin gündemindeki tartışma konularını daha geniş kesimlere maletmeyi istemeyenlere, teorisiz pratik ve pratiksiz teoriyi birbirine eklemeye uğraşanlara karşı mücadeledir. Sorun, sıkıştıkça küfrü basan bir polemik ağzının yaygınlaşmasını engellemektedir.
Siyaset, en başta kendi ayrım çizgisini siyasal ağırlıklı olarak üretmek için çıkıyor. Elinde güncel hesaplar içerisinde çarçur edilemeyecek denli zengin bir teorik çerçevenin olmasına güveniyor. Ve çıkarken, yukarıda sıraladığımız tıkanıklıkları kendi hesabına aştığını varsayıyor.
Bu iddia ve varsayımların gerçekliğini okuyucu dostlarımıza, sosyalistlere bırakıyoruz…