Sosyalist hareketin dünya üzerindeki gelişimine ışık tutan kimi “dışsal” kaynaklar olduğunu söylersek herhalde kimileri bunu belli edilmeyen bir tepki ile karşılarlar.
“Kısaca Mele”lerin kafasında yer etmiş olan tasavvur marksizm leninizmin “haso” marksist leninistlerce (Marx, Engels, Lenin, Stalin, Mao, Çayan, Kaypakkaya, Pol-pot, Kıvılcımlı vb.) geliştirilmiş bir düşünce sistemi olduğu ve sosyalizmin tarihsel temellerinde yalnızca iki sınıf (ve tabi bir sınıf) olabileceği yönündedir. Engels’in bilimsel sosyalizmin tarihsel köklerine ilişkin söyledikleri, Balzac ya da Rus edebiyatı ya da burjuva aydınları gibi konulara ilişkin kitaplarda yer alan değerlendirmeler marksizmi önceleyen kimi sosyalist hareketlerin marksistlerin “idealleri” ile ilişkileri ise bu tasavvurla bağlantılandırılacak “bilgi”ler olarak görülmemektedir.
Bilimsel sosyalizmin tarihsel kaynaklarını kavramak ve teorik gelişkinliğin “dışsal” dinamiklerine vakıf olmak konusunda bile oldukça sınırlı bir kavrayışa sahip olanların ideolojik mücadeleyi ve sosyalist propagandanın dış bağlantılarını zenginliği içinde kavramaları mümkün değildir.
KIYIDA GEZENLER DENİZE DÜŞTÜLER…
Doksanlar Türkiyesi’nde marksizmin “özkaynakları”nın dışındaki kaynaklardan besin aramak daha çok post-marksistlerin (marksizmi aşma iddiasındaki “marksist”ler) popülistlerin ve konformistlerin işi olduğu için bu güdüklüğü yadırgamak “ve değiştirmek de kolay değildir.
Diğer yandan bu güdüklüğe duyduğu abartılmış tepki ile devrime karşı inançsızlığını birbirine katarak kendini verili toplumsal kültürün kollarına bırakanların durumu da vahim olmuştur. Kavruk bir Kürt genci olarak geldiği metropol üniversitesinden Jimi Hendrix modeli saçlarla ayrılan, “rakçılar”; hafif snob bir kolejli olarak girdiği üniversite kantininden birkaç yıl sonra “sıkı Orhancı” olarak çıkan kentli küçük burjuvalar; açlık grevleri direnişler ve işkencelerle geçen hapishane yaşamından sonra dışarı çıktığında Wilhelm Reich okumaya başlayıp “özgür cinselliği” Beyoğlu barlarında aramaya başlayan eski ML’ler… Bütün bunların yaşanan son 15 yılda yukarıda anlatılan güdüklüğün alternatifi olarak ortaya döküldükleri düşünülürse anılan güdüklüğü anlayışla karşılamak bile mümkündür.
Üstelik belli noktalarda bu “güdüklük” o kadar da güdüklük değildir. Oldukça bilinçli ve sağlıklı bir “tavır” olarak benimsenen bir kapanma refleksi olarak “hayat kurtardığı” rahatlıkla söylenebilir.
Ancak toplumsal kaynaşmanın bugünkü durumu, ortaya çıkan yeni olanaklar ve yeni tehditler düşünüldüğünde devrimci demokratlar bir tarafa sosyalistlerin sözü edilen güdüklüğü kıracak hamleler yapması zorunludur. Karşı-devrimci saldırı döneminin tepe noktasında şekillenen kapanma dönemi artık bitmelidir.
Evet 80’li yıllarda sosyalizme ve devrimci ideallere yönelen saldırı doğal bir refleks olarak “kapanma”ya yol açmıştır. aydınların başta bireycilik, burjuva ideolojisinin çeşitli varyantlarını hızla kucaklamaları marksizm-leninizmin zaten bir süredir yavanlık üretmekle yetinen “teorik merkezleri”nin gerçekleştirdiği sarsıcı manevralar “muhafazakarlığı” ve “ideolojik kuşkuculuğu” öne çıkarmış ve “pislikten kaçınma” kimi zaman bir “safiyet” saplantısına dahi yol açabilmiştir.
Sözü edilen kapanma refleksi bir hazırlık dönemine eşlik ettiği ölçüde hayat kurtarıcı olurken; kapanma dönemini verimli değerlendiremeyenler her “açılış”larında ağır darbeler yemiş (ideolojik likidasyon anlamında) ve kimi zaman kayıp gitmişlerdir.
Kısaca bu süreçler içinde kapanma refleksi kimi zaman sosyalist kadroları toplumsal gerçeklikten koparabilmiş; açılanlar ise hızla toplumsal gerçeklik tarafından sindirilivermiştir.
Bu manzara içinde Türkiye devrimcileri burjuvazinin sopasını sallayarak at oynattığı toplumsal kültür ve siyasal gündemle aralarındaki mesafeyi açarken aslında giderek popüler kültürden ve emekçilerin yaşamından da uzaklaşmıştır.
Bir örnek durumu ele alalım. Liberal sermaye kültürünün karşısına 80’lerin devrimci kültürü ile çıkarken sol hareket geniş toplumsal kesimleri yalnızca Tarkan’ın ve Mustafa Sandal’ın ya da Ebru Gündeş’in ve Mahzun Kırmızıgül’ün sabun köpüğü liboşluklarına değil; daha kötüsü örneğin Müslüm Gürses’in “koyulmuş garibanizm”ine ya da Sertap Erener’in parizyen apolitizmine de terketmiştir. Daha kötüsü diyorum çünkü, esasen 80’li yıllara ve Özalizme ait olduğu düşünülmesi gereken liboş popçuluğun emekçiler ve gençler içindeki etkisi devrimci bir yükseliş içinde kumdan kale gibi dağılacaktır; ancak sözünü ettiğim “koyulmuş garibanizm” yeni(den)lenmiş bir “ülkücülük”ten apolitik bir yıkıcılığa kadar pek çok kanala akarak “radikalize” olabilir ve etkisini sürdürebilir. “Parizyen apolitizm” dediğim şey ise bu ülkede düzenle bağlarını kurmakta hep güçlük çeken bir küçük burjuva aydın radikalizmini emekçi halktan uzak tutmaktadır. Bu etkilerin devrimci kültüre de alternatif olacağı gözönüne alınmalıdır.
Aslında kısaca örneklediğim bu manzaranın öznel nedeni dünya çapında yaşanan karşıdevrimci dalga karşısında “devrimcilik kültürünün” de kitlesel-toplumsal bağlarının zayıflaması, devrimcilere ve devrimci kişiliğe ilişkin olan yönlerinin öne çıkmasıdır. Bu da tastamam sözü edilen kapanma refleksinin ürünüdür. (Tekrar olacak ama: bu refleksin sol için hayat kurtarıcı olduğunu kesinlikle unutmadan söylüyorum bunları…)
Açıkçası bugün toplumsal gerçeklikteki sindirici gücün sahip olduğu devrimci potansiyeller karşısında çok zayıfladığını görüyoruz. Bu nedenle kapanma refleksinden kurtulup atak yapmayı gerekli görüyoruz.
SINIF KAVGASINDA PLEBYEN KAFA
Aslına bakılırsa toplumsal dinamikler öznel tercihlere bu konuda pek yer bırakmıyor. Kapanma, içe dönme ve kişilik güzellemesi ile kendini varetmeye çalışan devrimci hareketler yeni bir zorlama ile karşılaşıyorlar.
Devrimci demokrat hareketler ideolojik ve kültürel olarak en fazla kısırlaştıkları bütün ideolojik cephanelerini çok yüzeyselleştirilmiş bir dağ-kavga edebiyatına indirgedikleri bir dönemde karşılamakta güçlük çektikleri bir akış ile karşı karşıya. İstanbul, Ankara, İzmir Adana, Mersin, Bursa gibi kentlerde inişli çıkışlı da olsa devrimci demokrat birikime bir varlık alanı sunan bir dinamizm gözleniyor.
Ciddi bir eşitsizlik bu duruma eşlik ediyor. Popülizm sözkonusu olduğunda Demirel’den bile yavan, hümanizm gündeme geldiğinde Savaş Ay’dan bile geri olan bir devrimci demokrat hareket kendisinin bile pek beklemediği bir emekçi dinamizmi ile karşı karşıya kalmıştır.
Kimileri bu tespitleri “ne olmuş yani” ya da “nazar etme ne olur çalış senin de olur” gibi fazla kendine güvenen bir tepkiyle karşılayabilir.
Açıkçası düzenin krizi ve özel olarak son dönemin ürünü olan ideolojik kriz Türkiye kapitalizminin sosyolojik niteliklerinde son yıllarda yaşanan dengesiz gelişmeler (göçler, kent düzenindeki gelişmeler vb.) ortadaki sorunu şimdilik örten sonuçlar veriyor, ama plebyen niteliği aşılmadığı sürece bugünkü kitlesel tepkisellikten hayırlı sonuçlar almak mümkün değildir.
Sözü edilen ideoloji boşluğu ve bunun yerini dolduran plebyen tepkiselliklerin büyük sorunlar yaratmaya aday olduğu Mart ayında başlayan isyankâr dönemde belli olmuştur.
İdeolojik-kültürel gerilik yaşanan olaylarda toplumsal taleplerin ve siyasal hedeflerin formüle edilmesini ve geliştirilmesini çok güçleştirmiştir. Böyle olunca toplumsal talep ve siyasal hedeflerin yerini bıçkınlıktan şimdilik ayırdedilebilen bir pratik radikalizm almıştır.
Üstelik bu durum “örgütüm!” diyenleri bile sarmalayıp belirleyen bir ideolojik atmosferi sürekli beslemektedir.
Tekrar edersem bu öyle kimilerinin sandığı gibi sonsuza dek sürecek bir şey değildir. Bugün çok prim yapan “bıçkınlık” toplumsal taleplerin ve siyasal hedeflerin ortaya konulamaması durumunda varoşlarda çabuk tükenen bir moda olarak kalacak; işçi sınıfının diğer kesimlerinin ve toplumdaki “muhalif kimi dinamiklerin de harekete geçirilmesi hayal olacaktır.
Diğer yandan şu cümleler sözü edilen zaafın solda ve sağda liberaller tarafından nasıl kullanılabileceğini ve andığım bıçkın ve plebyen hava ile birlikte olumlu anlamıyla radikalizmin de altının nasıl kolayca oyulabileceğini gösteriyor:
“Devrimci denildiği zaman insanların saygı duyduğu ve ‘bu çocuklar başka’ dediği devirler çok uzağımızda değil. Sınıf mücadelesinin ve sosyalist ideolojinin güçsüzleşmesiyle birlikte devrimci etik de kaydı. Gazili bir devrimcinin söylediği gibi ‘bizim orada ilk yapmamız gereken şey muhaliflerimizin yaşama hakkını korumak olmalıydı.’ Muhaliflerimizden ölen kimse olmadı ama salt RP’li ya da ANAP’lı olduğu için köşedeki bakkalın camını indirmeye de kimsenin hakkı yoktu.
Camı çerçeveyi indiren gençlik Fatsa’yı ya da Direniş Komiteleri’ni bilmiyor. Türkiye’nin dört bir yanında çatışma varken Fatsa’da CHP’linin MSP’linin AP’linin halk komitelerinde nasıl bir araya geldiğini de bilmiyor.” (Barikatın ardında kimler vardı; Yeniden; Sayı 1)
Bu cümlelerin Türkiye devrimcilerini CHP’nin kucağına oturtuveren bir liberalizme ait olduğu açık. Türkiye tarihinde önemli bir deneyim olan Fatsa’da, yukarıda aktarılan “huzur” manzarasının her şeyden önce sözkonusu deneyime küçük mülkiyetçiliğin çaldığı renkle ilgili olduğu da gözden kaçmayacaktır. Ancak bu sözler bize son “kent isyanları”nda devrimci demokrasinin radikal uçlarının sergilediği kültürsüzlük ve ilkesizliğin yoksulları bir kez daha düzen solunun kucağına oturtmak niyetinde olanlara nasıl bir kapı açacağını da göstermelidir.
Bu bölümü kısa bir özetle bitirmek istiyorum. Emekçi kesimlerin krize ve bunun içinde ayrı bir boşluk olarak ideolojik krize bağlı olarak kazandıkları devrimci yönelimler, sosyalizmin ideolojik ve kültürel olarak güncel yeniden üretiminde ortaya çıkan gözle görülür bir boşluğa doğmaktadır.
Yazı boyunca Türkiye sosyalizminin kültürel ve ideolojik bir sorununu özellikle olası siyasal sonuçları içinde ele almaya çalıştım. Bir noktayı eklemek istiyorum. Burası biraz daha “içsel” bir mesele. Ben genç sosyalistleri dışavurumcu bir bıçkınlık ve şematik rasyonalizm ikileminden yaşlılarını ise “eski kaşar” duyarsızlığından kurtarmak için de sosyalizmin toplumsal kaynaklarını kültürel alanda genişletmemiz gerektiğini düşünüyorum.
Aslında ideoloji ve ideolojik mücadele sözkonusu olduğunda buradaki ihtiyaçların aynı zamanda bir de hareketin içine bakan taraflarının olması çok normal. İdeolojik hegemonya mücadelesi sosyalizmin kendine bir toplumsal gereklilik anlam kazandırması olarak da görülebilirse bunun hareketin kendi iç motivasyonu açısından da sonuçları olacağı açıktır.
NASIL YAPACAĞIZ
Kısa parantezden sonra devam edelim…
Bana kalırsa sosyalist ideolojide-kültürel birikimde silkiniş ve açılım krizin yarattığı dinamiklerin değerlendirilmesi, daha doğru bir ifade ile harmanlanmasının ürünü olarak gerçekleştirilmelidir.
Konjonktürü oldukça dolaylı bir biçimde veri alan “ideolojik silkiniş” modelleri gerçekçi ve verimli değildir. Bu açıdan ’80’li yılların ikinci yarısından itibaren çoğu sosyalistin baş gündemine yerleşen “açılım” meselesi bugün kriz parametresinin devreye girmesi ile farklılaşmıştır.
Türkiye kapitalizminin özgün ve konjonktürel çıkışsızlıkları ideolojik açılımın tarihsel verileri haline gelmektedir. Kültürel-ideolojik genişlemenin bu verilerden beslenmesi hem zorunlu, hem de olumlu bir şeydir.
Bu verilerin her birinin ayrı birer bağımsız değişken olarak alınması da olanaksızdır.
Güncel yükselişten en fazla parsayı toplayabilmek için ilkel bir “mahalle çapında” devrimciliğe angaje olup toplumsal talep ve hedefler zeminini kaybedenler…
Türkiye’deki sınıfsal hareketliliğin güncel ve kriz bağlantılı güçlü kitlesel dinamiklerini “hooligan”izm diyerek karşılayan züppe sosyalistler…
“Arkadaş bu aydınları kemalizm deyip; sanat-manat deyip; barış-marış deyip kısaca allem edip kallem edip peşimize takalım” diyen malum anlayışlar…
Bunlar krizin ürünü olan farklı görünümleri ayrı ayrı ele almakta ve çıkışsızlığa sürüklenmektedirler.
Peki çıkışsızlığa sürüklenmemek için ne yapmalı?
Ben bu açıdan Türkiye kapitalizminin içinden geçtiğimiz dönemecinin ürünü olan emekçi radikalizmi ile yine son dönemecin ürünü olan aydın politizasyonunu harmanlamak görevini önümüze koymalıyız diye düşünüyorum.
Bu şekilde hem çağdaş sınıf kültürünü taşıyamayacak kadar şekilsiz bir yoksul emekçi radikalizminin, hem de toplumsal dayanak bulamayınca fantazi üreten bir aydın nihilizminin önüne geçmiş oluruz.
Üstelik bu harmanlanmadan 21. yüzyıla taşıyacağımız Türkiye toprağının yeni jakobenizmi, daha doğrusu jakoben kimliğimizin yeni kültürel ve ideolojik zenginlikleri doğacaktır.