1996 1 Mayıs’ı, ülke gündeminde sarsıcı bir etki yarattığı gibi, sol içinde de geniş çapta tartışıldı. Kuşkusuz daha uzun yıllar tartışılacak ve alınan tavırlar ayrıştırıcı bir niteliğe sahip olacaktır. Devrimcileri provokatörlükle, CIA ve MİT’le ilişki içinde olmakla suçlayan karşı devrimci hareketi ve bu güçlerin “tecrit” edilmesinden bahseden reformistleri bu tartışmada bir kenara bırakmak gerekiyor. Çünkü tartışma bu noktada sol içi bir gündeme sahip olmaktan çıkıyor. Bu yazının konusunu ise bu ülkenin sol güçleri, solun “devrimci demokrat” kesimi oluşturuyor.
Solun ancak mücadelesiyle, mücadelede şiddet boyutuyla, kısa süreli olarak ve malum medyanın karalama kampanyasıyla, gündemi belirleyebildiği bu günlerde, kendileri de dahil, kimse egemen sınıfın geleceğini aydınlık göremiyor. Kriz her gün başka bir boyutuyla kendini yeniden üretiyor. Yarın ne yapacağını bilmeyen burjuvazi, siyasal kriz, hükümet krizi derken, bal gibi yönetiyor. “…Türkiye’de yaşanan bunalım devrimcilerin iddiasıdır” 1 . Akşam yatarken, ertesi günü nasıl atlatacağını kara kara düşünen burjuvazi, sabah, vahiy gelmişçesine, yapacak bir şeyler bulabiliyor, krizi yönetebiliyor… Dokuz canlı gibi, ölüp ölüp dirilen, inanılmaz rezaletlere rağmen yeniden toparlanan duzenin krizinin devrimci duruma evrilmesi denen beklenti, sosyalizmin somut bir iktidar adayı olarak düzenin karşısına dikilmesinden başka bir şekilde gerçekleşmeyecek. Bu, sınıfsal iktidar mücadelesinin öznel boyutunu oluşturuyor. Bunalım bizim iddiamız, işçi sınıfının geçmişteki örneklerden farklı olarak, bugün öncü özne anlamında, önemli bir avantaja sahip olduğu ise diğer bir iddiamız… Komünistler, bütün nesnelliğe olduğu gibi, solun diğer bölmelerine ve devrimci demokrasiye de bu perspektifle bakıyor.
Devrimci demokrasinin sınıf mücadelelerindeki konumu hakkında çözümlemeler, bu kitap dizisinin geçmiş sayılarında bulunabilir. Bugün bu konuda söylenebilecek olan ise ancak, saptamalarımızın tam olarak doğrulanmış ve doğrulanmakta olduğudur. Pratik sonuçları bir yana, 1 Mayıs’ın ortaya çıkardığı kapsamlı tartışma külliyatı, en azından, devrimci demokrasi üzerine ayrıntılı bir inceleme malzemesi sunması açısından çok yararlı olmuştur.
SİP’in girişimiyle, 1 Mayıs öncesinde yoğun olarak tartışılan Taksim’e çıkma önerisi, utangaç tavırlarla ve “sınıfın yanında olmak” gerekçesiyle reddediliyordu. Yalnız bırakılan SİP’in, tek başına gerçeklestirdiği Taksim eylemi ise Kadıkoy olaylarının gölgesinde kalmasına rağmen, etkisi uzun yıllar sonra bile hissedilecek bir ideolojik çıktı üretmiş oldu. Bu, özetle, hain sendika bürokratlarının ve reformistlerin yanında olmak yerine, sınıfın tarihsel değerlerine sahip çıkma tavrıdır. Kavgada cesaretlerinden şüphe etmediğimiz devrimci demokrasi, burada açıkçası bir siyasi cesaretsizlik ve basiretsizlik örneği sergilemiştir. Bu cesaretsizliği kanıtlayan ise Taksim eylemi değil, Kadıköy’ün kendisi olmuştur. Bir avuç sendika bürokratı, kürsüleriyle başbaşa bırakılabilecekken, peşlerine on binleri takabilen devrimci demokrasi, bir yandan bu başarısıyla övünürken, bir yandan da Taksim eylemini 300 kişiydiler, 500 kişiydiler, sınıftan kopuktular vb. sözlerle karalamaya girişmiştir. Bu tarz bir değerlendirmenin bizim açımızdan devrimci demokrat siyaset kavrayışı hakkında ipucu vermek dışında bir işlevi yoktur. Bu yazı da bir cevap ya da polemik yazısı niteliğinde değildir. Ama sadece, hemen hemen bütün devrimci demokrat yayın organlarında bu saldırıların yer almasından bile anlaşılan odur ki, Taksim gundemine kayıtsız kalmış olmak (daha doğrusu kayıtsız kalınıyormuş gibi görünmek) bir rahatsızlık oluşturmaktadır. Bu polemik denemelerinin düzeyi hakkında bir fikir vermek açısından aşağıdaki alıntı ilginçtir:
“Ayrıca buradan geçerken sunu da vurgulamalıyız ki, sınıf sınıf diye on binlerin Kadıköy’de olurken, küçük kesim olarak sınıftan tamamen kopuk ve sırf kendini tatminden öte gitmeyen SİP’in Taksim eylemi bu partinin ne kadar sınıf perspektifine, pratiğine sahip olduğunu gösteriyor” 2 . Harfiyen böyle… Bu arkadaşlara eleştiriye girişmeden önce Türkçe öğrenmeleri gerektiğini söylemekten başka yapacak bir şey yok. Yazdıklarını ben anlayamadım. Ancak tahmin edebiliyorum ki, SİP eleştiriliyor!
1 Mayıs sonrası tartışma gündeminde yukarıdakini kat kat aşan örnekler veriliyor. Bu karşılıklı eleştirilerde, solun alışılmıs küfürleri olan oportünist, pasifist, legalist aşılarak, “terbiyesiz”e, “sustalı maymun”a, “fırsatçılık” ve “üç kağıtçılık”a ulaşılıyor. Şimdilik… 1 Mayıs’ın hemen öncesinde “pratik rekabetçilik” tanımlaması yapılmıştı. 3 Ne yazık ki, devrimci demokrat grupların Kadıköy’de 1 Mayıs ve sonrasındaki tutumlarının içeriği, bir bakıma, yalnızca bu kavramla karşılanabilir düzeyde kalmıştır. Bir grubun diğerine eleştirisi “ilk saldırı karşısında yürüyüş sırasında inisiyatif olma sevdasıyla öne geçen MLKP’li arkadaşların panik yapıp kaçışması kitleyi olumsuz etkiliyor” türü “argümanlardan” ibaret kalıyorsa başka ne diyebiliriz? Verilen şehitlerin kimden olduğu kavgası yapılıyorsa ne diyebiliriz?
Burada siyasal adap sorunuyla ilgili bir alıntı yaparak geçmek istiyorum. “Biz bu tarzı şimdiye kadar satır aralarında, geçerken ve devrimciler arasındaki üsluba elden geldiğince dikkat ederek eleştirdik. Bu yaklaşımımızı fazla değiştirmek istemiyoruz. Devrimci demokratlar bizim devrimci dostlarımızdır. Mümkün ve gerekli olan her durumda onlarla birlikte tavır geliştirme, onlarla yürüme arayışı icinde olacağız. Bunu da bazı karalamaları görmezlikten gelerek yapacağız” 4 . Yukarıdakiyle bağlantılı olarak doğrulanan bir başka saptama devrimci demokrasinin mücadele belirlenimli olduğudur. 1 Mayıs mitinginde yakalanan kitlesellik, örneğin medya şarlatanları icin çok şaşırtıcı olmuştur ama, hiç de anlaşılamaz değildir. İçinden geçtiğimiz dönem solun bütünü için bir yükseliş dönemi niteliğindedir. Düzenin krizinin derinliği göz önünde bulundurulursa solun yükselişi nesnel yönüyle gayet de “olağandır”. Mücadele dinamiklerinin yoğunlaştığı, pratik mücadelenin yükseldiği dönemlerde devrimci demokrasinin kitleselleşmesi ivme kazanır. Ancak aynı nedenle, mücadele belirlenimli olma maluliyeti yüzünden, bu kitleselleşme hiç de kalıcı değildir. Mücadele yeniden düşüş eğilimine girdiği takdirde, sular çekilecek ve devrimci demokrasi yine pek olağan şekilde bu duruma ancak şaşacaktır. “Devrimci demokrasi denizdeki balık gibidir. Sular kabardığında kendini okyanusta zanneder, sular geri çekilip kendini kumda bulduğunda ise bu duruma şaşar” 5 . Ayrıca, gözle görülen kitleler pek azımsanacak gibi olmasa da, bugünden kendini okyanusta sanmanın pek bir alemi de yoktur. Oysa devrimci demokratlarımız bütün çözümlemelerini sayılar üzerinden yapmaktan çok hoşlanmış, bu hesaplara dalıp gitmiş durumdadır.
Asıl sorun ise, siyaset kavrayışıyla ilgilidir. Burada bir yanlış siyaset tarzı falan değil, siyaset üretememek bile değil, böyle bir niyetten uzak oluş söz konusudur. Meşruiyet ve öncülüğün “dayatma” misyonu arasındaki hassas denge bir türlü kurulamamakta, çoğunlukla bu işi sadece dayatmacılıkla halletme yoluna sapılmaktadır. Buna karşılık orneğin devrimci demokratların sendikacılık pratiklerinde sık görüldüğü gibi, bazen de yalnızca meşruiyetçi -doğaldır daha çok kuyrukçuluğa dönüşen- bir tarz fiilen benimsenmiş olabilmektedir. Burada radikalizmden anlaşılan, yalnızca pratik bir sertlik, cesaret ve şiddettir. Örneğin 1 Mayıs’ta “sendikacıların kürsülerini almaktır.”
Devrimci demokrat yayınlarda bol bol birlik çağrıları, cephe önerileri yer almaktadır. Bunlardan beklenen “muhalefet güçlerinin” ya da “demokratların” vb. ortak gücünü oluşturmaktır. Bizim anlayacağımız dikkate alınır bir güç haline gelmektir. Pratik rekabetcilik varoluşsal bir özellik haline geldiği için devrimci demokrasinin bu tür bir birlikteliği kalıcı olarak kurması mümkün görünmemektedir. Oysa parçalı yapının tum parçalarının buna büyük ihtiyacı olduğu bellidir. Komünistler ise, ilkeler ve protokoller çerçevesinde işbirliği yapmaya hazır olduğunu açıklamıştır. Protokollerin neden gerekli olduğunu açıklamaya gerek yok, çünkü gectiğimiz dönem, ÜÖP, Gençlik Kurultayı pratiklerinde ortada bir protokol bulunmasına karşın yaşanan olumsuz deneyimler vardır.
Turkiye solunun önünde açılan dönemde, ciddi işbirliklerine yaşamsal ihtiyacımız olacağına kesin gözüyle bakılmalıdır. Toplumun bütününü sarsan krizin altüst edişinden ve safların belirlenmesinden “sol” da muaf değildir. Solun reformist ile devrimci kutupları arasındaki çatlağın büyüyeceği, ayrımların belirginleşeceği ama sınırın hiçbir zaman kapanmayacağı, oldukça hızlı gelişen bir süreç yaşanacaktır. Marksist bir yaklaşım ise hiçbir zaman siyasal arenadaki güçlere kendi öznel müdahalesinin etkilerini tamamen dışlayan bir nesnellik olarak bakmayacaktır.
Tüm kesimlerin toplumsallaşma düzeyinin yükselmekte olduğu bir dönemde, bunu sınıfın bütünü adına kazanıma dönüştürmek ihmal edilemez bir görev haline gelmektedir. İktidar mücadelesinde kozların paylaşılacağı kritik dönemeçte, devrimci durumda ise, sınıf mucadelesinde büyük bir sadeleşme yaşanacak, ortada iktidarı almak icin somut ve açık biçimde karşı karşıya gelen iki güç kalacaktır. Sınıfın ve siyasetin ne olduğunu bugün bilmeyenler, o gün, böyle bir analiz sorunuyla bile karşı karşıya bulunmayacaklar her şey apaçık olacaktır. İşte o zaman “ya sınıf çizgisine biat edeceklerdir ya da liberal burjuvaziyle uzlaşma yoluna gireceklerdir”. 6 Biz karşı devrim cephesine geçmek anlamına gelecek olan ikinci olasılığın devrimci demokrasi icin gerçekleşeceğini hic sanmıyoruz.