Eğitim emekçileri ve sosyalizm; “özlenen” bir ikili… Eğitim emekçileri, on yıllardır Türkiye sınıf mücadeleleri tarihinde önemli yer tutmuş olan bir emekçi kesimini oluşturmakta. Günümüzde de benzeri bir önemi ve ağırlığı olan bu kesim, aslında diğer kamu emekçileri gibi, tarihsel bir dönüm noktası ile yüz yüze gelmiş durumda. Ya yıllardır yaptıkları gibi düzen dışına pek de çıkamayan yarı aydın, yarı emekçi tarzı mücadelelerini sürdürecekler ve “demokrasi mücadelesi”nin ötesine geçemeyecekler, ya da sınıf karşıtlıklarının bilincine gerektiği gibi vararak yüzlerini sosyalizme dönecekler. Güncele hapsolan bir bakışla ikinci olasılığın zayıf görünmesine karşın, eğitim emekçilerinin mücadele geçmişine göz atıldığında bile umutlanmak için yeterli verileri bulmak mümkün. Bu çalışmada geçmişe ilişkin kısa bir değerlendirmenin ardından bugünkü durumu incelemeye ve yukarıda değindiğim gibi, eğitim emekçilerinin yüzlerini sosyalizme dönmeleri için atılması gereken adımları irdelemeye çalışacağım.
* * *
Türkiye işçi sınıfının önemli bir bölümünü kamu emekçileri, yani devlete bağlı kurum ve kuruluşlarda kadrolu olarak çalışan ve maaşını devletten alan emekçiler oluşturmakta. Aslında kamu emekçileri yıllar yılı “devlet memuru” olarak anıldı. Halk arasında büyük ölçüde böyle anılmaya da devam etmekteler. Gerçi 1990’lar boyunca geliştirdikleri mücadele tarzı ile kendilerine toplumda yeni ve meşru bir isim kazandırdılar. Ancak “memur” adlandırması hala aşılamayan bazı geriliklere işaret ediyor ve bu yazıda söz konusu gerilikler memur kavramında kişileştirilecek.
Kamu çalışanlarının 1990’larda verdiği mücadelenin en önemli ve olumlu sonuçlarından biri, memurları işçi sınıfına yaklaştırması olmuştur. Memurların işçi sınıfının bir parçası olduğu daha önce yeterince vurgulandı. 1990’larda yaşanan ise bu gerçeğin memurlar tarafından kavranmaya başlaması oldu. Bundaki en büyük etken hiç kuşkusuz (ve doğal olarak) ekonomik sıkıntıların had safhaya ulaşması idi. Memurlar, 1980’ler boyunca reel gelirlerinin işçilerden daha hızlı gerilemesi olgusu karşısında giderek işçilerden daha sıkıntılı bir yaşam sürmeye başladılar. İşçilerin toplu sözleşme masalarında az da olsa aldığı zamlar, devlet tarafından memurlarına verilmiyordu. Bu gerçek kamu emekçilerinin mücadelesinin en azından ekonomik boyutunun hep canlı kalmasını sağladı. Giderek kamu emekçileri kendilerinin artık işçi sınıfının bir parçası olduğunu, sosyalistlerin de yardımıyla anlamaya başladılar. Son dönemdeki eylemliliklerde “sınıf dayanışması” olgusunun gerçekten nesnel bir zemin bulmaya başlaması bunun en büyük kanıtıdır.
Çalışma koşulları, yaptıkları işler ve aldıkları ücret göz önüne alındığında kamu emekçilerinin bu doğrultuda düşünmeye başlamalarını anlamak kolay. Ancak bir kesim var ki, bu çizilen tabloya belli yönlerden uymamakta. Bu kesimin en önemli bileşeni ise eğitim emekçileri.
Kamu emekçilerinin örgütlü mücadelesi Türkiye tarihi boyunca dalgalı bir seyir izlemiş ve çeşitli kesitleri dışında ülkedeki sınıf mücadelesine belli bir uzaklıkta seyretmiştir. Bu durum özellikle, kamu emekçileri hareketlerinin en büyük bölmesini oluşturan eğitim emekçileri için geçerlidir.
* * *
Bu noktada ayrıntıya girmeden önce, sürekli kullandığımız “eğitim emekçisi” kavramını irdeleyelim. Günümüzde eğitim emekçisi olarak adlandırdığımız kişiler, Türkiye’deki herhangi bir eğitim kurumunda çalışan bütün emekçileridir. Öğretim kadroları, idari personel, yardımcı hizmetliler ve diğer eğitim çalışanları bu kesimi oluşturmaktadır. Ülkedeki eğitim kurumları da kendi aralarında sınıflandırılabilir. Birbirlerine benzer özellikler taşıdıklarından dolayı ilk ve orta öğretim kurumlarını aynı başlık altında toplayabiliriz. Üniversiteler ve diğer yüksek öğretim kurumları ikinci kategoriyi oluşturmaktadır. Bu iki kategoriye bir de özel eğitim kurumlarını (ki bunlar çoğunlukla özel dershanelerden oluşmaktadır) ekleyebiliriz. Eğitim emekçileri içerisinde en büyük grubu oluşturan öğretim kadrolarını da bu sınıflandırmaya uygun olarak “öğretmenler” ve “üniversite öğretim elemanları” olarak ikiye ayırmak gerekiyor. Bu iki kesim birbirinden son derece ciddi farklarla ayrılmakta.
Türkiye’de eğitim emekçilerini çatısı altında toplayan çeşitli sendikalar mevcut. Bunlardan en önemlisi hiç kuşkusuz Eğitim-Sen. Eğitim-Sen’in hitap ettiği alana oynayan gerici, faşist sendikalar da var: Eğit-Bir, Türk Eğitim-Sen, Demokratik Eğitimciler Sendikası (DES). Bir de üniversite öğretim elemanlarını örgütleyen, ancak oluşum sürecinde ve perspektifinin belirlenmesindeki ciddi zaaflar dolayısıyla kendi alanındaki pek çok dernekten hiçbir farkı olmayan, seçkinci, işçi sınıfından uzak Öğretim Elemanları Sendikası (ÖES) var. Üniversitelerdeki eğitim emekçileri ikinci yazımın konusu olacağından, bu yazıda ayrıntıya girmeyeceğim.
Eğitim emekçileri, Türkiye’deki ilk memur hareketlenmelerinin başını çektiği gibi, sonrasında ve günümüze değin örgütlü kamu emekçilerinin en büyük kesimini oluşturagelmişlerdir. 1960’larda memurlara sendika kurma hakkı tanındığında ilk davranan öğretmenler olmuş ve TÖS (Türkiye Öğretmenler Sendikası) ile İLK-SEN’i (İlkokul Öğretmenleri Sendikası) kurmuşlardı. 1970’lerde, yani memurların sendika kurma hakkı ellerinden alındığı dönemde, bir dernek, TÖB-DER, öğretmenleri çatısı altına topladı ve belki de bir sendikanın yapabileceklerinin ötesine geçerek daha hareketli bir öğretmen kesimini sınıf mücadelesine kazandırdı.
TÖS ve İLK-SEN 1960’lı yılların ikinci yarısında hareketlenen politik ortamda adlarını sıkça duyuran yapılar oldular. 15 Aralık 1969’da ortaklaşa yaşama geçirdikleri bir günlük iş bırakma eylemine Türkiye’deki öğretmenlerin çok büyük bir bölümünü katmayı başarmışlardı. TÖS’ün 1968’de düzenlediği ve aydınlar, öğrenciler ve meslek örgütlerinin de katıldığı Devrimci Eğitim Şurası oldukça ses getirdi. Şuranın sonuç bildirgesinde yer alan “eğitimde devrim değil, devrim için eğitim” tezi, öğrencilerin ağırlığıyla kabul edilmiş olmasına karşın, o dönemdeki öğretmen hareketinin siyasallaşma düzeyini de gösteriyordu.
Ancak burada hemen üzerinde durulması gereken nokta, o yıllarda öğretmenlerin çoğunun “devrim” kavramından ne anladıkları olmalı. Adı geçen sendikaları kuran öğretmenlerin çoğunun Köy Enstitüleri kökenli olması önemli bir ipucu veriyor. O yıllarda esen MDD rüzgarlarının da etkisiyle ortaya kemalizmi aşamayan bir “devrimci öğretmen” tipolojisi çıkmıştı. Düzenden kopuk bir düşünce tarzına henüz oldukça uzak olan öğretmenler, yukarıda sözü edilen şurada “1961 Anayasası’nda devrimci eğitimin kökleri” gibi bir maddeyi gündeme alabiliyorlardı. Ancak sosyalizmle ilk organik bağlar yine bu dönemde kuruldu. Bu bağların kurulmasında en etkin örgüt TİP olmuştu. Devrimci Eğitim Şurası’nın sonuç bildirgesinin son cümlesi bu konuda bize fikir verebilir: “Devrimci Eğitim Şurası, devrimci güçlerin Türkiye’de bağımsız, demokratik ve sosyalist bir düzen kurmak yönündeki ortak çabalarında ileri doğru atılmış büyük bir adımdır.”
1970’lerde ise TÖB-DER’de sosyalist örgütlerin belli bir etkinliğe ulaşmış olması, öğretmen hareketindeki sol rengin koyulaşmasını sağladı.
1980’lerin sonlarından itibaren yeniden canlanan memur hareketinin başını çekenler arasında eğitim emekçileri yine önlerde yer aldılar. Öğretmenler sendikal örgütlenmeye yönelik ilk adımı Eğit-Der adlı derneği kurarak attılar. Kamu emekçileri hareketi 1990 yılından itibaren Türkiye’nin imzacısı olduğu ILO sözleşmelerini dayanak alarak sendikalarını kurmaya ve ete kemiğe büründürmeye başladı. Eğit-Der içinde yaşanan tartışmalar, sonuçta ortaya aynı işkolunda iki tane sendika çıkardı: Devrimci demokratların ağırlıkta olduğu Eğit-Sen ile geleneksel sol kökenli öğretmenlerin ağırlıkta olduğu Eğitim-İş.
1980’lerde geleneksel solun büyük bölmelerini etkisi altına alan reformizm dalgası eğitim emekçileri içerisindeki geleneksel sol kökenlilere de damgasını vurmuştu. Eğitim-İş, yaklaşık beş yıllık ömrü boyunca bu damgayı taşıdı. Neredeyse tam anlamıyla sarı bir sendika niteliğine bürünen Eğitim-İş, mücadeleden kaçmayı bir tarz olarak benimsemiş, laiklik ekseninde şekillenen geri bir ideolojik hat üretmişti. Buna karşılık Eğit-Sen, devrimci demokratların iyice reformize olmuş kesimlerinin damgasını vurduğu olumsuzluklarla bezenmiş bir tarz geliştirmesine karşın, mücadeleci bir hatta oturmuş ve iç dinamizmini 1994’e dek yitirmemişti. İç dinamizmi yitiriş süreci, kamu emekçileri sendikalarında genel olarak yaşanan çıkışsızlık ve perspektifsizliğin ürünü oldu. Ancak, üye açısından eğitim iş kolundaki sendikaların, kamu emekçi hareketindeki genel kurumaya önayak oldukları da unutulmamalıdır.
Sonuçta bu iki sendika 1995’in başlarında birleştiler ve Eğitim-Sen adını aldılar. Eğitim-Sen, birleşmenin hemen ardından yapılan yeni üye kayıtlarının da katkısıyla 120 bini aşan üye sayısı ile Türkiye’nin en büyük kamu emekçi sendikası durumuna geldi.
Eğitim-Sen’in çizgisini biçimlendiren temel öğeler, büyük oranda Eğitim-İş’ten devralındı. Eğit-Sen’in son iki yıl içinde yaşadığı geriye düşüş zaten bu sendikayı Eğitim-İş’e yaklaştırmıştı; yani aslında birleşilmemesi için ortada pek neden de kalmamıştı. Sonuçta birleşme gerçekleşip birinci olağan genel kurul toplandığında, birleşmenin ne kadar da yerinde olduğu, devrimcilikten, sınıf sendikacılığından, dürüstlükten ve inançtan aynı oranda yoksun olan, kısacası birbirinden hiçbir farkı olmayan yönetici tipolojilerine sahip iki sendikanın bu kadar zaman ayrı kalmasının ne denli anlamsız olduğu da gün ışığına çıkmış oldu.
* * *
Eğitim-Sen kamu emekçileri sendikaları içerisindeki en büyük sendikadır. Üye sayısı ve ülke genelindeki şube sayısı diğer kamu sendikalarıyla karşılaştırılmayacak denli yüksektir. Bu avantajla Eğitim-Sen, yeni kurulan Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu içerisinde de ağırlıklı konuma sahiptir.
Eğitim-Sen’in bu ağırlığı, konfederasyonun genelinin şekillenmesinde de büyük rol oynamıştır. Kuruluş kurultayında, üç siyasi çizgi, oldukça geri bir zeminde, konfederasyon yönetimine yönelik bir ittifak yaptılar. Bu ittifak doğallıkla Eğitim-Sen içerisinde de şekillenmiştir. Daha doğrusu bu ittifakın en güçlü olduğu yer bu sendikadır. Eğitim-Sen söz konusu ittifakın kalesidir. Bu arada ilginç bir çelişki hemen kendisini göstermekte; ittifakı oluşturan üç siyasi çizgiden yalnızca ikisi mevcut sendika genel merkez yönetiminde temsil edilmektedir.
Kamu emekçileri hareketinin 1990’ların başında yakaladığı dinamizmden uzaklaşması, konfederasyonlaşma tartışmalarının gündeme girmesi ve uzunca bir süre gündemin neredeyse tek maddesi olarak kalması, bütün dikkatlerin konfederasyonun üzerinde odaklanmasına neden oldu. Böylece kamu emekçileri hareketinin dinamizmini yitirmesinin, perspektifsizlik ve çıkışsızlık içerisinde bocalamasının baş aktörleri rahat bir nefes aldılar. Eğitim-Sen’i oluşturan sendikaların gündemine konfederasyonlaşma-dan başka bir de iki sendikanın birleşmesi girdi ki, bu durum mücadelenin iyice unutulmaya başlanmasına çanak tuttu. Bu süreçlerin baş aktörleri şu anda konfederasyon yönetiminde yer alan iki çizgi, Yeniden ve BSP”dir. İttifakı oluşturan üçüncü ayak olan Yurtseverler de sendikal bir perspektif üretmeyip, sendikalardaki mücadelelerini yalnızca ulusal sorunun dile getirilmesi ile sınırladıkları için bu sürece herhangi bir müdahalede bulunmamaktadırlar.
* * *
1980 öncesinde kurulan eğitim emekçileri örgütlerinin tümü hemen hemen yalnızca ilk ve orta öğretim kurumlarında çalışan öğretmenleri kapsamakta idi. Eğitim-Sen ise bütün eğitim kurumlarında çalışan her gruptan emekçinin örgütlenebildiği bir oluşumdur. Ancak geçmişten gelen öğretmen ağırlığı, yapısal bir zaaf olarak halen bu sendika içerisinde kendini hissettirmektedir. İlk ve orta öğretim kurumlarında çalışan diğer emekçiler sendikaya uzak durmakta, diğer yandan bu emekçileri örgütlemek için ciddi bir çalışma yürütülmemektedir. Sendika üyelerinin çoğunluğunu oluşturan öğretmenlerin gözünde Eğitim-Sen bir “öğretmenler sendikası”dır. Her türlü sendikal etkinlikte üyelerin birbirine hitap ifadesi “hocam”dır. Sendikanın, üniversitelerde çalışan emekçileri örgütleyen üniversite şubeleri yok sayılmaktadır. Bu durum hiç de şaşırtıcı değildir; zira üniversite şubeleri, ağırlıkla öğretim kadroları dışındaki çalışanlardan oluşmaktadır.
Öğretmenlerin yalnızca kendilerine ait bir sendika düşüncesini aşamamalarının temel nedeni işçi sınıfı ile aralarında gördükleri (ya da aslında görmek istedikleri) açıdır. Edindikleri meslek kültürü açısından bakıldığında, bu düşünceyi besleyecek bazı özellikleri saptamak mümkün. Söz konusu özellikler ortaya bürokratımsı bir tipoloji çıkarmakta. Hiçbir sendikanın genel kurulunda, üyelerin % 80’inin elinde bond çanta göremezsiniz…
Yazının başında, kamu emekçilerinin olumsuz özelliklerinin “memur” kavramında kişileştirileceği belirtilmişti. Bu anlamda öğretmenler kamu emekçileri hareketi içerisindeki en “memur” kesimi oluşturmaktadır.
Eğitim kurumlarında çalışan diğer emekçiler, daha dinamik bir mücadele çizgisi oluşturmaya adaydır. Çalışma koşulları itibarıyla, işçi sınıfının geneline çok daha ya- kındırlar. Kaldı ki, çoğu da işçi kökenlidir ve yaşı elverenler 1970’lerdeki sol rüzgarların da etkisinde kalmıştır.
1970’lerdeki hareketliliklerden öğretmen kesimi de nasibini fazlasıyla almıştı. Bu süreçte öğretmenlerin aydın, ilerici yönleri devrimci bir kimliğe evrilmeye başlamıştı. Toplumsal ilerleme ve toplumun eğitilmesi fikirleri giderek kapitalizm dışı arayışların gündeme gelmesini sağlamıştı. Ancak bu dönemden günümüze kalan miras, yalnızca toplumsal ilerleme ve toplumun eğitimi düşünceleridir. “İlericilik”, çoğunlukla laik eğitimci kimliğinde somutlanmaktadır; laiklik belirleyici ve ayırt edici bir özellik olarak algılanmaktadır. Eğitim-Sen’in ilke ve hedefleri sıralanırken laik eğitim kavramı aşılamamaktadır. Toplumsal ilerlemeci düşünce bu kadrolar içerisinde sivil toplum projelerine kaynaklık etmektedir. Belki de hepsinden önemlisi (ve kötüsü), bütün bu saydığımız öğeler başlı başına bir meslek ideolojisinin üretimine katkıda bulunmaktadır. Bu düzlemde düzen dışı düşünemeyen günümüz kadrolarının ulaşabilecekleri en ileri nokta, mevcut eğitim sisteminin iyileştirilmesi olacaktır. Ve ne yazık ki 1970’lerin dinamik kadrolarının elindeki yegane silah da, şimdilik, sözünü ettiğimiz düşünceler gibi görünmektedir.
Öğretmenlere özgü baskın özelliklerden bir tanesi de (özellikle taşrada) halkın gözünde küçük birer yerel önder olarak kabul edilmeleridir; saygınlıkları oldukça yüksektir. Kentleşme arttıkça, kapitalizm yerleştikçe bu özellik de doğallıkla aşınmaktadır. Öğretmenlerin kentlerde böylesi bir saygınlığı kalmamıştır. Bu durum taşralı öğretmen tipolojisi ile kentli öğretmen tipolojisi arasında bir farklılaşmaya neden olmaktadır. Bu gelişme, sınıf mücadeleleri açısından bakıldığında olumlu görülmesi gereken bir gelişmedir. Kentlileşen öğretmen işçi sınıfına her geçen gün biraz daha yakınlaşmaktadır. İşçi sınıfına yakınlaşma, yukarıda tanımlanan meslek ideolojisini törpüleyecektir.
Öğretmen tipolojilerindeki tek farklılaşma taşralı ve kentli öğretmenler arasındaki değildir. Başka bir ayrışma da özellikle yeni öğretmen kuşağı içinde yaşanmaktadır. Burjuvazi 12 Eylül’den sonra devlet kurumlarını yeniden yapılandırırken eğitim kurumlarına özel bir önem vermiştir. Hızlanan gerici ve faşist kadrolaşma, kendisini en çok Milli Eğitim Bakanlığı kadroları içerisinde göstermiştir. Yeni öğretmen kuşağında gerici ve faşistlerin özel bir ağırlığı vardır.
* * *
Günümüzde kamu emekçileri hareketinin ve özelde eğitim emekçilerinin içine düştüğü açmazların aşılması için çok temel bir gerçeğin görülmesi gerekiyor: Kamu emekçileri işçi sınıfının bir parçasıdır. Eğitim-Sen’li eğitim emekçileri de bu gerçeğin bilincine bir an önce varmalı ve mücadelelerini bu eksene oturtmalıdır.
İşçi sınıfının mücadele eksenine uzaklık, yukarıda da değinildiği gibi, Eğitim-Sen içerisindeki öğretmenlerin diğer eğitim çalışanlarına mesafeli durmalarına yol açmaktadır. Derhal aşılması gereken bu zaaf, eğitim emekçilerinin sosyalizm ile aralarında duran en büyük engellerden de biridir. Yakınlaşma sağlandığı ölçüde öğretmenler meslek ideolojisinden uzaklaşabilecekleri bir zemine kayacaklardır. Yakınlaşmanın getireceği en önemli sonuç dinamizm olacaktır. Öğretmenlerin ilerici özellikleri ile diğer eğitim emekçilerinin işçi karakteristikleri karşılıklı etkileşim içerisinde bu dinamizmi üretecektir. Ancak bu sayede eğitim emekçileri hareketi, sınıf mücadelesi zemininde ayaklarını yere daha sağlam basabilecektir.
Eğitim emekçileri ile sosyalizm arasında duran en önemli engel ise, yine daha önce de belirtildiği gibi, şu anki mücadelenin devrimci demokrat ve reformist bir eksende biçimlenmiş olmasıdır. Eğitim emekçilerinin mücadelelerine damgasını vuran “demokrasi mücadelesi” perspektifini aşarak yüzlerini sosyalizme dönmeleri, giderek sendika bürokratları haline gelen kadrolarla başarılamayacaktır. Burada kritik rol kuşkusuz komünistlere düşmektedir.
Komünistlerin görevlerini ikinci yazımda tartışacağım.