“Eğitim emekçileri” olarak adlandırılan eğitim işkolu çalışanlarının belli bir kesiminin sosyalizm mücadelesi sürecindeki konumlanışları üzerinde Gelenek’in 51. sayısında yayınlanan yazıda belli noktalara değinilmişti.
Bu yazıya bırakılan diğer bir kesim ise, kesinlikle nesnel olarak eğitim emekçisi kavramı dahilinde yer almakla birlikte, bu kavram ile hiç de barışık olmayan üniversite elemanlarından oluşuyor. Diğer bir deyişle, eğitim işkolunun bir ayağı olan üniversite ve diğer yüksek öğretim kurumlarında çalışan emekçiler. Bu kategori, kendisini eğitim emekçisi olarak değerlendirecek bilinçten son derece uzak durumda.
Eğitim emekçileri ile sosyalizm mücadelesi arasında uzun yıllardır bulunan açıyı anlatmak için yazının birinci bölümünde “özlenen bir ikili” deyimini kullanmıştım. Bu tanımın, birinci yazının öznesi olan ve ağırlıklı olarak “öğretmen”lerden oluşan eğitim emekçileri için güncelliğini ne kadar da koruduğu, geçtiğimiz aylarda yapılan Eğitim-Sen Genel Kurul sürecinde de kendisini gösterdi.
Eğitim emekçilerinin daha önce değinmediğimiz kesimi olan üniversite ve diğer yüksek öğretim kurumlarında çalışan emekçiler için sözü edilen açı ne yazık ki hiç de daha dar değildir. Üniversite eğitim emekçileri olarak adlandırdığım çalışanlar arasında öğretim elemanları, idari personel, teknik elemanlar ve diğer personel bulunmaktadır.
“Emekçi” sözcüğünün yukarıda sayılan çalışanlardan öğretim elemanları dışındakileri için kullanılagelmesi bütün okurlar için doğal olsa gerek. Doğal gözükmeyen ise, öğretim elemanlarının “eğitim emekçisi” olarak adlandırılması. Aslında öğretim elemanlarının tamamının emek gücünü satan ve üretim araçlarına sahip olmayan çalışanlar oldukları gibi basit bir tanımlama bile, onların emekçi olarak adlandırılmalarını zorunlu kılmaktadır.
Buna karşılık yakın zamana değin hiçbir platformda “eğitim emekçisi” olarak tanımlandıklarını söylemek mümkün değildir. Bu adlandırma, ancak 1990’lı yılların ortalarına doğru, öğretim elemanları da bir süredir sendikal mücadelenin içinde olan diğer kamu emekçilerinin izinden giderek sendikalaşma sürecine girdiklerinde gündeme geldi.
Öğretim elemanlarının neden “emekçi” kabul edilmediklerini belirlemek için biraz geçmişe dönmek ve bu kesimin sınıfsal analizini yapmak gerekiyor. Başlarken bir de saptama yapmak sanırım doğru olacaktır:
Aslında öğretim elemanlarının emekçi olarak tanımlanmamalarının temel nedeni, kendi kendilerini “emekçi” kabul etmemeleridir.
* * *
“Üniversite”, geç kapitalistleşen Türkiye için başından yakın zamana dek ulaşılması güç, ulaşanların toplumda itibar kazandığı ve en önemlisi sınıf atlayabildiği kurum olarak var oldu. Bu kurum, işçi sınıfı ve köylülerin çocuklarının erişme şansının pek düşük olduğu ve dolayısıyla burjuva ideolojisinin sınıf atlama olgusunun belki de en önemli beslenme kaynağı halinde 1980’lere kadar varlığını sürdürdü. Üniversitenin toplumun gözünde ulaşılmazlığını ve eski itibarını yitirmesinin nedenleri arasında iki tanesi ilk bakışta daha çarpıcı görünmektedir. Bunlardan biri 1980’li yıllarda burjuva ideolojisinin yeniden üretimi sırasında “okuyup adam olma” olgusunun yerini yavaş yavaş “köşe dönmeciliğin” almasıdır. Ülkenin pek çok kentinde ve hatta bazı kasabalarda üniversite ya da yüksek okul bulunması taşrada yaşayan insanlar için “ulaşılmazlık” olgusunun zayıflaması sonucunu doğurmuştur. Artık çocukları üniversitede okumak için “büyük şehre” gitmek zorunda kalmayacaklardır. Diğer önemli neden ise 12 Eylül faşist rejiminin kurumsallaşmasının üniversite ayağını oluşturan YÖK ile birlikte yüksek öğrenim kurumlarının özellikle taşrada sayısının artması, öğretim kadrolarının mutlak olarak genelleştirilmesi ve akademik olarak niteliklerinin düşürülmesidir. Bunun sonucunda eskiden toplumda büyük itibar kaynağı olan “doçent” ya da “profesör” olmak, artık daha sıradan bir olgu haline gelmektedir.
Üniversitenin itibarının yüksek olduğu yıllarda öğretim elemanı olmak toplum içinde belli bir statü sağladığı gibi, toplumsal sorunlarla ilgilenmek gibi bir zorunluluk duygusunu da barındırmakta idi. Sözü fazla dolandırmadan bir tanımlamaya gitmek gerekirse, öğretim kadroları için daha çok bir “aydın” konumlanmasının geçerli olduğunu belirtmemiz gerekir. İşte bu aydın konumlanması emekçi kavramının bu kesimler içinde yer etmesini büyük ölçüde engelledi.
Emekçi kavramının gelişmemesinin bir önemli nedeni de öğretim kadrolarının 1970’lere kadar ciddi bir örgütlenme içerisine girmemiş olmaları olarak açıklanmalıdır. Bu konuda ayrıntıya daha ileride gireceğim.
1940’lı yılların ikinci yarısından itibaren sınıf mücadelesi düzleminde yaşanan çeşitli olaylarda üniversite elemanlarının konumlanışına baktığımızda bir dizi olumlu etmenle karşılaşıyoruz. Sosyalizm düşüncesinin üniversiteli aydınlar arasında yer etmeye başladığının bir göstergesi olarak da kabul edilebilecek bu etmenlere örnek olarak Behice Boran, Pertev Naili Boratav ve Niyazi Berkes gibi öğretim üyelerinin despotik siyasal sisteme karşı dergi çıkartmaları ve bunun sonucunda kovuşturmaya uğramaları gösterilebilir.
1960’ların sonlarında ve 1970’lerde ülkede sınıf mücadelesinin sıcaklaşması, doğal olarak üniversiteli aydın kesimleri de etkilemişti. Üniversite ortamının daha dinamik olmasında hiç kuşkusuz öğrenci hareketinin payı çok büyüktür. Bu dönemde sınıf mücadelesinde doğrudan taraf olan ve sosyalizmi savunan pek çok üniversiteli aydınla karşılaşmaktayız.
Yine bu dönemde sosyalist olmadıkları halde yalnızca ülkenin demokratikleşmesini savundukları için devletin ve faşist güçlerin tepkisini çekmiş pek çok üniversiteli aydın olmuştur. Bunlardan Bedrettin Cömert, Bedri Karafakıoğlu, Cavit Orhan Tütengil gibileri faşistlerin kurşunlarına hedef olarak yaşamlarını yitirdiler.
1970’li yıllarda üniversite öğretim elemanları ilk örgütlenmelerini gerçekleştirdiler. TÜMÖD adlı dernek öğretim üyelerini, TÜMAS adlı dernek de asistanları bünyesinde topladı. TÜMAS’ın, Türkiye’deki yaklaşık 9 bin asistandan 3 binini üye yapmış olması, örgütün etki alanının sınırları hakkında belli bir fikir vermektedir. Her iki dernek de bu yıllarda gerçekleşen hemen hemen bütün politik olaylarda işçi sınıfının safında yer aldılar ve çeşitli eylemlere katıldılar.
Ancak bu hareketli yıllarda sınıf hareketi ve sol içerisindeki bazı hastalıklar her iki derneği ve dolayısıyla üniversite öğretim elemanlarını da etkiledi. Demokratizm, sosyalist iktidar perspektifine bağlanmamış anti-faşizm ve anti-emperyalizm aşılamadı. Ve tabii ki kemalizm virüsünden kurtulunamadı.
12 Eylül rejimi ilk olarak 1402 sayılı yasa ile üniversitelerdeki “solcu” öğretim elemanlarını tasfiye etti. Geri kalanlar da 1980’lerde esen sağ rüzgarlara kapılmaktan kendilerini alıkoyamadılar. Üniversitelerin giderek ticari kurumlara dönüşmesi, öğretim elemanlarının birer aydından daha çok, asıl amacı para kazanmak olan kişilere ya da kendilerini soyut olarak “bilime adamış” tipolojilere dönüşmesi ile sonuçlandı. YÖK ile burjuvazinin, yüksek öğretim kurumlarına daha doğrudan müdahale ederek özel sektörün gereksinimleri doğrultusunda çalışmalar yapılmasını sağlaması da bu gelişmede etkili oldu. Özel şirketlerde danışmanlıklar pek çok öğretim üyesinin cebinin dolmasını sağlarken, çeşitli üniversitelerin kendilerini övmek için kullandıkları ölçüt özel sektör için ne kadar çok iş yaptıkları oldu.
Elbette yukarıda açıklamaya çalıştığım tipolojilerin dışında kalan öğretim elemanları da oldu. Ancak bu kesimin politik ürkekliği aşmaları ancak 1990’lı yıllarda gerçekleşti. İlk kurulan örgütler, ağırlıklı olarak sosyal demokrat öğretim üyelerinin üye olduğu ve önemli kentlerde birer tane bulunan, merkezi bir örgütlenmesi bulunmayan öğretim üyeleri dernekleri oldu. Bu derneklerin üye sayısı az ve dolayısıyla etkileri de çok sınırlı oldu. Kemalizm ve sosyal demokratlığın getirdiği politik kısırlıklar bu dernekler için belirleyici oldu. Akademik sorunların tartışılmasından başka bir de maaşlarının düşüklüğünden yakındılar, o kadar. Sendikalaşmakta bile son derece ürkek davrandılar.
Daha sonra (YÖK ile birlikte araştırma görevlisi adını alan) asistanlar da İstanbul merkezli bir dernek kurdular; ancak bu derneğin de başka bir ilde şubesi açılmadı. Sözü edilen oluşum, öğretim üyeleri derneklerine göre daha cesur davrandı ve ülkedeki politik gelişmelere duyarlılık gösterdi. Bununla birlikte üye sayısının sınırlı olması ciddi bir etkinlik kurmasını engelledi. Etkinliğin sınırlı olmasının temelinde yatan neden, asistan olan kuşağın 1980 sonrası yetişen son derece apolitik bir kuşak olmasıdır. Ne yazık ki üniversitelerde yaşanan gerici kadrolaşma, aydın gençlerin öğretim elemanı olarak üniversitelerde barınmalarını zorlaştırmaktadır. Bu nedenlerden ötürü yeni öğretim elemanı kuşağının ilerici bir misyona sahip olmasını beklemek kısa vadede mümkün görünmemektedir.
Derneklerin kurulmasının ardından, öğretim elemanlarının bir bölümü, kamu emekçilerinin sendikal mücadelesinden cesaret alarak sendikalaşma konusunda bir tartışma süreci başlattı. Bu tartışmaya katılanların arasında devrimci tavır alanlar, eğitim işkolunda örgütlü bulunan Eğit-Sen’in bünyesinde üniversitelerdeki idari ve teknik personeli barındıran üniversiteler şubelerinde örgütlenmeyi savundular. Reformistler ve sosyal demokratlar ise öğretim elemanlarının üniversitenin diğer çalışanlarıyla hiçbir benzer yanı bulunmadığının altını çizerek, son derece seçkinci bir yaklaşımla ayrı bir sendika kurmanın daha doğru olacağını savladılar. Hatta çok ileri giden bazıları, kendilerinin diğer memurlarla aynı çatı altında yer alamayacağım aşağılayıcı bir tavırla ifade etmekten geri durmadılar. Bu tartışmalar her iki tarafın, savunduklarını gerçekleştirmesiyle sonuçlandı.
Kurulan Öğretim Elemanları Sendikası (ÖES), kısa süre içerisinde farklı üniversitelerde örgütlendi ve üye sayısını artırdı. Ancak kuruluş temelindeki zihniyet, sendikal bir perspektiften ve daha önemlisi sınıf mücadelesi perspektifinden yoksun olduğu için bir sendikadan ziyade bir dernek gibi varlığını sürdürdü. Kurulduğu günden beri KÇSP- KÇSKK-KESK üyesi olmasına karşın, hiçbir eyleme katılmadığı gibi katılmak için hiçbir çalışmada da bulunmadı. Reformistler ve kemalistlerin ağırlıkta olduğu sendikanın ikinci Genel Başkanının halen ÖDP Genel Başkanı olması da bu bağlamda bir rastlantı sayılmamalıdır.
Başta da değindiğim gibi “eğitim emekçisi” kavramı bu süreçte üniversite öğretim elemanları için de telaffuz edilmeye başlandı. Bu kavramı yerleştirmeye çalışanlar yukarıda açıklanan tartışmada, öğretim elemanları ile diğer üniversite çalışanları arasındaki açının (ve buradan da bir ölçüde, başta sözü edilen eğitim emekçileriyle sosyalizm mücadelesi arasındaki açının) kapanması için aynı çatı altında örgütlenmeyi savunan devrimciler oldu.
Son birkaç yıl içerisinde yaşanan bu gelişmelerden de anlaşılabileceği üzere üniversite öğretim elemanları, 1980’lerin getirdiği depolitizasyon dalgasının etkilerini üzerlerinden atmaya çalışırken, işçi sınıfı ile aralarındaki bağları güçlendirmek yerine farklılıkları yeniden üretmiştir. Buna paralel olarak, kurdukları örgütler de bu konumlarını sağlamlaştırmış, sınıftan uzak, seçkinci birer kulüp havasını aşamamışlardır.
Bunda elbette ki en büyük etken öğretim elemanlarının gençler (özellikle asistanlar) dışındaki kesimlerinin gelir düzeylerinin pek de düşük olmamasıdır. Özellikle belli mesleklerde okul dışında yaptıkları işlerden de yüksek gelir sağlayabilmektedirler. Ya da büyük bölümüyle “yüksek gelirli” olmayı ummakta, dolayısıyla ideolojik olarak kendilerini sınıf aidiyetinin dışında görmektedirler. Buna karşılık asistanlar için durum biraz farklıdır. Maaşları hiç de yüksek olmayan asistanlar, ek gelir şansına da pek sahip değildir. Ancak 1980’lerden itibaren beslendikleri apolitizmin de etkisiyle, asistanlıktan öğretim üyeliğine terfi edecekleri, bir başka deyişle sınıf atlayacakları günün düşüyle yaşamakta ve deyim yerinde ise “etliye sütlüye karışmama”yı tercih etmektedirler
Yukarıda anlatılanlar aslında sosyalizm mücadelesi açısından ortaya pek de iyimser bir tablo çıkartmamaktadır. Üniversite öğretim elemanlarının politik mücadelede en azından 1970’lerdeki konumlarını yakalayabilmek için öncelikle aydın kimliklerini yeniden üretmeleri gerekmektedir. Sınıf mücadelesi keskinleştikçe, işçi sınıfı hareketi geliştikçe aydın kimliğinin yeniden üretimi daha kolay olacaktır. Bu yeniden üretim sırasında, sınıf mücadelesinde yanında yer alacakları taraf da belirlenmiş olacaktır. Ancak bu sayede üniversite öğretim elemanları, sosyalizm mücadelesine emekçi aydın kimlikleriyle katılabilecek bir zenginlik de kalabileceklerdir.
Üniversite öğretim kadrolarının sosyalizm mücadelesi kulvarına girmelerindeki en büyük rol hiç kuşkusuz komünistlere düşmektedir. Sosyalist iktidar perspektifini yaşamlarının bütün alanlarına yediren komünistler, bu kesimlerin içinde de öncü olacak ve aydın kimliğinin yeniden üretimi işlevini üstleneceklerdir. Komünist öğretim elemanları ayrıca (şimdiye değin yaptıkları gibi) statüsü, ünvanı ne olursa olsun, bütün üniversite çalışanlarının aynı örgüt çatısı altında, aynı sendikada mücadele etmeleri gerektiğini savunacak ve bunun gerçekleşmesi için gerekli adımları atmaya devam edeceklerdir. Bu görevlerin üstesinden gelecek denli yetkin komünistlerin sayısı hiç de az değildir.