Türkiye solunun gümrük birliği konusunda bugüne kadar sergilediği performans hiç iç açıcı değil. Bu konuda fikir beyan eden sosyalistlerin büyük çoğunluğunun, gümrük birliği anlaşmasının içeriği hakkında bile doğru dürüst bilgi sahibi olmadığı rahatlıkla söylenebilir. Gümrük birliğini toptan reddetmenin yanlış bir tavır olacağını düşünen, daha “diyalektik” bir tavır geliştirmek gerektiğini savunan sosyalistler, ne uluslararası düzeydeki güncel ekonomik süreçleri, ne de AB-Türkiye ilişkilerini ciddi bir şekilde incelemiş durumda.
İşin ilginç yanı, gümrük birliğine hayır diyenleri eleştirenler, Türkiye işçi sınıfının gümrük birliğinden ve AB ile ilişkilerden ne beklemesi gerektiği konusunda elle tutulur herhangi bir şey de söylemiyor. Daha fazla “demokrasi” bekleyenleri bir yana bırakırsak, ortada yalnızca bilgisizlikten kaynaklanan bir tereddüt kalıyor. Bu da herhalde sosyalistlik iddiasında olanlara pek fazla yakışmıyor.
Bu yazıda, gümrük birliğinin sermayenin uluslararasılaşma süreci bağlamında oturduğu yer belirginleştirilmeye, bu birliğe tereddütsüzce ve yüksek sesle hayır denmesi gerektiği gösterilmeye çalışılacak.
BUNALIM VE “KÜRESELLEŞME”
Uluslararası düzeydeki ekonomik süreçleri dünya kapitalizminin 70’li yılların başından bu yana içinde bulunduğu bunalımdan bağımsız olarak incelemek mümkün değil. Daha doğrusu, bu süreçleri anlamanın tek yolu kapitalizmin bunalımı çerçevesinde ele alınmalarından geçiyor. 1
Sermaye, kar oranlarının düşmesinin ürünü olarak açığa çıkan bunalımlara, ilk aşamada bir yandan kredi hacmini genişleterek, bir yandan da emek gücü sömürüsünü yoğunlaştırarak tepki verir.
Kredi hacmindeki genişleme, bunalımla birlikte gündeme gelen eksik tüketim sorununu hafifletmeyi ve sermayelerin değersizleşme sürecini yavaşlatmayı sağlar. Bu genişleme yatırımların azalmasına paralel olarak gerçekleşir ve gerçek bir sermaye birikimini yansıtmaz. Söz konusu olan devlet borçlanma kağıtları ve hisse senetleri gibi hayali sermayelerin genişlemesidir. 2
Emek gücü sömürüsünün yoğunlaşması ise kar oranlarındaki düşüşün hafifletilmesi için zorunludur. Yatırımların azalması ve iflaslar nedeniyle işsizliğin arttığı bunalım dönemlerinde burjuvazinin işçi ücretlerini düşürmesi daha kolaydır. Emek gücü sömürüsü yalnızca reel ücretlerin geriletilmesiyle değil aynı zamanda devletin toplumsal hizmetlere ayırdığı kaynakların daraltılmasıyla (eğitim ve sağlık harcamalarının kısılması emeklilik yaşının yükseltilmesi işsizlere yapılan yardımların -varsa- azaltılması ya da tümüyle kaldırılması vb.) da yoğunlaştırılır.
Mali piyasaların genişlemesi ve emek gücü sömürüsünün yoğunlaştırılması, dünya kapitalizminin bunalıma girmesinden bu yana tüm kapitalist ülkelerde yaşanan gelişmeler. Ancak gelişkin kapitalist ülkeler açısından en az bunlar kadar önemli olan, az gelişmiş ve orta gelişkinlikteki kapitalist ülkelerden kaynak aktarma olanağıdır.
70’lerle birlikte ivme kazanan sermayenin uluslararasılaşma sürecinin (ya da popüler deyimle “küreselleşme”nin) belirleyici niteliği kaynak aktarım mekanizmalarını güçlendirmesidir. Uluslararası sermaye, mal ve sermaye dolaşımının önündeki tüm engelleri kaldırarak, az gelişmiş ve orta gelişkinlikteki ülkelerdeki emek gücü sömürüsüne daha fazla ortak olmaktadır. “Yapısal uyum” programları, mali liberalizasyon uygulamaları, GATT düzenlemeleri vb., aynı sürecin, uluslararası sermayenin tüm ülkelerin işçi ve emekçilerine yönelik saldırısının bileşenleridir.
Bunları açmak için “küreselleşme” sürecinin belirli boyutları üzerinde durmak gerekiyor.
7O’Lİ YILLARDAN “BORÇ KRİZİ”NE
Bunalımla birlikte karlı yatırım alanlarının daralması ve bir aşırı-sermaye birikiminin doğması, gelişkin kapitalist ülkelerden diğerlerine dönük sermaye ihracının artmasını getirdi. 70’li yıllar boyunca sermaye ihracının en önemli aracı az gelişmiş ve orta gelişkinlikteki ülkelerin borçlandırılmasıydı.
Aynı dönemde ithal ikameci ekonomi politikaları uygulayan ülkeler de, ancak borçlanma yoluyla büyüyebiliyordu. Tüketim mallarının ithalatını sınırlandırmaya dönük bu strateji, az gelişmiş ve orta gelişkinlikteki ülkelerin yatırım ve ara malı ithalatına bağımlılıklarını ve bu nedenle de dış kaynak gereksinimlerini artırıyordu. Dolayısıyla, bu ülkelerin borçlandırılmasının gelişkin kapitalist ülkeler açısından iki getirisi birden vardı: Bir yandan yüksek faiz getirisi sağlanıyor diğer yandan da yatırım malı ve ara mal üreten sektörlerin pazarı genişletiliyordu.
Bu arada, petrol fiyatlarının yükselmesiyle birlikte gelirleri artan OPEC ülkeleri, ellerinde biriken dolarları (petro-dolar) ekonomik yatırımlara yöneltmekten çok, zaten kredi talebi sıkıntısı çeken uluslararası bankalara yatırıyordu. Diğer yanda ise petrol ithalatına bağımlı ülkelerin dış açıkları ve dış kredi ihtiyaçları büyüyordu.
Tüm bunlar, uluslararası bankaların az gelişmiş ve orta gelişkinlikteki ülkelere açtıkları kredilerde bir patlamaya yol açtı. Risk hesapları giderek daha az yapılır oldu. Bunda, faizler ödendiği sürece anapara geri ödemelerinin yapılamamasının bir sorun oluşturmaması da rol oynuyordu. Geri ödenecek borçların değerlendirilebileceği daha karlı yatırım alanları zaten bulunmuyordu.
Az gelişmiş ve orta gelişkinlikteki ülkelerin borç stoku 1970-83 yılları arasında yüzde 811 artarak 68 milyar dolardan 620 milyar dolara sıçradı. 3 Bu döngünün eninde sonunda kırılacağı belliydi ve beklenen son 1982 yılında, Meksika’nın borç faizlerini de ödeyemez duruma gelmesiyle birlikte geldi. (Aslında, Meksika’nın krize girmesinden önce de, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu bazı ülkeler borç krizi yaşadı; ancak bunlar tekil ve görece küçük çaplı olaylardı; Meksika’nın hemen ardından başta Latin Amerika ülkeleri olmak üzere çok sayıda ülke borç krizine girdi.)
80’Lİ YILLAR: “YAPISAL UYUM” DÖNEMİ
Borç kriziyle birlikte gelişkin kapitalist ülke kaynaklı sermaye ihracı durdu. Dahası, Tablo 1’den de görülebileceği üzere, sermaye hareketlerinin yönü tersine çevrilmiş, az gelişmiş ve orta gelişkinlikteki ülkelerden gelişkin kapitalist ülkelere sermaye transferi başlamıştır. Özellikle özel kredilerin faiz ödemeleri ve kısa dönemli sermaye hareketleri aracılığıyla gerçekleştirilen sermaye transferleri 1983-90 döneminde toplam 175 milyar dolar civarındadır. Bu dönemde orta ve uzun vadeli borçlanma olanakları fazlasıyla daralmıştır. Uluslararası sermaye, borç krizine düşen ülkeleri cezalandırmasını ve bu krizden de yararlanan taraf olmasını bilmiştir. İşin ilginç yanı, borçlu ülkelerden transfer edilen sermaye yalnızca borç faizlerinin bir bölümünü karşılamış, toplam borç stokları artmaya devam etmiştir. Dolayısıyla, bu süreçte bile, borçluluktan kaynaklanan bağımlılık azalmak bir yana artmıştır.
Borçlu ülkeler gelişkin kapitalist ülkelere 175 milyar dolar aktarmayı nasıl başardı? Uluslararası sermaye kuruluşlarının bu konuda oldukça “yardımcı” olduklarını, yol gösterdiklerini kabul etmemiz gerekiyor. IMF ve Dünya Bankası, bu zor dönemlerinde, “yapısal uyum” programlarını uygulamayı kabul eden ülkelerin borç ödemelerinin ertelenmesini sağladı.
“Yapısal uyum” programları, az çok standart bir içeriğe sahip. Özünde sermayenin sınıfa saldırısı var. Borç faizlerinin ödenebilmesi için gerekli kaynak, reel ücretlerin geriletilmesi yoluyla bulunuyor. Ama “yapısal uyum”, emek gücü sömürüsünün belirli bir dönem için yoğunlaştırılmasından daha fazlasını ifade ediyor. Birincisi, sınıfa saldırının kalıcı mevzilerle sonuçlanması hedefleniyor. İkincisi, “yapısal uyum” programları gelişkin kapitalist ülkelere kaynak aktarma mekanizmalarının güçlendirilerek kurumsallaştırılmasını içeriyor.
Borç krizine giren bir ülke öncelikle bir “stabilizasyon” döneminden geçiriliyor. Yüksek oranlı bir devalüasyonla ithalat kısılıyor, ihracat teşvik ediliyor. Bu arada enflasyon oranı yükselirken “iç pazarın daraltılması” adına ücret ve maaşların dondurulmasına gidiliyor. Diğer yandan kamu harcamaları (kuşkusuz kamu çalışanlarının maaşlarına ve toplumsal hizmetlere ayrılan bölümü) radikal şekilde kısılıyor. Böylece ülke sermayesinin soluk alması için gerekli kaynak da sağlanmış oluyor. Gerçi pazarın hızla daralması yaygın iflaslara (ve işsizliğe) yol açıyor; ama zaten hiçbir kriz sermayelerin bir bölümü değersizleşmeden (ve bu arada sermayenin merkezileşmesi hızlanmadan) atlatılamaz.
Bunlar, sermayenin kriz koşullarındaki doğal ilk refleksleri. İşin asıl “programatik” bölümü bundan sonra başlıyor.
Birincisi, ülkenin kalkınma, geri kaldığı sektörleri geliştirme, stratejik önem taşıyan sektörleri koruma, ithalatı sınırlandırma, bölgesel eşitsizlikleri giderme gibi hedefleri bir yana koyması ve mevcut haliyle dış rekabete açılması sağlanıyor. Teşvik ve sübvansiyonların kaldırılması ve dış ticaretin serbestleştirilmesi yoluyla uluslararası sermayenin pazarı genişletiliyor (bu arada devalüasyonun etkisi gümrüklerin indirilmesi yoluyla giderilmiş oluyor).
İkincisi, devlet işletmelerinin (mümkün en hızlı şekilde ve haraç mezat) özelleştirilmesi, özel ve yabancı sermayenin ilgisini çekmeyen işletmelerinse kapatılması öngörülüyor. Özelleştirmeler yoluyla devlet bütçesinin geçici bir rahatlaması sağlansa bile, orta vadede bu kez devlet gelirleri azalmış olduğundan daha geri bir noktaya dönülüyor. Ama bu arada kamuya ait değerler yerli-yabancı sermayeye peşkeş çekilmiş, tekelleşme artmış, fiyatlar yükselmiş (ya da daha önce parasız olarak verilen bazı hizmetler paralı hale getirilmiş), ücretler geriletilmiş ve işsizlik artmış oluyor. Diğer yandan, kamu harcamalarının kısılmasına da devam ediliyor.
Üçüncüsü, dış ticaretin yanı sıra finans sektöründe de liberalizasyona gidiliyor. Orta ve uzun vadeli borç bulma olanaklarının daralmasının da zorlamasıyla spekülasyon amaçlı sermaye girişlerinin önü açılıyor ve uluslararası sermayeye ortalama kredi faizlerinin çok üzerinde getiri elde etme olanağı sağlanıyor. Mali liberalizasyon uygulamalarının sonuçları üzerinde aşağıda durulacak. Ancak burada, Türkiye için de tanıdık sonuçlardan birine ilişkin bir alıntı yapılabilir: “(…) finans piyasalarının liberalleşmesi IMF’nin müdahaleleriyle para aklanmasına (…) neden oldu. (…) Örneğin Bolivya’da 1985’ten bu yana uygulanan “yeni ekonomik politika” o güne kadar Panama ve Florida’da yatırılan “narkodolar”ların yurda dönmesini sağladı. (…) Peru’da da IMF’nin kamçısı altında Başkan Fujimori tarafından 1991’de gerçekleştirilen bankacılık reformu uyuşturucu ticaretinden elde edilen paranın yerel ticari bankalarda aklanmasını kolaylaştırdı.” 4
Dördüncüsü, “yapısal uyum” programları, ülkeyi gelişkin kapitalist ülkelerin mallarına ve spekülasyon amaçlı yabancı sermaye girişlerine açmanın yanı sıra, doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının önündeki kısıtlamaları da kaldırıyor. Ucuz emek gücünden doğrudan yararlanmak isteyen çok uluslu şirketleri ülke ekonomisinin çıkar ve ihtiyaçları türü gerekçelerle engellemek olanaksızlaşıyor.
“Yapısal uyum” programlarının hayata geçirilmesi çoğu ülkede sancılı ve kesintili süreçlerin ürünü oldu. Yukarıda dile getirilen tüm maddeleri aynı anda hayata geçirmek mümkün olmadı. Arka arkaya birkaç “istikrar paketi”nin açılması gerekti. IMF ve Dünya Bankası heyetleri, “uyum” göstermekte zorlanan ülkeleri sık sık ziyaret, etti hükümetler düştü, darbeler yapıldı. Ama süreç işlemeye devam etti.
Bu süreçte uluslararası sermaye kuruluşlarının ve emperyalist ülkelerin baskı ve zorlamalarının önemli rol oynadığını yadsımak mümkün değil. Ancak yerel dinamiklerin tümüyle önemsizleştiğini düşünmek de ciddi bir yanlış olacaktır. Evet, kapitalizm bir dünya sistemidir ve uluslararası sermayenin yönelimleri yerel sermayelerin hareket alanını da belirler. Bugünün dünyasında, hele reel sosyalizmin çözülüşünden sonra kapitalist bir ülkenin uluslararası bütünleşme süreçlerinin bütünüyle dışında kalarak kendi yolunu çizmesi mümkün değildir (aslında, yerel sermayelerin de böylesi bir niyeti yoktur). Ama bütünleşme dendiğinde tek biçimli bir ilişkinin anlaşılmaması gerekir. Ülkeler, sanayileşme düzeylerine, rekabet üstünlüğüne sahip oldukları sektörlere, ulusal gelirlerine, coğrafi konumlarına vb. göre kapitalist sistem içinde farklı konumlara yerleşir. Bütünleşmenin somut biçimlerini belirleyen iç dinamiklerdir.
İç dinamiğin rolünü tartışırken Türkiye’yi örnek vermek mümkün. Az gelişmiş kapitalist ülkelerle aynı kefeye konması kesinlikle mümkün olmayan Türkiye, “yapısal uyum” rotasına girmekle birlikte bazı adımları fazlasıyla yavaş atmıştır. Aslında, gerek 24 Ocak kararlarında, gerekse sonraki uygulamalarda, IMF ve Dünya Bankası’nın dayatmalarından çok, Türkiye burjuvazisinin somut gereksinimleri belirleyici olmuştur.
İthal ikameci birikim modeliyle daha fazla yol alınamayacağı belli olduktan sonra, döviz girdisini artırmak için ihracata yönelmek bir zorunluluk halini almıştı. Bunun için de Türk lirasının değerinin düşürülmesi ve reel ücretlerin geriletilmesi yoluyla ihraç mallarının ucuzlatılması gerektiği fazlasıyla açıktı.
Türkiye kapitalizmi, bu dönüşümü, çok ciddi bir dış kaynak transferi olmaksızın gerçekleştirme potansiyeline sahipti. Bunun böyle olduğunu Tablo 2’den görmek mümkün. Türkiye’nin cari işlemler bilançosu 5 80’li yıllar boyunca neredeyse sürekli açık vermiştir. Ancak dış borç faiz ödemeleri çıkarıldığında, cari işlemler bilançosunun 1982-92 yıllarında (1984 hariç) fazla verdiğini görüyoruz. Dolayısıyla, Türkiye’nin 80’li yıllardaki dış kaynak ihtiyacı, yalnızca geçmiş dönem borçlarının faizlerinden kaynaklanmıştır.
Dış borç krizine düşen diğer pek çok ülkeden daha avantajlı bir konumda olan Türkiye, bu sayede, bazı adımları epeyce geciktirebilmiştir. Özellikle özelleştirme alanında çok yavaş yol alınmıştır. Başta Meksika olmak üzere Latin Amerika ülkeleri kamu işletme ve bankalarını yıllar önce özelleştirmişken, Türkiye’de hala köklü bir özelleştirme hamlesi gerçekleş(e)memiştir. Bunda, işçi sınıfının somutlaşan ve potansiyel tepkisinin yanında, kamu işletmelerinin burjuvaziye sağladığı olanakların payı da önemlidir.
Mali liberalizasyona yönelik adımlar da görece yavaşlatılmıştır. Türk lirasının konvertibilitesi için 1989 yılına kadar beklenmiş, ancak ciddi bir özelleştirme hamlesine girişilmediği için yabancı sermaye girişleri sınırlı kalmıştır.
1989 yılından 1994 yılına kadar reel ücretlerin yükseltilebilmiş olması da kayda değer bir gelişmedir. Reel ücretlerin 1980 öncesi düzeye ulaşmadığı açık. Ama söz konusu artış Türkiye’nin ucuz emek cenneti olma yolundan bir dönem için çıkmasını getirmiştir. Dahası, Türkiye, Doğu Avrupalı göçmen işçilerin yöneldiği ülkeler arasına girebilmiştir. Kuşkusuz, reel ücretlerdeki artış işçi sınıfının mücadelelerinin ürünü oldu ve diğer yandan krize giden yolu açtı.
Sonuçta; Türkiye kapitalizmi, 1980-94 dönemini öyle çok ciddi krizler yaşamadan geçirdi. Arka arkaya “istikrar” paketleri açılmadı. Hatta, 1984 yılından itibaren sona eren IMF denetimi, 1994 yılına kadar yeniden gündeme gelmedi.
Ama Türkiye burjuvazisinin bu görece rahat dönemi iyi bir şekilde değerlendirdiğini söylemek mümkün değil. İhracat artışının mevcut kapasiteye dayandığı bu dönemde, en azından belirli sektörlerde uluslararası rekabet gücüne ulaşmayı sağlayacak yatırımlar bile yapılmadı. Emek üretkenliğinin yükseltilmesine yönelik ciddi bir çabanın harcanmaması, göreli avantajların da giderek yitirilmesine yol açtı. İhracat artış hızının 80’li yılların sonlarına doğru düşmesi bir tesadüf değil.
Türkiye kapitalizmi, 90’lı yıllara üç temel sorunla girdi. Birincisi, tek başına reel ücretlerin düşürülmesine dayanan ve bir yatırım hamlesiyle bütünleştirilemeyen birikim modeli tıkanma sürecine girmişti. İkincisi, reel ücretlerin de yükselmeye başlaması, bu süreci hızlandırmıştı. Son olarak, reel sosyalizmin çözülüşü ile birlikte “jeopolitik önem” pazarlama olanağının son bulması ve Avrupa’nın gözünün kapitalistleşme sürecine çok hızlı giren Doğu Avrupa ülkelerine çevrilmesi, “yapısal uyum” sürecinde çok yavaş yol alan Türkiye’nin yalnızlaşmasını getirmişti.
1994 yılında kriz patlak verdiğinde, bu yalnızlaşmanın somut sonuçları görüldü. Türkiye kapitalizminin iç sıkıntıları uluslararası sermayeyi çok fazla ilgilendirmedi. Aynı yılın sonlarında uluslararası sermayenin ciddi yatırımlarının bulunduğu Meksika’nın krize girmesiyle birlikte bu ülkeye büyük miktarlarda kredi sağlanırken, Türkiye burjuvazisi kendi başının çaresine bakmak zorunda kaldı.
Aslında, Türkiye kapitalizminin 1994 yılındaki performansını küçümsemek mümkün değil. Bir kez daha Tablo 2’ye bakılırsa, cari işlemler bilançosunun rekor düzeyde fazla verdiği görülür. Türkiye 1994 yılında borç faizlerini ödemenin ötesinde toplam borç stokunu azaltmayı da başarmıştır.
Ancak, ekonominin yüzde 6 oranında küçülmesi pahasına ve kuşkusuz reel ücretlerin düşürülmesi sayesinde kazanılan bu başarı, krizin sona ermesini sağlamadı. Türkiye kapitalizmi bugüne kadar atmadığı “yapısal uyum” adımlarını önümüzdeki dönemde hızla atmak zorunluluğuyla karşı karşıya.
MALİ LİBERALİZASYON UYGULAMALARI ve SONUÇLARI
Az gelişmiş ve orta gelişkinlikteki kapitalist ülkelerin 80’li yıllardan itibaren orta ve uzun vadeli borç bulamamaya başladığını belirtmiştik. Dahası, 1983-90 döneminde sermaye hareketlerinin yönü gelişkin kapitalist ülkelere doğruydu.
Aynı dönemde gelişkin kapitalist ülkelerdeki hayali sermaye birikimi de olağanüstü boyutlara ulaştı. Özellikle 1982-87 döneminde ABD, Avrupa ve Japonya’da borsalar hızlı bir gelişme sürecine girdi. Bu arada türev piyasalar yaygınlaştı.
1987 yılında ABD ve Avrupa, 1990 yılında da Japonya borsalarında beklenen çöküşler yaşandı. Ancak bu çöküşler mali sermayenin hızlı genişlemesini durdurmadı. Arada geçen süre içinde, az gelişmiş ve orta gelişkinlikteki ülkeler, “yapısal uyum” programlarının bir parçası olarak mali liberalizasyona gitmiş, spekülasyon amaçlı yabancı sermaye girişlerinin önünü açmıştı. Tablo 2’den de görüleceği üzere, 1991 yılında gelişkin kapitalist ülkelerden diğer ülkelere doğru kısa vadeli sermaye transferlerinde patlama yaşandı.
Mali liberalizasyon, “küreselleşen” dünyada, dış kaynak bulmanın en önemli yolu haline gelmiş durumda. Kısa vadeli kar olanakları peşinde koşan uluslararası sermayeyi çekmek için ulusal paranın konvertibl hale getirilmesi ve yabancı sermayenin de girebileceği bir mali piyasanın oluşturulması gerekiyor. Devlet tahvili ve bono faizlerinin ve borsadaki kağıtların getirisinin devalüasyon oranının yeterince üzerinde olması durumunda kısa vadeli sermaye girişleri sağlanabiliyor.
1989 sonrasında az gelişmiş ve orta gelişkinlikteki ülkelerin borsaları hızlı bir büyüme sürecine girdi. Yabancı yatırımcıların “gelişmekte olan piyasalar”daki portföylerinin toplam değeri 1986’da 2.1 milyar dolar iken 1993’te 200 milyar dolara yükseldi. Bu piyasaları izleyen IFC endeksi ise 1989-94 döneminde dolar bazında yüzde 93 oranında yükseldi. 6 Yani bu ülkeler, dolar bazında yüzde 93 gibi astronomik bir faizle borçlanmış oldu (1993 yılının rekoru Türkiye’ye aitti: yüzde 204).
Borsaların “gelişebilmesi” için en temel koşullardan biri, borsaya girecek büyük şirketlere sahip olmak. Borsa işlem hacminin yükselmesi için değerli kağıt miktarının artırılması gerekiyor. Bunun için bulunan en önemli yol ise, özellikle tekel konumundaki büyük devlet kuruluşlarının (PTT’nin T’si gibi) hisse senetleri satışı yoluyla özelleştirilmesi. Kuşkusuz, bu hisselerin ilk satış değeri ne kadar düşük tutulursa, yani kamu kuruluşları ne kadar ucuza elden çıkarılırsa, bu senetlerin beklenen getirisi ve dolayısıyla da yabancı sermayenin ilgisi o kadar yüksek oluyor. Sözgelimi Meksika 1991 ve 1992 yıllarında demir-çelik fabrikaları, kamu bankaları ve PTT’nin T’si gibi kuruluşların satışı yoluyla yaklaşık 20 milyar dolarlık bir “gelir” elde etti. 7
Mali liberalizasyon uygulamalarının en önemli sonucu, ulusal ekonomi politikaları belirleme olanağının fazlasıyla sınırlanması oldu. Sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi ile birlikte, yalnızca yabancı sermayeyi çekmek için değil, ülkeden sermaye kaçışını önlemek için de, ulusal paranın değeri korunurken faizlerin yüksek tutulması gerekiyordu. Faiz oranı ile devalüasyon oranı arasındaki fark, diğer pek çok ülke ile rekabet etmeyi sağlayacak düzeyde olmak zorundaydı. Dahası, ekonomik kriz sinyalleri veren bir ülkenin “kredi notu” düşürülüyor, bu farkın daha da yükseltilmesi gerekiyordu (bu da kuşkusuz ülkenin krize daha çabuk girmesini sağlıyordu).
İşin ilginç yanı, dış kaynak ihtiyacı duyan ülkeler, kısa vadeli sermaye girişi sağlarken, devalüasyon yoluyla ihracatı artırma ve ithalatı kısma olanağından yoksun kaldı. Ulusal paranın değerinin görece yüksek tutulması dış ticaretin de serbestleştirildiği koşullarda ithalatın hızla artmasına yol açtı. Mali liberalizasyon alanında en “başarılı” olan ülkeler aynı zamanda en yüksek cari işlemler açığı veren ülkeler oldu. Kısa vadeli sermaye girişleri pek doğal olarak yatırımlarda bir artışa yol açmadı. Dolayısıyla, mali liberalizasyon az gelişmiş ve orta gelişkinlikteki ülkelerin dış kaynak bağımlılığını yoğunlaştırmaktan ve devresel krizlerin periyodunu kısaltmaktan başka bir sonuç doğurmadı.
Türkiye de, 1989 yılından itibaren devalüasyon politikasını terk etmiştir. Tablo 3 bu durumu yeterince net şekilde gösteriyor. Sonucu da Tablo 2’den izlemek mümkün. 1993 yılında Türkiye’nin cari işlemler açığı rekor kırıyor ve uzun bir aradan sonra ilk kez dış borç faiz ödemeleri çıkarıldığında bile açık veriliyor. Hemen ardından 1994 krizi patlak veriyor.
Türkiye 1994 yılında yüksek oranlı bir devalüasyona gitti. Ancak, bu yıl içinde bile, ABD doları yaklaşık yüzde 162 oranında değer kazanırken, toptan eşya fiyatlarının artış oranı da yüzde 150’ye yaklaştı. Yani ABD doları aslında çok fazla değer kazanmadı. 1995 yılında ise, doların değeri yüzde 58 oranında artarken, toptan eşya fiyatlarındaki artış yüzde 65’i buldu (tüketici fiyatlarındaki artış ise yüzde 79 oldu). Üstelik enflasyon rakamı, seçim dönemi nedeniyle devlet kuruluşlarının zamları geciktirmesinden dolayı düşük kalmıştı (özel sektörde toptan eşya fiyatları yüzde 72 oranında artarken, İTO İstanbul Ücretliler Geçinme Endeksi yüzde 90.3 oranında yükseldi). Diğer yandan bu yıl içinde devlet tahvilleri yüzde 95.65, 1 yıllık bonolar yüzde 108 yatırım fonları yüzde 80.42’lik bir getiriye ulaşırken, mevduat faizleri de ortalama olarak yüzde 85.05 düzeyindeydi. Yani 1994 yılında yapılan devalüasyonun etkisi 1995 yılında tümüyle giderilmiştir.
Bir noktayı yeniden vurgulamakta yarar var. Mali liberalizasyona bir kez gidildikten sonra, yabancı sermaye ile yerli sermayenin çıkarları ve hareketleri ortaklaşıyor. Spekülasyon amaçlı yabancı sermaye girişi sağlamaya yönelik adımlar, yerli sermayeyi de üretim alanından spekülasyon alanına yönlendiriyor. Sözgelimi 1994 yılında Türkiye’nin en büyük 500 sanayi şirketinin karlarının yarıdan fazlası faiz ve rant gelirlerinden kaynaklanıyordu. Diğer yandan, pek çok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de kısa vadeli sermaye girişlerinin en önemli aracısı bankalar. Yurtdışından döviz borçlanarak Türk lirasına çeviren ve devletin iç borçlanma kağıtlarına yatıran bankalar, Türkiye’yi yabancı sermaye ile ortaklık içinde soyuyor.
ULUSLARARASI SERMAYENİN SON SALDIRISI: GATT
GATT (Genel Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Anlaşması), uluslararası mal ve hizmet dolaşımını serbestleştirme hedefinin ürünü. Gelişkin kapitalist ülkelerin önlerine konan gümrük duvarlarını ve diğer korumacı önlemleri aşmak için gündeme getirdikleri GATT, 90’lı yıllara kadar pek fazla etkili olamadı. Gümrük vergilerinin düşürülmesine karşın, 70’li yıllarda bunların yerine tarife dışı engeller kondu. Emperyalist ülkeler, reel sosyalizmin çözülüşüne kadar, az gelişmiş ve orta gelişkinlikteki kapitalist ülkeler üzerinde çok fazla dayatmacı olamadı. Ancak 90’lı yıllara gelindiğinde durum değişmişti. GATT çerçevesinde 1986 yılında başlatılan, ama 90’lara kadar pek fazla yol alınamayan Uruguay Round görüşmeleri 1993 sonunda tamamlandı ve Nihai Senet imzalandı. Senedi 117 ülke imzalamıştı. Ama çerçeveyi çizen taraflar ABD, Avrupa ve Japonya oldu. Diğer yandan, senet kararlarına uyulmasını güvence altına almak üzere Dünya Ticaret Örgütü (WTO – World Trade Organizatıon) kurularak bu örgüte yaptırım uygulama yetkisi verildi.
Nihai Senet, tek başına gümrük duvarlarını ve tarife dışı engelleri kaldırmıyor. Az gelişmiş ve orta gelişkinlikteki kapitalist ülkeler açısından bundan çok daha önemli pek çok madde var.
Birincisi, fikri mülkiyet hakları koruma altına alınarak, gelişkin kapitalist ülkelerin yeni teknolojiler üzerindeki tekelcilikleri pekiştiriliyor. Yeni düzenlemeye göre bilgisayar programları 50 yıl, patentler ve telif hakları ise 10-30 yıl korunuyor. 8 Araştırma-geliştirme çalışmalarının çok büyük ölçekli yatırımları gerektirdiği bugünün dünyasında bu denli uzun süreli bir koruma, teknoloji geliştirme olanakları sınırlı ülkelerin bağımlılığını arttırırken fiyatların yükselmesine, çok uluslu şirketlerin tekel karlarının artmasına yol açacak.
İkincisi, bugüne dek GATT kapsamında olmayan hizmet sektörü, Nihai Senet’le birlikte, serbest dolaşım kapsamına alınıyor. Özellikle taşımacılık ve bankacılık gibi hizmetler, sahip oldukları stratejik önem nedeniyle, serbest ticarete konu olmuyordu. Ama emperyalist ülkeler, “sınırların kalktığı” dünyamızda, “ülke çıkarları” gibi modası geçmiş kaygıların sömürü olanaklarını sınırlandırmasını kabul etmiyor.
Üçüncüsü, yerli üreticilere verilen teşvikler büyük oranda yasaklanıyor. Stratejik öneme sahip sektörlere yönelik olarak ya da araştırma-geliştirme kapsamında verilen teşviklerin “haksız dış rekabet” yarattığı iddia ediliyor. Bunlarla birlikte, kuşkusuz, ihracat performansına ve ithal mal yerine yerli mal kullanımına dayalı teşvikler de yasaklanıyor. İzin verilen teşviklerin de bir ürünün toplam değerine göre yüzde 5’i aşan bir sübvansiyona yol açmaması gerekiyor.
Dördüncüsü, Nihai Senet, doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının önüne konan engelleri de kaldırıyor. Çok uluslu şirketleri fazlasıyla rahatsız eden yasal koşul ve düzenlemelere (ülke kalkınmasına yarar sağlama, yerli girdi kullanma, belirli bir düzeyin üzerinde ithalat yapmama, belirli bir düzeyin üzerinde ihracat gerçekleştirme vb. koşullar) son veriliyor. Uluslararası sermaye, dünya üzerindeki her işçiyi doğrudan sömürme hakkına sahip çıkıyor!
Kısacası, Uruguay Round Nihai Senedi, az gelişmiş ve orta gelişkinlikteki ülkelerin kalkınma, sanayileşme, dış dengeleri koruma gibi hedefleri bir yana bırakmalarını, mal, hizmet ve sermaye dolaşımının önündeki tüm engelleri kaldırmalarını, bu arada yeni teknolojileri uyarlama olanağından mahrum kalmalarını (ya da bunu çok yüksek fiyatlarla yapmalarını) sağlıyor.
Nihai Senet, özellikle 80’li yılların sonlarından itibaren hızla büyüyen ve faaliyetleri yaygınlaşan çok uluslu şirketlerin önünü iyice açtı. Çok uluslu şirketlerin sayısı 80’lerin sonunda 80 bin iken 1993 yılında 200 bini aşmıştı. Bu şirketler dünya sanayi üretiminin yüzde 30’unu doğrudan kontrol eder hale gelmişti. Yine bu şirketler, az gelişmiş ve orta gelişkinlikteki ülkelerde 12 milyon kişi istihdam ediyorlardı ve bu istihdamın yüzde 75’i 1985 yılından sonra yaratılmıştı. 9 Tablo 1’de de gelişkin kapitalist ülkelerin doğrudan sermaye yatırımlarının 1987 yılından itibaren hızla arttığını görmek mümkün. Uruguay Round’un sonuçlanmasıyla birlikte, çok uluslu şirketler artık diledikleri ülkeye diledikleri mal ve hizmetleri satma ve diledikleri yatırımları yapma olanağına kavuşuyor.
“KÜRESELLEŞME” VE İŞÇİ SINIFI
Sermayenin uluslararasılaşma sürecinin, tüm kapitalist ülkelerin sermaye sınıflarının tüm ülkelerin işçilerine yönelik bir saldırısından başka bir anlama gelmediği yeterince açık. Kar oranlarının düşme eğilimine karşı emek gücü sömürüsünü yoğunlaştırmaya çalışan uluslararası sermaye, bunu yerel sermayelerle daha fazla bütünleşerek sağlıyor. Bu arada kuşkusuz özellikle az gelişmiş ve orta gelişkinlikteki ülkelerdeki çok sayıda şirket iflas ediyor. Ancak bunalım dönemlerinde sermayenin değersizleşmesi ve merkezileşmesi doğal ve kaçınılmaz.
Bu noktada akla şu tür sorular gelebilir: Uluslararası işçi sınıfına yönelik “küreselleşme” saldırısı, aynı zamanda işçi sınıfının nihai kurtuluşunu yakınlaştıran iç çelişkiler barındırmıyor mu? Sermayenin uluslararasılaşma sürecinin tarihsel gelişmeyi hızlandırıcı bir rolü yok mu? Ulusal sermayelerin bütünleşmesi bütün dünya işçilerinin de birleşmesini getirmeyecek mi? “Küreselleşme” sürecine tam boy muhalefet etmek, tarihsel anlamda gerici bir konuma yerleşmek anlamına gelmez mi?
Bu soruların tümünü birden olumlu yanıtlamak, ancak ekonomik süreçlerle işçi sınıfının siyasal mücadeleleri arasındaki dolayımları görmemenin, ekonomizme düşmenin sonucu olabilir.
İlk sorudan başlayalım. “Küreselleşme”nin ciddi iç çelişkiler barındırdığı ne kadar vurgulansa azdır. Bir kere, bu süreç kapitalizmin üretici güçleri geliştirmesinin değil, bunalımının ürünüdür. Sermayenin bunalıma verdiği tepkiler, kar oranlarının düşmesinin nedenlerini değil sonuçlarını hedef alıyor. Yeniden üretim dinamiklerini büyük oranda tüketen mevcut uluslararası sermaye yapılanmasını bir süre daha ayakta tutmaya yönelik bu tepkiler, kapitalizmin iç çelişkilerinin daha fazla derinleşmesine yol açıyor.
‘Küreselleşme” süreci, kapitalist-emperyalist zincirin zayıf halkalarını giderek daha fazla zorluyor. Reel ücretlerin geriletilmesinin mutlak bir sınırı var ve pek çok ülke için bu sınırların aşılmaya başladığından söz etmek gerekiyor. Yoksulluk ve sefalet göstergeleri giderek daha çarpıcı hale geliyor.
Dolayısıyla, sermayenin uluslararasılaşma sürecinin tarihsel gelişmeyi hızlandırdığını da saptamak gerekiyor. Ama bu durum, burjuvazinin bir kez daha ilericilik misyonuna soyunduğu anlamına gelmiyor. Burjuvazi, 19. yüzyıla kadar, feodal üretim ilişkilerini ortadan kaldırdığı, kapitalist üretim ilişkilerini yaygınlaştırdığı ve üretici güçlerin gelişmesinin önünü açtığı oranda ilericidir. Emekçi kitlelerin yoksullaşması ve sefaleti pahasına sağlanmış da olsa, kapitalizmin bir dünya sistemi haline gelmesi, tarihsel açıdan ileriye doğru bir adım olmuştur. Dünya kapitalizminin bunalımının ürünü “küreselleşme” ise kendi başına ileri bir adım değildir. Aksine, tıkanan bir sermaye yapılanmasını işçi sınıfı ve emekçi kitlelere saldırarak ayakta tutma girişimi olarak, gerici bir içerik taşımaktadır. Irkçı ve dinci gerici hareketlerin dünya çapında güç kazanması “küreselleşme”nin bir parçasıdır.
Sermayenin tek bir tarihsel rolü kalmıştır: Mezar kazıcılarını güçlendirmek. “Küreselleşme”, tarihsel gelişmeyi, emek-sermaye çelişkisini derinleştirdiği oranda hızlandırmaktadır.
Bugüne dek bu sürece karşı ekseninde işçi sınıfının bulunduğu güçlü çıkışların gerçekleşmemesi, gerek reel sosyalizmin çözülüşüyle birlikte sermayenin dünya ölçeğindeki ideolojik saldırısının göreli başarısıyla, gerekse çelişkilerin birikerek patlama noktasına geldiği yerelliklerdeki sınıfsal dinamiklerin zayıflığıyla ilgilidir. Ancak sosyalizmin yenilgi ve geri çekilme dönemi sona ermek üzere. Birincisi, “kapitalizmin zaferi”nin ne anlama geldiği, başta eski sosyalist ülkelerin işçi ve emekçileri, ama aynı zamanda iki kutuplu dünyanın “sosyal devlet” gibi bazı nimetlerinden mahrum kalmış olan kapitalist ülke işçi ve emekçileri tarafından giderek daha fazla görülmektedir. Dahası, “demir perde” edebiyatı etkisini yitirirken, sosyalizmin kazanımlarının önemi giderek daha fazla anlaşılmaktadır. İkincisi, kapitalizmin çelişkileri bir yandan sınıf hareketinin daha güçlü olduğu yerelliklerde birikirken, diğer yandan da daha geri yerelliklerdeki sınıfsal dinamiklerini güçlendiriyor. Sosyalizm, eski sosyalist ülkelerin, Latin Amerika ülkelerinin ve Ortadoğu ülkelerinin pek çoğunda giderek daha fazla güncelleşiyor.
Peki bu arada, sermayenin kendi önüne dikilen ulusal sınırları kaldırması, işçi sınıfının uluslararası birliğine giden yolu da açmıyor mu?
İşçi sınıfının uluslararası sermayenin bir bütünlük oluşturduğunu kavramasının kolaylaştığını teslim etmek gerekiyor. Farklı ülkelerin işçilerinin giderek aynı çok uluslu şirketlerle karşı karşıya kalması da, aralarındaki duygusal yakınlığı sınıf kardeşliği duygusunu güçlendirici etkide bulunacaktır. Ama bunların güncel mücadele süreçleri üzerindeki etkisini abartmak yanlış olacaktır.
Uluslararası sermaye, kendi önündeki sınırları kaldırırken, farklı ülkelerdeki işçilerin arasındaki sınırları yükseltmektedir. Mal ve sermaye dolaşımı serbestleşirken, emek gücü dolaşımı, serbestleştirilmek bir yana zorlaştırılmaktadır. Özellikle gelişkin kapitalist ülkeler, ucuz emek gücünü kendi topraklarına çekmek yerine, yatırımlarını ucuz emek cennetlerine taşımayı tercih etmektedir. Bugün bir Alman işçisi kendi ülkesindeki yabancı kökenli işçileri, bir ABD işçisi ABD sermayesinin Meksika’da sömürdüğü işçileri rakip olarak görebilmektedir. Diğer yandan, az gelişmiş ve orta gelişkinlikteki ülkeler de bu yatırımları çekmek için rekabet ederken, bu ülkelerin düşük ücretle işsizlik arasında tercih yapması gereken işçilerinin uluslararası sermayeye karşı ortak bir mücadeleye girişmesi fazlasıyla zordur.
Tek tek ülkelerin işçileri bile homojen bir bütünlük oluşturmazken, sınıf içi eşitsizlikler işçi sınıfını bölerken, sınıfın uluslararası birliğini güncel bir siyasal hedef olarak formüle etmek mümkün değildir. Bu konuda “iyimser” bir yaklaşım sergileyenler de, farklı ülkelerin işçi sınıfı hareketlerini bütünleştirmenin hangi mücadele başlıkları üzerinden, hangi siyasal-örgütsel araçlarla sağlanacağı sorunu üzerinde ciddiye alınabilir herhangi bir üretimde bulunabilmiş değil.
İşçi sınıfının uluslararası düzeydeki bütünleşme süreci, bugün için, ancak tek tek yerelliklerdeki somut kazanımlarla gelişebilecektir. Bunun ötesi için, farklı ülkelerin işçilerini kucaklayan bir “reel politika” zeminine ihtiyaç var. “Doğru” olanın aynı zamanda “gerçekçi” olduğunu hissettiren bir siyasal gücün bulunmadığı yerde sınıfı ve emekçi kitleleri “doğru” rotaya sokmak mümkün değildir.
Tüm bunlara karşın, “küreselleşme”, işçi sınıfının uluslararası birliğinin sağlanmasını kolaylaştırmaktadır. Kapitalizmin bunalımı koşullarında ve sermayelerin bütünleşme düzeyinin yükseldiği bir dünyada sosyalist kopuşların sistemin bütünü üzerindeki etkisi çok daha sarsıcı olacaktır. Giderek daha benzer sorunlar yaşayan çok sayıda ülkeden devrimci bir sürece girenler diğerlerini de ileriye çekecektir. Devrimler, sosyalizmin güncelleştiği çok sayıda ülkenin hepsinde birden olmasa bile anlamlı bir bölümünde, eş zamanlı olmasa bile yakın aralıklarla gerçekleşecektir. Farklı ülkelerdeki devrimci yükselişlerin ortak bir önderliğini yaratmak mümkün olmasa bile, sosyalizm rotasına giren ülkelerin oluşturacağı odak tüm ülkelerin (ve bu arada gelişkin kapitalist ülkelerin) işçileri üzerinde etkili olacaktır.
Bütün ülkelerin işçilerinin birliği, ancak dünya devrimi ile ulaşılabilecek bir hedef. “Küreselleşme” de, bu hedefi, dünya devrimini yakınlaştırdığı oranda güncelleştiriyor. Ne eksik, ne de fazla…
Sosyalistlerin en net olması gereken nokta 70’li yıllardan bu yana egemen olan eğilimin, uluslararası sermayenin tüm ülkelerin işçilerine saldırısı olduğudur. “Küreselleşme” sürecine tam boy karşı çıkmanın yanlış olacağı kaygısına, ya bu sürecin niteliğine ilişkin bilgisizlik ya siyasal mücadelenin yasallıklarından bihaberlik, ya da ikisi birden yol açabilir.
Sermayenin uluslararası düzeydeki bütünleşmesinin kendi tepkisini de üreteceği düşüncesiyle “küreselleşme”nin kendisinde olumlu yan arayanlar, bu “diyalektik” bakışı siyasete tercüme etmek noktasında tıkanıyor.
Siyasal kaygısı olmayan akademisyenler açısından, özelleştirme bile ikiyüzlü bir madalyondur. Madalyonun yüzlerinden birinde “verimlilik artışı” vardır. Kuşkusuz, verimliliğin artışı ile kapitalizmin gelişimi ve emek-sermaye çelişkisinin derinleşmesini ilişkilendirmek mümkündür. Ama eksene bunları yerleştiren bir bakış, yalnızca sosyalizmin güncelliğinden kuşku duyanlara ait olabilir.
İşçi sınıfının iktidar mücadelesine girişmek için daha uzun bir süre beklemesi gerektiğini, emek-sermaye çelişkisinin henüz yeterince derinleşmediğini kapitalizmin insanlığa barbarlık dışında hala bir şeyler sunmaya devam ettiğini, burjuvazinin ilericiliğini yitirmediğini düşünenlerin “küreselleşme”de keramet aramasında tutarlılık açısından bir sorun yoktur.
Sosyalist iktidar perspektifine sahip olanlarsa, sermayenin saldırılarının tam boy karşısında olmak, sınıfa karşı sınıf çizgisini yükseltmek zorundadır. 10
BİR İHANET BELGESİ: GÜMRÜK BİRLİĞİ ANLAŞMASI
Türkiye, 14 Nisan 1987 tarihinde tam üyelik için AT’ye başvurdu. Başvuruyu inceleyen AT Komisyonu, görüşünü 18 Aralık 1988 tarihinde açıkladı. Komisyon raporunda, tam üyelik talebinin ancak 1992 yılından sonra değerlendirilebileceği, diğer yandan bu konuda dört temel güçlüğün bulunduğu belirtiliyordu. Bunlar:
-Gerek tarım, gerekse sanayi alanlarında Türkiye ile AT arasında önemli yapısal farklılıkların bulunması,
-Türkiye’nin sanayi ürünlerinde yüksek koruma oranları uygulaması,
-Türkiye’nin makro-ekonomik dengesizlikleri ve
-Türkiye ile AT ülkeleri arasındaki kalkınma düzeyi farkının büyüklüğüydü.
Açıkçası, Türkiye’nin AT çatısı altına girmesi Avrupa sermayesi açısından fazla maliyetliydi. Gerek Türkiye’nin AT üyesi olması durumunda ekonomik ve sosyal farklılıkları gidermek için yapılması gerekecek mali yardımların büyüklüğü, gerekse işsizlik oranının yüksek, ücretlerin düşük olduğu Türkiye’den Avrupa ülkelerine yoğun bir göçün yaşanacak oluşu, Avrupa sermayesinin kaldırmak istemeyeceği yüklerdi.
Buna karşın, Türkiye, gerek pazarı, gerekse ülke sınırları içinde kalması koşuluyla değerlendirilebilecek ucuz emek potansiyeli ile, Avrupa’nın yakınında tutulmasında yarar olan bir ülkeydi. Bu çerçevede, tam üyelik söz konusu olmadan Türkiye ile AT arasında gümrük birliğine gidilmesi en elverişli çözüm olarak görüldü. Nitekim, ne 1992 yılında yapılan AT ülkeleri Zirve Toplantısı’nda, ne de sonrasında Türkiye’nin tam üyeliğine ilişkin hiçbir taahhütte bulunulmamıştır. Bugün de, AB’nin genişleme planları içinde Baltık devletleri, Malta, Kıbrıs Rum Kesimi, Polonya, Macaristan, Çek Cumhuriyeti, Romanya ve Bulgaristan gibi ülkelerin bulunmasına karşın, Türkiye yok.
Türkiye burjuvazisi ise, tam üyelik hayalini korumaya çalışmakla birlikte, daha çok uluslararası bütünleşme süreçlerinin dışında kalma, yalnızlaşma korkusuyla hareket ediyor. “Yalnızlaşma” korkusunun içeriğini doğru tarif etmek gerek. Burjuvazi açısından söz konusu olan yalnızca uluslararası sermaye ile bütünleşmenin getirilerinden mahrum kalma korkusu değil. Türkiye burjuvazisi, bunun ötesinde, Türkiye işçi sınıfı ile tek başına karşı karşıya kalmaktan, kriz dönemlerinde uluslararası sermayenin desteğini alamamaktan korkuyor.
AB ile yapılan pazarlıklarda Türkiye’nin fazlasıyla kişiliksiz bir tutum sergilemesi, ortaya Avrupa burjuvazisini bile şaşırtan bir ihanet belgesinin çıkması, tümüyle, burjuvazinin korkularına esir olmasının ürünü. Gümrük birliği anlaşmasının Türkiye açısından sağladığı neredeyse hiçbir avantaj yok. Buna karşın Avrupa sermayesine verilen çok ciddi tavizler söz konusu.
Gümrüklerin karşılıklı olarak kaldırılmasından asıl yararlanacak olanın, teknolojik üstünlüğe sahip, emek üretkenliği yüksek taraf, yani Avrupa sermayesi olduğu fazlasıyla açık. Zaten Avrupa ülkeleri, bazı tekstil ürünleri dışında, Türkiye’den gelen sınai mallara 1971 yılından bu yana gümrük uygulamıyordu. Türkiye “sıfır gümrük” olanağından 25 yıldır yararlanıyordu. Türkiye’nin avantajlı olduğu tarım ürünleri ise gümrük birliğinin kapsamı dışında tutuluyor.
Türkiye’nin gümrük birliğinden tek kazancı, bazı tekstil ürünlerine konan kotaların kaldırılması oldu (bu ürünler gümrük vergisine tabi değildi). Ancak Türkiye’nin AB ülkelerine ihraç ettiği tekstil ürünlerinin yalnızca yarısı kotaya tabiydi. Bunların da yarısında kota doldurulamıyordu. Dolayısıyla, gündemde bir “ihracat patlaması” falan yok. Türkiye’nin AB’ye yönelik tekstil ürünleri ihracatının yüzde 10’dan fazla artması çok zor.
Tekstil sektöründeki kotalar, GATT Uruguay Roundu Nihai Senedi çerçevesinde zaten tüm dünya genelinde kaldırılıyor. 2005 yılına kadar, tüm kota ve gönüllü ihracat kısıtlaması uygulamalarına 11 tedrici olarak (1 Haziran 1995’te yüzde 16, 1988 sonunda yüzde 33, 2002 yılında da yüzde 51) son verilecek.
Diğer yandan, gümrük birliği ile birlikte Türkiye’nin tekstil ithalatı da artacak. Bu sektörde bugüne kadar yüzde 20 dolayında koruma uygulanıyordu. Avrupa kaynaklı mallarda tümüyle kaldırılan koruma, üçüncü ülkelerden yapılan ithalatta ise yüzde 6’ya düşürüldü. Türkiye’nin tekstil sektöründeki rakiplerinin bir bölümü teknoloji, bir bölümü daha ucuz emek gücü avantajına, bir bölümü de her ikisine birden sahip.
Türkiye, bu denli sınırlı bir getiri karşılığında, AB ve EFTA ülkelerinden yaptığı ithalata uyguladığı yaklaşık yüzde 6 düzeyindeki vergileri bu yılın başından itibaren kaldırdı. Dahası, üçüncü ülkelere yönelik gümrük tarifelerinin ortaklaştırılması çerçevesinde, AB ve EFTA dışındaki ülkelere uygulanan vergiler de yaklaşık yüzde 11’den yüzde 5.8’e düşürüldü. Böylece, üçüncü ülkeler, hiçbir karşılık vermeden Türkiye pazarına çok daha rahat girme olanağına kavuştu.
Türkiye’nin yalnızca gümrük vergilerinin düşürülmesinden kaynaklanacak yıllık gelir kaybının en az 3 milyar dolar olacağı öngörülüyor. Buna karşılık, AB’nin Türkiye’ye yapacağı mali yardım, önümüzdeki beş yıl boyunca yılda, 500 milyon doları bulmayacak.
AB, 1980 yılından bu yana, Katma Protokol çerçevesinde öngörülen mali yardımları bile yapmıyordu. Avrupa ile gümrük birliğine tam üyelikle eş zamanlı olarak giren Portekiz’in aldığı mali yardım, 1991-93 yıllarında, gayri safi yurtiçi hasılasının yüzde 3.5’ine eşitti. Bir hesaplamaya göre, bu oranın temel alınması durumunda Türkiye’ye yapılması gereken yıllık mali yardım 5.5 milyar dolara yaklaşıyor. AB’nin Türkiye’ye yapacağı mali yardım ise, yalnızca gümrük vergilerinin kaldırılmasından (ve üçüncü ülkeler için yarı yarıya azaltılmasından) kaynaklanacak kaybın bile ancak altıda birini karşılıyor.
Gümrük birliği anlaşması, yalnızca gümrük vergilerinin ve kotaların kaldırılmasını içermiyor. Bunun yanında, Türkiye’nin teşvik sistemini yeniden düzenleyerek AB normlarına uygun hale getirmesi gerekiyor. Bu da, AB’ye yönelik ihracata bugüne kadar uygulanan teşviklerinin önemli bir bölümünün kaldırılması anlamına geliyor. Bundan daha önemlisi, gümrük birliği anlaşmasıyla birlikte Türkiye’nin fikri sınai ve ticari mülkiyetle ilgili mevzuatını AB normlarına uyarlaması gerekiyor.
AB, gümrük birliğinin Türkiye açısından sağlayacağı tek getiriyi, bazı tekstil ürünlerine uygulanan kotaların kaldırılmasını bile koşula bağlıyor. Topluluğun tekstil ve hazır giyim ürünleri konusundaki bildiriminden bir bölüm: “Türkiye’nin, fikri, sınai ve ticari mülkiyet (…) -rekabet-kamu yardımları ile ilgili tedbirler dâhil- (…) alanlarında bu Kararla uyumun öngörüldüğü tedbirleri bu Kararla [Türkiye-AB Ortaklık Konseyi Kararı (Gümrük Birliği Anlaşması)] uyumun öngörüldüğü tedbirleri etkin biçimde uygulamaya koyduğu (…) belirlendiğinde; tekstil ve hazır giyim ticaretinde uygulanan düzenlemeler uygulamadan kaldırılacaktır.” 12 Gerçi AB bu yılın başında kotaları kaldırdı; ama Türkiye’nin söz konusu alanlarda yavaş hareket etmesi durumunda kota uygulaması yeniden gündeme gelecek. 13 , 14
GÜMRÜK BİRLİĞİNİN EKONOMİK SONUÇLARI NELER OLACAK?
Gümrük birliğinin en dolaysız sonucu, devletin gümrük vergisi gelirlerinin düşmesi. Yukarıda da değinildiği üzere, yılda yaklaşık 3 milyar dolarlık kaybın yalnızca 500 milyon doları AB tarafından karşılanacak.
Aradaki 2.5 milyar dolarlık fark, Özel Tüketim Vergisi ile kapatılacak. Yerli-yabancı ürün ayrımı gözetmeksizin uygulanacak olan bu dolaylı vergi, faturanın işçi sınıfı ve emekçi kitlelere yıkılmasını sağlayacak. Ama işçi ve emekçiler, ÖTV’yi dolar cinsinden ödeyemeyecekleri için, Türkiye’nin döviz girdisi gereksinimi de artmış olacak.
İthalat ve ihracat rakamlarının değişmeyeceğini varsaydığımızda bile, Türkiye’nin dış kaynak ihtiyacı artacak. Ama kuşkusuz, gümrük birliği ile birlikte, gerek AB ülkelerinden, gerekse üçüncü ülkelerden yapılan ithalat artacak. Ayrıca, fikri mülkiyet haklarına ilişkin düzenlemeler sonucunda patent ve telif hakları için yapılacak ödemeler de Türkiye’nin dış açığının artışına katkıda bulunacak.
Diğer yandan, gündemde yabancı mallarla rekabet edemeyen işletmelerin iflası var. İstanbul Sanayi Odası’nın 1995 yılında yaptığı bir anket çalışmasına göre, imalat sanayindeki küçük kuruluşların yalnızca yüzde 35.2’si, orta ölçekli kuruluşların yüzde 47’si ve büyük kuruluşların yüzde 57.8’i AB şirketleriyle rekabet edebileceğini belirtiyor. Kimi sektörlerin hiçbir rekabet şansı bulunmuyor. İKV’nin 1986 ve TiSK’in 1989 yılında yaptığı araştırmalarda, et ve et ürünleri, konserve, mobilya, boya, şekerli maddeler, yem ve tarım ilaçları gibi sektörler, rekabet şansı çok düşük sektörler arasında gösteriliyor. İKV’nin listesinde binek otomobili ve elektronik sektörlerine de yer veriliyor. DPT’nin 1988 yılında yaptığı araştırmanın sonuçlarına göre ise rekabet şansı en düşük sektörler arasında et ve et ürünleri, süt ve süt ürünleri, yem, bitkisel yağlar ve margarin, çimento, demir-çelik, kara nakil vasıtaları, kağıt, seramik, lastik ve gemi inşa sektörleri bulunuyor.
Şirket iflasları, bir yandan sermayenin merkezileşmesine ve tekelleşmenin artmasına, diğer yandan da işsizlik oranının yükselmesine ve ücretler üzerindeki baskının daha da yoğunlaşmasına yol açacak. Zaten, ölçeklerinden bağımsız olarak tüm işletmelerin gümrük birliği sonrasındaki en önemli avantajları ucuz emek gücü. Özellikle küçük ve orta ölçekli işletmelerin çoğunun rekabet şansı yalnızca ucuz emek gücüne dayanıyor.
Daha önce ele aldığımız üzere, bugünün dünyasında, cari işlemler açığını kapatmaya yönelik önlemlerle dış kaynak bulmaya yönelik önlemler birbirleriyle çelişiyor. Türkiye, ihracatını artırmak için teşviklere başvuramayacak. Bu durumda, reel ücretlerin geriletilmesi dışında, ihracat artışı sağlamanın tek yolu kalıyor: Türk lirasının değerinin düşürülmesi ve böylece ihraç mallarının ucuzlatılması, ithalatın sınırlandırılması. Ama ne olursa olsun, reel ücretlerin Türkiye’nin dış kaynak gereksinimini tümüyle karşılayacak ölçüde düşürülmesi mümkün değildir. Orta ve uzun vadeli borçlanma olanağının bulunmadığı bugünkü koşullarda, kısa vadeli sermaye girişlerine duyulan ihtiyaç sürecek, hatta artacaktır. Bu da ancak Türk lirasının değerinin görece yüksek tutulmasıyla ve yüksek faizlerle sağlanabilecek. Dolayısıyla, ithalat teşvik edilmeye, dış açık büyümeye devam edecek.
Türkiye kapitalizminin geçici bir süreliğine de olsa bu kısır döngünün üzerine çıkması için, ya doğrudan yabancı sermaye yatırımlarında bir patlamanın yaşanması, ya da hızlı bir özelleştirme hamlesine girişilmesi gerekiyor.
Doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının kısa vadede büyük bir artış göstermesini beklemek için pek fazla neden yok. Türkiye, reel ücretlerin en düşük düzeye indiği 80’li yıllarda bile yabancı yatırımcıların ilgisini pek çekmedi (bkz. Tablo 2). Bugün ise, Avrupa sermayesi Doğu Avrupa ülkelerini daha fazla tercih ediyor. Dolayısıyla, özelleştirme saldırısı, Türkiye burjuvazisinin yakın dönem planlarının öncelikli maddesini oluşturacak.
GÜMRÜK BİRLİĞİNİN SİYASAL SONUÇLARI NELER OLACAK?
Türkiye, gümrük birliğine, ekonomik, siyasal ve ideolojik boyutlarıyla bütünsel bir krizin içindeyken girdi. Gümrük birliğinin özellikle ilk döneminin krizi daha da derinleştireceğini öngörmek için kahin olmaya gerek yok. Bir yandan makro-ekonomik dengeler daha da bozulur ve iflaslar yaşanırken, diğer yandan işçi sınıfı işsizliğe ve reel ücretlerin geriletilmesine karşı sesini daha fazla yükseltecek.
Sermaye cephesinin ciddi iç gerilimlerle yüklü bir döneme girdiği açık. Ama bu gerilimlerin gümrük birliğine ya da daha genel olarak uluslararası kapitalist bütünleşme süreçlerine karşı çıkacak bir kanadın oluşumuna yol açacağı beklentisi fazlasıyla hayalci kaçacaktır. Hele burjuvazi içi gerilimlerden sol siyaset adına yararlanma beklentisi tümüyle boştur.
Bir kere, burjuvazi, bir bütün olarak, bugünkü ekonomi politikalarıyla daha fazla yol alınamayacağını kabullenmiştir. Türkiye’nin en azından belirli sektörlerde uzmanlaşarak bunlara uluslararası düzeyde rekabet gücü kazandırması gerektiği, yabancı sermayenin ülkeye çekilmesinin zorunlu olduğu ve gerekli ekonomik dönüşümlerin biraz da dışarısının dayatmalarına bağlı olduğu konularında az çok mutabakat var.
Rekabet şansı olmayan ve gümrük birliğinden zarar görecek olan küçük ve orta ölçekli işletmelerin sahipleri bile, bu birliği büyük oranda destekliyor.
Diğer yandan, bugün de sigortasız-sendi-kasız ve en düşük ücretlerle işçi çalıştıran bu işletmelerin ilk tepkisi, “işçilik maliyetleri”ni daha da düşürmeye çalışmak olacak. Dolayısıyla, bu kesim, toplumsal muhalefete daha hoşgörülü bakmak bir yana, kendi sorunlarını işçilerin “aşırı ücret” taleplerine bağlayarak daha düşmanca bir yaklaşım sergileyecek.
Türkiye’nin orta burjuvazisinin bir kesimi “muhalefet” yapacaksa bile, bunu dinci gerici ya da faşizan bir çizgide yapacaktır. Bu ülkenin en “demokrat” burjuvalarının TÜSİAD üyeleri olduğundan kuşku duymamak gerekiyor. Ancak kendilerini daha az tehlikede hisseden ve bu sayede güncel ve bireysel çıkarları ile sermaye düzeninin sürekliliğinin gerekleri arasında bir denge kurabilen burjuvalar “demokratlık” yapabilir. 15
Sermaye cephesindeki gerilimler, daha çok, burjuvalar ile devlet ve siyasal partiler arasında yaşanıyor ve yaşanacak. 24 Aralık seçimlerinin sonuçları, burjuvazinin yönete-meme sorununu derinleştirdi. Sınıfa yönelik saldırıların yoğunlaştırılması gereksinimi ile siyasal iktidarın zayıflığı ciddi bir çelişki oluşturacak.
Türkiye, daha bir süre, “güçlü iktidar”lardan yoksun kalacak. Siyasal iktidar toplumu yönlendiren ve muhalif dinamikleri düzen içi kanallara yönlendiren bir siyaset ve ideoloji üretim merkezi olma konumuna daha bir süre gelemeyecek. Bunun temel nedeni burjuvazinin projesinin toplumsal beklentiler yaratma gücünün bulunmayışıdır. 1980 sonrasında en azından küçük burjuvazinin “anarşi ve terör”den duyduğu korku giderilmiş kent yoksulların bir bölümü gecekondu tapularıyla kentsel rantlardan yararlandırılmış “köşe dönme” umudu bir süre için diri tutulmuştur. 1996 yılının Türkiye’sinde ise burjuva siyasetçilerinin topluma sunabildiği herhangi bir beklenti herhangi bir umut ışığı bulunmuyor. Seçim propagandalarında artık vaat bile verilemiyor. DYP-CHP koalisyonu kurulurken protokol tartışmaları gündemin en önemli maddelerinden biri olmuştu. 24 Aralık seçimleri sonrasındaki koalisyon tartışmalarında ise hükümet programı sorunu akla bile gelmedi. Bunun bir nedeni uygulanacak programın önceden belli olmasıysa diğeri ve daha önemlisi bu programın işçi sınıfı ve emekçi kitlelere vereceği hiçbir şeyin bulunmamasıdır.
Bu koşullarda sınıfa saldırı programının gereken hızla uygulanması da oldukça zor. Bu programı yürütmeye çalışacak olan siyasal iktidar bir yandan işçi sınıfının tepkisi karşısında bazı geri adımlar atmak zorunda kalacak, diğer yandan bu geri adımlar burjuvazinin tepkisiyle karşılaşacak. Tüm bunlar hem siyasal, hem de ekonomik krizi derinleştirecek.
İşin burjuvazi açısından vahim tarafı devreye sokulacak bir “olağanüstü yönetim” formülünün de bulunmamasıdır. Böylesi bir yönetimin toplumsal meşruiyet zemini bulunmamaktadır. Bugün ne işçi hareketini, ne de Kürt hareketini, “olağanüstü” önlemlerle durdurma olanağı vardır.
Buna karşın, kimi “ara çözüm”lerin aranacağı açık. Kapsayacağı parti ve odakları önceden kestirmek mümkün olmasa da belirli bir vadede “milli mutabakat hükümeti” türü bir formülün gündeme getirilmesi bu hükümetin de öncelikle sosyalist hareketi hedef alması son derece muhtemel.
Sosyalist hareketin bu tür saldırılara karşı hazırlıklı olması ve yanıtı siyasal mücadeleyi yükselterek vermesi gerekiyor.
Türkiye sosyalist hareketi toplumsallaşma sürecine girmiş bulunuyor. Önümüzdeki dönemde, sınıf hareketinin çıkışları ile sosyalizmin toplumsallaşması birbirlerini besleyecek. Sosyalizmin toplumsallaşması, düzenin sosyalist harekete yönelik saldırılarını iyi seçilmiş birkaç hedefle sınırlandırmasını sosyalist hareket ile sınıf hareketini ayrıştırmasını zorlaştıracaktır. Dahası, akılcı yanıtlar üretilmesi durumunda, bu saldırılardan yararlanmak da mümkün olacaktır. Burada önemli olan, düzenin saldırılarını siyasal mücadelenin alanını daraltarak değil, tam tersine genişleterek karşılamaktır.
GÜMRÜK BİRLİĞİNİN “ALTERNATİFİ” NE?
24 Ocak sonrası dönemin temel çizgilerini kendi kişiliğinde somutlayan Özal’ın popülerlik kazanan bir söylemi vardı: Alternatifsizlik. Televizyon ekranlarında önce rakipleri Turgut Sunalp ve Necdet Calp’e, sonra da muhaliflerine göğsünü gere gere “alternatifiniz ne” diye soran Özal’ın söylemi birkaç nedenle tuttu. Birincisi, muhaliflerinin önemli bir bölümünün gerçekten de ciddi bir alternatifi yoktu. İkincisi, alternatif sunma olasılığı olan muhalefetin sesi bastırılmıştı. Üçüncüsü, yalnızca televizyon ekranlarında yürüyen tartışmaları izleyen kitle seçimini program farklılıklarından çok, imajlara göre yaptı. Özal’ın rahat ve kendinden emin görüntüsü, “alternatifimiz yok” söylemini daha inandırıcı ve etkili kıldı.
Alternatifsizlik söyleminin tutması, ANAP iktidarı boyunca, sol düşüncenin de önünü tıkayan temel nedenlerden biri olarak görüldü. Faaliyet alanı hukuki ve yasadışı yollarla daraltılmış olan solun gündeminde bu söylemin alt edilmesi sorunu önemli bir yer edindi.
Dönemin sesi (en azından kulak kabartanlar tarafından) duyulan solcuları, Özal’ın programının kitlelerce de makul bulunacak bir alternatifini üretme ve ürettiklerini onlara duyurma çabasına girdi. Arslan Başer Kafaoğlu’nun “İşte Alternatif adlı kitabı, dönemin solcularının ruh halini yansıtıyordu.
Özal’ın alternatifsizlik söylemi zaman içinde geri plana düştü. Bunun nedeni, karşısına güçlü alternatif programların dikilmesi değildi kuşkusuz. Reel ücretleri düşen işçiler, yaşam standartları gerileyen emekçiler ANAP iktidarından soğumuştu ve bu söylem artık onlara hitap etmiyordu.
Ama bu gelişme solun alternatif üretme derdini gündemden düşürmedi. Çünkü bu arada sol düşünce beklenmedik bir darbe yemiş, reel sosyalizm çözülme sürecine girmişti. Artık kitlelere sunulacak programın çok daha “makul”, çok daha “gerçekçi” olması gerekiyordu. Hem reel sosyalizmin çözülüşünün gerekçeleri açıklanmalı, hem de kitlelerin önüne yeni inandırıcı bir sosyalizm projesi konmalıydı.
Aslında, Türkiye solunun alternatif proje saplantısı ne Özal döneminin, ne de reel sosyalizmin çözülüşünün ürünüydü. Daha çok, geçmiş dönemden devrolan bir siyaset kavrayışının, siyasal mücadelenin yasallıklarının değiştiği bir döneme taşınmasıydı söz konusu olan.
Türkiye solu, Kurtuluş Savaşı döneminden sonra ilk kez 60’lı yıllarda toplumun gündemine girme, ülke ölçeğinde siyaset üretme olanağına kavuştu. 60’lı yılların solu, toplumun gündemine, alternatif bir kalkınma stratejisiyle girdi. Planlamanın popüler olduğu bir dönemde, “milli kalkınma” stratejisi 80’li yıllarda aranıp da bulunamayan inandırıcılığı sağlamıştı.
60’lı yılların solunun bu başarısının arkasında yatan neydi?
Kalkınmacılık motifi gündeme bizzat düzen tarafından sokulmuştur. 60’lı yılların solunu toplum katında meşru kılan, 27 Mayıs darbesine gösterilen gerekçeleri de sahiplenerek, önce kalkınmacı, sonra sol bir siyaset izlemiş olmasıdır. Dönemin solunun bir diğer “avantaj”ı da kemalizmle bulaşıklığı olmuştur. 60’ların solcu-aydını çok köklü değişmeleri gerektirmeyecek, en azından “milli burjuvazinin” desteğini alacak kalkınma yolları aramıştır.
Aslına bakılırsa, 60’lı yılların soluna toplumsal meşruiyet kazandıran ortaya attığı projenin gelişkinliği değildir. Zaten tek ya da tamamlanmış bir projeden söz etmek de mümkün değil. Kitleleri etkileyen solun siyasal mücadelesi ve sloganları oldu. “Milli kalkınmacılık”, kitlelere bir program olarak değil, slogan olarak hitap etti.
Hiçbir toplumsal proje geniş kitlelere kendi başına hitap edemez. Siyasetin diline tercüme edil(e)meyen bir proje, ne kadar makul olursa olsun, uygulanma şansından yoksun kalmaya mahkumdur.Diğer yandan, kitleler de, hiçbir zaman, dört başı mamur projeler aramaz.
Tüm bunlar sosyalist hareketin bir toplum projesine, daha doğrusu bir toplumsal programa sahip olmasının gerekmediği anlamına gelmiyor. Tam tersine, sosyalizm mücadelesinin ayırt edici en önemli yönlerinden biri, gelişkin bir programatik çerçevenin varlığıdır. Ama toplumsal program, kitlelerin güncelliğine hitap etme işlevini taşımayacaktır, hatta taşımamalıdır.
Sosyalist hareketin işi, kapitalizmin her bir sorununa, o günün koşullarında hayata geçirilmesi mümkün “çözüm”ler üretmek değildir. Benzer şekilde, sosyalistler, gümrük birliğine, özelleştirmelere vb. ayrı ayrı “alternatif”ler üretmek durumunda da değildir.
Bugünün dünyasında ve Türkiyesi’nde, hem makul ve gerçekçi, hem de kapitalist üretim ilişkilerinin tasfiyesini içermeyen alternatif toplumsal ilerleme projeleri çizmek mümkün değildir. Kalkınma, sanayileşme, toplumsal refah gibi kavramlar sermayenin gündeminden tümüyle çıkmıştır. Sınıfa saldırının sürekli yoğunlaştırılması, sermaye açısından bir varlık-yokluk sorunu haline gelmiştir.
Dolayısıyla 60’lı yılların siyaset kavrayışını bugün yeniden üretme çabasının anlamlı hiçbir çıktısı olmayacaktır.
Sosyalistlerin gümrük birliğine, özelleştirmelere, reel ücretlerin geriletilmesine ve işsizliğe karşı tek, ama son derece gerçekçi ve makul bir alternatifi var: Sosyalizm.
Dipnotlar ve Kaynak
- Bu yazıda, kapitalizmin bunalımından çok, belirli sonuçları üzerinde durulacak. Güncel bunalıma ilişkin daha genel bir tartışma Gelenek’in iki yıl önceki bir sayısında Dünya Armağan tarafından yürütülmüştü: “Uluslararası Komünist Hareketin Silkiniş İhtiyacı”; Gelenek 44.
- Bunların neden “hayali” olduğu üzerinde kısaca durmakta yarar olabilir. Hazine bonosu ve devlet tahvili gibi kağıtları ellerinde tutanlar kuşkusuz bunları başkalarına satabilir ve bu kağıtlar gerçek birer değer taşıyıcısı gibi islem görür. Yine vade vade sonunda anaparanın geri alınması da mümkündür. Devlet geri ödemelerini genellikle yeni borçlanma kağıtları çıkararak gerçeklestirir ve sonuçta yine yalnızca devlet kağıtlarını ellerinde tutanlar değişir. Ancak devletin belirli bir zamanda borçlarını azaltma yoluna gitmesi de, daha önce piyasada bulunan kağıtların gerçek bir değer taşıyıcı olduğu anlamına gelmez. Çünkü devlet daha önce borç aldığı paraları harcamıştır ve geri ödemeyi ancak başka kaynaklardan (dış borçlanma, vergi vb.) yararlanarak yapabilir: “Devlet her yıl alacaklılarına, kendilerinden borç aldığı sermaye için belli bir miktar faiz ödemek zorundadır. Bu durumda alacaklı yatırdığı sermayeyi borçlusundan geri alamaz, ancak hakkını ya da mülkiyet hakkını satabilir. Sermayenin kendisi tüketilmiştir, yani devlet tarafından harcanmıştır. Artık mevcut değildir.” (Marx K.; Kapital – 3. Cilt; çev: Alaattin Bilgi, Sol Yayınları, İkinci Baskı, Ankara, Şubat 1990, s. 412.)Hisse senetlerine gelince… Bir senet bir işletmenin mülkiyet hakkının belirli bir yüzdesini temsil eder. Ancak senedin borsadaki değeri, işletmenin sahip olduğu gerçek varlıkların değerine göre değil, elde edeceği kara ilişkin beklentilere ve piyasadaki faiz oranına göre değişir. Senedin değerindeki artıs ya da düşüş, temsil ettiği gerçek sermayenin değerindeki değişmeden büyük oranda bağımsızdır. Mali piyasaların gelişmesiyle birlikte şirketlere, gayrimenkullere, tarımsal ürünlere vb. dayalı kağıtların sayısında büyük artışlar yasanır. Spekülatif hareketler sonucunda bu kağıtların piyasa değeri, temsil ettikleri sermayenin değerinin birkaç katına çıkabilir. Ancak bu “hayali” değer artışı, yatırımcıların geleceğe dönük güvenlerinin azaldığı noktada son bulur ve herkes elindeki kağıdı satmaya çalısır. Bu kez, söz konusu kağıtlar, temsil ettikleri gerçek sermayenin değerinin de altında işlem görmeye baslar. Bu hareketler, ulusal servette bir artış ya da azalma olmada gerçekleşebilir. “Bir senedin aslında temsil ettiği şey, ya devlet borçlarında olduğu gibi, parası ya da sermaye-değeri sermayeyi hiçbir şekilde temsil etmeyen ya da temsil ettiği gerçek sermaye değerinden bağımsız olarak yönetilen gelecekteki üretimler üzerinden birikmiş alacaklar ya da yasal haklardan başka bir sey değildir.” (Marx K.; a.g.y., s. 4l6.)
- Yıldızoğlu, Ergin; “Globalleşme ve Mali Sermaye”; Petrol-İş ’93 – ’94 (Yıllık), s. 534.
- Chossudovsky, M; “Yapısal Uyum Programı ve IMF Diktatoryası”; çev: Siren İdemen, İktisat Dergisi, Ekim 1993, s. 20.
- Cari işlemler bilançosu, bir ülkenin mal ve hizmet ithalat ve ihracatından kaynaklanan gider ve gelirlerini, dış ticaret bilançosunun dışında kalan turizm, isçi vb. gider ve gelirlerini ve bu arada da dış borç faiz ödemelerini gösterir. Sermaye hareketleri (alınan-verilen borçlar, doğrudan yatırımlar, portföy yatırımları, borç anapara ödemeleri vb.) cari işlemler bilançosunun dışında kalır.
- Yıldızoğlu, E.; a.g.y., s. 540.
- Ersoy, Abdullah; “Meksika’da Özelleştirme ve İstikrar”; Ekonomik Forum, Ocak 1995, s. 51.
- GATT konusunda yararlanılan kaynaklar: Togan, S. – Enç A.E.; “URUGUAY ROUND: Dünya Ekonomisinde Öngörülen Gelişmeler ve Türkiye’ye Sağlayacağı Yararlar”; İşletme ve Finans, Temmuz 1994.”Der Fortschritt vom GATT zur WTO: Handelsrechtliche Szenarien und…”; Gegenstandpunkt, Heft 2, 1994.Kazgan, Gülten; “Yeni Ekonomik Düzen’de Türkiye’nin Yeri”; Altın Kitaplar Yayınevi, 2. Basım, İstanbul, Nisan 1995.
- Yıldızoğlu, E.; a.g.y., s. 539.
- Bu yazıda, sermayelerin bütünleşmesi eğilimine karşıt eğilimler üzerinde durulmadı. ABD, AB ve Japonya eksenli bloklaşmalardan söz edilmedi. Bunun temel nedeni, bloklaşma eğiliminin sermayenin uluslararası bütünleşme sürecini karmaşıklaştırmasına karşın, bu sürecin önüne geçmemesi “küreselleşme”ye göre ikincil önem taşıması. Ama kuşkusuz, daha kapsamlı bir analizde bu eğilimin de hesaba katılması zorunlu.Sermayenin uluslararasılaşma düzeyi ne kadar yüksekse, kar oranlarının düşme eğilimi de o oranda güç kazanır. Çok uluslu şirketler, az gelişmiş ve orta gelişkinlikteki ülkelere yönelik politikalar konusunda ortaklaşmakla birlikte, kendi aralarında rekabet içindedir. Her bir çok uluslu şirket, kendi pazarını oluşturmaya, genişletmeye ve rakiplerinin girişlerine kapatmaya çalışır. Çok uluslu şirketlerin bu mücadeledeki en önemli silahları da, kendi emperyalist devletleridir.ABD, AB ve Japonya’nın başta yakın çevrelerindeki ülkeleri kapsamak üzere ekonomik nüfuz alanları oluşturmaya yönelik çabalarını bu çerçevede ele almak gerekiyor. Bloklaşma eğilimi, kuşkusuz, ekonomik düzeyle sınırlı kalmıyor. Emperyalist odaklar, nüfuz alanlarının siyasal ve askeri liderliğini de üstlenmeye ya da pekiştirmeye çalışıyor.
- Kota uygulamalarının GATT hükümlerine aykırı düşmesi nedeniyle, belirli ürünlerin ithalatını sınırlandırmak isteyen gelişkin kapitalist ülkeler, bu ürünlerin ihracatçısı ülkeleri “gönüllü ihracat kısıtlaması”na gitmeye zorlamaktadır. Türkiye’nin tekstil ürünleri de “gönüllü” ihracat kısıtlamasına tabiydi. Üstelik bu durum, 1973 başında yürürlüğe giren ve Avrupa ile Türkiye arasındaki gümrük birliği sürecini düzenleyen Katma Protokol hükümlerine aykırıydı.
- Manisalı, Erol; “Gümrük Birliğinin Siyasal ve Ekonomik Bedeli”; Bağlam Yayıncılık, İstanbul, Haziran 1995, s. 129.
- Gümrük birliği konusunda yararlanılan bazı kaynaklar: Karluk, Rıdvan; “Avrupa Birliği ve Türkiye”; kendi yayını, 3. Baskı, Eskişehir, Nisan 1995. Manisalı Erol; a.g.y.Arıkan, Zeynep; “Gümrük Birliği ve Etkileri”; Banka ve Ekonomik Yorumlar, Kasım 1995.Ekonomik Forum dergisi. Cumhuriyet ve Demokrasi gazeteleri.
- Bu çalışmada, gümrük birliğine yönelik eleştirel bir yaklaşım sergileyenlerin üzerinde en çok durdukları sorunlardan biri, Kıbrıs sorunu üzerinde özel olarak durulmayacak. Ancak bu tercihin nedenini kısaca da olsa açıklamakta yarar var.Türkiye’nin geleneksel devlet politikaları açısından bakıldığında, Kıbrıs konusunda taviz verilmiş olduğu açık. Ancak Türkiye burjuvazisi, uzunca bir süreden beri, Kıbrıs’taki statükoyu korumanın, adanın stratejik önemine oranla gereğinden fazla maliyet doğurduğunu düşünüyor. Türkiye’nin ekonomik yardımlarıyla ayakta duran KKTC, giderek bir yük olarak görülmeye başladı.Bizim açımızdan, Kıbrıs sorununun tarafları arasında herhangi bir seçim yapmak mümkün değil. Birincisi ortada Kıbrıs-isçi sınıfının, ya da Kıbrıs halklarının çıkarları ekseninde biçimlenen güçlü bir dinamik yok. İkincisi, Kıbrıs, daha uzunca bir süre, Türkiye ile Yunanistan arasındaki çekismelerinde görece önemli, ABD ile AB’nin uluslararası denge hesaplarında ise görece önemsiz bir piyon olarak kalacak. Kıbrıs’taki emperyalist dengenin şu ya da bu şekilde kurulmasının dünya devrimi açısından taşıdığı önem fazlasıyla sınırlı. Kıbrıs sorunu, sosyalist Türkiye ile sosyalist Yunanistan’ın kurulması ile birlikte ortadan kalkacak.
- Gümrük birliğinin ne kadar “demokrasi” getireceği üzerinde burada bir kez daha durulmayacak. Nasıl olsa “AB demokrasisi” hayranı “sosyalist”ler, sınıfa saldırı ile demokrasinin bir arada olamayacağı gibi basit ve sıradan bir doğruyu “hayatın içinde” görme şansına sahip olacak.