Bu yazıda, yirmi yedi yıllık kısa bir yaşamı, ardından bu kadar çok konuşulan, bu kadar çok ardılı olan bir hareketin önderini anlatmaya çalışacağız. Mahir Çayan’ı anlatmak için, güçlü bir sosyalist blokun olduğu, sosyalist blok ile kapitalist blok arasındaki mücadelenin tüm yerel mücadele süreçlerini üst belirlediği bir döneme geri dönüp, “devrimci TİP muhalefeti”ne, Dev-Genç’e ve onun önderi olduğu THKP-C’ye değineceğiz. Onu anlatırken, “yolumuz Çayan’ın yoludur” demeyeceğiz kuşkusuz ama “küçük burjuva devrimcisi” diyerek kestirip atmayacağız da.
Altmışlı yıllar, sosyalizmin dünya çapında büyük bir prestijinin olduğu, pek çok “üçüncü dünya” ülkesinde devrimci yükselişlerin ve bazılarında kapitalist sistemden kopuşların yaşandığı, bu arada Türkiye’de de solun yükselişe geçtiği bir dönemdi.
Diğer yandan altmışlı yılların kapitalist sistemle çok daha fazla bütünleşmiş Türkiye’sinde sanayi sermayesinin ağırlığı artmış, kentleşme ve sınıfsal ayrışma süreci hız kazanmıştır. Bu dönemde kırdan kente göç kentlerin sınıfsal tablosunu belirlemiş, proleterleşme sürecinin henüz ilk aşamasındaki birinci kuşak işçiler sınıfın ağırlıklı kesimini oluşturmuştur. Aynı dönemde Türkiye kapitalizminin eğitimli iş gücü ihtiyacını karşılamak üzere daha fazla emekçi çocuğu üniversitelere gelmeye, üniversitelerde sol düşünce yeşermeye başlamıştır.
Mahir Çayan, çok kaba birkaç çizgiyle betimlediğimiz bu dönemde, 1963 yılında İstanbul Hukuk’a girer ve bir yıl okuduktan sonra, sol düşüncenin etkinliğinin oldukça fazla olduğu SBF’ye geçer. Burada lise yıllarından başlayarak yöneldiği sola daha yakından bakabilme ve bir “özne” olma sürecine girer Mahir. TİP ve SBF Fikir kulüplerinde kendini geliştirmeye ve “ne yapmalı” sorusuna yanıt aramaya 65’te FKF başkanlığı yapar. Coşkulu ve ateşli konuşmalar yapan bir genç olarak tanınır çevresinde. Türkiye hareketli bir dönem yaşamaktadır. İşçi eylemlilikleri yükselişe geçmiş, aydınlar anti-emperyalizm, milli kurtuluşçuluk, devletçilik ve kalkınmacılık gibi motiflerle siyasallaşma sürecine girmiş ve bu genel durum öğrenci gençliği de etkisi altına almıştır.
Sosyalizmin popüler, ama sosyalist ideolojinin fazlasıyla bulaşık olduğu bu dönemde öğrenci gençliğin Marksizmle tanışma süreci yeni başlamıştır. Ancak “üçüncü dün-ya”cılığın ve ulusal kurtuluşçuluğun dünya çapındaki prestiji marksizmle kurulan ilişkiyi de belirlemiştir. SSCB’nin reel politik açılımlarını yanlış bir enternasyonalizm kavrayışıyla teorileştiren geleneksel sol partilerin pek çoğunun devrimciliği devrimci demokrasiye bıraktığı bir dönemde, Çin, Küba ve Vietnam devrimleri öğrenciler üzerinde fazlasıyla etkili olmuştur. TİP içinde başlayan tartışma sürecinde MDD saflarında yer alan Mahir’in, yaşamı boyunca değişkenlik gösterecek görüşleri işte böylesi bir ortamda doğum aşamasındadır.
Sosyalist bir devrimin bu ülke topraklarında olamayacağına kendini şartlandırmış ve tüm teorik (ve pratik) faaliyetlerini “başka türden bir devrim” beklentisine göre biçimlendirmiş, ancak hayatının her döneminde devrimci kalabilmiş bir Mahir için, sosyalist devrim savunusu yapan ama parlamentarist bir TİP’in çekim merkezi olamamasını bir ölçüde doğal karşılamak gerekiyor. TİP’in sokak hareketlilikleri karşısındaki pasifizme varan politikasızlığı, pek çok genç gibi Mahir’in de devrimci dinamizmini devrimci-demokrat bir aktivizm içinde ifade etmesine yol açan nedenlerden biridir. Bir diğer neden; sosyalist devrimci, iktidar hedefini önüne koymuş bir öznenin oluşumu için gerekli “teorik ihtilalciliğin”, o dönemde yeni yeni gelişmeye başlayan ve kemalizmden bile kopamamış bir Türkiye sol hareketinin içinden çıkamamış olmasıdır.
Bulunduğu nesnellikten bağımsız olarak düşünülemeyecek olan bireyin “somut durumun somut tahlili”ni yaparken nerelere sapabileceğine iyi bir örnektir Mahir. Her zaman “en devrimci” olmaya and içmiş Mahir’in devrimciliği küçük burjuva aktivizmini aşamamıştır. “İçinde bulunduğumuz evre proletaryanın kendisi için bir sınıf olmadığı ve proleter sosyalist bir partinin bulunmadığı bir evredir” derken “ne durumdayız” sorusuna yanıt bulduğu anlaşılır. Ama leninizmi kavrayamaması “ne yapmalı” sorusunu, başka bir ülkenin, Küba devriminin izlediği yolu şablonlaştırarak yanıtlama kolaycılığına düşmesine yol açar. Bu nokta üzerinde daha sonra yeniden duracağız. Şimdi 60 sonlarının Mahir’in düşünce ve eylemlerini biçimlendiren sıcak günlerine dönelim.
Sınıf hareketinin radikalleştiği, köylülerin toprak işgallerinin başladığı bir dönem yaşamaktadır Türkiye. Öğrenci gençliğin de yüzünü bu eylemliliklere döndüğünü, hatta 69’da FKF yönetiminin köylülerle ilişki kurmayı ve köylü mücadelelerine katılmayı bir perspektif olarak önüne koyduğunu görürüz. Anti-emperyalist, anti-feodal mücadele “tam bağımsız ve demokratik Türkiye” hedefiyle canlanmaktadır ve “proleter sosyalistler” bu kavgada ön saflarda yer almaya başlamışlardır. Mahir 69’da Türk Solu dergisinde yayımlanan “Son Gençlik Hareketleri üzerine” başlıklı yazısında, “…emperyalizme karşı mücadelede [proleter sosyalistlerin görevi] tüm millici sınıf ve tabakaların yanında yer almak, anti-feodal, anti-emperyalist mücadeleye hız vermek, bir yandan da proleteryaya politik bilinç vererek örgütlenmesini sağlamaktır” 1 diyerek MDD’ci bakış açısını yansıtır.
Söylediği her şeyi yapma gibi bir huyu vardır Mahir’in. Yukarıda aktardığımız satırları yazdığı sıralarda SBF ve FKF içinde bir çevre oluşturmaya çoktan başlamıştır. Bu çevre, sürekli vurgusunu yaptığı örgüt için bir ön hazırlıktır. Sürdürdüğü mücadelenin bir boyutunun da “oportünizm”e karşı mücadele olduğunu vurgular Mahir. Türk Solu’nda “Aren Oportünizminin Niteliği” yazısıyla bir anlamda savaş deklarasyonu yapar. Bu arada FKF içindeki TİP’lilere karşı yine “oportünizm” suçlaması ile savaş açan “proleter sosyalistler” yönetimi ele geçirir. FKF içinde olsun, sosyalist hareket içinde olsun “oportünizm” türü suçlamaların yeni yeni başladığı bir dönemdir.
Acaba Mahir “oportünist” derken neyi kastetmektedir? “Bizim gibi milli demokratik devrim aşamasında bulunan yarı-sömürge ve yarı feodal bir ülkede ise oportünizm ya ‘devrim düz bir hat izlemek zorundadır’, diyerek yanına alabileceği, tarafsızlaştırabileceği güçleri karşıya iter, temel çelişki-tali çelişki ayrımını gözden uzak tutar veya tali çelişkiyi temel çelişki kabul eder. İşçi sınıfı ile çelişkisi olan tüm sınıf ve tabakalara karşı bir kör döğüşüne kalkar.” 2 Dikkat edilirse burada oportünizm diye mahkum edilen TİP’in parlamentarizmi veya örgüt yapısı değildir. Mahkum edilen düpedüz emek-sermaye çelişkisinin temel alınmasıdır.
Türkiye’nin “yarı feodal, emperyalizmin işgali altında yarı sömürge bir ülke” olduğu tespitinden hareket eden Mahir’e göre demokratik devrimciliğini aşan bir perspektife sahip olmak “oportünizm” ile eşdeğerdir. Buradaki talihsizlik, bu geri tezlerin karşısında konumlanan “sosyalist devrimci” TİP’in devrimciliğinin tartışılır olmasıdır. Mahir’in “sosyalist devrimi savunmanın sosyalizme ihanet ve milli cepheyi böldüğü için Amerikan emperyalizmine hizmetten başka bir şey olmadığı açıktır” 3 diyebilmesi, teorik açıdan daha gelişkin tezleri savunan TİP’in siyasal geriliğinin sonucudur.
FKF’nin 4. Kongresi Mahir ve birçok “proleter devrimci” için, “oportünist”leri temizleme kurultayıdır. MDD yanlılarının FKF içinde ciddi bir ağırlığı vardır. Bunun nedeni, MDD’ci gençlerin eylemlerde hep ön saflarda olmaları ve çevrelerinde yarattıkları saygınlıktır. Siyasal hedefin geriliği hareketin coşkusu ve “eylem adamlığı” ile kapatılmıştır. TİP çizgisinde naif bir “sosyalist devrim” savunusu yapan gençlerse, açıkçası “özne” olmayı başaramamışlardır.
Aren ve Emek çevresiyle giriştiği polemikler Mahir’in düşüncelerini olgunlaştırmasında önemli rol oynamıştır. MDD’ciler denen yığının içinden eksikli bir kopuş olacak olan THKP-C’nin teorik-siyasal çerçevesi doğum aşamasındadır. Bir diğer polemikte, “Revizyonizmin Keskin Kokusu” yazısında “barışçıl geçiş” tezlerini mahkum eder. Kuşkusuz devrimci bir tavırdır. Mahir’in bu polemiklerde haklı bir isyanı vardır. Bu isyan parlamentarizmedir, Batılı marksistlerin, Avrupa komünizminin tezlerini Türkiye toprağında “yeşertmeye” çalışanlaradır. Ama öte yandan bu isyan Türkiye’de “Sovyet tipi” bir devrimin olamayacağını ispata girişmeyi ve Küba devrimini şablonlaştırmayı da getirmiştir. Mahir, “barışçıl geçiş” tezlerinin karşısına Marx, Engels ve Lenin’den yaptığı alıntılarla birlikte Mao’nun “iktidar namlunun ucundadır” ifadesini de koymaktan çekinmez. O dönemde Mao’nun sloganvari “tez”leri devrimci saflarda oldukça popülerdir. Yine Lin Piao’nun “Yaşasın Halk Savaşının Zaferi” adlı kitabı da başucu kitapları arasında yer alır.
TİP’le polemik sürerken MDD cephesinde görüş ayrılıkları başlamıştır. Devrimde öncülük sorunu ve kemalizm üzerine tartışmalarda eksikli bir kopuşun temelleri atılmıştır. Artık iki Aydınlık vardır. Mahir Çayan ve Münir Aktolga’nın başını çektiği ve içlerinde Mihri Belli’nin de olduğu grup Aydınlık’ı, Perinçek tayfası ise PDA’yı çıkarmaktadır. Ancak tartışmaları incelediğimizde, örneğin Mahir’in kemalizme getirdiği eleştirilerin kemalizmden kopmak açısından fazlasıyla yetersiz kaldığını görürüz. Mahir, “küçük burjuvazinin en bilinçli kesimini oluşturan Kemalistlerin Amerikan emperyalizmine karşı bir mücadele vermenin hazırlığı içinde bulundukları bilinen bir gerçektir” 4 diyerek kemalistlere olan güvenini belirtir. Kemalizmin “ilericiliğine” vurgu yapmak, onun burjuva ideolojisinin Türkiye nesnelliğindeki farklı bir tezahürü olduğunu görmemek, “anti-emperyalist ikinci kurtuluş savaşında” kemalizme görevler yüklemek, Mahir’in ve genel olarak devrimci demokratların ideolojik bulanıklığını yansıtır.
MDD saflarındaki ayrışmaya yol açan tartışmalardan biri de proletaryanın öncülüğü konusunda çıkmıştır. Mahir, “Proletaryanın MDD’de önderliğinin objektif şartları oluşmamıştır” tezine karşı, oluşmuştur demektedir. O kadar! Böylesi koşullar vardır ama proletarya kesinlikle fiili öncü olamaz! Bu konuda Mahir’in görüşlerinin TİP’le PDA arasında olduğunu görüyoruz. “Pratikte öncülüğü için subjektif şartlarının (bilinçlenme ve örgütlenme düzeyinin yüksek olması) olgunlaşmış olması gerekir; yani bilimsel sosyalizm silahı ile teçhizatlanmış öncü bir proletarya müfrezesinin var olması proleter yığınların oldukça büyük bir kısmının kendi partisinin komutlarına kulak vermesi ve işçi-köylü ittifakının sağlanmış (…) milli cephenin kurulmuş olması gerekir” 5 . Proletaryanın “fiili” öncülüğünden söz etmek ise “oportünizmin daniskasıdır”. Bu tartışmalarda MDD içinde daha “sol”da konumlanan Mahir için proletaryanın öncülüğü her zaman “ideolojik” öncülük olacak, “fiili” gücü ise köylülük oluşturacaktır.
Yukarıdaki tartışmaların yer aldığı “Sağ sapma, devrimci pratik ve teori” yazısının esas önemi, bir tartışma zemini sunmasından çok, THKP-C’nin kuruluşuna katılacak olan kadroları kazanmaya yardımcı olmasındadır. Zaten Mahir’in çizmeye çalıştığı hat doğrultusunda yürüyen bir topluluk oluşmaya başlamıştır. Bir “çevre halka” oluşturmuş olan Mahir ve arkadaşları sempatizan kitleyi genişletmektedir. Sert ve net tavırlarıyla bilinen Mahir’in bu tarzının da çevresinde bir etki yarattığına kuşku yok. Yoğun ve yıpratıcı tartışmaların ardından Perinçek’in “hepimiz genciz, hata yaparız” sözüne Mahir’in “oportünistin genci yaşlısı olmaz” şeklindeki yanıtı onun tarzına güzel bir örnektir.
Mahir’in taviz vermez devrimci tipolojisinin Türkiyeli devrimciler üzerindeki etkisi çok fazla olmuş, bu tipoloji mitleştirilmiştir. Olumsuz yanları bir yana, Türkiye devrim tarihindeki bazı kişiliklerin, bu ülke toprağında sosyalist ideolojinin beslendiği en güçlü kanallardan birisi olduğunu saptamak gerekiyor. THKP-C’nin pek çok ardılı örgütte veya diğer devrimci-demokrat örgütlerdeki militanların sahip oldukları ruh ve bu ruhu siyasete taşıma biçimlerinde Mahir Çayan kişiliğinin büyük bir etkisi var. “Silahlı mücadele, kavga” dendiğinde veya “Ya devrim ya ölüm, kurtuluşa kadar savaş” dendiğinde akla gelen ilk isim Mahir Çayan oluyor. Mahir’in kişiliğinin mitleştirilmesi, eksiklerinin, özellikle de teorik ve siyasal geriliklerinin görülememesine, dahası bu geriliklerle malul tezlerinin olduğu gibi sahiplenilmesine yol açmıştır ve hala açıyor.
1970 yılına dönelim. Artan faşist saldırılarla, radikalleşen işçi, köylü ve öğrenci eylemlilikleriyle dolu bir yıl. Yukarıda anılan “proletaryanın öncülüğü” tartışmasına en iyi yanıtı 15-16 Haziran ile işçi sınıfı veriyor. Keza işçilerin askerlerle çatışmaları, iş yerlerine askerler tarafından zorla götürülmeleri, ordunun işçi sınıfının müttefikler zincirinde olduğu tezini darmadağın ediyor. Bu süre içinde Aydınlık içerisinde Mihri Belli’ye karşı tepkiler artmakta, hatta Mahir’in etkisindeki militanlar Aydınlık’ı dağıtmayı reddetmektedirler. Bu arada MDD savunucuları içinde farklı farklı görüşler ortaya çıkmış ve bir daha “birleşemeyecek” çevrelerin nüveleri oluşmuştur. M.Belli, Kıvılcımlı, Perinçek bu evrede ortaya çıkan ayrılıkların bir cephesinin farklı farklı unsurlarını temsil eden isimler olurken, öte tarafta THKO pratiğinin taşıyıcıları ve Mahir Çayan’ın isimleri öne çıkmaktadır. (Bu dönemde THKO çevresinin hiç bir tartışmaya müdahil olmadığını belirtelim). İkinci cephedekiler ’71 kopuşunun temellerini atmaktadır. Dönem, devrimci hareketin etkili önderlerinin “yeraltına” geçmeye başladıkları bir dönemdir…
Daha önce çok fazla öne çıkmamış kişilerin yönetime geldiği Dev-Genç kurultayından sonra gerçekleşen TİP 4. kurultayı tartışmalı olmuş, Aydınlık çevresi kurultaya katılmama ve Ankara’da “Proleter Devrimci Kurultay” düzenlemeye karar vermiştir. Bu kurultay dönemi Mihri Belli ile Mahir ve arkadaşları arasındaki tüm köprülerin atıldığı, Mahir’in görüş ayrılıklarının üzerine gittiği bir dönem olacaktır. Mahir ve arkadaşları, örgütlenme biçiminin “genel Leninist ilkelere uygun olarak yukarıdan aşağıya” olması gerektiğini, MDD stratejisinin bir savaş stratejisi olduğunu savunmuşlardır. Tüm bunlar beraberinde bir “savaş örgütü” gereksinimini, yani partiyi öne çıkarmıştır.
KURTULUŞ ve THKP-C
“Aydınlık Sosyalist Dergiye Açık Mektup” broşürüyle, örgütsel olarak da bir ayrılığın deklerasyonu yapılmıştır. “Proleter Devrimci Kurultay” tartışma konuları ve Kurtuluş çevresinin perspektifleri bu broşürde somutlaşmıştır. THKP-C’nin sonraları sıkça değişiklikler gösterecek perspektifleri ilk kez sistemli bir şekilde tabanına duyurulmuştur. Bu broşürde Mihri Belli ile görüş ayrılıkları, devrim anlayışı, çalışma tarzı ve örgüt anlayışı ara başlıklarıyla sunulmuştur. Burada daha fazla “leninist” bir tarz hâkimdir. Tırnak içinde yazıyoruz çünkü buradaki “leninizm”, “dünyanın yarı sömürge ve sömürge ülkeler için öngördüğü devrim teorisi; işçi sınıfının önderliğinde köylü ordusunun halk savaşıyla kırlardan şehirleri kuşatmasıdır.” 6 Keza “köylülük temel güçtür, proletarya önder güçtür” 7 denmekte, “işçi sınıfını temel güç kabul ederek, ideolojik önderliği reddeden görüş lafta ne derse desin, şehirleri temel almaktadır” 8 gibi tezlerle “leninist devrim teorisi” anlatılmaktadır.
12 Mart’ın arifesinde THKP-C’nin kuruluş hazırlıklarını yapan Mahir ve arkadaşlarının yayımladığı bu broşür ve ardından yayımlanmaya başlayacak “Kurtuluş” dergisinin işlevlerinden biri de, Dev-Genç içindeki merkezsizleşme eğilimlerine karşı bir ideolojik yol göstericilik etkisiyle, Dev-Genç alt örgütlerini bir arada tutması olmuştur.
Ama açıkçası “merkez”in düşündüğü şeyler, THKP-C’nin tabanını oluşturacak kitle tarafından net olarak bilinmemektedir. Bu durum, Mahir’in kısa yaşamının sonlarında, THKP-C’nin lideriyken yaşadığı somut bir gerçektir. Geniş ilişkiler ve sempatizan kitlesi ile “merkez” arasında örgütsel iletişimin varlığından söz etmek mümkün değil. Sürekli farklılıklar gösteren perspektifler ara kadrolar tarafından tabana ne olduğu anlaşılamadan sunulmakta ve sürekli bir kafa karışıklığı yaratmaktadır.
8-9 Mart’taki belirsizlik 12 Mart ile son bulmuştu. Muhtıranın ardından Kurtuluş gazetesinde yayımlanan yazılarla, 12 Mart’ın karşısına devrimci bir ruhla çıkılacağı net olarak belirtilmiş, “buhranı derinleştirmek” perspektifiyle hareket edileceği duyurulmuştur. “Yukarıdan aşağıya adım adım inen faşizm, Kemalizmi de kendine ideolojik zemin olarak hazırlamak çabası içindedir… Devrimcileri zor ama zevkli kavga günleri beklemektedir. Ak ve kara en keskin çizgileriyle birbirinden ayrılabilecektir. Bütün kadrolar en aktif mücadeleye kendilerini hazırlamalıdırlar… Mevcut buhranı derinleştirmek, emperyalizm ve yerli köpeklerine nefes aldırmamak için patlayacak kitle hareketinin önüne geçmeli, işçiler ve köylüler arasından yeni yeni kadrolar çıkartmaya çalışmalıdırlar. Bütün yarı sömürge ülkelerin ve ülkemizin pratiği, mücadelenin uzun ve zor olacağı, düşmana karşı mücadele metodunun politikleşmiş askeri savaş olduğunu açıkça ortaya koymuştur” 9 . Bu ifadelerle THKP-C’nin eylemlerine başlayacağı anlaşılmaktadır. Patlayacak bir kitle hareketine büyük bir umut beslenmekte ve bu kitlelerin öncülüğü için “politikleşmiş askeri savaş”, “silahlı propaganda” öngörülmektedir. 12 Mart ertesinde patlayacak bir kitle hareketinin en ufak bir belirtisinin bile gözükmemesi bu umudu boşa çıkarsa da, Mahir’in içindeki ateş kesinlikle sönmemiştir. Bir “devrimci durum” tespiti yapılmış ve ona uygun adımlar atmak öne konmuştur.
Kurtuluş’un ilk sayısında Mahir, örgütlerinin nasıl bir oluşum aşamasından geçtiğini şu sözlerle anlatıyor: “Toplumun bütün kesimlerini sarsmaya başlayan bu devrimci kasırga, genç militanlara devrim arenasında sadece kendilerinin kaldığını gösterdi. Bu esen kasırga, devrimci kavganın çeşitli kesimlerinde fedakarca dövüşen genç militanların benliğinde, bilincinde ve kalbinde derin değişiklikler yaptı; her çeşit feodal ilişkiyi parçaladı. Hayat, devrimci pratiğin içindeki işçi, köylü, öğrenci militanları biraraya getirdi. Böylece, Leninizmin temelleri üzerinde, devrimci yoldaşlığın oluşturduğu, kelimenin geniş anlamı ile devrimci bir örgüt doğdu. Bu örgüt, Türkiye’deki karşı devrim cephesinin bütün baskı, şiddet ve cebrini göğüsleyerek kırsal alanlardan fabrikalara, üniversitelere kadar, bütün kesimlerdeki devrimci mücadeleyi yönlendirme gayretleri içinde olanların örgütüdür”. 10 Dev-Genç, örgütün kitlevi gençlik örgütü olarak belirtilir. Artık THKP-C’yi farklı yapan kavramlardan biri olan PASS daha sıkça telaffuz edilir olmuştur. Köylülüğün temel güç olduğu, proletaryanın öncülüğünün ideolojik olduğunu ispat için, Mao ve Lin Piao’ya daha fazla sarılınmış, Lenin’in formülasyonlarının “emperyalizmin işgali altında olmayan, halk savaşının zorunlu bir durak olmadığı…” bir ülkeye özgü olduğu sıkça belirtilmiştir. Devrimci bir savaşta, temel alan kırlar ise, temel güç de köylülük olacaktır. Çünkü “emperyalizmin işgalinin varlığından ve karşı devrim cephesinin şehirlerdeki sıkı denetiminden dolayı, devrim yapmak için proletaryanın objektif ve subjektif şartları bir türlü oluşamaz”. 11 Alıntılar çoğaltılabilir. Ancak ilginç bir nokta var. PAS stratejisinin uygulamaya başlatıldığı alan her zaman büyük şehirler olmuştur. Bu somut durumun formüle edilmesini ise Mahir ancak “Kesintisiz devrim I ve II” yazılarında gerçekleştirmiş ve THKP-C’nin o eylemliliklerle dolu ateşli günlerinde yazılan bu yazıları okuyanların sayısı çekirdeği oluşturan kadroların sayısına bile ulaşamamıştır.
Yukarıda Kurtuluş’un çıkışından, 12 Mart arifesinden söz ettik. THKP-C’nin eylemlerine başladığı bir dönemi de ifade eden 71 başları, teorik olarak da bir dönüm noktasını, daha doğru bir ifadeyle bir değişimin başlangıcını temsil ediyordu. “Kırlardan başlayacak halk savaşı” bir türlü eyleme geçirilememiş, Mahir’in önderliğinde yapılan tüm eylemler şehirlerde gerçekleşmeye başlamıştır. Bu, beraberinde teorik bir değişim sürecini getirecektir. Nitekim, daha önce Carlos Marighela ve Douglas Bravo’ya dönülüp bakılmaz ve THKO’nun o dönemde başucu yaptığı bu kişilerin tezleri kıyasıya eleştirilirken, birden en önemli başucu kaynakları haline gelmişlerdir. Yapılan soygunlar ile silahlı mücadelenin başladığı ilan edilmektedir. Açıkçası bu soygunların bir boyutunun maddi kaynak sağlamak olduğu, ancak öteki boyutunun da, eylemlere başlayan Deniz ve arkadaşlarının yarattığı ilgi ve sempatinin benzerini yaratmak isteği olduğunu belirtmek gerekiyor. Bu durumu (yani eylemlerin neden şehirlerden başladığını) teorileştirmek Mahir’e düşer. Ancak ölümünden sonra geniş bir kesim tarafından okunabilen Kesintisiz Devrim II-III’te, neden şehir gerillası ile başlandığı anlatılmaktadır. “Savaşçı bir örgütün varlığını kitlelere duyurmanın şehirlerde daha olanaklı olması, küçük burjuva anlamda da olsa Dev-Genç’in büyük şehirlerde yürüttüğü devrimci şiddet hareketleri ve de kitle eylemleri daha sert ve üst düzeyde eylemlerin yadırganmayacağı uygun bir ortam yaratmıştı” 12 ifadeleri objektif nedenler olarak belirtilirken, “silahlı propagandaya hazırlık döneminde işleri gevşek olarak ele almamızdan hem de silaha sarılmakta geç kalmamızdan dolayı, kır gerillası için gerekli teçhizat, tecrübe, mühimmat gibi maddi ve manevi ön koşullardan yoksunduk” 13 saptaması da subjektif neden olarak gösterilmektedir. Bu tahlil sonucunda PASS çizgisi şöyle verilmektedir: “1. aşama: Şehir gerillasını yaratma. 2. aşama: Şehir gerillasını geliştirme kır gerillasını yaratma ve kuvvet gösterisi. Bu iki aşamada savaşın, psikolojik yönü ağır basacaktır.” 14
“Suni denge”nin yıkılması amaçlanmaktadır. “Ülkemizin ekonomik, sosyal ve tarihi gelişiminin sonucu olarak bir başka deyişle, geçmiş dönemlerde devletin niteliğinden dolayı, halkımızın tepkileri ile devlet arasındaki suni denge”yi yıkmak, hareketlilikle, “silahlı propaganda” ile mümkün olacaktır. Silahlı propagandanın kitleleri harekete geçireceği düşünülmektedir…
Mahir Çayan’a göre, dünya kapitalizmi “III. Bunalım Dönemi”ni yaşamaktadır. Bu dönemde:
-Emperyalistler arasındaki rekabetin yeni bir paylaşım savaşına yol vermesi olanaksızdır.
-Emperyalist işgalin biçimi değişmiştir. Sömürge sistemi kalkmış; açık işgal yerini gizli işgale bırakmıştır.
-3. Dünya ülkelerinde, dış dinamikle geliş(tiril)en bir kapitalizm söz konusudur. “Çarpık kapitalizm” olarak nitelendirilen bu modelde emperyalizm artık dışsal değil, içsel bir olgudur.
-“III. Bunalım Dönemi”, bu çerçevede, aynı zamanda bir “sürekli bunalım” dönemidir. Kapitalizmin iç dinamikle gelişememesi, “oligarşi” ile “halk” arasında bir “suni denge”nin oluşumuna yol açmıştır.
– “Sürekli bunalım”, devrimci durumların artık yaşanmaması, evrim ve devrim süreçlerinin iç içe geçmesi anlamına gelmektedir. Kapitalizmin 3. Dünya ülkelerindeki gelişim dinamikleri tümüyle kurumuştur. “Halk Yığınları”nın “hoşnutsuzluğu” süreklidir ve bunun devrim sürecine kanalize edilmesi, öncünün düzenin değiştirilebileceğini bizzat savaşarak (“öncü savaşı”) halka göstermesine bağlıdır.
Çayan “kesintisiz devrim”i savunur. Buna göre gündemde demokratik devrim vardır; ama demokratik devrim ile sosyalist devrim arasında “Çin Seddi” yoktur ve demokratik devrimden sonra kesintisiz bir biçimde sosyalist devrime yönelinecektir.
“Suni denge” kavrayışı, devrimci demokrasinin evrensel özelliklerinden birini yansıtmaktadır. Açık olarak formüle edilmese bile diğer devrimci demokratik hareketlerce de paylaşılan bu yaklaşım, verili nesnelliğe tümüyle dışsal bir öznenin bu nesnelliğe müdahale ederek değişimin önünü açması beklentisine dayanır.
Bu yaklaşımda halkın “hoşnutsuzluk”u ve devrime yakınlığı veri kabul edilirken, burjuva ideolojisinin gücü tümüyle ihmal edilir. İktidarda yalnızca “bir avuç” insandan oluşan “oligarşi”nin bulunduğu ve bunların kitleleri yalnızca baskı ve zor mekanizmaları yardımıyla kontrol altında tuttuğu düşünülür. Bu durumda devrimci öznenin kitlesel meşruiyet kazanma sorunu önemsizleşir; “öncü savaşı” ile bunun kazanılması zaten güvence altına alınmıştır. Gerçeklikle pek az ilgisi bulunan “sürekli bunalım” saptaması ve kapitalizmin gelişme dinamiklerini tümüyle tükettiği varsayımı ise bu söylenenlerin “teorik” temelini güçlendirmek için gereklidir.
Ülkenin emperyalizmin “gizli işgal”i altında olduğu teziyle dış dinamik aşırı derecede önemsenir. Gerek burjuva iktidarının “bir avuç” unsura indirgenmesi, gerekse dış dinamiğe yapılan abartılı vurgu, burjuvazinin bir kesiminin devrimci saflarda yer alacağı beklentisini yansıtır.
“Çarpık kapitalizm” tezi, eşitsiz gelişim yasasının kavranamayışını ve 19. yy.ın ikinci yarısından sonra yaşanan tüm burjuva devrimlerinin paylaştığı ortak özelliklerin görülemeyişini anlatır.
Çayan, gerilla savaşının klasik şemasını temel olarak benimsemiş, ancak yukarıda da değinildiği gibi bu şemayı Türkiye nesnelliğine uydurmak için 3 aşamalı gerilla savaşını 4 aşamaya çıkarmıştır. Kırdan kentlerin fethedilmesine dayalı devrim modelinin temel gerekçeleri şunlardır:
1.Şehir gerillasını yaratma.
2.Şehir gerillasını geliştirme – kır gerillasını yaratma (psikolojik yıpratma veya stratejik savunma aşaması).
3.Şehir gerillasını yaygınlaştırma – kır gerillasını geliştirme (stratejik denge aşaması).
4.Kır gerillasını yaygınlaştırma (stratejik saldırı aşaması).
Türkiye işçi sınıfının gücünü küçümseyen ve köylülüğün dinamizmini aşırı abartan bu yaklaşımı bugün uzun uzadıya tartışmaya gerek kalmadı. Türkiye işçi sınıfı, Türkiye devriminin gerek ideolojik, gerekse “fiili” öncüsü olmaya aday tek sınıf olduğunu yeterince gösterdi. Buna karşın, tarımsal yapının kapitalist dönüşüm sürecini neredeyse tümüyle tamamlamasıyla birlikte köylülüğün devrimci dinamizmi ise büyük oranda tükendi (Kürt hareketi ayrı bir başlık oluşturuyor).
KIZILDERE ve ÖLÜMSÜZLÜĞE YÜRÜYENLER
Yukarıdaki paragraflarda Mahir yoldaşın temel teorik ve siyasal tezleri üzerinde durduk. Açıkçası, ortada ne gelişkin bir teorik çerçeve, ne de Mahir’in teorisine bakan insanlar vardı. Mahir’i Mahir yapan da “teori” değildi zaten. O ve yoldaşları eylemleriyle vardı, yiğitlikleriyle, düzeni karşılarına alan onurlu mücadeleleriyle vardı insanların kafasında. Şimdi Mahir’i ölümsüz kılan o sıcak günlere bir bakalım. O kısacık bir yıla, şehir gerillasının başlangıcından Kızıldere’ye, 12 Mart sonrasının mücadele dolu günlerine…
17 Mayıs 1971 günü İsrail’in İstanbul konsolosunun kaçırılmasının ardından “Türkiye Halkı”na bir çağrıda bulunuldu. Bu çağrının sahibi Mahir’in öncülüğünde THKP-C idi. Bu çağrıda o ana kadar yapılan eylemler sayılmakta ve halk silahlı mücadeleye davet edilmekteydi. “Her an patlamaya hazır volkan gibi kıvılcım bekleyen halk” için bir kıvılcım olamasa da, zayıf halka Türkiye’nin burjuvazisinin şimşeklerini üzerine çekmeye yetmişti bu çağrı. Zayıf halka halkının tahammülü çok, burjuvazisinin ise hiç yoktu. Mahir ve öncülüğünde THKP-C, ülkedeki temel çelişkinin halkın devrimci öncüleriyle oligarşi arasında olduğu tespitiyle savaşı başlatmış ve burjuvazi de buna yanıt vermişti: Hüseyin katledildi, Mahir ise yaralı olarak yakalandı. Burjuvazinin devrimcilere saldırısının meşrulaştırılması amacıyla kullanılan “Elrom’un kaçırılması”, Mahir ve THKP-C’yi ülke gündeminde ilk sıralara yükseltmiş ve kendilerine duyulan saygıyı perçinlemişti. Ancak öte yandan burjuvazinin kolluk kuvvetleri karşısında fazla dayanamamış ve hazırlıksız yakalanmışlardı.
THKP-C için büyük bir darbe olan operasyon sonucunda kısa sürecek tutsaklık dönemine giren Mahir için, bazı arkadaşlarının o ana kadar savunula gelen görüşlerini reddetmeleri de bir darbe olmuştu. Mahir’in öncülüğündeki THKP-C’nin kendi kimliğini oluşturan eylem biçimlerini “Narodnik terörizmi” olarak nitelendiren görüşler ortaya çıkmıştı. “Duvarınız vız gelir bize vız” deyip Maltepe Askeri cezaevinden kaçan Mahir, bu görüşlerin sahibi Münir Aktolga ve Yusuf Küpeli’nin Genel Komite tarafından ihraç edilmelerini sağladı. Artık kaçışlarla dolu hareketli bir dönemin içindeydi. Yoğun operasyonlar çevrelerindeki halkaları birer birer koparıyor, bu kaçışlarla geçen dönemde THKP-C önderliğinin yaşam damarlarını kesiyordu. Hapisten kaçan THKO’lularla birlikte bir dizi eylem planı yapıldıktan sonra öne ilk hedef olarak Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamlarının önüne geçmek kondu ve Mahir önderliğinde bir eylem örgütlenmeye başlandı. Haklarındaki vur emri ile Kızıldere’ye uzanan bu günlerde sürekli kaçarak, saklanarak yol alırlarken Mahir’e yurt dışına çıkma teklifi geldiyse de o bunu kesinlikle reddetti. Şehirdeki militanlarla ilişkileri tamamen kesilmiş bir durumdayken, idamları önleyecek tek şeyin yapacakları bir eylem olacağına inanmıştı. Ünye radar üssünden 3 İngiliz teknisyen rehin alıp ölümsüzlüğe ulaşacakları Kızıldere’ye geldiler. O ve yoldaşları burada taviz vermeden, onurluca burjuvazinin kolluk kuvvetlerine karşı savaştılar. Korkak burjuvazi, “bir avuç eşkıya” diye kamuoyuna duyurdukları Mahir ve yoldaşlarını katletmek için binlerce köpeğini onların üzerine saldı. Teslim olmadılar, onurluca savaştılar, burjuvazi ve onun kokuşmuş düzeni kapitalizmi yargıladılar ve “öldüler”.
Mahir ve yoldaşlarının katledilmesi bir dönemin sona ermesi ve merkezden kopuk bir hareketin dağılmasına yol açarken, öte yandan da düzeni sorgulayan, onu yıkmaya and içen herkes için bir dönüm noktası, bir başlangıç olmuştu. Daha önce de söylendiği gibi silahlı propaganda eylemlerinin ve özellikle Kızıldere’nin esas etkisi onlar “öldükten” sonra çarpıcı hale gelmişti. Onların düzeni tam boy karşılarına alan mücadelelerinin etkisi bugün de güncelliğini koruyor. Ancak teorik eksiklik, tutarsızlık ve tüm bunlarla beraber ele alınması gereken uzun soluklu olamama, teorik ya da örgütsel bir miras bırakamamalarına yol açtı.
Mahir’de “halk”ın tepkilerine duyulan büyük güvenin en büyük belirleyeni halkını sevmesi, ona yürekten bağlanması değil, “suni dengede bulunan halkın tepkileri ile oligarşi arası çelişki”yi temel alan düşüncesidir. Bu dengeye “yeni sömürgeciliğin nispi refahı arttırması ve açık işgal yerine gizli işgali seçmesi” neden olmuştur demektedir. İki yüz yıldır tüm insanlığa seslendiğini iddia eden ve günden güne yeni aygıtlarla yeniden üretilen burjuva ideolojisinin hegemonyasını yıkmak için bir “kıvılcım çakmayı” yeterli görmektedir. Böyle bir düşünce onun içindeki sabırsızlık, coşku ve hareketlilik ile birleşmiş ve “şehir gerillası Mahir”i yaratmıştır. Yanlış anlaşılmasın, burada sabırsızlığın karşısına derviş sabrı, coşku ve hareketin karşısına atalet konmuyor. Her devrimci en az Mahir kadar sabırsız olmalı, insanın insana kulluğunun yok edileceği günlerin bir an önce gelmesi için coşkuyla harekete geçmelidir. Sosyalizm mücadelesinde Mahir’in devrimci coşkusu her militanın içinde olmalı, ancak nihai hedefe sabırlı, titizce çalışma ve bunlarla beraber yürütülecek uzun soluklu bütünsel bir mücadele sonucunda varılacağı unutulmamalıdır. Mahir’in deyimiyle “devrim yolu engebelidir, dolambaçlıdır, sarptır…” Devrim yoluna çıkarken yanımıza alacağımız “erzak”lar, “kurtuluş bayrağı”nı göklere dikene kadar yeterli olmalıdır. Bu “erzak”lar, yeniden üretimi bir an olsun aksatılmaması gereken gelişkin teori, siyasal perspektif ve inançtır. İlk ikisinin olmadığı yerde inanç yetersiz kalacak ve sınıflar mücadelesinde saf dışı kalmaya neden olacaktır.
Bugün bize Mahir’den kalan, inanç, kararlılık, coşku ve mücadele aşkıdır. Onu mücadelemizle yaşatacağız.
Devrim için savaşmayana sosyalist denmez!
Dipnotlar ve Kaynak
- Çayan, Mahir; “Son Gençlik Hareketleri Üzerine”; Mayıs-1969, Türk Solu, sayı:77; “Bütün Yazılar” içinde; Atılım Yayınları, 1. Baskı, 1992, s. 13.
- Çayan, Mahir; “Aren Oportünizminin Niteliği”; Temmuz-1969, Türk Solu, sayı:88, a.g.e. içinde s. 20.
- a.g.y; s.22.
- Çayan, Mahir; “Sağ Sapma Devrimci Pratik ve Teori”; Ocak-1970, Aydınlık Sosyalist Dergi, sayı: 15; a.g.e. içinde s. 85.
- a.g.y; s. 105.
- “Aydınlık Sosyalist Dergi’ye Mektup”; Ocak-1971, Kurtuluş yayınları; a.g.y. içinde s. 197.
- a.g.y.; s. 198.
- a.g.y.; s. 198.
- “Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi”; s. 2176.
- Çayan, Mahir; “Yayın Politikamız”; Mart-1971, Kurtulus sayı:l; “Bütün Yazılar” içinde; Atılım Yayınları, 1. Baskı, 1992, s. 2O8.
- Çayan, Mahir; “Devrimde Sınıfların Mevzilenmesi”, Kurtuluş, sayı 1; a.g.y. içinde s. 219.
- Çayan, Mahir; “Kesintisiz Devrim (II-III)”; a.g.y. içinde s. 346.
- a.g.y.; s. 346.
- a.g.y.; s. 345.