Bugün tarikatlar, kendilerine ait dergâhlarda yalnızca İslam dinini yayan, örgütleyen oluşumlar olarak varlıklarını sürdürmüyorlar. Günümüz Türkiyesi’ndeki tarikatların gelişimi, siyaset ile iç içe, burjuva devletinin politikalarına bağlı olarak, bazen burjuva devleti ile birlikte sistemle barışık, bazen ise devletin karşısında belirleniyor. Tarikatlar siyaset yaşamındaki etkinliklerini, serbest piyasa ekonomisinin rekabet edebilme koşulları ve pazardan daha fazla pay kapabilme anlayışı ile bütünleştirerek, yaşamın her alanında, hedefledikleri kitlelere ulaşmayı amaçlıyor. Bugün tarikatların ulaştığı nokta, sermaye birikiminin yalnızca “50 milyar dolarlık” bir miktara ulaşması ile salt iktisadi anlamda bir gelişimin ifadesi olarak açıklanamaz. Bu gelişim aynı zamanda iktisadi öğelerle tarikatların belirli tüketici kalıpları çerçevesinde hizmet sağlamayı hedeflediklerini gösteriyor. Özellikle de Nakşibendîler ile Nurcuların, kendi cemaatlerinin politikalarını yayma araçlarındaki etkinlik ile sermayelerinin birikimi ve bu birikimi nasıl kullandıkları özdeş sayılıyor. Eğitimden gıdaya birçok sektörde ve kendilerine ait medya araçlarıyla oldukça geniş bir etkinliğe sahip olan bu tarikatların gün geçtikçe daha geniş kitlelere ulaşabilmesi “tarikatların holdingleşmesi” ya da “tarikat sermayesinin tekelleşmesi” sonucunu doğurmuş, her tarikatın siyasi üstünlüğü sahip olduğu sermaye birikimi ile ölçülmeye başlanmıştır. Buna ek olarak tarikatlar arasındaki çekişme kendilerine bağlı şirketler arasında ortaya çıkan rekabetle daha farklı bir anlam kazanıyor ki, bu sermaye birikiminin kime ait olur ise olsun rekabetle sağlanması zorunluluğudur.
Siyasi iktidarlarla olan bağlarını da sermaye birikiminin sağlanmasına yönelik olarak kullanan tarikatların en önemli kaynağını “faizsiz adil kazanç” sağlayan İslami bankalar oluşturuyor. Bu bankalar özellikle de 1973 yılından itibaren, Suudi Arabistan’da gelişen petro-İslam bankacılığı tarafından desteklenerek gelişmeye başlamış, 80’li yıllarda uygulanan finans politikaları sayesinde hızlı bir gelişme trendini yakalamıştır. Bu bankaların her ne kadar kendilerine özgü, adil kazanç sağlayan bir işleyiş mekanizması olduğu söylense de bunun yalnızca bir slogan olmaktan öteye geçmediğini aşağıdaki bölümlerde daha ayrıntılı bir şekilde inceleyeceğiz.
Tarikat sermayesinin gelişim sürecine ve içinde bulunduğu duruma geçmeden önce İslami sermayenin gelişim sürecinin nasıl bir ideolojik temele oturduğunu, geçmişte ve günümüzde uygulanan, iktisadi, siyasi ve kültürel politikalar ile olan bağlarını ve her şeyden önce “İslam ekonomisi” söyleminin nasıl bir mekanizmaya sahip olduğunu tanımlamamız gerekiyor. “İslam ekonomisi” söylemini öncelikle açıklamamızdaki temel neden “İslami sermaye” diye adlandırılan olgunun aslında çıkış noktası farklı olsa da, kapitalist sermaye anlayışından farklı olmamasıdır.
Homoeconomicus ile Homoislamicus: İslam ekonomisi
İslam iktisatçıları; bireylerin inanç ve değerler sisteminin iktisadi kuralları belirlemede temel parametre olduğunu dolayısıyla İslam ideolojisini yansıtan, kapitalizm ve sosyalizmden bağımsız, bir iktisadi sistemin, “İslam iktisadının” varlığını savunurlar. Özellikle de, J.Robinson’un söylediklerinden yola çıkarak J.Robinson, “iktisadın değerler sisteminin evrensel olmadığını her insanın ideolojik, politik inançları olabileceğini dolayısıyla iktisadi değerler sistemine bunu yansıttığını, aksini iddia etmenin kendi kendini aldatmak olduğunu”1 belirtirler. Buna rağmen İslam iktisatçıları arasında İslam ekonomisinin işleyişine ilişkin tam bir görüş birliği yoktur. Şeriat kanunlarına göre yönetilen her ülkede birbirinden farklı uygulamalara rastlamamız bunun en somut örneklerinden biri.
İslam iktisadının işleyişinin teorik temellerinin islamiyette ne kadar bağımsız belirlendiği tartışmaları günümüz “İslam iktisatçıları” arasında iki temel farklılık üzerine kurulur. Bir kısmı İslam ekonomisi söyleminin yalnızca teoride var olabileceğini savunurken, diğerleri İslamiyetlin bir alt belirleyeni olarak uygulanabilirliğini öne sürerler.
Örneğin İslam iktisatçılarından Ekrem Han’a göre, “dünyada mevcut bir İslam toplumu yoktur, olmayan bir toplum için genel bir teori nasıl gerçekleştirilebilir? İslam toplumu olarak ifade edilen şey herhangi bir yerde mevcut olmayan ideal bir İslam toplumu için gerçekleştirilebilir. Dolayısıyla İslam iktisadı literatürü İslam öğretilerini ya açıklar ya da analiz eder. Bu nedenle İslam ekonomisi bir teori değil kavramsal bir yaklaşımdır. “2 İslam iktisadının İslamiyetlin belirlediği yasalar, fıkıh kanunları, çerçevesinde ele alınması gerektiği, aslında “İslam iktisadının” yalnızca İslami düşünce biçiminin bir alt belirleyeni olduğu görüşü ise çoğunlukta. Fakat bu noktada İslam yasalarının farklı yorumlanması, uygulamada da birtakım farklılıkların oluşmasına, dolayısıyla İslam ekonomisinin işleyişinin farklılık göstermesine neden olmaktadır.
Sonuç olarak İslam iktisadi felsefesinin aslında kapitalizmin felsefe anlayışından farklı olmadığını görüyoruz. Şunu kesinlikle söyleyebiliriz ki, İslam ekonomisi söyleminin kapitalizmden tek farkı, çıkış noktasını Kuranın belirlediği yasalar çerçevesinde Muhammed ve diğer dört halifenin görüş ve uygulamalarından alması ile kapitalizmin “bireysel ahlak” anlayışının doğal ve kaçınılmaz bir sonucu olarak erozyona uğramış iyilik, adalet, doğruluk, eşitlik gibi birtakım değer yargılarını söylem olarak sahiplenerek bu kavramları kitleler nezdinde ön plana çıkartıp, İslam ekonomisi ile özdeşleştirmesidir.
Gerek İslam ekonomisinin gerekse diğer iktisadi sistemlerin, temel işleyiş yasalarını belirlerken, üretim faktörlerinin kimin elinde olduğuna verilecek olan yanıt mevcut sistemdeki üretim, dağıtım ve bölüşümün kimin tarafında nasıl gerçekleşeceğinin esas belirleyeni olacaktır. Dolayısıyla,, İslam ekonomisinin analizini yaparken, üretim araçları, mülkiyet, üretim, dağıtım ve bölüşüm kavramlarına nasıl yaklaşıldığını açıklayacağız.
İslam ekonomisinin ilk “uygulandığı yer”, İslam dininin doğuş yeri, feodal, sınıf çatışmalarının yaşandığı bir toplumdur. İslamiyetlin gelişim süreci ile o dönemdeki iktisadi faaliyetler birbirleriyle sıkı bağlar içerisinde gelişmiştir. Aslında putperestlere karşı üstünlük sağlamak amacına yönelik olarak ticari bir kabile olan Kureyş’e bağlı olan Muhammed’in almış olduğu kararlar (narh koyma, riba-faiz yasağı gibi) günümüzde de İslam iktisadının yapısının belirleyeni olmuştur. Muhammed’e göre ticaret en hayırlı ve en kutsal faaliyetlerdendir. Ticari rekabet, pazardan pay kapma dolayısıyla rant yaratma amacına yönelik olarak belirlenen kurallar çerçevesinde gelişmiştir. Örneğin “Hicret” göçebelikten ticarete geçen Mekke ile göçebelikten tarıma geçen Medine arasında ortaya çıkan “pazardan pay kapma” rekabetini düzenlemek amacıyla gerçekleştirilmiştir. Ticaret merkezlerinin camilerin etrafında bulunması, merkezi sermayeye karşı rekabet edebilmek için hicretin gerçekleşmesi, sermayenin gelişebilmesi için kenar şehirlere yerleşilmesi, ticari sermayenin gelişimine verilen önemin diğer göstergeleri. Hicretten sonra İslam ekonomisinin temellerini belirleyen, karaborsa yasağı, narh koymama, riba yasağı gibi uygulamalar ortaya çıkmış, bunlar “hadisler” aracılığıyla topluma yansıtılmıştır. Narh yasağı ile piyasadaki fiyat seviyesinin kendiliğinden (arz ve talep koşullarına göre) oluşması, devlet müdahalesinin olmaması sağlanmıştır. O dönemde devlet piyasaya müdahale etmeyi sadece tefecilik ve stokçuluğu önlemek, rekabeti Müslümanlar lehine dönüştürmek için gerçekleştiriyor. Ticaretin gelişimini sağlamak amacıyla vergi alınmıyor. Tüm bu örneklerde de belirtildiği üzere bir “tüccarlar ve ticaretin şehirleşmesi” hareketi olarak belirlenen İslam ekonomisi aslında ticari sermayenin oluşmasına yöneliktir. Buna bağlı olarak, İslam ekonomisi serbest piyasa ekonomisinin reddetmeyen, aksine bunun nasıl korunup geliştirileceğini belirleyen bir anlayışa sahiptir. Şöyle ki, bazı İslam iktisatçıları serbest piyasa ekonomisinin, liberal düşüncenin, 18.yüzyıldan önce, islamiyetle birlikte var olduğunu vurgularlar. İslam düşünürlerinden, Hasan El Turabi’ye göre, “İslami ekonomi programı özünde liberaldir. Bu düzlemde Batı ile İslam arasında ortak noktalar vardır. Her iki ekonomi de sosyalizme karşıdırlar”. 3
Batının iktisadi anlayışına karşı çıkan İslam aynı zamanda serbest piyasa ekonomisi zemininde, kapitalizmle ortak bir noktada buluşuyor. İslamiyet kesinlikle serbest piyasa ekonomisini reddetmeyen, ticareti teşvik eden bir anlayışa sahip olurken, “İslami birey” anlayışını da bu çerçeveye oturtur. “İslami birey” nedir ve nasıl bir anlayışa sahiptir, sorusuna verilecek yanıt aslında bu birey anlayışının kapitalizmin rasyonel hareket eden birey anlayışından ne kadar farklı olduğu noktasında belirlenecektir. İslami birey ya da (İslam iktisatçılarının adlandırdığı gibi) “homoislamicus”, islamiyette, “homoeconomicus” bireyin yerini alır. “Homoeconomicus” birey tanım gereği, yaşamın her alanında rasyonel hareket eder, yani her zaman için minimum maliyet ya da çaba ile maksimum karı (kazancı) elde etmeyi hedefler. İslami birey anlayışı da buna benzer olarak her zaman için daha fazla kazanç sağlamayı öngörür. Buna göre, risk alamayan ya da teşebbüse katılmayanların kazanç hakları yoktur, yani her birey belirli bir kazanç elde etmek için ticaretle uğraşmalı, belirli bir riski gözü nünde bulundurarak kar sağlamayı hedeflemelidir. Aynı zamanda “İslami birey” İslami değer yargıları ve inançlarına sahiptir. Fıkıh kanunları çerçevesinde hareket eden birey, adalet, hakkaniyet, barış ve hürriyeti tüm Müslümanlara yayma hedefini taşımalıdır.
Özel mülkiyetin sınırlı olarak benimsendiği söylense de, kamu mülkiyeti ve planlama reddedilir. Mannan’ın da belirttiği gibi “Bu tip planlama İslama ters düşer. Çünkü İslam özel mülkiyeti, kişisel serbestliği ve demokrasiyi önerir.” 4
İslami insan mülkün tek sahibi olan Allahın emanetçisidir. Zenginlik her zaman için teşvik edilir, çünkü Allahın mülkünün korunması ve geliştirilmesi için bu bir zorunluluktur. Zaten İslamiyet iktisadi anlamda bir eşitlik öngörmemekte, bunun ancak “adalet” karşısında sağlanabileceğini belirtmektedir. Toplumdaki iktisadi eşitsizlik ise tanrının dilediğine bol dilediğine ise az verdiği argümanıyla meşru kılınmakta, sınıflı toplumun varlığı reddedilmektedir. Zekât, islamdaki “eşitlik” ilkesine göre, toplumdaki yoksulluğu azaltma amacına yönelik olarak uygulanır. Bundan dolayı, zekât sayesinde o toplumdaki bireylerin refahının yükseleceği, böylelikle toplumda eşitliğin sağlanacağı düşünülür.
İslam iktisatçılarının iddiasına göre, üretim ve tüketim ihtiyaca göre belirlenir ve üretime katılan tüm faktörlerin payları adalet ve hakkaniyet ölçülerine göre dağıtılır. Üretim bireysel olarak gerçekleştirilirken kolektif bir bölüşüm vardır. Çoğunlukla İslami insan her zaman için doğruluk, temizlik ve erdemlilik ilkelerine göre tüketir. İsraf ve lüks tüketim yasaklanmıştır. Birey tüketimini kendisine maksimum faydayı sağlayacak şekilde organize etmelidir. Bu tüketim anlayışı aslında yine, İslam iktisatçılarının da belirttiği gibi, Batının tüketim anlayışından farklı değildir.
İslam ekonomisinde işçi-işveren ilişkileri ile ücret belirlenimine ilişkin görüşler emek-sermaye çelişkisini ortaya koymaktadır. Sınıfsız bir toplumun varlığım kabul ederek yola çıkılan islamiyette işçi-işveren ilişkileri “doğruluk” ilkesi üzerine kurulmuştur. Muhammed’in hadislerinden alıntılar yapılarak, insanların kardeş ve eşit oldukları, dolayısıyla karşılıklı iyi niyet ilişkilerine göre işçi-işveren arasındaki anlaşmazlıkların giderileceği belirtilir. Prof. Dr. Ali Bardakçı’nın ifade ettiğine göre “taraflar arasında iş sözleşmesinin özel bir borç sözleşmesi olarak değerlendirilip tarafların arz ve talebine bırakılması elbette doğru değildir ve bugüne kadar gözlediğimiz birçok aksaklıklara, haksızlıklara ve zamanla işçinin mağduriyetine yol açacaktır”. 5 İşçi ile işveren arasındaki sorunlar karşılıklı güvene (borç ilişkisine) dayanan bir ferdi iş sözleşmesi sayesinde çözülecektir. Buna göre işçinin işini yaparken dürüst davranması, işverenin borçlarında sadık kalması ve işçiyi kardeş olarak görmesi, sınıf çatışmalarının psikolojik temelini ortadan kaldıracağı gibi işçi-işveren ilişkileri kardeşlik ilkesi zeminine oturacaktır. Öyle ki, “zengin fakirin işgücüne sahiptir, fakir de zenginin ürettiği mala muhtaçtır”. Böylelikle üretimin işçinin kullandığı emek karşılığında gerçekleştiği, her türlü koşulda, emek olmadan üretimin gerçekleştirilemeyeceği, zenginliğin de bu üretim sayesinde sağlanabileceği göz ardı edilmektedir. Yine, hadislerde belirtildiği üzere, “işçiyi çalıştırıp ücretini vermeyen kimse, kıyamet gününde cezalandırılacaktır”; bir diğer hadise göre ise “işçinin teri kurumadan ücretinin verilmesi” emredilmiştir. Böylelikle işçi-işveren arsındaki ücret belirlenmesi İslami normlara göre, doğruluk ilkesine uygun olarak gerçekleştirilmektedir. Buna göre ücretler sabit ücret düzeni ile, yani herkesin kazandığının karşılığını alması şeklinde belirlenir. İş hukuku işçi haklan (ücret dışında), sendikal haklar gibi konularda çıkan sorunlar insanın özüne verilen önemin realize olması, bireyin köklü bir eğitim alması (İslami anlamda) sayesinde çözülecek, sınıf farklılıkları ortadan kalkacaktır.
Kısacası İslam ekonomisindeki işçi-işveren ilişkilerinin her ne kadar doğruluk üzerine kurulduğu söylense de, kapitalizmdeki emek-sermaye çelişkisinden farklı bir anlayışa sahip olmadığını kesinlikle söyleyebiliriz. Üretim faktörlerinin mülkiyetinin her iki anlayışta farklı olmaması emeğin kurtuluşunun, eşitlik ve kardeşliğin ancak ve ancak sosyalizmle, emek-sermaye çelişkisinin ortadan kalkmasıyla gerçekleştirileceğini çok net bir şekilde ortaya koyuyor.
Şu ana kadar anlattıklarımızdan anlaşılacağı üzere, İslam ekonomisi, içinde birçok çelişkiyi barındıran bir anlayışa sahiptir. Doğruluk, eşitlik ve adil düzen sloganlarıyla ön plana çıkan İslamiyetlin göz ardı ettiği emek-sermaye çelişkisi dışında “faizsiz bankacılık anlayışının” kuralları bir kez daha İslamiyetlin yasaklarının kimin için belirlendiğini ortaya koymaktadır. Faiz, kapitalist sistemde sermaye birikimini sağlamanın bir aracı olarak, sermaye sahibinin almış olduğu riskin maliyeti, yani ödülüdür. “Zaten İslamiyetin ilk yıllarından itibaren faiz yasaklanmıştır” diyerek faizin islamiyette haksız kazancı sağladığını öne süren İslam iktisatçıları, bunun yerine kar ortaklığı kavramım kullanırlar. Her şeyden önce Kuran’daki hadislerde dahi faizin mi yoksa faiz benzeri bir başka kavramın mı yasaklanıp yasaklanmadığı konusunda tam bir netlik yoktur. Çünkü birçok hadiste faiz yerine riba (tefecilik) kelimesi kullanılmış ve bunun yasaklandığı açıklanmıştır. Faiz kelimesinin yerine ise Arapçada “faid” (fazlalık, artı değer anlamına geliyor) kelimesi kullanılması gerekirken “feide” (yarar, fayda) kelimesi kullanılmıştır. Kuranda faid ve feide kelimelerinin yasaklandığına ilişkin herhangi bir açıklama yoktur. Faiz her zaman için ticari faaliyetlerde başka şekillerde ifade edilerek kullanılmıştır. Sonuç olarak bizlere sunulan “faizsiz adil düzen” ve bunun İslami öğeleri kesinlikle popülist bir anlayışın ürünüdür.
EK:
Bugünkü faizsiz İslami bankacılık anlayışı da böyle bir temel üzerine kurulmuştur. İslami bankalar da bireylere batının bankacılık anlayışından farklı olarak “adil kazancı” sağlayan “kar ortaklığı” üzerine hizmet etme iddiasındadır. Ancak aşağıdaki örnekte de görüleceği üzere bu bankaların kazançları da faizli bankacılık anlayışından farklı değildir. Buna göre günümüzdeki İslami bankacılık anlayışında kullanılan “kar ortaklığı” aşağıdaki örnekte de görüldüğü üzere faizle aynı getiri oranına sahiptir.
“100 Bin lira bankaya yatırıldığında, vade sonunda sağlanan getirisi ile, ‘kar ortaklığında’ sağlanan getiri her dönemde yaklaşık olarak aynı oranda gerçekleşiyor” 6 .
(1) Bankaların uyguladığı faizin ağırlıklı uygulaması
(2) Dört islami kuruluşun vade sonunda ödedikleri kâr paylarının ortalaması
Günümüz İslam Bankalarının bu uygulamasının düpedüz bir düzmece olduğu, bu örnekte olduğu gibi açıkça ortadadır. Bu söylemin İslami bankaların batı sermayesi ile rekabet edebilme, pazardan daha fazla pay kapabilmeyi hedeflemesi dışında başka bir dayanak noktası yoktur. İlk kurulan İslam bankalarının özelliklerine baktığımızda da bu bankların batının bankacılık anlayışından farklı olmadığını görüyoruz. Şöyle ki: Mısır’da 1966’da kurulan ilk İslam bankası, Almanya’nın yerel tassaruf bankalarını örnek almış, Kuveyt’te ilk kurulan bankalar ise Avusturya’nın yerel bankacılık sistemini model olarak benimsemiştir. 1973 yılı ile birlikte bir sıçrama yaşayan İslam bankacılığı, (petro-İslam bankacılığı) ilk başlarda Müslüman ülkeler arasında daha sonraları da diğer ülkelerde genişlemeye başlamıştır. İslam Konferansı Örgütü tarafından desteklenen İslam Kalkınma Bankası faizsiz bankacılık anlayışı ile fakir Müslüman ülkelere yardım ederek maddi gücünü artırmış diğer İslami bankaların kurulması için yeni alanların açılmasını sağlamıştır. Sözde yatırım yapılarak aynı zamanda İslami öğelerin taşınması, ülkelerdeki İslami sermaye ile işbirliğine girilmesi de mümkün olmuştur.
Günümüzdeki tarikat sermayesinin gelişimi de bu süreç ile bağlantılı olarak ortaya çıkmıştır. Sermayenin gelişiminin İslam ideolojisinde kapitalizmden faklı olmadığı ortadadır. Tarikat sermayesinin gelişimini ele almamızdaki önem ise kapitalist ideolojiden bağımsız görünse de, bu ideoloji ile işbirliği içerisinde, işçi sınıfına, sosyalizm karşıtı; “eşitlik ve adaleti” sözde savunan gerici bir anlayışı empoze ederek bir ideolojik karmaşa yaratmaya çalışmasıdır.
Dipnotlar ve Kaynak
- Robinson, Joan; Free and Necessity; G.Allen & Unwin, Londra, 1970; s.22.
- Han, Ekrem; İslam Ekonomisinin Temel Meseleleri, Kayahan Yay. 1988; s.79.
- Bulut, Faik; Tarikat Sermayesinin Yükselişi, Öteki Yay.1995.
- Mannan M. A.; İslam Ekonomisi, Fikir yay. İst. 1972, s. 446.
- Bardakoğlu, Ali; İzlenim sayı: 15, Aralık 1996; s. 4-58
- Köfteoğlu, Fehmi; İktisat dergisi sayı: 28, Temmuz 1994; s. 26-55