1993 yılının ikinci yarısıydı. Yoldaşlarla Türkiye kapitalizminin nasıl bir döneme girmekte olduğuna ilişkin tartışıyorduk. Bu tartışma ilk haliyle, bir mücadele stratejisi belirleme çabasından kaynaklanıyordu. Sistemin hangi unsurlarında devrimci hareketin yararlanabileceği zayıflamalar ortaya çıkacak, bu zayıflamalar giderek çatlak ve gedikler haline gelecekler mi, zayıf noktalara dönük müdahalelerimiz işçi sınıfını merkeze koyarak nasıl mümkün olacak vb…
Bu tartışmalarda Türkiye burjuvazisinin egemenlik aygıtında ortaya çıkan “basınç” üzerinde özellikle duruyor ve bu aygıtın yakın gelecekte devrimci siyasetin yardımıyla çok büyük sarsıntılar geçirebileceğini düşünüyorduk.
Düşündüklerimizi birçok kez yazdık da…
İşte tam o sıralar düzen cephesinden güçlü sinyaller gelmeye başladı. Hiç tereddüt etmeden “kriz” saptamasını yaptığımız bu sinyallerin kaynağında, tekleyen kapitalist ekonomi vardı. 1993 sonundan başlayarak, sürekli bir biçimde “kriz” dedik. Sağından yaklaştık, solundan yaklaştık ve bir alışkanlık haline geldi bütün değerlendirmelerimizde “kriz”i merkeze koymak. Ocak 1994’ten başlayarak ardarda üç Gelenek “kriz”le ilgili başlıklarla çıktı. Bazen kendi kendimize gülüyorduk. “Ne yazıyorduk”; kriz… “Ne tartışıyorduk”; kriz… Krize girmiştik velhasıl!
Komünistler, iddia sahibi insanlardır. Komünist hareket ise iddialı bir hareket… Eşitlikçi bir düzen için kavga ederken, bu düzeni iliklerine kadar hissetmek yetmez. Bu düzeni mümkün kılacak ihtilalci sıçramanın mümkünlüğünü aramak, belki de yaratmak gerekir. “Kriz”e sarılan Sosyalist İktidar Partililer bunu yapmışlardı.
Abartmadıkları ortaya çıktı. 1994 baharında “kriz” patron örgütlerinden Türkiye solunun hemen her kesimine kadar “siyaset”in vazgeçilmez kavramı haline gelivermişti.
“Kriz” vurgusu yaparken “mevcut sınıfsal dengeler veri alınarak perspektif üretmek intihardır, sürecin yaratacağı olanaklara vurgu yapılmalı, bu hayalcilik olmaz” uyarısını hemen başlangıçta dillendirmeye başlamıştık. Ekonomik kriz sola bir dizi alanda ciddi olanaklar yaratacaktı; bugünün popüler deyişiyle bizler durumdan vazife çıkarmalıydık.
Üstelik çok büyük bir şans ortaya çıkmıştı. Şans, ekonomik krizin burjuva siyasetindeki tıkanmanın üzerine gelmesiydi. Yani, iktisadi açıdan zorluklara alışkın Türkiye burjuvazisinin eli siyaseten serbest değildi. Siyasal krizin unsurları çok canalıcıydı, bunun üzerine hiç de geçici olmayan bir “üretim krizi” eklenmiş oluyordu.
Bunu hafife almak marksistlerin işi değildi. Siyasi krizin bileşenleri zaten oldukça yüklü bir baskı uyguluyordu sistem üzerinde. İşçi sınıfı dinamiği, Kürt hareketi, dinci gericiliğin yükselişi ve nihayetinde bizzat burjuva siyasetinin merkezindeki sarsıntıların da yardımıyla gün ışığına çıkan yönetim boşlukları… Krizin bileşenleri bunlardı. Bu bileşenler ile ekonomideki tıkanma arasındaki etkileşimi o sıralar şu şekilde açıklıyorduk:
“Bugüne kadar siyasal krizin unsurları olan bu dinamikler, iktisadi krize karşı burjuvazinin alabileceği önlemleri de etkilemiş bu anlamda iktisadi krizi beslemiştir. Türkiye’nin yakın gündeminde toplumsal bir kriz başlığı şu ya da bu ölçekte- bir yer bulacaktır“ 1 [Sosyalist İktidar Partisi]
Bu durumda ekonomik kriz siyasi bir tıkanıklığın üzerine gelmiş, siyasi tıkanıklığı da bir krize evriltmişti …
Krize burjuvazi tarafından verilen yanıtlardan (veya refleks) birisi 5 Nisan kararlarıydı. İstikrar paketi adı altında emekçi sınıflara dönük olarak oldukça açık bir meydan okumayı da içeren bir saldırı başlatılıyordu. Ancak bu paket, burjuvazinin krize ilişkin olarak aldığı ilk önlem değildi. Her şeyden evvel, düzenin fiziki zor aygıtı 12 Eylül’den itibaren sistemli bir biçimde tahkim edilmiş, 1992-93 yıllarında daha sonra kriz bileşenleri olarak tarif edeceğimiz Kürt ve işçi hareketindeki bariz yükselişin de etkisiyle, bu tahkimat yoğunlaştırılmış özgün örgütlenmelerini yaratmıştı.
Devletin tahkimatına burjuva siyasetinin ve genel olarak “kamuoyu”nun topyekun bir biçimde gericileştirilmesini de eklediğimizde burjuvazinin önlem almakta testinin kırılmasını beklemediği ortaya çıkıyordu. Bunu daha önce başka yerlerde de vurguladım; Türkiye’de karşı devrim tarihte pek az örnekte görülebilecek bir biçimde, devrimi önceliyordu!..
Elbette Türkiye’de düzenin temellerini tehdit eden, en azından testiyi kırma olasılığı olan hareketler vardı, elbette bir potansiyel olarak “devrim”, düzen güçlerinin canını sıkıyordu. Ama, her şeye rağmen, andığım tahkimatı terazide dengeleyecek bir ağırlık oluşturmuyordu “devrim” cephesi…
O zamanlar bu tahkimatın burjuvazinin kurumları arasında ciddi sorunlar yaratacağına dikkat çekmiş, devrimci hareketin bu sorunlardan yararlanmak konusunda tereddüt etmemesi gerektiğini hatırlatmıştık. İşte 1994 Martı’nda söylenenler:
“Kriz sürecinde burjuvazinin bu kadar yoğunlaşmış bir yönetim tarzını “demokrasi” oyununu terk etmeden sürdürmesinde ciddi problemler ortaya çıkacaktır; çıkmaktadır da. Türkiye’de egemen sınıfın alıştığı biçime yabancı kimi öğeler taşıyan bu yoğunlaşma, her an bir yeniden üretimi ve yeni rötuşları zorunlu kılmaktadır. İdeolojik üretim ve kadro sıkıntısı çeken sınıfın bu rötuşlar esnasında sürekli olarak yolsuzluk, skandal ve kaos yaratması bir bakıma kaçınılmazdır. Siyasal kadroların siyasal yapıların otoritesinden kaçmasının yarattığı düzensizlik, bürokrat kadroların da bu yoğunlaşmadaki muhtemel dengelerde kendilerine daha güvenilir ve gelecek vaadeden pozisyonlar araması sırasında ortaya çıkan karışıklıklarla derinleşmektedir. Şu anda bu düzensizlik ve karışıklıkların etkilemediği tek bir kurum yoktur.
Sosyalist hareket, sömürü düzeninin çarklarında dolayımsız yerler edinen, sömürü düzeninden ek pay ve rantlar elde eden bu kurumların toplu saldırısı karşısında bunların iç uyum problemlerini “zayıf nokta” olarak saptayarak hareket etmelidir. Yıllardır burjuvazi içerisinde çıkar çatışmaları arayan MDD’ ci solun geri ve akıldışı stratejisi, yerini sosyalist devrimci atılımın çıkar çakışmasının zayıf noktalarına yöneltilmiş teşhir edici, bozucu ve gerektiğinde elimine edici çalışmasına bırakmalıdır. İlki, tasfiye, yıkım ve uzlaşmacılık dışında hiçbir ürün yaratmamıştır. Önerdiğimiz ise, sosyalist iktidar kavgasının yükselişi anlamına gelecektir” 2 [HEKİMOĞLU, Cemal]
Kriz sürecinin sermaye egemenliğinin kurumsal yapısında çok önemli sarsıntılar yaratacağını söylemek için kahin olmak gerekmiyordu. Her şeyden önce, kriz siyaset üretimini ve aslında bütün bir siyaset pratiğini siyasi partilerin dışına çekerken, geleneksel ve özel olarak bu evrede yarattığı bütün mekanizmaları siyasallaştırıyordu.
Bu durumun kendisi başlı başına bir sorundur. Sistemin sürekliliği için oluşan köklü kurumların siyasetin gündelik yıpratıcılığının içerisine çekilmesi, siyasetin büyük ölçüde kurumsal ve kişisel çıkarlar üzerinden yürütülmesi sonucunu doğurur ki, bu sermaye sınıfının orta vadede tahammül edebileceği bir şey değildir.
Nitekim tahammül edilmemiştir. Restorasyon süreci dediğimiz gelişmelerin altyapısında Türkiye burjuvazisinin ülkenin kıt kaynaklarının bu siyasallaşmanın sonucu olarak kendi kontrolü dışındaki dağılımından duyduğu hoşnutsuzluk da vardır.
Bu gelişmelerden Türkiye solu yararlanamadı. 1994 yılı ile birlikte hızla politikleşen Türkiye devrimci hareketi, Gazi çıkışı ve ardından Emek Barış Özgürlük Bloku ile gelen anlamlı girişimden sonra daha iddialı projelerin altına girmektense, dönemin gereksinmelerine hitap etmeyen arayışlar içerisine gömüldü.
Sermaye egemenliğinin kurumsal yapısında ciddi gediklerin açılacağı konusunda ısrarlı bir beklenti ve arayışı olan bizler ise, sol içi gündemden bütünüyle çıkamadığımız ve can alıcı kimi noktalara yönelmekte tereddüt gösterdiğimiz için yeterince güçlü bir açılım sergileyemedik.
Burjuvazinin tahkimatı, bugünkü restorasyon süreci ve karşı devrim-devrim denklemine daha sonra yeniden döneceğim. Ancak krizin kısa öyküsüne devam etmekte yarar görüyorum. Bu öykünün kritik aşamalarından bir tanesi, krizin ideolojik alanda da kendisini göstermesidir. Aslında bu her zaman olmaz, her ülkede karşımıza çıkmaz. Çünkü siyasi ve iktisadi alanlar devresel iniş-çıkışlara daha fazla tabidir. İdeolojiler dünyası ise sınıfların ve genel olarak toplumun kolektif hafızasına aittir. Bugünkü restorasyonu en fazla gerekli kılan ama yine de restorasyonun en zayıf yönü bu dünyadır. Kriz sürecinde bu alandaki kritik bileşen ise, siyaseten kendisini Refah’ın yükselişi ile ifade eden dinci gericiliğin güçlenmesidir.
Bu konuya da daha soma tekrar değineceğim, ancak şu anda söylenmesi gerekenler vardır. Krizin başlangıcında burjuva ideolojisinin büyük bir üretimsizlik içerisinde olduğunu vurgulamış, Türkiye’de burjuva ideolojisinin en canlı öğesinin dinci gericilik oluşunun son derece karmaşık sonuçlar doğuracağım belirtmiştik. Aslında bu yılın başında yayınladığımız Siyasi Rapor’da işaret edildiği gibi, dinci gericilikte simgelenen ideolojik canlılık, evrensel bir karakter taşıyordu 3 . Burjuva ideolojisinin geleneksel damarlarında büyük bir bocalama ve hareketsizlik gözlemek için Türkiye’de yaşamak hiç de zorunlu değildi.
Sonuçta ortaya oldukça bütüncül bir kriz süreci çıkmış oldu. Pek az ülkeye nasip olacak bu bütünlüklülük karşısında heyecanlanmamak, buradan devrimci açılım kanalları yaratmak için uğraş vermemek olmazdı. Yaptığımız genel hatlarıyla buydu ve kimi kesitlerde Türkiye solunun bazı kesimleri ile birlikte, toprakta iz bırakan bazı müdahalelerin gerçekleştirildiğini söylemek mümkündür.
Ancak elbette eksikli kaldı. Krizin devrimci bir yönelim içerisine girmemesi bizim öznel eksikliklerimizin yanısıra, bir dizi nesnel faktörün engellemesi ile mümkün oldu. Yine de şu bilinmelidir: Kriz süreci henüz sadece biçim değiştirmiş etkisini azaltmıştır. Böyle bir ortamda canlı ve akılcı müdahaleler krizi yatıştırıcı politikaları sarsabilir, yeni bir kriz sürecine çok değerli kazanımlarla girilmesine neden olabilir.
Biraz da bunun için, krizin restorasyon uğrağında ortaya çıkan sorular büyük bir açıklıkla yanıtlanmalıdır.
Burjuva aktörler hep karşı-devrimci midir?
Bu soru sanıyorum restorasyon sürecinin algılanması açısından en fazla üzerinde durulması gereken sorudur. Yazımın başında vurguladığım gibi, sistemin topyekun gericileşmesi ve devletin zor mekanizmalarındaki tahkimat hem krizi besleyen etmenlerden, hem de sermaye sınıfının krize erken yanıtlarından birisidir. İlk bakışta garip görünebilir ancak, devrimin kendisinin değil, en fazla ayak seslerinin hissedilebildiği bir sırada ortaya çıkan bu aşırı yoğunlaşmanın başka bir sonuç yaratması neredeyse olanaksızdır.
Bu yoğunlaşma, kriz sürecinde “bütün burjuva partilerinin açıktan karşı devrimci bir konumlanış almaları”nı 4 da açıklamaktadır. İstikrarsız, zayıf halka ülkelerde karşılaşmaya alışkın olduğumuz veya alışkın olmamız gereken bir durumdur bu. Ancak yine de bu, arızi bir durumdur. Sistemin bütün burjuva aktörlerinin açıktan karşı devrimci bir konumlanış içerisine girmeleri, burjuvazi açısından tamiri zor olan bir meşruiyet krizi de yaratmaktadır. Bu nedenle, karşı devrimci konumlanışın bütün burjuva parti ve kurumları kapsamasında teorik olarak “geçici” bir yan görmek zorunludur. Marksizmin ilk siyasal analiz metinlerinden (Fransa’da Sınıf Savaşımları gibi), bu yüzyılın başlarındaki metinlere (İki Taktik örnek gösterilebilir) ve daha yakın çalışmalara varıncaya kadar, geleneğimizde burjuvazinin siyasal aktörlerine ilişkin yaklaşımlarda bu konuda özel bir titizliğin hep varolduğunu görmekteyiz.
Bu titizlik devam etmelidir. Bu titizlik, sermaye sınıfının bütün uzantılarıyla gerici bir sınıf olmasının unutulmaması, burjuvazinin siyasi aktörleri içerisinde kesinlikle “dost” aramamak altın kuralının hep hatırlanması koşuluyla devam etmelidir.
Etmelidir, çünkü karşı devrimci konumlanış genel anlamda “gericilik” ten farklı bir şeydir ve kestirme saptamalarla burjuva siyasetinin her daim karşı devrimci bir konumlanış içerisinde olduğunu ileri sürmek, marksistlerin devrim teorisine ilişkin şimdiye kadar geliştirdikleri bütün kazanımları reddetmelerinden başka sonuç vermeyecektir.
Peki, bu konuda kıstaslarımız nelerdir?
Siyasette kesin formüller, mutlak kriterler arayamayız. Tam tersine, siyasette eğilimler, bu eğilimlerin güncel ve tarihsel anlamları üzerinde durmak zorundayız. Buradan baktığımızda, burjuvazinin aktörlerinden herhangi birisinin berrak bir karşı devrimci konumlanışta olup olmamasını saptamak iki temel kıstas üzerinden mümkün gözükmektedir. Kesin kalıplar içerisine sokmadan, incelemeye aldığımız aktörün “devrim” cephesine karşı mücadelede tercih ettiği tarza bakmak, ilk kıstasımız olacaktır. Bu tarz, kendi meşruiyet alanına mı, yoksa bu meşruiyetin alabildiğince önemsizleştirildiği bir doğrudanlığa mı dayanmaktadır? Ve bununla bağlantılı olarak ikinci kıstas devreye girmektedir: Bu aktör, burjuvazinin kendi kurumsallığı içerisinde meşruiyet alanının güçlenmesine mi, yoksa dolayımsız ve sınırlanmayan bir sopa politikasının belirginleşmesine mi hizmet etmektedir?
Her iki kıstas için de ilk söylenecek şudur: Dünyanın bütün kapitalist ülkelerinde, var olan bütün burjuva aktörler (ki bunlara siyasi partiler, silahlı kuvvetler bürokrasi, polis, diğer bütün kurumlar dahildir) potansiyel olarak karşı devrimcidir. Kendi konumlanışlarını, dayandıkları ideolojik-siyasi geleneklerden türettikleri sınıf çıkarları üzerinden belirlerler. Bu çıkarlar ve kendi ideolojik-siyasi renkleriyle örtüştüğü oranda, bütün burjuva aktörleri karşı devrimci roller üstlenmeye adaydırlar ve çoğu kez bu rolü fiilen üstlenirler.
Bazı aktörler ise, verili ülkede her daim karşı devrimcidir. Bütün faşist partiler dünyada ve ahirette karşı devrimcilikten başka rol üstlenemezler. Bazı başka kurumlar için de benzer şeyler söylemek mümkündür. Ancak, hiçbir zaman karşı devrimci bir rol üstlenmeyecek burjuva aktörü bulmak, teorik olarak mümkün olmadığı gibi, tarihsel açıdan da görülmüş şey değildir.
Örnek olsun, 1919’da Alman Sosyal Demokrasisi karşı devrimcidir; hem de sonuna kadar… Aynı siyasi gelenek 1933’te Hitler faşizmi sırasında kesinlikle karşı devrimci olarak nitelendirilemez. Rusya’da menşeviklerin devrim cephesinde yer almaları genel bir eğilimdir, ama kimse onların 1917 sonrasında karşı devrimcileştiği gerçeğini inkar etmemelidir. Bu son örnek, menşevikler burjuva hareketi olmasa bile, yeterince açıklayıcıdır.
Peki bütün bunların bizim restorasyon sürecimizle ne gibi bir ilgisi vardır?
Kriz ve krizi önceleyen bir-iki yıllık sürede, bütün burjuva aktörlerin açık bir karşı devrimci konumlanış içerisinde olduklarını söylüyoruz. Burjuva egemenliğinin bu tür bir siyasal dengesizliği uzun süre taşıyamayacağını da… İşte restorasyon sürecini teorik açıdan izah ederken üzerinde duracağımız en önemli olgulardan birisi budur.
Restorasyon süreci, sermaye egemenliğini daha dengeli bir siyasal ortama taşımak gibi bir misyonu da üstlenmiş, bilinçli bir biçimde yeni rol tanımlamalarına gitmiştir. Burada merkezi rolün asker partisine düşmesi, siyasal alanın yakın geçmişimizde partisizleşmesinden kaynaklanmaktadır. Asparti, Türkiye’nin en istikrarlı ve donanımlı karşı devrim üslerinden birisi olan kurumsallaşmanın doğrudan siyasete soyunması ve bir programı temsil etmesi ile ortaya çıkmıştır. Ancak sınıf çıkarlarını gözetmedeki bilinç düzeyi, bu kurumun bir parti olarak karşı devrimci bir konumlanış içerisinde olmaması, tam tersine burjuva egemenliğinde dengesizlik yaratan kimi ısrarlı karşı devrimci unsurlara karşı bir ağırlık oluşturması sonucunu doğurmuştur. Keza bazı burjuva partileri de, karşı devrimci konumlanıştan belli ölçülerde geri çekilmiş durumdadırlar.
Bütün bu kaymaların geçici niteliği unutulmamalıdır. Bütün bu kaymaların “iyi polis-kötü polis” “papaz-cellat” rollerine benzer bir diyalektiğe sahip olduğu da unutulmamalıdır. Biz bütün bu değerlendirmeleri, karşı cephede dost veya müttefik yakalamak için değil, sosyalizm kavgasında akılcı siyasal ve ideolojik açılımlar üretebilmek için yapıyoruz.
Restorasyonun şu ana kadarki seyrinde Çiller, çeteler ve dinci gericilik gibi aktörleri emek-sermaye çelişkisini geriye itmeden özel olarak karşıya almamızın nedeni de budur. Tarihimizde zaman zaman tam tersine vurgu yapan örnekler olmakla birlikte, bugün doğru olan ve toplumsal örgütlenme kanallarımızı tıkamayacak olan budur.
Bu açıdan yeterince iddialı çıkışlar yapılmadığı içindir ki asparti ve onun kuyrukçuları kendilerini temize çıkarmak ve bazı konularda çizmeyi aşmak konusunda hiç tereddüt etmemişlerdir…
Şeriatçı gündem Susurluk’u perdelemek için mi icat edildi?
Yok böyle bir şey! Kriz sürecini ve bu sürecin restorasyon uğrağını kavramamanın bedelidir bu soru. Sınıf politikaları yerine burjuva siyasetinin iç dengelerine göz dikmenin körleştirdiği zihinlerde ortaya çıkmıştır. Yine bu soru, komplolardan hiç vazgeçmeyecek olan burjuva siyasetini komplolardan ibaret görenlerde kendisini göstermiştir. Nihayetinde bu soru, faşist hareket ile dinci gericilik arasındaki kardeşliği görmemekte ısrarcı olanların icadı olarak da kayda geçmelidir.
Baştan aşağıya problemli bir sorudur bu. Restorasyoncu güçlerin Susurluk gündemi nedeniyle her an kendi üzerlerine de sıçraması pek muhtemel ve doğal olan çamur ve kandan çekindikleri gerçeği bu soruyu hiçbir biçimde meşrulaştırmaz. Restorasyonun merkez gücü aspartinin bu sıçrama olasılığına karşı elinde bir dizi araç vardır ve bunu başarıyla kullanmaktadır. Refah’a karşı başlatılan kampanyanın Susurluk çamur ve kanının aspartiden uzakta kalmasına yardımcı olduğu da doğrudur ve bu doğru da yukarıdaki soruyu haklı çıkarmaz…
Neden?
Çıkarmaz çünkü, hem ampirik açıdan, hem de teorik açıdan restorasyon hamlesinin birbirinden kopamayacak iki başlığıdır çete ve dinci gericilik… Susurluk dosyasını açan ve parlatanın asparti olduğundan kimsenin kuşkusu olmamalıdır. Bu traji-komik kazaya yol açan aracın 1944 Amerikan yapımı bir kariyerin olmaması sadece bir detaydır. Yani, Susurluk’ta yan yana 10 aracın geçebileceği genişlikteki bir yolda gerçekleşen çarpışma, Mercedes’te bulunan ekibin örneğin Müslüm Gündüz’ün başına getirilen türden bir vukuatla teşhir edilmesinin önüne geçilmesine neden olmuş olabilir!
Susurluk gündemi kazadan çok önce işlenmeye başlanmış, inceden inceye düşünülmüştür. Tıpkı dinci gericilik başlığı gibi…
Susurluk gündeminin sınırları konusunda da aspartinin ve diğer restorasyon unsurlarının belli bir kanaate başından itibaren sahip oldukları da, konuya ilişkin olarak açılan dosyaların sıralamasından ve içeriğinden belli oluyor. Şu ana kadar asparti, oldukça az risk almış son dönemde hedef daraltma yöntemini seçerek kendi etrafındaki rutubetli havayı iyice dağıtmayı becermiştir.
Bu nedenle dinci gericilik konulu kampanyanın çete gündemini unutturmak için başlatıldığını söylemek için yüzeysel bir gerekçe bulmak bile mümkün değildir. Kaldı ki, restorasyonun amacı bir bütün olarak gericileşen toplumun ve siyasetin sıkışıklığını ortadan kaldırmaktır da. Bu sıkışmada devletin içerisinde gereksiz yere şişen bazı mekanizmalar vardır, faşist hareket vardır, ama dinci gericilik de vardır. Bunu her fırsatta yazmaya, söylemeye çalışıyorum; restorasyon programı ve burjuvazinin yakın dönem ihtiyaçları yüzde 40’ı zorlayan bir karşı devrimci seçmen kitlesiyle olanaksızdır. Bu anlamda bazıları şaşırdılar, batı çalışma grubunun takip ettiği siyasi partiler arasında iki faşist partinin de olmasına. Halbuki son derece doğal… MHP devlet bağımlısıdır, bu açıdan çok büyük bir problem olmasa da, genel gericileşmenin motor güçlerindendir, bir biçimde hizaya sokulmuştur. BBP ise aslında kardeş iki karşı devrimci gücün kesişim noktasındadır ve bu açıdan restorasyonun biçim vermek zorunda olduğu bir güçtür.
Bütün bunları değerlendirdiğimizde Refah Partisi’nin çete gündeminde Çiller’e arka çıkmasının bir politik hata olmadığını görmekteyiz. Bu tavır güncel politik ihtiyaçlarla birlikte aynı zamanda tarihsel bir anlama da denk düşmektedir. Restorasyon programı bir burjuva programıdır ve burjuvazinin anladığı şeyi yani faşist hareket ile dinci gericiliğin içice olduğunu bir kısım solun kavrayamaması bizde hayret uyandırmaktadır….
Refah ehlileşmedi mi de bunlar oldu?..
Kriz ve restorasyon sürecinin anlamlı sorularından birisi budur. Soru anlamlı olunca, yanıtın da, kapsamlı olması gerekir. Bu nedenle dinci gericilik ve Refah ile sermaye sınıfının çıkarları arasındaki bağlantı ve sorunlara ilişkin şu ana kadar yaptığımız bazı saptamaları hatırlatmak ve bunlara kimi ekler yapmak istiyorum.
Sosyalist İktidar Partisi’nin Şubat 1997 tarihli Siyasi Raporu’na bu yazıda sıksık başvurma ihtiyacı hissediyorum. Bu türden değerlendirmeler yapısal olan ile güncel olanı biraraya getirir. Andığım raporda da dinci gericilik ile sermaye sınıfı arasındaki ilişkiler ele alınırken aynı kaygıyla hareket edilmiştir. Raporun 29-33. maddeleri konuyla ilgilidir ve bu ilişkinin değişik (karmaşık-çelişik) yönleri arasındaki bütünlüğe işaret etmektedir.
Her maddenin can alıcı noktasını buraya sırayla aktarmak istiyorum:
“… dinci hareketin burjuva siyasetinin merkezinde elde ettiği yer, bazı açılardan kalıcıdır.” [29. madde]
“Sermaye sınıfı Refah’ı bir merkez partisi olarak vaftiz etmek istemektedir. Bunun koşulu ise özelleştirmelerden başlayarak bir dizi alanda bu partinin kapitalist programı tereddütsüz bir biçimde ve hızla uygulamaya geçmesidir. ” [30. madde]
“Burjuva siyasetinde giderek daha fazla merkeze oturan bir RP, toplumda kabaca laiklik-şeriat ikilemi olarak beliren gerilimin emek-sermaye çelişkisi eksenine kaymasına olanak tanıyacaktır.” [31. madde] “Refah Partisi’nin burjuva siyasetinde ortaya çıkan ihtiyaçlar adına merkeze oturması en fazla ideolojik yapıda sarsıntılara neden oldu.” [32. madde]
“Dinci gericiliğin sınıf temeli ve büyük sermayeye dayanması, onun ideolojik ve siyasal açıdan daima bu temele bağımlı bir içerik yansıtması anlamına gelmeyecektir.” [33. madde] 5 [Sosyalist İktidar Partisi]
Bu maddelerden aldığım bölümler ve bu maddelerin tamamındaki vurgu, doğal olarak dinci gericiliğin ve Refah’ın merkeze çekilmesine, başka bir deyişle ehlileştirilmesinedir. Devrimcilerin karşı devrimci oluşumların iplerinin kimin elinde olduğuna ilişkin süreklileşmiş bir propaganda ve değerlendirme fiili içerisinde olması gerekmektedir. Ancak bu gerekirlilik Şubat 97 tarihindeki bu bir dizi saptamada örtülü olarak duran ve ağırlıklı olarak 33. maddede somutlanan “olasılık” güçlü bir biçimde kendisini gösterdiğinde, hiçbir biçimde körlüğe mazeret oluşturmamalıdır.
Marksistler, sermaye egemenliğinin kurumsal yapısında kriz süreçlerinde ortaya çıkacak sarsıntıların mantığını çoktan kurmuş ve sosyalist iktidar mücadelesinde bu sarsıntılara kritik bir rol biçmişlerdir. Bu anlamda ortada şaşırtıcı olan hiçbir şey yoktur. Sermayenin beslemesi dinci gericilik, bütün merkeze çekilme ve kayma çabalarına rağmen, sistemin kalbinde yeni sorunlar yaratmış ve burjuvazi bu sorunlardan kurtulmaya karar vermiştir.
Şimdi geriye dönelim ve yine 1994 tarihli bir başka değerlendirme üzerinden bakalım:
“Türkiye’nin yakın geleceğinde burjuva siyasetinin en önemli unsurunun dinci gericilik olacağı ortaya çıkmıştır. En önemli unsurdan kasıt, en güçlü veya burjuva sınıfının belirgin tercihi olmak değildir. Dinci gericiliğin önemi, Türkiye de yeni oluşacak siyasal ve toplumsal dengelerde “değişimin” öznesi olmaya adaylığıdır.(…) Hareketin yıllarca devletin merkezinden dışlandığı varsayımı, Refah demagojisinin sermayeye ne kadar yakın ve bağlı olduğunun anlaşılması ve Türkiye’deki ideolojik çözülme sayesinde geçerliliğini yitirmiştir”6 [Sosyalist İktidar Partisi Siyasi Büro genelgesi]
Bu yaklaşımın önemi şuradadır: Burjuvazinin siyasal ve ideolojik gündemi büyük ölçüde dinci gericilik olacak; bu gündem dinci gericiliğe işaret ederken, dinci gericilik tarafından şekillendirilecektir…
Devam edersek;
“Sermayenin Refah’ı ehlileştireceğini leninist özne çok önceleri saptamıştır. Bunda başarı kazanacağı da doğrudur. Ancak dengeleri altüst olmuş, kriz sürecindeki istikrarsız bir ülkede, egemen ideolojinin başıboşluğunda dinci gericiliğin de sermayeyi kendi açısından ehlileştirmekte olduğu unutulmamalıdır” 7 [Sosyalist İktidar Partisi Siyasi Büro genelgesi]
İpleri sermayenin elinde olan yobazların sermaye sınıfına ve onun egemenliğine yeni öğeler katmakta olduğuna dönük bir vurgudur bu. Ve bu vurgu, kriz sürecinde ortaya çıkacak sorunlara da işaret etmektedir. Nedir bu sorunlar?
“Şeriatçı hareketin elde ettiği mevzi ile sistemin genel yapısı arasındaki boşlukların yarattığı gerilimin öngörülemeyen sorunlar yaratması her an beklenmelidir. Bu sorunlar ideolojik ve siyasal krizi derinleştireceği gibi, doğrudan devlet aygıtında sarsılmalara da yol açabilir. Sosyalist hareket şeriatçı hareket karşısında duyarlı toplumsal kesimlere devrimci bir tarzda ulaşmanın yolunu bulmalı, işçi sınıfı içerisindeki çalışmalarda bu sorunun “sınıf çelişkileri”ni örttüğü yanılsamasına düşmemelidir. Komünistler yakın dönemde a) hangi biçimde olursa olsun yapılacak seçimlerdeki Refah başarısının (Refah’ın seçimlerden birinci parti olarak çıkması yeterli bir başarıdır), b) Sivas benzeri bir katliamın c) Mumcu cinayeti çapında bir başka suikastin sonrasında meydana gelecek çalkantılara şimdiden hazırlıklı olmalıdır. Her üç gelişme de şu andaki siyasal atmosferi fazlasıyla değiştirecektir”8 . [Sosyalist İktidar Partisi Siyasi Büro genelgesi]
Bu değerlendirme yeterince açıktır. Dinci gericiliğin ehlileştirilmesi ve onun birçok açıdan sistemde kalıcı mevziler elde etmesi, ciddi sorunların ortaya çıkmasını engellememiştir.
Merkezi çökmüş, sol kanadı son derece cılızken semirmiş bir sağ kanada sahip olan bir siyasal sistem dinci gericiliğin elbette mütevazi roller dışında kanallar yaratmasına da davetiye çıkarmaktadır. Refah’ın yakın geçmişte alternatif bir siyasal programa sahip olmaması onun böyle bir programı oluşturmak için gerekli koşulları sağlamaya başlamasının önüne geçmemiştir.
Dinci gericilik son üç-dört yıla ideolojik açıdan rakipsiz, toplumsal örgütlenme kanallarında benzersiz yetilerle girmiştir. Burjuvazi Refah’ı ehlileştirirken elde ettiği başarıların önemli bir bölümünün bu yetileri köreltmektense beslediğini farketmiş, burjuva siyasetindeki canlılık damarının bu partide tekleşmesinden tedirginlik duymuştur.
İdeolojik özgünlüklere sahip, bu özgünlükleri iktisadi alana da taşımak konusunda hünerli olan bir hareketin zaten sarsılmakta olan burjuva kurumlarında yeni sorunlar yaratmaması mümkün değildi. Refah’ın ehlileştirilmesi, bu ideolojik özgünlüğün yarattığı albeni ve canlılığı çok az zedeledi. Refah’ın koalisyon görüntüsü, siyasal pragmatizmi, zaman zaman sergilediği eklektizm ve bütün bunlarla birlikte diğerleri ile karşılaştırıldığında bariz bir biçimde görülen örgütsel disiplini, ehlileştirme sürecinin ideolojik körelmeyle neticelenmesine yol açmadı.
Bu nedenle bizlerin Refah’ın “adil düzen” temasının foyasının çabuk ortaya çıktığına ilişkin değerlendirmelerde fazla iyimser veya aceleci olduğumuzu düşünmek gerekiyor. İdeolojik yapılar sanıldığı kadar kolay çözülmemektedir. Restorasyonun ikinci evresinde Refah’a dönük gösterişli kampanyalara ihtiyaç duyulmasının bir nedeni, ehlileştirme operasyonunun Refah’ı zayıflatmaması, tam tersine ona ideolojik açıdan daha zengin bir görüntü vermesidir.
Kısacası, Refah bir burjuva partisi olarak ehlileştirilmiştir ehlileştirilmesine, ama kriz sürecindeki Türkiye dinci gericiliğin başat olduğu bir siyasal-ideolojik yapının yarattığı risklerden hiç de arınmamıştır.
Bize ne?
Düzen güçleri arasında sorun çıkmış, bu sorun başka şeyleri gölgelemiş, emek-sermaye çelişkisi güme gitmiş… Bir tarafta şeriat öte tarafta darbe… Bu gerilimden bize ne?
Solda bu sorunun sayısız versiyonu ile karşılaştık aylar boyu. İktidar perspektifi olmayanların veya devrimciliği basit bir oyuna dönüştürenlerin ortak sorusuydu bu. Sorunun devrimcileri ilgilendirmesi ile devrimcilerin sorunun mevcut biçiminde taraflardan birisinin yanında yer alması arasındaki farkı hiçbir biçimde kavrayamadılar. Oysa kriz sürecinin başındaki beklentiler(imiz) fazlasıyla doğrulanmıştı. Sistem, krizin ve krize karşı takındığı saldırgan tutumun olumsuz sonuçlarıyla karşılaşmıştı ve Türkiye solunda bazıları “bize ne” demekteydi!
Önce, yine üç yıl öncesinde “ne yapmalı” sorusuna verdiğimiz yanıta yer vermek istiyorum:
“Türkiye’de düzenin temel ideolojik dayanaklarından birisi haline gelen dinci gericiliğe karşı boşlukta kalan tepkilerden yararlanmaya çalışmamak, bu tepkileri başka burjuva eğilimlere bırakmak, büyük bir hatadır. Türkiye’de leninist özne, Refah’la sermayenin birbirini ehlileştirme sürecinde meydana gelecek bir sarsıntıda bu tepkilerden yararlanarak öne geçebilir ve Türkiye’deki kavganın böyle bir biçim alması gerçekten de olasıdır. Bu olasılığa karşı, leninist özne başka özelliklerinin yanına “aydın-lanmacı”lığı da eklemeli ve kendisi gibi olmayan ama kendisine bağlananları yaratmalıdır” 9 [Sosyalist İktidar Partisi Siyasi Büro genelgesi]
Bu yapılmalıydı… Oysa sosyalist hareket Gazi’yle yakaladığı ivmeyi korumak konusunda yeterince soluklu olmadı. Restorasyoncuların hamlesine gereken yanıt zamanında ve etkili bir biçimde verilemedi.
Peki, verilemediği için, verilemediği ve bir kez trenin kaçırıldığı koşullarda “bize ne” demek gerekmiyor muydu?
Kesinlikle hayır… Çünkü restorasyon sürecinde ortaya çıkan gerilim başlıkları toplumsal düzeyde yeni bir ideolojik duyarlılık geliştirmiştir. Doğrudan kendisi ile ilintili bu başlıklara duyarsız kalan devrimci hareketin kendisine dönük duyarsızlıktan şikayet etmeye hakkı olmasa gerekir.
Duyarlılık ise, “bunların hepsi aynı yolun yokuşudur” türünden basitleştirmelerle geliştirilemez. Bu önerme kesinlikle doğru olmakla birlikte, gerçekliğin bütününü yansıtmakta ve siyasal gerekirlilikleri karşılamada son derece yetersiz hale gelmiştir. Sonuçta en azından bu önermeyi toplumsallaştırmak için daha zahmetli ve belki dolayımlı yöntemler bulmak gerekiyor. Bu yöntemlerin etkili olması ise, dinci gericilik karşısında tereddütsüz, dik kafalı ve dürüst bir konumlanışı tercih etmekle mümkündür. Bu konumlanışın Genelkurmay’ın halkla ilişkiler görevlilerinden Doğu’nunkine benzememesi için komünist olmak gerekmez, devrimci olmak bunun için yeterlidir.
Bilinmelidir ki, dinci gericiliğe karşı tarihsel ve güncel konumlanışımız, restorasyoncuların kursağında kalacak kadar kapsamlıdır.
Bu rahatlıkla davranmak gereklidir. Düzen cephesindeki bu iç gerilimden şikayet edenler, bu gündemi pas geçmek yerine bu gündemi düzenle karşı karşıya getirmeyi denemek durumundadır. Bazen siyasi mücadele tartışılmaz, açık, kesin tercihlerle yapılamıyor. Ön açıcı ve geliştirici olanı bulmak için yaratıcı olmak ustalıklı davranmak gerekiyor. “Bize ne”ye çıkan türden tavırlar almak yapılabilecek en kötü şeydir. Bunun tercümesi, “bana bu ülkede yer yok”tur.
Ustalık ve yaratıcılık, sermaye egemenliğinin kurumsal örgüsünde ve ideolojik yapılanmasında ortaya çıkan gerilimin duyarlılık noktalarına hitap eden müdahaleler yapmanın yolunu bulmadadır. MGK’ cilik, demokrasicilik gibi kavramlarla eleştirdiğimiz bir dizi konumlanış bu müdahalelerle ilgilenmemişler, daha çok düzenin iç gerilimlerine bağlanma, ona yapışma yolunu seçmişlerdir.
Biz bunları eleştirdik; peki bu iç gerilimde “taraf” olmadan bu iç gerilimin yarattığı gündeme hitap etmek mümkün müdür? Bu soruya olumsuz yanıt verdiğimiz durumda sosyalist devrimden büyük ölçüde umudu kesmemiz gerekecektir. Devrim, devrimci kalkışma doğrudan düzenin merkezindeki sömürü mekanizmalarına dönük bir saflaşmanın ürünü olmayabilir ve genellikle olmaz da… Böyle dönemler, sermaye egemenliğinin yapısal zayıflıkları ve devrimci mücadelenin bu zayıflıkları genişletmesi ile birlikte ortaya çıkarlar. Paris Komünü işçilerin burjuvazi tarafından ayaklar altına alınan ulusal gurura sahip çıkmasıyla, Ekim devrimi (en azından büyük ölçüde) savaşta kırılan ve dağılma tehdidi altındaki bir ülkeyi çaresiz bırakan genç burjuva iktidarının barış ve gelecek vaadeden bir hareket tarafından yıkılmasıyla, Küba devrimi “Amerikan emperyalizminin kumarhane ve kerhanesi olmayız” diyen bir halkın öfkesinin bir avuç gerillanın soylu mücadelesine omuz vermesiyle gerçekleşti.
Doğrudur, Komün’cü işçileri en fazla zayıflatan noktalardan birisi, bu ulusal gurur meselesinden sınıf perspektifine geçişte işi ağırdan almaları ve düşman sınıfın yurtseverliğine ilişkin hayallerden hiç vazgeçememeleriydi. Ancak bu zaaf, 1871’deki büyük kalkışmanın kaynağında yurtseverlik olduğunu unutturmamalı. Ekim devrimi ise barış ve gelecek vaadederken eskiyi yıkma, yeniyi kurma sorumluluğuyla davrandığı için, bu sorumlulukta kaytarmadığı için muzaffer oldu.
Verdiğim örneklerden Küba devrimi daha ilgincini yaptı. Yeniye uzanırken, halkın hafızasındaki öfkeyi hep canlı tuttu; sağolsun Amerikan emperyalizmi de elinden geleni ardına koymadı hafıza kaybının ortaya çıkmaması için!
Tekrar Türkiye’ye dönelim…
Dinci gericiliğe dönük tepkilerin sadece ve sadece faşizan eğilimlere, düzen yanlısı güçlere veya devletçi geleneğe güç verdiğini sananlar yukarıdaki örneklere daha yakından bakmalıdırlar. 1871’de Paris işçi devriminin teorik alternatifleri arasında yeni bir bonapartist iktidar vardır; aynı ulusal gururu çalmak için… Ekim devriminin alternatifleri arasında barış hedefini teslimiyetçi bir biçimde hayata geçirecek burjuva hareketleri vardır; askerlerdeki yorgunluğun yarattığı bezginliği çalmak için… Küba devriminin alternatifleri arasında mutlaka dinci gericilik vardır; emperyalizmin ülkeye dayattığı çürümeye dönük tepkileri çalmak için…
Bu alternatifler devrim süreçlerini boğarlardı. Eğer karşılarında güçlü, kararlı ve siyaseti bilen (hiç değilse sezen) unsurlar olmasaydı…
Bunlar olur muydu, olmaz mıydı… Orasında değilim. İran’da Şah’la hesaplaşmanın onurunu Humeyni’ye, Cezayir’de dinci gericilikle hesaplaşmanın onurunu silahlı kuvvetlere kaptıran veya bu mücadelede soluğu yetmeyen devrimcilere, komünistlere kızma hakkım kendimde görmüyorum; kendimize kızmaktan yanayım, Müslüm Gündüz’leri rahat bıraktığımız ve başkalarına cesaret verdiğimiz için…
“Bize ne” olur mu? Dinci gericiliğe karşı başkaldırı, Türkiye devriminin motor güçlerinden birisi olacaktır; en azından büyük bir olasılıkla… Tersi ise, hani bazı Latin Amerika ülkelerinde olduğu gibi bir dirsek teması, bir paslaşma, bir yakınlaşma… Bu mümkün değil… Küçük bir olasılık olarak bile mümkün değil…
Reformizmin günü mü geldi?
Restorasyon süreci, başından itibaren sola uygun ölçülerde alan açmak zorundaydı. Her şeyden önce fiziki olarak buna ihtiyaç vardı, bu ülkede sokağa çıkacak, hareketlenecek en azından ışıkları açıp kapattırmada insanlara cesaret verecek kesim “sol”du; kelimenin en geniş ve şekilsiz anlamıyla sol… Ayrıca bu şekilsiz anlamıyla “sol”un 12 Eylül sonrasında içine düştüğü ve düşürüldüğü zaafiyetin bazı olumsuz sonuçlar yarattığını burjuvazi de, restorasyoncu güçler de görmüşlerdi. Bir de nesnel bir gerçek vardı: Sistemin iç gerilimi sırasında ortaya çıkan kirli çamaşırlar, elbette yıllardır bunlar etrafında dolanan “sol”un daha etkili bir biçimde gündeme gelmesine neden olacaktı.
Kelimenin şekilsiz anlamıyla “sol”un bu genel yükselişi veya yükseliş olasılığına karşı, daha fazla biçim verilmiş ve sosyal demokrasi ile bizim devlet solu adını verdiğimiz bir “sol”un önünün açılmak istenmesi son derece doğaldır. Restorasyoncu güçler bunu yapmaya çalışmışlardır. Bunu yapmaya devam da edeceklerdir.
Bu sürecin belli ürünler vereceği bellidir. Yaşananlar ve Türkiye burjuvazisinin gereksinimleri, bırakın özel bir çaba göstermeyi, siyaseten ölüyü bile diriltecek bazı özelliklere sahiptir. Bu süreçte Mesut konuşmayı öğrenmiş, Ecevit tiklerini kontrol eder hale gelmiş, Baykal ise esip üfürmeye başlamıştır.
Canlananlar bunlardan ibaret değildir. ÖDP son dönemde daha fazla parti haline gelmiş, İP haber programlarındaki reytingini artırmıştır.
O halde dönem, merkez burjuva partilerinin ve reformist, devletli solun mudur? Önümüzdeki dönemin gelişmeye açık aktörleri bunlar mıdır?
Bu soruya olumlu yanıt vermek büyük bir kolaycılık olur. Her şeyden evvel, Demirel’in de bir zaman pek sevdiği bir söz hatırlanmalı ve burada tekrarlanmalı: “Dünya bin kulplu bir kazan, bir kulpundan da sen tut kazan”…
Türkiye bir çelişkiler ülkesidir, Türkiye dinamik bir ülkedir… Bu ülkede hiçbir dönem devrimci politikaların önü tıkanamaz, reformizm veya sosyal demokrasi veya güdümlü sol veya devletli sol veya truva atları “sol”da tekel kuramaz. Bir değil, bin kulpundan tutmanın yolu vardır bu çelişkileri…
Kısacası genel olarak bu yaklaşımın veya kaygıların hiçbir geçerliliği yoktur. Özel olarak restorasyon sürecine baktığımızda da, bu yaklaşımın kısa sürede yalanlanacağını göreceğiz; hatta görmekteyiz…
Restorasyonun bet sesli solisti Zülfü iki ayda üç yüz binden beş bine inivermiş, boş tribünlere oynamıştır.
Aspartinin basın müşavirliği Perinçek için ancak geçici bir kadro olabilir, bundan sonra hangi göreve atanacağı ise meçhuldür ve açığa alınması pek muhtemeldir.
“Ne darbe olsun, ne şeriat gelsin” diyenler ise, bunu dileyenlerin rahat nefes aldığı bir ortamda diyecek bir şey bulamaz hale gelmişlerdir. Dünyanın hiçbir yerinde düzen dışı emelleri (de) olan bir partinin temcit pilavı gibi “erken seçim” talebini yinelediği görülmemiştir. Bu talepte ısrar edilmesi CHP ve RP’nin düetini kakafoniye dönüştürmek dışında bir şeye yaramaz, temcit pilavı kabak, tadı vermiş olur…
Buradan nasıl bir dalga yaratılır ki?
Bilinmelidir ki, restorasyonun reformizmin önünü açan kesiti aşağı, yukarı tamamlanmıştır. Bundan sonra reformizmin bu ülkede güçlenmesi, Lenin’in çok sevdiğim sözüyle “komünistlerin günahı”yla açıklanabilir. Öyle nesnellik edebiyatı yaparak pısırıklığa, başarısızlığa prim verecek durumumuz yok. Şekilsiz anlamıyla “sol”un önündeki fırsatları peşinen sosyalizmi dışlayarak “bir kısım sol”a hediye etmek hangi kitapta yazıyor?
İşin özü, restorasyon soruları üzerinden marksizm ve güncel siyasete baktığımızda ortaya tek bir yanıt çıkıyor: Hodri meydan!
25 Temmuz 1997
Dipnotlar ve Kaynak
- Türkiye ve Dünya Değerlendirmesi, Sosyalist İktidar Partisi Mayıs 1994 Konferansı, Gelenek 46, sayfa 11.
- HEKİMOĞLU Cemal; Devrimin Güncelliği Siyasallaştırıken, Gelenek, 45 sayfa 24.
- Sosyalist İktidar Partisi, Siyasi Rapor, 1997 Şubat Konferansı, sayfa 4, 2. madde.
- a.g.e., sayfa 22, 28. madde.
- a.g.e., sayfa 22-24.
- Sosyalist İktidar Partisi, Siyasi Büro genelgesi, Eylül 1994.
- a.g.m.
- a.g.m.
- Dinci gericilik ve devrimci hareket, Sosyalist İktidar Partisi Siyasi Büro genelgesi, Temmuz 1994.