İçinden geçtiğimiz dönem, Türkiye tarihinde bir “dönemeç” olmayı hakedecek gelişmelere sahne oluyor. Susurluk kazası ile başlayan burjuva devlet aygıtının reorganizasyonu sürecinin bir aşamasında, burjuvazinin restorasyon programı gündeme geldi. Şimdi ise, eldeki tüm olanaklar seferber edilerek bu programın uygulanması için gerekli zeminin oluşturulmasına çalışılıyor.
Türkiye kapitalizminin 1993’ten bu yana siyasi yapıya bulaştırdığı iktisadi krizinin sorunlarına bir çözüm üretilip üretilemeyeceği sorusunun yanıtı henüz pek belirgin değil. Bu konuda üretilecek en pratik çözüm, dış kaynak yoluyla Türkiye kapitalizminin belinin doğrultulması olabilir ancak bu yönde bir gelişmenin izleri şimdilik görülmüyor. Öte yandan, Türkiye burjuvazisinin kimi pilot sektörler üzerinden iktisadi ferahlama sağlayacak kısmi çıkışlar yapması da mümkün, ancak bu da topyekün bir “krizden çıkış” evresine tekabül edemeyecektir. Dolayısıyla bugünden görünen, burjuvazinin önüne koyduğu restorasyon programının, daha fazla yıpranan ve tıkanan üstyapı kurumları ve toplumsal onay mekanizmaları ile ilgili bir program olduğudur. Programın çapı ve sınıf siyasetine alan açacak gedikleri yazının son bölümünde ele alınacak.
93’ten sonra yoğunlaşan siyasi kriz ve bugüne getiren dinamiklere gelince…
1980 askeri darbesinden sonra Türkiye’de toplumsal yapının depolitizasyon modeli üzerinden “istikrara” kavuşturulduğunu biliyoruz. Bu “istikrar” dönemini kimi alt dönemlere ayırmak mümkün. Bu alt dönemleri 80-83, 83-89, 89-91 ve 91-93 olarak sıralayalım ve 93 sonrasının, bugünkü restorasyon ihtiyacım açığa çıkartan yeni bir istikrarsızlık dönemi olduğunu kaydedelim.
80-83 dönemi askeri darbenin şiddetini dizginsiz uyguladığı ve Türkiye’nin siyasi kurumlarım işlevsizleştirdiği bir dönemdir. Türkiye burjuvazisinin yeni bir sermaye birikim modelini uygulamak için gereksindiği “geçiş” döneminin ihtiyaç duyduğu tüm özellikleri taşıyan bu dönem, bir önceki dönemin siyasi ve ideolojik birikimini toplumsal düzeyde sıfırlama işlevi görmüştür.
83 ile birlikte yeniden “parlamenter demokrasi”ye dönüş dönemi başlar. Bu dönem depolitize edilmiş düzen kurumlarının ve toplumun “liberalizm” ekseninde “canlandırıldığı” dönemdir. Liberalizmin Türkiye kapitalizminin görece müreffeh dönemindeki siyasi ve ideolojik etkinliği Türkiye kapitalizminin üstyapı kurumlarında ve toplumun siyasi alışkanlıklarında önemli değişikliklere yol açmıştır. Türkiye kapitalizminin başka dinamikleri ile birlikte 83 sonrasında darbenin düzlediği alanda inşa edilen siyasi kurumlaşma ve bunun toplumsal sonuçları yeni bir evreye tekabül ediyor.
89 ile birlikte Türkiye kapitalizmi kriz sinyallerini vermeye başlar ve aynı dönemde Kürt hareketi de ciddi bir tehdit olarak algılanmaya başlanır. 89-91 dönemini bu tehditlere ilk tepkilerin verildiği ve yine “parlamenter alan”dan bir seçenek çıkarmak için hazırlık yapılan bir dönem olarak görebiliriz.
91’de 20 Ekim seçimleri ile birlikte, Türkiye burjuvazisi, toplumun çeşitli kesimlerini yeniden düzene bağlayacak bir hükümet alternatifi çıkarmayı başarmıştır. Büyük umutlar bağlanan Demirel-İnönü koalisyonunun siyasi bağlayıcılığı çok geçmeden tükenecek ve bu noktadan sonra siyasi alanda “kriz yönetimi” burjuvazi ve temsilcileri için temel bir sorun haline gelecektir. Demirel’in başbakanlığındaki koalisyon hükümeti kriz yönetimi konusunda çekingen ancak “sorumlu” adımlar atmış, krizin cüretli ve vahşi tarzda yönetileceği dönemin baş aktörü ise 1993 yazında başbakan koltuğunu devralan Çiller olmuştur.
1993 ortasında Çiller ile birlikte başlayan dönemin tarihi bugün burjuvazi ve yandaşları tarafından da yeniden yazılıyor.
93 sonrasındaki döneme ilişkin olarak bizi ilgilendiren temel başlık, Türkiye burjuvazisinin krizi yönetme sürecinde geliştirdiği/geliştirmek zorunda kaldığı araçların tanınması olacaktır. Bugün içinden geçtiğimiz dönemde, “birkaç sorumsuz siyasetçi”ye ya da “çete’lere diğer bir yandan da “irticai faaliyetlere” faturası çıkarılan bu dönemi iyi analiz etmek, şu sıralarda teşhir edilen araçların, mekanizmalarını tanımak önemlidir.
Türkiye burjuvazisi, 93-96- döneminde özel siyasi yöntemlerle krizi yönetmeyi tercih etmiş; kendisi için bir çıkış göremediği bir dönemde, siyasi aygıtının ciddi ölçülerde yıpranması ve kendi kendini bozmasını da göze alarak, kendisi için tehdit gördüğü odakları ve alternatif çıkış ihtimallerini yok etmeyi esas alan vahşi bir tarzı benimsemiştir. Bunun için geleneksel karşı-devrimci örgütlenmelerin yanında “özel örgütlenmeler” oluşturulmuş, ideolojik saldırı ve fiziki şiddet toplumun tümünü hedef almış hukuksuzluk hiç bir şekilde dert edilmemiş “devlet gelenekleri” yok sayılmıştır. Türkiye’deki burjuva demokrasisinin geleneksel değer ve ilkeleri hiçbir şekilde bağlayıcı görülmemiştir. Bugün düzenin kendisi tarafından da “yalancı” ilan edilen ve aşağılanan dönemin Başbakanı Tansu Çiller, askeri darbe ve depolitizasyonu, ardından da Özal liberalizminin paralizasyonunu yaşamış olan Türkiye toplumuna tüm bu uygulamaları kolayca “yedirmiştir.”
Bu tarzın doğrudan düzenin kendisini yeniden yapılandırma ihtiyacım gündeme getiren olumsuz sonuçlarının ilki, toplumun düzenle bağlarım yeniden inşa etmesinin aracı aygıtı olan parlamentonun yıpranması olmuştur. Siyasi muhataplarını yok etme, ya da yok saymayı esas alan yönetsel mekanizmanın merkezinde görünen parlamentonun yıpranması, siyasi temsilcilerin “değersizleşmesini” beraberinde getirmiştir. Bu süreçte “siyasi temsilcilik” misyonunu bir “iş”e indirgemiş olan siyasetçilerin öznel katkılarını da yadsımamak gerekir. Kriz koşullarında temsil mekanizması işleyiş esaslarını lağvetmiş, siyasilerin tekil çıkarları ve hesapları ön plana geçmiştir.
Düzenleme ihtiyacına neden olan daha önemli bir sonuç ise, devlet mekanizmasının içinde kriz yönetimi amaçlı oluşturulan özel birimlerin, yine bizzat kriz koşullarının bir sonucu olarak, kontrol edilemez bir yapıya kavuşmaları ve bu mekanizma içerisinde de tekil çıkar ve hesapların öne çıkmaya başlamasıdır.
Türkiye burjuvazisi, 90’larda kokusunu aldığı krizi, bu defa askeri yöntemlerle değil, sivil yöntemlerle bertaraf etmeyi amaçlamış; “Çiller’in vahşi demokrasisi”ne açık çek vermiş ve sonunda kabak başına patlamıştır.
93 sonrası kriz döneminde sömürü düzeninin alternatifi olabilecek bir siyasi odağın ortaya çıkmamış/çıkamamış oluşu da bu mekanizmanın kendi kendini yer hale gelmesinin ve burjuva siyasetinin tıkanmasına yol açmasının temel nedenlerinden birisidir. Varlık nedeni devrimci bir dalgayı karşılamak olan bu tarz bir organizasyonun böylesi bir dalganın şekillenmemesi sonucunda kendisine yeni varlık alanları yaratmaya kalkışması ve bunun da işleyişi tahrip etmesi kaçınılmazdır.
Türkiye burjuvazisi, Çiller’in kriz yönetiminin gereksizleştiğine, bunun ötesinde temsili mekanizmayı işlemez hale getirdiğine yeni karar vermedi aslında. Ancak bunun yine parlamenter sistem içerisinden bir “alternatifi”ni çıkarmak konusunda ciddi kısıtlar vardı. 1995 Aralık seçimlerinden sonra, parlamentoya güvensizlik sorunu daha belirgin bir şekilde hissedilmeye başlandı. Alternatifsizliği Mesut Yılmaz’ı deneyerek gören Türkiye burjuvazisi istemeyerek de olsa elinde bulunan son çareyi devreye sokmaya karar verdi: Refah Partisi.
Türkiye burjuvazisinin RP konusundaki ikircikli tavrının çeşitli nedenleri var. Türkiye burjuvazisi dinci gericiliği genellikle devlet eliyle kontrol etme yöntemini tercih etmiştir. Bu tercihlerin belirleyenleri aşağıda açılacak. Ancak, geçen yıl Haziran ayma gelinirken burjuvaziyi böyle bir kararı almaya iten somut gerekçeler bir maliyet hesabını yapmayı gerektirdi.
RP kriz döneminde ciddi bir taban dinamizmini arkasına almayı başarmıştı; dolayısıyla burjuvazinin ihtiyaç duyduğu toplumsal onayı elinde tutuyordu, bu bir. İkincisi ve daha önemlisi, yerel iktidar deneyimleri başta olmak üzere uzunca bir süredir kendisinin düzenle ne kadar barışık olduğunu kanıtlama yönünde ciddi bir çaba içerisine girmişti. RP, devlet eliyle kontrol edilen dinci dinamikleri, burjuvazi adına kontrol etmeyi ve bunun kitle tabanını burjuva düzene destek olarak sunmayı vaadediyordu. Yine işçi düşmanlığı konusunda da başta yerel yönetimlerdeki uygulamaları olmak üzere performansı oldukça iyi görünüyordu.
Ancak, RP’nin hükümet olduktan kısa bir süre sonra, devlet mekanizması içerisinde kendisine açtığı alanı genişletmeye başlaması ve kapitalizme alternatif olmasa da büyük burjuvazinin programına alternatif üretme yönünde attığı adımlar önemli bir rahatsızlık yarattı.
Türkiye’de sivil siyasetin tükendiği bir dönemde, RP içerisindeki “şeriat” özlemlilerinin programını ensesinde bir tehdit olarak gören Türkiye burjuvazisi iktidarı kendi elleriyle teslim ettiği RP’yi hızla bertaraf etme karan aldı.
Susurluk olayı ile birlikte gündeme girmiş olan “temizlik” operasyonuna bir de “irtica ile mücadele” başlığı eklendi ve tüm bu operasyonların icracısı olarak Ordu sahneye çıktı. Olayların kronolojik ve tarihsel gelişiminin işaret ettiği bir nokta, “çete” temizliğinin başlangıçta sınırlarının net olarak çizilememiş oluşudur. 93 sonrasındaki süreçte, devlet aygıtı içerisindeki güç dengeleri yukarıda belirttiğimiz gib, devletin kendisini de yaralayacak bir tarzda oluşturulmuştu. Ordu’nun genel olarak bu süreçte vitrinde durmaması temizliğin ordu eliyle gerçekleştirilmesini meşrulaştırmıyordu. Ayrıca, varolan siyasi dengeler de bu “temizliğin” ordu tarafından gerçekleştirilmesine elvermiyordu.
Genelkurmay Aralık ayında yapılan MGK toplamışında “temizliğin” kendisini ilgilendiren bölümü ile ilgili adımları atabilmiş; ancak bunun ötesine bulaşmaya cesaret edememiştir. Ocak ayında TÜSİAD’ın açıkladığı Rapor ile birlikte restorasyon programı öznesini aramaya başlamış; gerekli mesaj alış-verişi yapılmıştır.
Mevcut siyasi güç dengeleri içerisinde, Susurluk gündeminin pörsümeye yüz tuttuğu bir dönemde Ordu siyasi alanda boy göstermeye başlamış; Ordu Partisi MİT, desteği ile “irtica” gündemim açmış ve restorasyon programını uygulamak için gerekli operasyon başlamıştır.
“İrtica ile mücadele”de Ordu’nun sahneye çıkması meşru ve “uygun” olmuştur. Bunun ardından gerekli temizliği yapma işini de Ordu’nun üstlenmesi olanaklı hale gelmiştir.
İhtiyaç duyulan meşruluğun sağlanmasında medya başta olmak üzere tüm olanaklar seferber edilmiş; oldukça titiz yöntemlerle çalışılmıştır. Müslüm Gündüz olayı operasyonun ilk adımı olarak görülmesi gereken bir komplodur. Dinci hareketin vurulacak en zayıf halkasından başlanmış, toplumun hassas olduğu bir konu seçilmiş ve uzun uzun istenen etkiyi yaratacak sekide işlenmiştir. Bunun ardından Şubat MGK’sındaki muhtıra ve RP’nin adım adım sıkıştırılması gelmiştir.
Peki Türkiye burjuvazisinin restorasyon programının bir parçası olan “irtica ile mücadele”nin sınırları nerede başlayıp nerede biter
Türkiye burjuvazisi ve “irtica ile mücadele”
Osmanlı’dan cumhuriyete geçiş sürecinde, Türkiye’nin toplumsal/siyasal- ideolojik formasyonu, devraldıklarının izlerini taşımanın yanında, burjuva-demokratik devrim sürecinin tamamlanmasında vazgeçilmez olan kimi yeni düzenlemelerin de gerçekleştirilmesini gereksiniyordu. Eski düzenin “marjında” gelişip serpilmeye başlamış olan kapitalistleşme dinamikleri, bu süreci kitaba uygun hale getirmeyi önüne koymuş olan siyasi temsilcilerini bulmuştu. Ancak bu siyasi temsilcilerin Türkiye kapitalizminin gelişimine dair farklı kurguları vardı. Bu farklılıkların nedenleri, dayandıkları sınıf dinamikleri ve izledikleri gelişim süreci ayrı bir çalışmanın konusudur. Bu kurgu farklılığı ilk dönemki iktidar mücadelesi sürecinde sadeleşmiş; nihayet Mustafa Kemal ve arkadaşlarının laik-cumhuriyet modeline indirgenmiştir.
Laik-cumhuriyet modelinin toplumsal ve ideolojik yapıda önemli değişimleri zorladığı ve bunu “merkeziyetçi” bir tarzda gerçekleştirdiği doğrudur. Ancak, bu modelin Jakobenlerin sahip olduğu “burjuva demokratik devrim” projesi olduğu ve ilkelerinden taviz verilmeden uygulandığı düşünülmemelidir. Kemalistler, ilk dönemde yıkılmakta olan Osmanlı’nın emperyalistler tarafından paylaşılmasını ve bir dönem sonra da bunun dinsel otoriteye dayanan yapısını sürdürmeye çalışmasını engellerken “radikal ve ilkeli” burjuva demokratları olarak değil; kapitalistleşme sürecini uygun kanallara akıtacak pragmatist burjuva siyasetçileri olarak davrandılar.
Dönemin anti-emperyalizm,i 60’ların anti-emperyalizm dalgası ile karşılaştırılamayacak kadar oportünist ve gerici idi. Kemalistler emperyalist işgale karşı mücadelede, başlangıçta Saltanatın kurtarılması üzerinden “destek” sağlamışlardı. Bunun ardından eski düzenin kurumsal yapısı ile kapitalistleşmenin kolkola gidemeyeceği anlaşıldığında ise, Ankara ve İstanbul arasındaki ikili iktidar durumuna önce saltanat, ardından da hilafet kaldırılarak çözüm bulundu.
Laiklik ilkesi ile ilgili tartışma tam da bu noktada önem kazanıyor. Ulus-devlet modeli üzerinden kapitalistleşme sürecinin önünü açmayı misyon edinmiş olan kemalistler için, eski düzen ile hesaplaşmanın temel başlıklarından birisi, eski düzenin “dinsel kurumlaşmaları” oldu. Temel sorun, din ideolojisinin kendisi ile bir hesaplaşma değildi; burjuva demokratik devrimlerin programında Fransız Devrimi’nden bu yana yer etmiş olan “ilerici” çerçevenin sınırlarının da yüzyıllık bir süredir bu şekilde çizildiğini biliyoruz. Özetle kemalistler, dinsel kurumlaşmaları yeni kapitalistleşme süreci ve bunun taşıyıcısı kendi iktidarları için engel ve tehdit olarak gördükleri ölçüde karşıya aldılar.
Bu mücadelenin ilk adımı eski düzenin iktidarım temsil eden kurumlara yönelik olarak atıldı. Ankara ve İstanbul yönetimleri arasındaki gerilime son vermek üzere Kasım 1922’de Saltanat ve Hilafet ayrılarak Saltanat kaldırıldı. Meclis’te Halk Fırkası’nın kurulmasının ardından yaşanan gerilimlerin sonucunda Cumhuriyetin ilanı gündeme geldi ve bunun ardından Hilafetin yeni pozisyonu tartışma konusu haline geldi.
“5 Aralık’ta bu kez de Ağa, han ile Londra’daki İslam Cemiyeti Başkanı Seyit Emir Ali’nin Başvekil İsmet Paşa’ya yolladıkları mektup, daha İsmet Paşa’nın eline geçmeden, yine İstanbul basınında yayımlandı. Mektupta özellikle Hilafet’in Cumhuriyetin ilanından sonra aldığı hukuki duruma açıklık kazandırılması isteniyor, İslam dünyasında Halife’nin dini başkan ve Müslümanlar arasında manevi bir bağ olduğu belirtilerek, bu bağın korunmasının önem ve gereğinden söz ediliyordu.”
(…)
“Hilafet sorunu, aslında bir rejim sorunuydu. Mustafa Kemal Paşa, Hilafet sorununu tamamen ortadan kaldırabilmek için 1924 yılı başlarında bir dizi girişimde bulundu. İstanbul basınının, Darülfünun’da görevli aydınların, Milli Mücadelenin önder kadrosunu oluşturan yakın çalışma arkadaşlarının ve diğer ordu kumandanlarının, kendi düşünceleri doğrultusunda tutum almalarını sağlamaya çalıştı. Hilafet sorunu, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde 1924 yılı bütçe görüşmeleri sırasında bir kez daha gündeme geldi. Sorun daha sonra Halk Fırkası Meclis Grubu’nda ele alındıktan sonra bir kez daha Türkiye Büyük Millet Meclisi gündemine alındı. Bu kez, Hilafet’in kaldırılması talep edilmekteydi.
3 Mart 1924 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi Hilafet’in kaldırılmasına karar verdi. Aynı gece Halife Abdülmecid Efendi yurt dışına çıkarıldı. Aynı yasa uyarınca Osmanlı Hanedanı ‘nın diğer üyeleri de yurt dışına çıkarıldı. Yine aynı gün kabul edilen diğer yasalarla da, Şer’iye ve Evkaf Vekaleti ve Erkan ‘ı Harbiye-i Umumiye Vekaleti kaldırıldı ve yerlerine Başvekalete bağlı Diyanet İşleri Başkanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı kuruldu”1 [KOÇAK Cemil]
Diyanet İşleri Başkanlığı, bağımsız ya da özerk değildi. Hükümete bağlıydı. Türkiye kapitalizmi daha başından itibaren dini bir “devlet” meselesi olarak gördü ve kendi kontrolünde tutmanın mekanizmasını oluşturdu.
Kemalistlerin dinsel kurumlaşmalarla hesaplaşmaları zaman zaman Meclis içindeki iktidar mücadelesinde, zaman zaman toplumsal kurumlaşmaların kimi formlarında, zaman zaman “halk hareketlerinin” karşıya alınmasında kendisini gösterdi. Genç burjuva iktidarın temsilcilerinin “dirilen alternatif korkusu, dinsel kurumlar konusundaki hassasiyetlerini perçinledi. 30’ların sonlarına kadar süren “sıcak mücadele” çıplak iktidar mücadelelerinin bir türevi olarak gündeme geldi ve temelde gericilik-ilericilik ekseninde şekillendi; böyle algılanageldi.
Türkiye’de burjuva demokratik devrimin taşıyıcısı asker kökenli kadrolar, bu şekilde “irtica-karşıtı” oldular. Burjuva devlet aygıtının genlerinde dinin kullanılması ve kontrol edilmesi, bu “irtica karşıtlığı” ile birlikte yer etti.
Türkiye burjuvazisinin din konusundaki tutumunda ordunun “irtica karşıtlığı” yeterli bir yedekleme olarak görülmüş; bunun dışında dinin toplumsal işlevi ve afyon niteliği hiç bir zaman ihmal edilmemiştir. Bizzat devlet içerisinde örgütlenen Diyanet İşleri Başkanlığı bunun kurumsal karşılığıdır. Cumhuriyet döneminde defalarca yeniden yapılandırılan ve işlevleri yeniden şekillendirilen Diyanet İşleri, Türkiye kapitalizminin çeşitli dönemlerde dini istediği gibi kullanmasının temel aracı olagelmiştir.
Batılı anlamda “laiklik” ilkesine uygunluğu tartışılan DİB kurumlaşması, burjuva ideologları tarafından da Türkiye burjuvazisinin din konusundaki zaafının göstergelerinden biri olarak görülmektedir. Özellikle kimi dönemlerde üstlendiği özel misyonlarla…
“Diyanet İşleri kurumuyla ilişkili olarak, anayasal laik devlet ilkesine indirilmiş ilk açık ağır darbe, kanımca 1965 tarihli ve 633 sayılı Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun’dur. Bu düzenlemede Diyanet İşleri Başkanlığa’nın görevleri “İslam dininin inançları, ibadet ve ahlak esaslarıyla ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek” olarak belirlenmiştir. Nüfusunun yüzde 95’îere varan çoğunluğunun, Batı’da yaşanmış olduğu gibi bir ilahi iktidar-siyasi iktidar ayrışması deneyimi olmayan İslam dinine mensup olduğu bir ülkede bu dinin ibadetine ilişkin genel, günlük gereksinimlerin tatminine yönelik olarak hizmet sunulması ve bunun için seküler yapı içinde teknik bir kurum oluşturulması siyasal yapıya ve hukuk sistemine uygun görülebileceği halde; bu kuruma “ahlak esaslarıyla ilgili işleri yürütmek” gibi içeriği hukuken belirlenemeyecek bir işlev yüklemek ancak devletin bir dini ideoloji olarak benimsemiş olduğu anlamına gelir. Devlet kurumun yapısını oluştururken, daha önceki düzenlemelerde olduğu, gibi yine işlevinin dışına çıkmasını önleyici sübaplar yerleştirilmiştir; ancak öte yandan bizzat kendisi kurum ideolojik bir aygıt olarak kullanma yoluna gitmiştir. Devletin yeğlemiş olduğu bir dinin propagandasını yapmak ve korumak laik devlet kavramıyla asla bağdaşamayacak olgulardır” 2 [TARHANLI İştar B.]
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 80 sonrasında üstlendiği misyonları ihmal etmemek gerekiyor. Ancak 80 darbesinden sonra, devletin bütün kurumlarının dinci propaganda aygıtları olarak çalıştığını darbeyi yapan generallerin dinci ideolojiyi “toplumun bütünlüğünü sağlayacak” temel ideoloji olarak gördüklerini bu nedenle neredeyse Diyanet İşleri kurumunun işlevinin devletin kendisine devrolduğunu saptamak gerekiyor.
Askeri darbe ile birlikte, din bütünleştirici bir ideolojik unsur olarak bizzat generaller tarafından pompalanır ve bunun devlet denetimindeki kurumlaşmalarının önü açılırken, kontrolsüz görülen kimi odakların da üzerine gidiliyor. Örneğin, 80 ile birlikte, Süleymancılar ile 12 Eylülcülerin hesaplaşması bu çerçevede değerlendirilmelidir.
Diğer yandan 80 darbesinin programındaki bu ideolojik hassasiyet, ABD’nin o dönemdeki dış politika stratejisi ile de çakışıyor. Bu stratejinin temelinde emperyalist ideologlar Huntington ve Brezinski’nin mimarı olduğu “yeşil kuşak” politikası bulunuyor. ABD özellikle Afganistan tecrübesinden hareketle komünizm tehdidi karşısında “islami” kullanmayı ve kimi coğrafyalarda -Suudi Arabistan üzerinden kontrol etmeyi hesapladığı- “ılımlı islam”cıları desteklemeyi önüne koyuyor. CIA’nin üst düzey siyaset üreticilerinden Graham Fuller’ın RAND Corp, için hazırladığı bir raporda, ABD’nin Suudilerin denetiminde bir islamcılığa sıcak baktığı ifade ediliyor.
ABD’nin bu politikası Türkiye içerisinde karşılığım esas olarak ANAP iktidarı döneminde buluyor. Ancak, öncesindeki dönemde generallerin de gerekli mesajı aldıkları ve Özal’ın cüretli adımlarının önünü açtıkları anlaşılıyor. Örneğin, Kenan Evren Rabıta örgütlenmelerinden olan İSEDAK (Ekonomik Ticari İşbirliği Daimi Komitesi) Başkanı oluyor.
Suudi sermayesinin ve Suudi denetimindeki “ılımlı islam” ideolojisinin Türkiye kapitalizmi içerisinde alan açmaya başladığı dönem, esas olarak Turgut Özal iktidarı dönemi oluyor. Bu süreçte, Korkut Özal’ın kişisel katkıları önem taşıyor. Faysal Finans, Al Baraka Türk Finans gibi kuruluşlar, iktidarın çıkardığı kararnamelerle önemli ayrıcalıklar elde ediyorlar ve dinci sermayeye alan açıl-maya başlanıyor.
Korkut Özal, Eymen Topbaş ve Bahattin Bayraktar üçlüsü, (İkisi de Suudi etkisinde olan) Al Baraka Türk ve Bayraktar Petrol şirketi gibi şirketlerin büyük gelirleri sayesinde yükseliyorlar.
1991’e kadar ANAP yönetimi altında Nakşi, Nurcu ve Fethullahçı tarikatların ticaret ve sanayi alanında etkinlikleri artıyor. Neredeyse tümünün Suudi Arabistan bağlantıları ve birbirleriyle ortaklıkları gelişiyor.
1980 askeri darbesinden soma 200 islamcı vakıf bulunuyor. 1983’te bunun sayısı 350’ye ve 1987’de 1258’e çıkıyor. ANAP ve DYP iktidarları döneminde bu sayı 4 bine ulaşıyor ve artmaya devam ediyor 3 .
Özetle 80 sonrasında Türkiye’de dinci gericiliğin pompalanışı hem burjuvazinin yeni birikim modelinin icracısı darbe yönetiminin, hem de ABD emperyalizminin tercihlerinin çakışmasının bir sonucu olmuş ve Özal döneminde önemli mesafeler katedilmiştir.
Bu sürecin belli bir aşamasında, dinci gericiliğin siyasi olarak daha yetkin temsilcisi olan RP’nin yükselişi gündeme gelmiştir. RP’nin solun boş bıraktığı alanda bulduğu tabandan daha fazla önemsenmesi gereken tabanı, Türkiye’de 80 sonrasında geniş bir alana yayılan dinci sermaye ve tarikatların oluşturduğu tabandır.
Türkiye kapitalizmine uyum ve eklemlenme sürecini 60’larda tamamlayan tarikatlar açısından siyasi temsil önemli bir sorun olmuş, MNP-MSP-RP hattının siyasi temsil niteliğine sahip olamadığı dönemlerde tarikat sermayesi desteğini “sağ” burjuva partilerine sunarak temsil ihtiyacını karşılamıştır. Ancak MNP-MSP-RP hattı bu kesim açısından belli dönemlerde ortaya çıkan uyuşmazlıklar dışında siyasi temsilin temel aracı olmayı sürdürmüştür
RP’nin 90’lardaki yükselişi, bu dinamikler üzerinden şekillenmiş ve sonunda yukarıda değinilen nedenlerle iktidar partisi olmayı başarmış; ardından Türkiye siyasetinden tasfiye olmanın eşiğine gelmiştir.
Özetleyecek olursak, Türkiye burjuvazisinin din, dinsel kurumlaşmalar ve dinci gericilik ile ilişkisinde temel derdi bu dinamiklerin kendi kontrolü dışında bir kanalda akmasının engellenmesi kendi programının dışına çıkacak bir siyasi oluşuma dönüşmesine izin verilmemesidir.
Türkiye kapitalizminin zayıf halka niteliği dinci dinamiklerin kontrolünü zaman zaman güçleştirmektedir. Ancak, Türkiye burjuvazisinin “irtica ile mücadele” etmek zorunda kaldığı dönemlerde bile dinsel ideolojiyi kendi iktidar mekanizmalarından dışlamaya kalkacağım düşünmek yanlış olur.
Restorasyon programının sivil uygulayıcısı olmaya aday Mesut Yılmaz hükümetinin, önceki dönemde çok tartışmalara neden olan ve neredeyse “temel çelişki” haline getirilen 8 yıllık eğitim ile ilgili tavrı bunun en somut göstergesidir. Türkiye burjuvazisi, RP’nin örgütsel ve siyasal olarak tasfiyesine karar vermiştir; ancak dini toplumsal afyon olarak kullanmayı sürdürecektir.
Sınıf düşmanını iyi tanımak
Sınıf düşmanımızın ve onun yönetsel mekanizmalarının işleyişi ile ilgili çıkarılacak derslerin 93-97 dönemi ile sınırlandırılması ciddi bir hata olacaktır. Öncelikle bu dönem kapanmıştır. Ve daha önemlisi bu dönem “tukaka” ilan edilerek kapanmıştır. Türkiye burjuvazisinin “bir daha asla” böyle bir yönetim tarzını tercih etmeyeceğini düşünmek için hiç bir neden yok. Ancak, önümüzdeki dönem -eğer başarılabilirse- burjuva siyasetinin daha temiz ve makyajlı bir dönemi olacaktır.
Geçtiğimiz aylarda “darbenin eşiğinden döndüğü” izlenimi veren Türkiye kapitalizminin siyasi krizinin sona erdiğini düşünmek için henüz erken. Ancak siyasi üstyapıda bir yenilenme programım önüne koyan burjuvazi, yeni bir “umut dalgasını arkasına almayı hesap etmektedir. Bu dalga ile krizin kimi olumsuz sonuçlarını “aşma”sı beklenebilir. Türkiye burjuvazisi iktisadi krizin kendisini sıkıştırdığı ya da yeniden yapılanma ihtiyacının duyulduğu dönemlerde, siyasi üstyapıda yaptığı düzenlemelerle “ferahlamayı”; yeni döneme uygun yapıları inşa etmeyi çoğu zaman başarabilmiştir.
Bugün güncel olan ihtiyaç ise, yeni bir birikim modeline geçme ihtiyacı değil, “ferahlama” ihtiyacı olarak görünüyor. Düzene karşı ciddi bir tehdit hissetmeyen Türkiye burjuvazisi, iktisadi krizini daha iyi yönetebilmek için kendi iktidar aygıtım yeniden düzenlemeyi önüne koymuştur.
Türkiye’de burjuva demokrasisinin tarihinde üstyapıdaki düzenlemeler bir kural olarak burjuvazinin tercihlerince belirlenmiştir. Dönem dönem bir tedbir ihtiyacı nedeniyle dönem dönem yeni birikim modeline geçişin gereksinimleri nedeniyle dönem dönem uluslararası dinamiklerin belirleniminde, devlet mekanizması burjuva parlamentarizmi ve askeri darbe yönetimleri arasında salınarak biçimlenmiş, burjuva parlamentarizminin “yetkin” biçimlerine hep özlem duyulmakla birlikte bunun tüm kurumlarının ortadan kaldırıldığı askeri yönetim dönemlerinden de kaçınılmamış tır.
Başta devlet aygıtı olmak üzere, Türkiye kapitalizminin üstyapı kurumlarının eşitsiz gelişmenin bir sonucu olarak sağlam ve yetkin bir şekilde inşa edildiğini biliyoruz. Üstyapısı iyi tahkim edilmiş olan Türkiye kapitalizminin tarihinde işçi sınıfının bu yapının oluşumunda ve çeşitli dönemlerde reorganize edilmesinde etkin bir rol oynamadığı saptamasını da buna ekleyelim. Sonuç olarak Türkiye burjuvazisi, ihtiyaç duyduğu yönetsel biçimleri eli kolu serbest bir şekilde seçebilmiş, gerekli düzenlemeleri “bildiği gibi” yapabilmiştir. Kuşkusuz bu “rahatlık”, paranoyak düzeydeki bir sınıfsal “tedbirlilik” tarafından da belirlenmiştir.
Türkiye kapitalizminin uluslararası kapitalizm ile entegrasyon sürecindeki siyasal-ideolojik etkileşimi, “demokratikleşme” ve “çağdaşlaşma” hedeflerinin burjuva sınıfı tarafından benimsenmesini getirmiştir. Türkiye kapitalizmi için “demokratikleşme” içerideki sınıf dengelerinin değil, uluslararası kapitalizme entegrasyonun ihtiyaçlarının zorladığı bir süreç olmuştur. Bu yönde dönemsel olarak atılmış olan adımlar, üstyapı kurumlarında bu yönde gerçekleşen dönüşümler de burjuva demokrasisinin geleneksel sınıf-temsil ilişkilerinin bir ürünü olmamış; bu süreçlerin öznesi çoğu zaman sağ iktidarlar hatta kimi zaman askerler olabilmiştir.
Bunda bizim açımızdan hayıflanılacak bir yön yoktur. Yalnız, iyi analiz etmek ve ders çıkarmak sorumluluğumuz vardır. Türkiye kapitalizminde “demokratikleşme” süreçlerinin sınıf düşmanımızın ihtiyaç ve “özlem”lerinin ürünü olarak gündeme gelmiş olması, Türkiye’de sınıf siyasetinin taşıyıcısı olma iddiasındaki solun üzerinde hassasiyetle durması gereken bir konudur.
Burjuva demokrasisinin tarihinde “demokratikleşme” adımları
Türkiye kapitalizminin tarihinde burjuva demokrasisinin “yetkinleştirilmesi” yönünde atılan demokratikleşme adımları kimi zaman toplumsal muhalefetin düzen dışı kanallara akması tehdidi karşısında bir önlem olarak, kimi zaman uluslararası kapitalizme entegrasyonun ihtiyaçları doğrultusunda yapılan düzenlemeler olarak karşımıza çıkıyor. Yukarıda da belirtildiği gibi, bu düzenlemelerin icracısı çoğu zaman muhafazakar iktidarlar hatta darbe yönetimleri oluyor.
Burjuva cumhuriyetin toplumsal etkinliği ciddiye alınabilecek ilk “çok partililik” denemesinin ürünü Serbest Fırka, Mustafa Kemal’in denetiminde ve inisiyatifiyle kurdurulan ve kısa sürede ortaya çıkardığı toplumsal dinamizm kontrol edilemeyeceği açığa çıkınca yine Mustafa Kemal’in talebiyle kapanan bir parti. 1930lara gelindiğinde, birikmiş sorunların ürünü olan, bastırılmanın ötesinde kendisini siyasal düzeyde ifade etme yeteneği olmadığından potansiyel olarak kalan kitlesel tepkiler, Serbest Fırka’nın liberal söylemi ile bir patlama yaşıyor.
Ekonomik programında girişimciliğe daha fazla yer veren bir partinin, işçi-emekçi kitleleri nasıl peşinden sürüklediği önemli bir sorudur. Serbest Fırka’nın ideolojik tercihlerinin dönemin kitlesel tepkileri ile buluşmasının tek nedeni, “hoşnutsuzluğu giderecek alternatif olarak görülmesindendir. Serbest Fırka yalnızca bu yönü ile “kitlelerle kucaklaşmıştır”. Kontrolden çıkma potansiyeli olan bir politizasyon dinamiği yarattığı için de bu “demokratikleşme” girişimi hızla geri çekilmiştir.
Yine toplumsal dinamizmle buluşan diğer bir “demokratikleşme” hamlesi uluslararası dinamiklerin belirleniminde şekillenen “çok partililiğe geçiş” dönemi olmuştur. İkinci Paylaşım Savaşı’nın ardından dünyada esen demokratikleşme rüzgarı Türkiye kapitalizmini de etkilemiş ve üstyapıda yeni düzenleme ihtiyacım açığa çıkartmıştır.
Diğer yandan Türkiye kapitalizminin yeni dönem ihtiyaçlarının karşılanması için de verili siyasal yapılanmada kimi reformlar gerekmektedir. Hem egemen sınıflar arasındaki dengelerin yeniden kurulması ihtiyacının ürünü olarak, hem de bu dönemden sonra geçerli olacak dünya kapitalizmi ile entegrasyonun yeni formu açısından…
DP’nin çıkışındaki “demokrasi” söylemi böylesi bir iç ve dış koşullar bütünlüğünün üzerine oturdu ve yine yaygın düzeyde alıcı buldu. DP popülizmi, klasik köylü popülizmi olarak iş gördü; anti-elitizmi öne çıkararak halkçılık motifini canlandırdı ve geniş bir yerel ilişkiler ağını kullanarak da söylemini kitlelere “maletti”. Sağcı ve liberal DP, ciddi bir toplumsal desteği de arkasına alarak, demokratikleşmenin sözcülüğünü yapmış oldu.
“DP’nin seçim başarısı, genellikle bu partinin bir yandan yeni gelişen ticaret burjuvazisine, bir yandan da köylü kitlelere dayanmasıyla açıklanır. Bu ittifakta ayrıca, CHP’nin 1950’lere değin sürdürdüğü laiklik politikasının yabancılaştırdığı dinsel-gelenekçi çevreler de yer alır” 4 [TEKELİ Şirin]
Türkiye burjuvazisinin 1960larda yeni birikim modeline geçiş için önüne koyduğu reorganizasyon programının taşıyıcısı ise, Ordu olmuştur. İthal ikamecilik olarak adlandırılan, ücretlerde artışı koşullayan iç pazara dönük üretim modeline geçen Türkiye kapitalizmi için bu dönemde yeniden bir “demokratikleşme” ihtiyacı gündemdedir. Daha sonradan Türkiye toplumuna “bol geldiği” ifade edilen 61 Anayasası ile kurumsal üstyapısı düzenlenen Türkiye kapitalizmi, “sosyal devlet”, “refah devleti” uygulamalarına bir askeri darbe ile geçiş yapmıştır.
Sonuç olarak Türkiye burjuvazisinin “demokratikleşme” adına attığı adımların sınıfsal karşı karşıya gelişlerin ve bu karşı karşıya gelişlerin ortaya çıkardığı somut taleplerin çatışması durumunun sonucu gerçekleşmediğini söyleyebiliriz. Öte yandan, Türkiye burjuvazisi, tüm sınıfsal paranoyası’na rağmen, “demokratikleşme”nin özlemini duymuştur.
Burjuvazi açısından parlamenter demokrasinin “iyi işlemesi” toplumsal onay mekanizmasının da iyi işlemesi ve kapitalist sömürünün “daha uygun koşullarda, risksiz” gerçekleştirilmesi anlamına gelir çünkü. Bugün dünya kapitalizminin yapısı düşünüldüğünde sermaye için istikrarlı alanların “cazip” diğer coğrafyaların “kaçınılması gereken” yerler olarak görülmesinin anlaşılır nedenleri vardır.
Dolayısıyla, sorunsuz biçimde işleyen bir parlamenter demokrasi modeli sömürünün sürekliliği ve “istikrarı” açısından tercih sıralamasında üstte yer alır. Burjuvazinin “demokrasi”den anladığı da esas olarak budur.
Türkiye burjuvazisinin son dönemde seçim yasasında yapılacak düzenlemeler ve seçmen kütüklerinin yenilenmesi konusundaki hassasiyetinin altında yatan bir neden, parlamenter demokrasinin işleyiş kurallarına duyulan inanç ile ilgilidir. Gerçekten seçim ile toplumun olabildiğince geniş kesiminin düzenin meşruiyeti ile ilgili bu ritüele katılmasını ve kendi tercihini oy vererek belirtmesini sömürü düzenlerinin önemli bir bileşeni olarak görüyorlar.
Peki burjuvazimiz “demokrasi”den başka ne anlıyor? Türkiye’de sınıf düşmanımızın en yetkin ve tecrübeli “temsilci’lerinden olan Süleyman Demirel’in 1997’ye girerken yaptığı basın toplantısındaki konuşmasından bir alıntı:
“Demokrasinin temel ve vazgeçilmez unsurları; farklılıklara saygı gösteren hoşgörüdür; yaratıcılığın ve kalkınmanın kaynağı olan düşünce özgürlüğüdür; ortak sorumluluk bilincini güçlendiren katılımdır; beraber yaşamanın ve yurttaşlık kimliğinin mütemmim cüzü olan dayanışmadır; ve nihayet, sorunların teşhisi ve çözümünde fikir ayrılıklarını gözardı etmeden birleşebilmeyi sağlayan şeffaflıktır. Demokrasi, gerçeklerin üzerine korkusuzca gitmeyi ve halkla beraber yönetmeyi öğrenmektir… Demokrasi, sürekli kendini yenileyip aşabilme gücüne sahip, devlet ve birey arasında karşılıklı etkileşim ve iletişim kanalları açık, devlet ve toplum arasında güven bağı kurabilen ve bunu yaşatabilen bir uzlaşma ve değişim zeminidir
İşte Türkiye’de olan da budur. Demokratik Cumhuriyet en kıymetli var-lığımızdır. Özgürlükleri ve sorumlulukları arasındaki dengenin bilincindeki vatandaşlarımız, bu en kıymetli varlığımıza yürekten bağlıdırlar. Her türlü sorunumuzu bu çerçeve ve zeminde çözüme kavuşturmak durumundayız. Bunun başka yolu da yoktur. Bütün demokratik ülkelerin ihtiyaç duyduğu değişim ancak özgür bir ortamda farklı fikirlerin serbestçe tartışılıp yarışmalarına imkan tanıyan demokrasi ile mümkündür.
Bir yandan tarihe yine bir ivme kazandıran soluk kesici siyasi değişimler yaşanırken diğer yandan iletişim teknolojisindeki her biri devrim niteliğindeki atılımlar, halklar ve ülkeleri her zamankinden daha çok birbirine yaklaştırmaktadır. Artık malların, sermayenin insanların ve fikirlerin dünya ölçeğinde büyük bir hareketliliğe kavuştuğu bir dönem içinde yaşıyoruz. Dünya ölçüsünde rekabet edebilmek refah ve mutluluğun anahtarı haline gelmiştir. Bilgi çağı olarak da tanımlanan bu yeni dönemde her şeyden önemli olan bilim ve teknoloji alanında ileri gitmektir. Bir ülkenin bunu yapabilmesi için mevcut insan kaynaklarını en iyi şekilde değerlendirmesi gerekmektedir.
İnsan kaynakları” kavramına önem vermek, araştırmaya, eğitime, sağlığa ve yeniliğe önem vermektir. Bu da yaratıcı gücün ve değişimin hizmetinde, vatandaşına yakın olan bir devlet ve toplum anlayışını gerekli kılmaktadır. Artık “refah devleti” yerine, “etkili toplum”u (efficient society) ve “refah toplumu”nu kurmak hedef haline gelmiştir. İktisadi rasyonalite refahın, demokrasinin ve barışın teminatı olmuştur” 5 [DEMİREL Süleyman]
Nasıl? Hiç bu kadar soyut ve ancak “hissedilebilir” olan; somut hiç bir şeye tekabül etmeden her şeyden bahseden; her cümlesinden ideoloji fışkıran bir tarif duydunuz mu? Bunu ancak Demirel yetkinliğinde bir siyasetçi bu şekilde “formüle” edebilir.
Türkiye burjuvazisinin yukarıda bahsedilen “toplumsal onay” aranışma ek olarak uluslararası kapitalizmle etkileşimi nedeniyle de “demokratikleşme” konusunda geliştirdiği bir hassasiyet olmuştur. Bu bakımdan örneğin askeri darbe yönetimleri genellikle “zorunlu” olundukça tercih edilmiş ve olabildiğince kısa sürmesine çalışılmıştır.
“Bu konuda Türkiye’nin özgünlüğü, sorunların itaatsiz bir ordudan çok, kendi sorunlarını kendi çözemeyen bir toplumdan çıkmasında görülebilir. Gerçekten de her keresinde ordu aceleci bir müdahale isteği göstermemiştir. Fakat, başta sivil yöneticilerin demokratik yollarla sorunların altından kalkamamalan olmak üzere, toplumun her kesiminin barışçı ve uzlaşmacı yöntemlerle, anlaşmazlıklarını çözemeyişleri her müdahalenin asıl nedenini oluşturur. Buradan şu sonucu çıkarabiliriz. Toplum makul tartışma yol ve yöntemleriyle cumhuriyetin ve demokrasinin temel ilkelerine uyarak sorunlarını çözebildiği sürece Türkiye’de askerler politik yaşama karışmak istemezler. Kuşkusuz bu sonuç askeri rejimlerin sayısız sakıncalarını ne unutturur ne affettirir. Fakat ordunun Türkiye’de demokrasiyi benimsemeye hazır görünmek istediğini kanıtlar” 6 [BOZDEMİR Mevlut]
Türkiye kapitalizminin askerleri, yaratılmasında/gelişmesinde ciddi katkılarının bulunduğu burjuva demokrasisine elbette bağlı olacaklar. Bu anlamda, son dönemde ordunun siyasi şovunda merkeze yerleştirdiği “demokrasi savunuculuğu”nun samimi olduğunu düşünmek gerekiyor. Türkiye’de ordu, Türkiye kapitalizminin çağdaş, batılı demokratik bir yapıda olması konusunda Türkiye burjuvazisinin özlemlerine paralel bir pozisyonu benimsemiş bu konuda kapitalizm içi bir kurum olarak elinden gelen her türlü siyasi-ideolojik müdahaleyi yapmıştır.
Türkiye kapitalizmi ve askerleri
Emperyalist işgale karşı mücadelenin ardından burjuva demokratik devrimin üstyapı kurumlan yaratılırken dönemin burjuva siyasi temsilciler son derece titiz davranmışlar ve ordu ile siyasetin kurumsal ilişkisine hukuki düzenlemeler aracılığıyla hızla son vermişlerdir. Başlangıçta, Mustafa Kemal’in kendisine yönelik bir tehdit olarak gördüğü için gündeme getirdiği askerlik ve milletvekilliğini aynı kişinin yapamayacağı yönündeki düzenleme bu yönde atılan ilk adımdır. 1924, yılında ayrı bakanlıklar olarak bulunan Şer’iye ve Evkaf Vekaleti ve Erkan’ı Harbiye-i Umumiye Vekaleti’nin kaldırıldığı ve yerini içişleri Bakanlığı’na bağlı Diyanet İşleri Başkanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı’na bıraktığı yukarıda ifade edilmişti.
Bu, Türkiye kapitalizminin burjuva parlamentarizminin geleneksel kalıplarına bağlılık konusundaki bir hassasiyetidir. Burjuva parlamentarizminin bu “geleneksel kalıpları” söz konusu olduğunda askeri kurumlaşmanın hiyerarşi içerisinde hangi dönemde ne tür bir pozisyona yerleşeceği sorunu yine tümüyle burjuvazinin ihtiyaçları ve o toplumsal yapıdaki sınıf dengeleri tarafından belirlenir. Ancak, kurumlaşmanın kendi mantığı ve işlevleri bakımından genellikleOrdu’nun doğrudan burjuva siyasetinin “temsil” mekanizmasının dışında tutulması ve “ülke güvenliğini sağlama” misyonunu “ulus adına” üstlenmesi esastır.
Türkiye’de Ordu, kemalist dönemin bıraktığı mirası titizlikle sahiplenmiş ve kendi kurumsal yapısını bu temelleri koruyacak ve yeniden üretebilecek şekilde düzenlemiş; ayrıca toplumsal etkisini de bu yönde kanalize edecek bir “girişimciliği” hiç elden bırakmamıştır.
Kemalist dönemin bıraktığı mirasın temel bileşeni, uluslararası kapitalizmin ulaştığı gelişkin siyasi formların iktisadi ve askeri alandaki teknolojik gelişmelerin takibi ve bunların uyarlanması … gibi bir dizi başlık üzerinden “Türkiye kapitalizminin çağdaş ve batılı bir kanalda” gelişmesi hedefidir.
İkinci Paylaşım Savaşı’nın ardından uluslararası emperyalizmin askeri kurumlaşmaları ile organik bağlantılarını geliştirmeye çalışan Ordu NATO’ya giriş sonrasında karşı-devrimci emperyalist odağın en “ileri” yönetsel deneyimlerini doğrudan devralıp Türkiye burjuvazisinin hizmetine sunmak için son derece sorumlu ve profesyonelce davranmıştır.
Özetle, dünya kapitalizmi ne kadar “ilerici” ise, Türkiye’de ordunun “ilericiliği”nin sınırı da odur.
Peki Ordu’nun etkin siyasi roller üstlendiği darbe yönetimlerini Türkiye burjuvazisi ne zamanlar tercih ediyor ?Bu sorunun iki yanıtı, var zaman zaman birbiri ile örtüşebiliyor. Birincisi, sermaye birikim modelinin değiştirilmesi ve yem modelin hem doğrudan kontrol edilebilir, hem de hızlı bir şekilde uygulanabilmesi için. İkincisi ise, siyasi üstyapının düzen dışı-kontrolsüz dinamiklerce tehdit-manipüle edilme olasılığı belirdiğinde.
Haziran ortasında Erbakan’ın istifası ile son bulan “darbe” ihtimaline dair ise burjuvazinin pek isteksiz olduğunu ancak Erbakan hareketinin gerçek “tehdit” düzeyini test etme ve gerekeni yapma konusunda Ordu’ya vekalet verdiğini söyleyebiliriz. Yeni sermaye birikim modeli projesi yoktur bu bir; ikincisi ise tehdit konusunda tedirgin ancak emin değildir. Dediğim gibi test etme ve gerekeni yapma konusunda Ordu’ya vekalet verilmiştir.
Ordu’nun demokrasi ile uyumlulaştıramayışı ise, Türkiye kapitalizminin tarihinde önemli bir illüzyon kaynağıdır. Bu durum, aslında burjuvazinin yönetsel araçlarının çeşitlenmesi ve birbirinden ve burjuva sınıfından bağımsız görünmesi ile sonuçlanan bir yanlış kavrayışa neden olmaktadır. Ordu’nun ilericiliği, ya da darbeciliği; demokrasi ve darbenin nitelikleri, darbenin anti-demokratik oluşu … gibi bir dizi yapay tartışma bunun üzerinden yaratılabilmektedir. Oysa bu konuda son derece net olunmalıdır. Türkiye’de kapitalist inşa sürecinde bir dönem burjuva sınıfına vekalet etmiş olan ordu, bir kurum olarak Türkiye’de sömürü düzeninin esas bekçisidir. Burjuva demokrasisine de sonuna kadar bağlıdır.
Restorasyon siyaseti ve sınıf siyaseti
Peki Türkiye burjuvazisinin restorasyon programında neler var: Susurluk olayının bir fırsat olarak görülmesinin ardından devletin reorganize edilmesi için atılan ilk adımlar, üstyapı kurumlarının ve bunların toplumsal dinamiklerle ilişkilerinin tahmin edilenin de ötesinde yıprandığını tıkandığını gösterdi. Kasım ayı başında açılan “temizlik” gündeminin beklenen toplumsal tepkiyi bulmaması, burjuvazinin siyasi aygıtının yenilenmesine duyulan ihtiyacı daha belirgin hale getirdi.
Sancılı geçen 7-8 aylık bir sürecin sonunda kendi siyasi taşıyıcılarını da yaratan restorasyon programı, geride bırakılan dönemin ağır yükleri nedeniyle ve burjuvazinin krizden topyekün çıkış şansının bulunmayışından dolayı güdük bir programdır. Esas olarak sömürü düzeninin yeniden meşrulaştırılabilmesi için siyasal-ideolojik alanda ihtiyaç duyulan tamirat ve düzenlemeye endekslidir.
Liberalizm ve depolitizasyon dalgasının ardından, toplumun siyasi duyarlılıklarının kaşınmaya başlanması ve yeniden düzen siyaseti içinde soğurulmaya çağırılması Susurluk’tan bu yana üzerinde durulan bir konudur. Bu çıkışa kitlesel destek sağlamanın en uygun biçimi düzenin eski kurumları ile radikal bir hesaplaşmanın toplumun önüne konması olacaktır. Ancak burada hassas bir denge vardır ve programın güdüklüğü burada açığa çıkmaktadır.
Bu nedenle, restorasyon programının siyasi bütünlüğü olan bir program olmadığını; sürecin kontrollü bir kitle desteğinin gündelik olarak tedarik edilmesiyle derlenecek bir onarım süreci olduğunu düşünmek doğru olacaktır. Kendi düzenine siyasi alternatif görmeyen burjuvazi, bu alternatifi potansiyel olarak barındıran sol parti, örgüt ve kuruluşların da iplerini eline almış ve bu süreci kontrol altında tuttuğuna kanaat getirmiştir.
Ordu Partisi ile koordinasyonu sağlanmış olan yeni hükümetin lideri Mesut Yılmaz, güven oylamasından iki gün önce yaptığı meclis konuşmasında, Türkiye’deki gelir eşitsizliğinin temel sorun olduğuna dikkat çekmiş; bunun hemen ardından kendisinden popülizm yapmasının beklenmemesi gerektiğini vurgulayan açıklamalar yapmıştır.
Türkiye burjuvazisi, kapitalizmin sorunlarının ve kriz dinamiklerinin bilincindedir. Bunun toplumsal-sınıfsal karşılıklarını ve siyasi ifade araçlarını da tanımaktadır. Sürecin kontrollü ilerlemesini sağlayacak olan biraz da bu “bilinç” düzeyidir. Güdük bir programı topluma bir çıkış gibi sunabilme cüretinin kaynağında burjuvazinin gelişkin sınıf bilinci vardır.
Bunun karşısında sağlam basmayı ve bu süreçte bağımsız siyaset üretmeyi garantileyecek olan ise, gelişkin bir işçi sınıfı bilincinin taşıyıcılığını üstlenmek olabilir; Türkiye’de bunun bugünkü reel karşılığı tarihsel nedenlerle işçi sınıfı bilinciyle donanmış sosyalist siyasettir.
Türkiye tarihinde, leninizmi sürekli daraltan ve düzen dışı bir perspektifi reel politika üretiminde sürekli olarak düzen içine hapseden aşamacılık ve reformizm, çoğunlukla sınıf analizini bulanıklaştırarak nesnelleşmiştir. Sosyalist toplum projesini değil, burjuva demokrasisinin kendi dinamikleri içerisinden türetilecek bir “daha iyi kapitalizm” projesini propaganda etmek durumunda kalmıştır. Türkiye tarihi ve sınıflar analizi, ordu ve dinin rolü gibi başlıklar hep “özgün” yorumlara ve “özgün” reformizmlere, yol vermiştir. Bunun akademik altyapısı ile siyasi çıktıları kol kola ilerlemiştir. Bugün aşamacılık ve reformizm burjuva siyasetine yedeklenmiştir.
Sınıf analizinde somut güç ilişkilerini ve bunun uzantısı siyasi dengeleri önemsememe durumumuz yok. Hele hele 93 sonrası dönemde tümüyle siyasete in ancım yitiren bir toplum, “temizlik” rüzgarı ile yavaş yavaş yeniden politize olma işaretleri vermeye başlamışken, bu dinamiğin bir kez daha burjuva düzenin içine hapsedilmesine; sömürü düzenine verilecek bir onaya indirgenmesine izin veremeyiz. Bu politizasyon dinamiğinden sosyalist iktidar programının alıcılarını, taşıyıcılarını çıkartmak görevi önümüzde durmaktadır.
Restorasyon programının güdüklüğü üzerinden bu düzenin gerçek sahiplerinin niyetlerini bu topluma “yedirmeye” çalıştıkları kazıkları, bugün teşhir edilen “çete” mekanizmasının patronların sömürü ihtirasının bir ürünü olduğunu, yeni dönemin temiz bir sayfa açmayı değil sömürünün koşullarını revize etmeyi hedeflediğini, … bunları teşhir etmek görevimiz… Ancak, bunun kadar önemli olan bir başka başlık bizim kendi iktidar programımızın propagandasının yapılmasıdır. Yukarıdaki başlıklarla bağlantılı olarak sosyalizmin, sınıfsız toplumun güncel ve zorunlu olduğunun propaganda edilmesidir. Bu görevlerimizi yerine getiriyoruz, getirmeye devam edeceğiz. Ve bugün üzerimize düşen bu görevleri inanarak sahipleniyoruz.
Çünkü aslında tarihsel olarak da; SOSYALİZM hiç bu kadar zorunlu olmamıştı.
Dipnotlar ve Kaynak
- KOÇAK Cemil; Siyasal Tarih 1923-1950, Türkiye Tarihi 4 – Çağdas Türkiye 1908-1980, Cem yay. İstanbul 1989, s.93.
- TARHANLI İştar B.; Müslüman Toplum, “laik” Devlet, Türkiye’de Diyanet İşleri Başkanlığı, Afa yay., Temmuz 1993, s. 159.
- İMSET İsmet; Majör Islamic Sects in Turkey, 14 Ağustos 1995, http://www.igrey.demon.co. uk/main.htm
- TEKELİ Şirin; Cumhuriyet Döneminde Seçimler, Cumhuriyet Dönemi TürkiyeAnsiklopedisi içinde, s.1813.
- DEMİREL Süleyman; 1997’ye girerken Türkiye: 1996 yılının gelismeleri ve 1997 yılı hedefleri, 28 Aralık 1996, Ankara; http://www.mfa.gov.tr
- BOZDEMİR Mevlut; Ordu Siyaset ilişkisi, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi içinde, s. 2655.