Günümüzde bilim ve teknolojinin üretimi ve uygulanması, ağırlıklı olarak mühendisleri kapsayan teknik elemanlar tarafından gerçekleştirilmektedir. Öte yandan, bu teknolojinin kullanıcısı olarak üretim sürecinde de yer alan teknik elemanlar ve özelimizde mühendisler, bir meslek, ya da bir meslekler grubu olarak anılmaktadır. Ancak bu tanımlama işçi sınıfı ideolojisi açısından yetersiz olmasının ötesinde, ne kadar anlamlıdır? Bu yazıda işte bu “anlam” sorgulanmaya çalışılacak; tartışmaya, meslek ile başlandığında varılan noktanın bugüne bıraktığı tortular özetlenmeye çalışılacak ve geleceğe ilişkin bir perspektif sunulmaya çalışılacaktır.
Teknolojinin ticarileşmesi
Günümüzde bilim ve teknoloji, sermaye sahibi özel girişimci adına, ücretli emek sömürüsüne tabi olan bilim insanları, teknik elemanlar, mühendisler vb. gibi farklı biçimlerde kategorize edilebilecek emekçiler tarafından, özel araştırma merkezleri ve laboratuarlarda üretilmektedir. Kuzey Amerika, Uzak Doğu ve Batı Avrupa merkezli bölgesel bir üretim yoğunlaşmasına da sahip olan bilim ve teknoloji, geri kapitalist ülkelere satılırken (onların kullandığı tabirle transfer edilirken), sermayedarı, artık bir sektör haline gelen bilime yatırım yapmaya iten, elde ettiği olağanüstü yüksek karlardır. Ve “solcu aydın” olarak kendini tarifleyen ancak bilimin yansızlığını savunan bir kısım iddia sahibinin de kavrayamadığı bir gerçek de işte bu, “bilimin sektörleşme” sürecidir. Toplumun ihtiyaçları doğrultusunda değil, pazarın talebine yönelik olarak üretilen bilim ve teknolojinin ise insanlığa bir gelecek sunması mümkün değildir; sömürü düzeninin, kapitalizmin tahkiminden başka bir sonucu yoktur bunun. Kapitalizm, içinde bulunduğu bunalımı erteleyebilmesi için sermaye birikiminin ihtiyaçlarına yanıt veren bilim ve teknolojilerin üretilmesine ihtiyaç duymaktadır. Yani kapitalizm sömürü oranını kendi yaşamsal ihtiyaçları doğrultusunda ne pahasına olursa olsun artırmak zorundadır; bu onun doğası gereğidir. Artık hızla sermayeye dönüşebilen, dolaysızca ticari değere haiz, metalardır üretilmesine izin verilen.
Reel sosyalizmin sunduğu olanaklara karşı kapitalizmin, bir savunu mekanizması ile birlikte bu ülkelerdeki sınıf mücadelelerine bağlı olarak geliştirmek zorunda kaldığı sosyal devlet anlayışının emekçi sınıfına sunduğu olanaklar, emekçi sınıfın kazanımları, reel sosyalizmin ortadan kalkması ya da çok çok sınırlı bir coğrafyaya sıkışarak dünya ölçeğinde etkinliğini yitirmesine koşut olarak bir bir geri alınmaya başladı. Bu çerçevede burjuvazinin gündemine oturan özelleştirmeler, neoliberal politikalar ve globalleşme olarak teorisize edilmeye çalışılan YDD ile birlikte, bilimin de metalaşma süreci hız kazandı ve bugün, “salt ticari kaygılarla üretilir” hale gelmesi sağlandı.
Bilim emekçilerinin emek güçlerinin tekelci burjuvazi tarafından sömürülmesinin ötesinde bir gerçek de, bilim ve teknolojinin kapitalist-emperyalist sistem tarafından bir kaynak aktarma aracı olarak kullanılmasıdır. Bilim ve teknoloji transferi adı altında gerçekleştirilen, sömürülen ülkelerin emekçi sınıfları tarafından kapitalist enternasyonal için üretilen artığa el koymaktır.
Ucuz hammadde teminini günümüzde aşan bu sistem, artık emek yoğun üretime dayanan ciddi orandaki sanayi malını da geri kapitalist ülkelerde üretmektedir. Tekelci burjuva enternasyonali, fiyatını kendi belirleyebildiği bir meta olarak bilim ve teknolojiyi, bu geri kapitalist ülkelere transfer ederek, bu ülkelerin emekçi sınıflarını sömürmeyi sürdürmektedir. İkincil paylaşım olarak tanımlanan bu aktarma harekâtı sırasında, emekçi sınıfının alın teri; müteşebbis, krediyi veren banka, uluslararası aracı firma ve nihayetinde de teknolojiyi üreten kurum-firma arasında paylaşılmaktadır. Teknoloji, bilim ve bilgi, çeşitli özel makineler, üretim hatları, kalite güvence sistemleri ya da know-how gibi formlarda bu transferin nesnesi halindedir.
Bilimi sözde üreten, geri kapitalist ülke devletinin üniversiteleri ve araştırma merkezleri gibi burjuva kurumları da teknoloji transferinde bir nevi aracılık görevi üstlenmektedir. Teknoloji transferinde daha çok bir ideolojik araç olarak kullanılagelen bu kurumlar, bugün daha farklı bir saldırının da perdeleyicisi olarak karşımıza dikilmişlerdir. Beyin göçü maliyetlerinin artmasına koşut olarak da kapitalist enternasyonalin gündemine hızlandırarak aldığı ve son on yıldır kimi ülkelerde uygulamaya başladığı Teknoparklar, Bilim Merkezleri gibi yüksek teknolojinin kullanıldığı yeni nesil Sanayi Siteleri’dir sınıfa saldırının yeni gözdeleri. Ülkemizde de gerçeklendiği üzere, üniversitelerin ve TÜBİTAK Marmara Araştırma Merkezi gibi bilimsel araştırma kurumlarının “arka bahçe”lerinde bu teknoparklar, tüm altyapısıyla birlikte bu kurumlar tarafından inşa edilmektedir. Çok küçük bedellerle yatırımcılara kiralanan bu sanayi sitelerinde kurulan firmalar, bu araştırma kurumlarının tüm olanaklarını kullanabilmektedir. Yani yatırımcı için çalışan sınıfa finanse ettirilmektedir. Buralarda çalışan kalifiye teknik personelin emek gücü yine çok düşük ücretler karşılığında satın alınabilmektedir. Bu yüzden uluslararası sermayenin direktifleri ve global politikaları çerçevesinde, bilim ve teknoloji transferi, bu tip teknoparklar aracılığıyla bir sermaye ihracı haline de getirilebilmiştir. Emekçi sınıfın ödediği vergilerle kurulan, donatılan ve yaşatılan araştırma kurumlarının kaynaklarının böylelikle el değiştirmesi sağlanarak ve buralarda düşük ücretli teknik personel çalıştırılarak yeni tarzda bir sınıfa saldırı gündeme gelmektedir. Eğitimin özelleştirilmesi kapsamında üniversitelerin “kar bırakan” özelleştirilmelerinden farklı olarak, araştırma kurumlarının özelleştirilmeleri, “kaynaklarının sermayeye devri” ile gerçekleştirilmektedir.
Sözde bilim insanlarımız da bu tür girişimleri -ileride değinileceği üzere- desteklemektedir. Öyle ki, teknik elemanların, mühendislerin örgütlü “mücadele”si, bir dönem (ve kısmen de olsa günümüzde) ülkenin sanayileşmesi argümanı çevresinde burjuvazinin bu saldırılarının destekçisi, meşruiyet sağlayan bir toplumsal dinamiği haline getirilebilmiştir.
Bugün, bilimin evrenselliği ilkesi kapitalist düzen tarafından “o da paran kadar” haline evriltilmiştir. Bilim evrenseldir, ama artık, belli bir sınıfın bilimi olarak. Sermaye sahibi sınıfın, bu sınıf tavrı karşısında aymazlıklarını sürdüren kimi aydın, burjuvazinin bu sınıf tavrını evrensel bir doğru olarak tescilleme işlevini üstlenmektedir. Burjuvazi, egemenliğini sürdürmek, tüm ezilenler üzerindeki ideolojik tahakkümünü korumak ve daha da güçlendirmek için, her zaman bu “aydın”lara muhtaçtır. Bu “aydın”ların, bilim ve teknoloji üretimini-transferini, ülkelerinin gelişmesi ve sanayileşmesi için çıkar bir yol olarak gören apolitik sol kavrayışı ile sömürü düzeninin tahkimi ve sömürü şiddetinin arttırılması için ciddi bir kaldıraç olarak belleyen politik burjuva tezi aynı noktada buluşarak örtüşmektedir.
“Globalleşen” sermaye sınıfı -o ya da bu ülkede hiç fark etmez- tüm dünyadaki emekçilerin yarattığı değerlere el koymak ve onları daha fazla sömürebilmek için durmaksızın yeni yeni alt araçlar geliştirmek zorunda olduğunun bilincindedir. Bu bilinç burjuvazinin sınıf tavrını örmektedir. Teknolojinin ticarileştirilmesi adıyla sunulan da, bu bilincin, sınıf tavrının globalleştirilmesinden başka bir şey değildir.
Bilimin-teknolojinin ilerlemesine bağlı olarak üretim araçlarında ulaşılacak gelişmelerle bolluğun (hatta sosyalizmin) kendiliğinden ortaya çıkabileceğine inanan, iki sınıflı bir ülkede ve dünyada yaşadığımızı önemsemeyen-inkâr eden, kapitalizmin bu sınıflı toplumun ekonomik ve siyasal düzeni olduğunu görmekten ve göstermekten kaçınan her türlü apolitik kavrayış iyi niyetten yoksundur. Barış, eşitlik, özgürlük… Sadece ve sadece bu iki sınıfın mücadelesi sonucunda emekçilerin iktidarında gerçekleşebilir. Emekçi sınıf, kendi sınıf tavrı çevresinde bir mücadeleyi öremediği sürece de bu bir hayal olarak kalmaya devam edecektir. Mücadele, ne reel sosyalizmin kimi hatalarını didikleyerek rant peşinde koşan “bak işte yıkıldı gitti” edebiyatında ne de çevresinde bir umutsuzluk halesi peydahlayarak insanları yaşayan ölüler haline getiren o bezginler kulübünde yapılır. Mücadele, merkezine iki sınıf arasındaki çelişkiyi koyanlarla yapılır.
Mühendislerin sınıfsal konumu
Mühendisliğin ve mühendisin tarih sahnesine çıkışı, sanayi devrimi çağında icatlar devrinin yavaş yavaş kapanmasıyla mucitliğin de ortadan kalkmasına denk düşer; ama asıl kapitalizmin yükselişidir, mühendisliği bugünkü anlamıyla var eden.
Başlangıçta üretim araçlarını teknolojik düzlemde kapitalistleştiren mühendis, süreç içinde seri üretim hattını, Taylor ve Ford’u yarattı; bugün ise genel olarak üretimin sürekliliğinden sorumlu.
Başlangıçta, bizatihi kapitalistin kendisiydi ya da kapitalist olma adayıydı; bugün, işçi.
Bugün, “mühendis”in ifade ettiği gerçek anlam bir tür “emeğin satılabilir vesikası” sahibi olmanın daha ötesinde değil. Böyle olunca da “meslek” ya da “meslekler grubu” tanımlaması hem gerçekliğe oturmuyor hem de kimi yanılsamaları üretiyor. Örneğin, mühendislerin bir meslek grubu olarak örgütlülüğünü, bunun üzerinden de meslek ideolojisini besliyor. Oysa işçi sınıfının, ancak bir katmanı olarak bile ekonomik ve sosyal anlamda tanımlanabilmekten uzak, sadece emeği satılabilir vesikasında ortaklaşabilen bu emekçilere sadece ve sadece işçi sınıfı bilimi ve ideolojisi bir gelecek vaat edebiliyor. TÜSİAD’a üye ya da “sermaye birikim süreci ile ilgili idari kararların alınmasına katılan” 1 [Köroğlu N. Şefik] mühendislerin olduğu bir Türkiye’de başka türlü bir sonuç da ne kadar anlamlı olurdu ki zaten?
Tarihsel olarak, mühendislerin proleterleşme süreci içinde bir “meslek grubu” oluşturduklarını reddetmek de, öte yandan mümkün görünmüyor. Türkiye’nin kapitalistleşmesiyle birlikte “bir meslek grubu” olarak nitelenen mühendisler aynı süreçte işçileşti. Hem sosyal hem de ekonomik olarak gerçekleşen karşılıklı bir etkileşimin ürünüydü bu. Mimarlar odasının bir araştırmasına göre 2 reel olarak 1976-1987 arasında %50 gelir kaybına uğrayan mimarların bu kaybını, ücretlerde erimenin ötesinde, bir meslek grubu olarak burjuvazinin dışına düşmeleriyle de açıklamak anlamlı olacaktır. Yani artık mimarlar ve mühendislerin eskiye oranla çok daha küçük bir kesimi işverendir. Burada bir açıklama yapmak gerekiyor: Bu yazıda anlamı sorgulanmaya çalışılan “bir meslek grubu” tanımlaması öznel olarak ele alındığında, yani meslek grubu tanımlaması veri alındığında, mühendislerin, proleterleşme sürecinde oldukları iddia edilmektedir; yoksa “mühendislerin yoksullaşmakta olan bir meslek grubu oluşturdukları” değil. Evet, ücretli çalışan mühendisler yoksullaşmaktadır; tüm diğer çalışanlar gibi. Ancak önemli olan, bugün, mühendislerin çok daha az bir bölümünün “işveren”, yani üretim araçları sahibi olduğudur. Patron mühendislerin, tüm mühendisler içindeki oranındaki azalma bize proleterleşme sürecinin gerçekleştiğini kanıtlamaktadır. Bu süreci, yoksullaşma, reel ücretlerdeki gerileme olarak ele almak, ancak ekonomist bir mücadele anlayışını üretebilir. N. Şefik Köroğlu’nun Gelenek 53’de kısmen ele aldığı ve ileride detaylandıracağını bildirdiği yazısında, net ayrımlarını koyduğu durumlar dışında tarihin her döneminde ücretli çalışan mühendisler zaten proleterdir.
Bir meslek grubu olarak mühendisler, bu sürecin çeşitli evrelerinde çeşitli amaçlarla örgütlendiler. Bu örgütlerden bugüne kadar gelebilen de bir tek TMMOB oldu. Ancak, mücadelesini sadece meslek grubu olmakla sınırlamayan ve işçi sınıfının içindeki yerlerini alan/bulan pek çok mühendis de çeşitli biçimlerde örgütlülüğü bugüne taşıdı, hatta var etti.
Mühendisler örgütleniyor: TMMOB
Türk Yüksek Mühendisler Birliği ve Türk Yüksek Mimarlar Birliği’nin önayak olmasıyla 1927 ve 1938’de çıkarılan iki yasa ile mühendis ve mimar kavramları tanımlanır, kimlerin bu mesleği yürütebileceği düzenlenir. Bu tarihlerde toplumun seçkin bir kesimini oluşturan mühendis ve mimarların birleşik mesleki örgütü TMMOB (Türk Mimar ve Mühendisler Birliği) 1954’de yürürlüğe giren bir yasa ile kurulur. Yaklaşık 5.000 üyesi bulunan TMMOB’nin yönetiminin, bu dönemde hükümet ve devlet bürokrasisi ile oldukça sıkı ilişkileri bulunmaktadır. Kurumun etkinliği, bu ilişkilerin üzerinden yürürken, yöneticilerinin ve üyelerinin “sermaye sahibi kişiler konumuna yükselme olanakları da daha geniş”ler. 3 [Araslı, Recai]
Türkiye’nin kapitalistleşme sürecinin hızlanmasına koşut olarak yoksul köylülüğün kentlere göçünün patladığı ve küçük burjuvazinin işçi sınıfına yoğun olarak katıldığı bir dönem olan 1960’larda, mühendisler de bu proleterleşme sürecinden nasiplerini almaya başlarlar. 1960’da 15.000’e varan mühendis ve mimarların sayısı, 1965’de 17.000’i ve 1970’de de 31.400’ü bulurken, işveren konumundaki mühendislerin oranında ise ciddi bir azalma söz konusu olur. Meslek, ekonomik getirişini ve albenisini kaybederken toplumsal planda prestijini yitirir. Bu dönemde, emek gücü piyasasına talebin üzerinde bir mühendis emeği arzı, istihdam sorununun yanı sıra nitelik kaybına da yol açar. Mühendisler, eski güzel günlerin özlemini duymaya ve yeni duruma bir sorumlu aramaya başlamıştır. Ülke genelinde toplumsal muhalefetin yükselişe geçtiği bu süreçte, TMMOB içerisinde 1969’dan itibaren tek tek oda yönetimleri el değiştirmeye başlar. Bürokrasinin ve burjuvazinin TMMOB içindeki dolaysız uzantıları yerlerini muhalif sol güçlere bırakır. 1973 yılında ise uzun süredir toplanması geciktirilen Birlik Genel Kurulu yaptırılarak devir teslim gerçekleştirilir. 1980’e kadar TMMOB’nin Genel Başkanlığı’nı yapacak olan Teoman Öztürk’ün başkanlığında Birlik’de yeni bir dönem başlar.
Teknik elemanların meslek sendikacılığı hastalığı: Tek-Sen
Öte yandan, kamu kuruluşlarında 10195 sayılı bir kararname ile Yevmiyeli Teknik Personel statüsünde diğer devlet memurlarından ayrıcalıklı bir konumda emek güçlerini pazarlama olanağı bulan mühendislerin, bu ayrıcalıklı konumu devlet taralından 60’ların sonuna doğru ortadan kaldırılmaya çalışılıyordu. Mühendislerin devlet memuru statüsüne alınma kararlılığının karşısında, TMMOB dışında bir karşı duruş gelişmeye başladı. Bu hareket, 12 Şubat 1970’de İstanbul’da, Teknik Personel Sendikası’nın (TEK-SEN) kurulması ile vücut buldu. Teknik elemanlar, belki de tarihlerinde ilk defa kendilerini çalışan sınıfın, işçi sınıfının bir parçası olarak görebilmeye başlamıştı. Ancak burada unutulmaması gereken, bu yakınlaşmanın, bir kabullenme boyutunun ve bir de direnme boyutunun olduğudur. Proleterleşme sürecinde yitirilen ayrıcalıklı konumun yeniden kazanılmasının ancak bir sendika çatısı altında mücadele etmekle mümkün olabileceği, mühendisler ve diğer teknik elemanlar tarafından, evet, kabullenilmiştir. Ancak kabullenme, tarihsel olarak da reddetmektir. Mühendisler işçi sınıfının bir parçası haline getirildiklerini bir türlü kabullenemedikleri için, çıkarlarının sermayeye karşı birlikte verecekleri mücadelede olduğunu göremedikleri için, ayrı sendikalarda örgütlenmişlerdir. Kamuda çalışan mühendislerin fiilen emekçi olduklarını, ayrıcalıklı statülerini ortadan kaldırarak tescil eden sermaye sınıfının iktidardaki temsilcisinin sınıfsal bakışının karşısında, mühendisler bir sınıf tavrını bu dönemde geliştirememiştir. Söylemleri, bugün de izlerini yoğun olarak sürdüren, ülkenin geri kalmışlığı ekseninde şekillenmiştir. “Ülke ekonomisi geri bırakılmaktadır ve mühendisler de bu geri sanayi içerisinde hak ettikleri ücretleri artık alamamaktadır.” Buradan, sadece ve sadece, anti-emperyalist bir siyasal mücadele üreyebilir ve öyle de olmuştur.
Ücretli olarak çalışan teknik elemanların ya da mühendislerin ideolojik düzlemde eklemlenmiş olduğu küçük burjuvazi, büyük sermaye tarafından kitlesel olarak proleterleştirilmesine karşı duyduğu nefreti, siyasal alanda anti-emperyalist mücadele olarak formüle etmiş ve bu dönemde, işçi sınıfını da kendi önderliği altında bu mücadeleye eklemlemesini bilmiştir. MDD’ciliği besleyen ve MDD’den beslenen anti-emperyalist mücadele bir anlamda küçük burjuvazinin siyasal iktidarda yitirdiği etkinliğine yeniden kavuşma özlemlerini de ifade eder. İşçi sınıfının öncü partisinin yokluğunda, marksizmin ve onun işçi sınıfı ideolojisinin, proleterleşme sürecindeki bu katmanları sınıf mücadelesi ekseninde bütünleyememesi, bu döneme damgasını vurmuştur. 15-16 Haziran gibi işçi sınıfının kendiliğinden kalkışmaları, bu katmanlar üzerinde etkili, ancak yeterli olamamıştır.
Burjuva ideolojisinin çeşitli yansımaları arasında anabileceğimiz -süregelen- kalkınmacılık ve tüketim toplumu düşleri ile reel sosyalizmin kazanımları karşısında burjuvazinin geliştirmek zorunda kaldığı sosyal devlet anlayışı, mühendisleri her zaman kolayca etkisi altına almıştır.
“Demokrasi Mücadelesi” de sağlı-sollu burada devreye girer. Bir yanda, burjuvazinin sosyal devleti, öte yanda işçi sınıfı adına küçük burjuvazi tarafından kullanılan MDD… Ve mühendislerin gündeminden 30 yıldır inemeyen “demokrasi”…
Aynı dönemde teknik elemanların sendikalaştığı tek çatı TEK-SEN değildir. Örneğin Karabük Ağır Sanayi Teknik Elemanlar Sendikası gibi, teknik elemanların yoğunlaştıkları noktalarda çok sayıda sendika kurulmuştur. Tüm bu sendikalar yasal boşluktan yararlanarak kurulan fiili sendikalar olup, grev ve toplu sözleşme hakkı olmayan sendikalardır.
Tek-Sen, 6 ay gibi kısa bir sürede kamuda çalışan mühendislerin yarısına yakınını bünyesinde örgütledi ve çok geniş bir şubeler ağı yarattı. 12 Mart döneminde kapatıldığında üye sayısı 5.000’i bulacak olan TEK-SEN, kamuda çalışan teknik elemanların memur statüsüne alınmasını öngören 657 sayılı Devlet Personel Yasa Tasarısı, Meclis Bütçe Alt Komisyonu’nda görüşülürken 29 Mayıs 1970’de binlerce kişinin katıldığı bir Genel Forum düzenledi. Bu forumda alınan karar doğrultusunda da katılımın neredeyse %100’e ulaştığı iki günlük boykot gerçekleştirildi. Bu eylemi, yine Haziran ayı içinde iki forum ve üç günlük bir boykot izledi. Tüm bunlar sermaye sınıfı için doğallıkla bir pazarlık değeri oluşturmadı ve yasa tasarısı Meclis tarafından onaylanarak yürürlüğe girdi. İşçi sınıfı hareketinin dışında kendini tanımlamaya çalışan ve üretimin topyekûn durdurulmasını sınıf dayanışması ile gündemine alamayan teknik eleman hareketi vurucu bir etkinlik kazanamadı.
12 Mart faşist dalgası TEK-SEN’in uzun ömürlü olmasını engelledi. TEK-SEN’in mal varlığına el kondu, Genel Başkan Latif Karadağ tutuklanarak Mamak Cezaevi’ne kondu. Anayasada yapılan değişiklikle de kamu emekçileri sendikalarının kurulması yasaklandı.
Bir dernek hareketi sürdürüyor: TÜTED
12 Mart’ın ardından, bu kez de bir dernek çatısı altında teknik elemanlar, mücadelelerini ve örgütlenme çalışmalarını sürdürmeye çalıştılar: Eylül 1971’de Tüm Teknik Elemanlar Derneği (TÜTED) kuruldu. Hem TEK-SEN’i hem de TÜTED’i kuranlar; kurulmasına önayak olanlar 1973’de Genel Merkez Yönetimi’ne gelen ve TMMOB içinde sol olarak çıkış yapan kadrolar olmuştur.
TÜTED’in, TEK-SEN’e benzer bir biçimde 12 Eylül ile gelen sonuna dek, gündemini esas olarak grevli toplu sözleşmeli sendika hakkı oluşturmuştur. Derneğin girişimleri ile 1974, 75 ve 76’da sırasıyla 29, 33 ve 35 teknik eleman örgütünün katıldığı, üç kurultay yapılmıştır. Bu kurultaylar, yazımıza konu olan sınıfsal katmanın, ideolojik olarak kendi sınıfını arayışının da bir haritasını sunmaktadır.
Birinci Kurultay’da teknik elemanlar ve özelimizde mühendisler kendilerini, varoluş nedenlerini halka hizmet etmek olan, ülkenin kalkınmasında en büyük görevi omuzlayacak bağımsız bir toplumsal katman olarak görmektedirler. Kurultayda anti-emperyalist bağımsızlıkçı bir devletçilikle sosyalizm iç içe ortaya çıkar. Sendikalaşma talebi, esas olarak bir toplumsal sınıfın -hatta grubun- kendi çıkarlarından hareketle değil, “ülkenin ve halkın çıkarlarını etkin olarak savunma” ekseninde ifade edilmektedir. Oysa, bu elitist tavrın ardında gizlenmeye çalışılan ya da dolaysızca ifade edilemeyen, yitirilen ayrıcalıkların yeniden kazanılması olmuştur hep.
İkinci ve üçüncü kurultayda ise durumun bir ölçüde değiştiği görülmektedir. Emek-sermaye çelişkisi içinde mühendislerin, teknik elemanların durumu analiz edilmeye çalışılmaktadır artık. Ortaklaşılan hat, artık teknik elemanların, işçi sınıfının bir katman olarak tanımlanması gerekliliği ve giderek işçi sınıfına yak(ın)laşıldığıdır. Üçüncü Kurultay, tüm diğer teknik eleman örgütlenmeleri ile birlikte, tüm teknik elemanların işkolu esasında işçi sendikaları içerisinde örgütlenmeleri gerektiğini oybirliği ile kabul eder. Artık “emek cephesi”, ciddi ağırlık kazanmış bir kavramlaştırma olarak karşımıza çıkmakta ve “emek cephesi suni ayrımlarla bölünmemelidir” denilmektedir. Böylelikle de proleterleşme süreci bir anlamda kabullenilmiş ve kısmen de olsa bir dönemin meslek sendikacılığı anlayışına da nokta konulmuştur.
1976 yılında TÜBİTAK, SİSAG, GEMAŞ, ALTIOK, ERALKO gibi mühendislerin ve teknik elemanların yoğun olarak çalıştığı işyerlerinde bir dizi grev ve direnişin ortaya çıkmasıyla, girilen bu kulvarın ilk ürünleri alınmaya başlanmış olur.
Yine de, proleterleşmekte olduğu kabul edilen mühendislerin, aslında işçi olduğu gerçeği, dolaysızca ifade edilmemektedir. “Emek cephesi” bunun en açık kanıtı olarak “tutan” bir söylem olarak ortaya çıkmıştır. Mesleki ortaklaşmanın ötesine geçmekte mühendisler zorlanmaktadır ve hala bazı ara kademe araçlar üzerinden kendilerini ifade etmeye çalışmaktadır. Bunun nedenleri ekonomik ve sosyal düzeyde tamamen işçi sınıfının artık içinde olan mühendislerin yine de ideolojik olarak sermaye sınıfından kopuş yaşamamalarıdır. Bir hegemonya aracı olarak burjuva kültürünün yanında üretim organizasyonu da bu ideolojik bağlanmayı -mühendisler özelinde şiddetle- beslemektedir. Çünkü üretim sürecinde çoğu noktada, mühendis “işveren temsilcisi” konumundadır. Üretken emek-toplumsal emek çözümlemelerini de, “sanayi proletaryasından başka işçi sınıfı yoktur”a vardıran kimi solcuların bu noktada ciddi bir katkısı olmuştur. Bu tıkanma, bugün aşılmış durumdadır.
1980’e kadarki dönemde ise sermaye sınıfının faşist çetelerine karşı girişilen anti-faşist mücadeleye endekslenen diğer toplumsal muhalefet hareketleri gibi, mühendis örgütleri de farklı bir zeminde oynamak zorunda bırakılmışlardır.
Meslek hastalığı: Sınıf atlamak
TÜTED’in 12 Eylül ile birlikte kapatılmasının ardından, varlığını sürdürebilen, tek teknik eleman örgütlenmesi TMMOB olabildi. TMMOB 1984 yılından itibaren de genel kurullarını yeniden yapmaya başladı.
60’ların sonundaki hareketlilikten bu yana, ön planda olan daima kamu kesiminde çalışan mühendislerin sorunları olmuş ve bu sorunların çevresinde çeşitli örgütlenme araçları geliştirmeye çalışan TMMOB, 1985’de “Kamu Çalışanları Sempozyumu” düzenlerken, yeni bir süreci de başlatmış oluyordu. Bugün, nihai ürün olarak KESK’i doğuracak sürecin bir anlamda ateşleyicisi olan TMMOB, yine aynı süreçte kendini dışarıya çekebilmeyi de başarıyordu.
Proleterleşme süreci, kamu kesiminde çalışan mühendisler için -sanıldığının tersine- ideolojik kulvarda daha hızlı ilerledi. Nihayetinde devlet memuru olan bu mühendislerin, bürokratlaşması ve devleti sahiplenmeleri üzerinden burjuva ideolojisinin egemenliği altında kalmalarının daha kolay olacağına ilişkin klasik görüşe karşın, yoksulluğu bir meslek grubu olarak artık tanıyan mühendislerin ve genelde teknik elemanların, sahiplenilmeyi bekledikleri, bekçiliğini yaptıkları devlet tarafından gözden çıkarıldıklarına olan bordro tescilli inançları her türden burjuva ideolojik parametreye baskın geldi. Memur statüsünde çalışan bu teknik elemanlar özellikle haberleşme,, taşımacılık, enerji ve eğitim sektörleri ile belediye işkolunda ciddi bir oranda KESK bünyesinde örgütlendi. Ancak, KESK’e uzanan örgütlenme sürecinin kendisinin de bu ideolojik tahakkümü yıkmaktaki etkisi gözardı edilmemelidir. Bu süreçte sosyalistlerin yaptığı iradi müdahalelerle burjuvazinin baskı ve zoru kullanma tarzı, sürecin bizatihi kendisini ciddi boyutlarda siyasallaştırdı. Bu siyasallaşma, sektörlerinde yarı-aydın durumundaki mühendisleri de etkiledi.
Sendikal haklara sahip olarak KİT’lerde çalışan işçilerin toplu pazarlık sistemi ile sendika ağalığı tarafından sürekli satılarak da olsa sürdürdüğü ekonomik mücadeleye ve korumaya çalıştığı haklara karşın, bu işletmelerde her türlü sendikal haktan yoksun ve mücadeleden muaf olarak çalışan mühendislerin, hükümetlerin insafına terk edilmiş olmaları, TMMOB’ye bir alan açmakla birlikte, mücadeleyi sivil toplum baskısı ile muteber bir biçime sıkıştırdı. Örneğin, 19.10.1994 tarihli TMMOB basın açıklamasında KİT’lerdeki işçi ve mühendislerin ücretleri karşılaştırılırken, işçilerin mühendislerden daha yüksek ücret alıyor olmaları 4 bu açıklamanın hemen sonrasındaki 19.11.1994 tarihli “Mühendisler Mimarlar Susmayacak Mitingi”nde, “Onurlu İşe Onurlu Ücret” sloganı ile ideolojileştiriliyordu; bir taraftan öz olarak sınıf bozgunculuğundan başka bir şey olmayan bu slogan atılırken, bir taraftan da “Üreten Türkiye İstiyoruz”, “Özelleştirmeye Hayır Demokratikleşmeye Evet”, “IMF’ye Hayır” gibi hiçbir biçimde merkezine sınıf mücadelesini koymayan sloganlar atılıyordu. Yine aynı mitingde atılan “Yaşasın Sendika Mücadelemiz” sloganı da bu arada anlamsızlaşıyordu. TMMOB’nin yayın organı olan Birlik Haberleri, Birlik’in, 18.01.1997 tarihinde Ankara’da düzenlediği “Demokratik Türkiye-İnsanca Yaşam Mitingi”ni duyururken, “1997 Bütçesi sanayileşmeden kalkınmadan vazgeçildiğinin bir belgesidir” diyor ve mühendis-mimar ücretlerini bu kez de kolluk kuvvetleri personelinin ücretleri ile kıyaslıyordu. Net talepler, sadece ve sadece yine kamu çalışanı mühendisler için dile getirilebiliyordu5
TMMOB ve benzeri mesleki örgütlülüklerin, bu çerçevenin dışında bir konum almaları da mümkün değildir. Üretimi merkeze almayan, sınıf dayanışması ekseninde mücadeleyi örgütleyemeyen ve ancak sivil toplum baskısına dayanan her türlü “çatlak ses” burjuva ideolojisinin boşluklarında yankılanarak sönümlenmeye mahkumdur. Bu unutulmamalıdır.
Özel sektöre emeğini satmak zorunda kalan mühendisler ise, en ağır şartlar altında, oldukça düşük ücretlerle çalışmaktadır. Yoğun bir sendikasızlaştırılma saldırısının mevcut olduğu bu sektörde, kapitalist sömürünün en aşikarının neredeyse nesneleşmiş hali gerçekleştirilmektedir. Tüm bunlara karşın, işçi sendikalarında çok düşük oranda örgütlenmiş bulunan bu mühendislerin, meslek hastalığı, sınıf atlama umudu, onları düzen içinde tutabilmektedir. Çok küçük bir kesim, yönetici kadrolarda kendine yer açabilmekte ve sermaye birikim süreci ile ilgili idari kararların alınmasına katılmanın karşılığında, burjuva nimetlerinden yararlandırılmaktadır. Bu küçük kesimin içinde yer alabilmek için, mühendisler yabancı dil, bilgisayar, pazarlama ya da yöneticilik konularında edindikleri özel niteliklerle kendilerini sınıf kardeşlerinden farklı kılmaya çalışmaktadır. Oysa sınıf bilincinin bu işçiler içerisinde gelişmesine büyük olanaklar tanıyan bir nesnellik mevcuttur. Bu nesnelliğin sınıf mücadelesinde değerlendirilebilmesi ise ancak ve ancak öznel bir müdahaleye gereksinim duyar. Bu iradenin ise TMMOB gibi bir meslek hastalığı kaynağından beklenmesi, ya da onun üzerinden bu sürece müdahil olunmaya çalışılması sadece, bu süreci harcamaya yarar.
Bu haliyle TMMOB, evet gerçekten de bir sivil toplum örgütüne dönüşmüş durumdadır; görülmektedir ki, sömürü düzeninin artık şiddetinin esirgemediği mühendislerin, mimarların, teknik elemanların düzen dışı taleplerinin likide edildiği, düzene geri beslendikleri bir tahakküm aracı konumundadır. Hitap ettiği kesimin büyüyen sorunlarına ve işçi sınıfı ile örtüşen çıkarlarına karşın, TMMOB küçük burjuva uzlaşmacı çizgisinde ısrar etmektedir. Burjuva ideolojisine eklemlenmiş olmanın doğal sonucuna karşı ise yapılabilecek tek şey, “emeği satılabilir” vesikasında ortaklaşan bu meslek grubuna sınıf tavrını göstermek, öğretmek ve benimsetmektir. Bunun için de mühendislerin sendikal örgütlülüğünün her alanda önü açılmalıdır. Ancak sendikalizmin kendinden menkul bir hale gelmesinin önü de ancak ve ancak sınıf sendikacılığı perspektifi ile alınabilir. Bugüne kadar TMMOB üzerinden gelişen ve budanan sendikal gündem, bu yapının dışında yeni oluşumlara taşınmalı ve sınıf sendikacılığı ekseninde organize edilmelidir.