Yazının başlığı 18 Nisan seçimlerinin Türkiye işçi sınıfına ve sosyalistlere “dışsal” olduğuna ilişkin bir iddiayı çağrıştırabilir. Doğrusu, kapitalist toplumlarda sosyalist hareketin önsel olarak seçimlere belli bir mesafe koymasında her durumda bir yarar olacağı için, böyle bir çağrışımdan çok fazla şikayetçi olamam. Ama yine de başlıkta kastedilenin bu olmadığını söyleyebilirim. En azından, bu seçimlerde sosyalistler var…
Dahası, şu anda Türkiye kapitalizminin içinden geçtiği evrede, seçimlerin sosyalist hareketin ilgisiz kalacağı bir olgu haline gelmesi mümkün değil. Bunu savunanlar olduğunu biliyorum, ama bu ilgisizliğin başka şeylere de uzandığından kuşku duymak gerekiyor.
Başlıkta kastedilen, anlaşıldığı gibi sermaye sınıfının 18 Nisan seçimleri ile sınırlı olmayan seçimidir. Yazı bizim restorasyon süreci adını verdiğimiz bu seçimin bazı özelliklerini, zaman zaman 18 Nisan seçimleri ile bağlantı kurarak sergilemek amacını taşıyor.
Restorasyonun evrensel boyutu üzerine…
Burjuvazinin seçimi konusunda daha önce Gelenek’te yer alan yazıları, bir bölümünü Asker Partisi Ne İstiyor başlıklı kitapta topladığımız Sosyalist İktidar makalelerini tekrar etmeye niyetim yok. Sosyalist İktidar Partisi’nin restorasyon analizleri, bazı başlıklar bundan birkaç yıl sonra yeniden ele alınmaya muhtaç olmasına rağmen, sosyalistler için anlamlı bir kılavuz haline gelmiş durumdadır.
Sosyalistlerin ideolojik mücadele alanında, güncel siyasi konumlanışlarda ve örgütsel hedeflerde sağlıklı tercihler yapmasının zorunlu koşulu, sermaye egemenliğinin sınıflar mücadelesinde hangi araçları seçtiği ve kendisine ne tür hedefler belirlediğini saptamaktır.
Bu açıdan restorasyon süreci, onu algılamakta güçlük çekenlere son derece acımasız sürprizler hazırlamıştır. Örneğin, olağan koşullarda dinci gericilikle flört etmek için pek istekli olmayacak bazı sol unsurlar, işin içine asker postalı girdiği için kendilerini yobazların kucağına atıvermişlerdir. Bu çok açık ki bir okuma hatasıdır. Yine gelişmeleri okumakta güçlük çeken birçok kişi, 28 Şubat’ı devrimci bir yükselişin tutamak noktası olarak görmeye kalkmıştır.
Bu anlamda Sosyalist İktidar Partisi’nin kuramsal açıdan tamamlanmayı veya yeniden yazımı bekleyen restorasyon analizleri bir kılavuz olarak son derece işlevli olmuştur. Daha sonra açacağım, ancak şimdi bir başlangıç olarak vurgulamalıyım: Bu konjonktürde dinci gericilik ve emperyalizmle hesaplaşmanın askerlerle aynı çizgiyi paylaşmak anlamına geleceğini ileri sürenler, restorasyon sürecini Aydınlık’tan takip edip, orada iddia edilenleri ciddiye alan okumasız solculardır. Aydınlık, bilgi kaynak ve sunum açısından restorasyon sürecini inceleyen bir yayın değil, doğrudan restorasyon sürecinin ideolojik salgılarından beslenen bir dergidir. Bu salgıların içine zaman zaman gerçek verilerin yerleştirilmesi önemli değildir.
Aydınlık, kendisiyle birlikte başka solcuları da, askerlerin örneğin gericilere ölümüne karşı olduğuna inandırmaya çalışmıştır. ÖDP, EMEP ve HADEP’te buna inanıp ürkenler olduğu anlaşılmaktadır.
Gerçekten de ciddi bir okuma hatası var.
Sosyalist İktidar Partisi’nin, askerler şeriatçılarla didişirken ve daha düşük dozda anti-emperyalist mesajlar verirken, bu iki başlıkta sesini yükseltmesi ve solda bazı kesimleri ısrarlı bir biçimde uyarması restorasyon sürecine ilişkin eli yüzü düzgün bir kılavuza sahip olmasının ürünüdür. Bir de, SİP’in siyasette kılavuzsuz devrimci bir iş yapılmayacağına ilişkin ezberi sağlamdır…
İşte bu kılavuzun şu ana kadar soL’da yeralan birkaç makale dışında, göreli olarak az ilgilendiği bir başlık üzerinde durmak istiyorum: Restorasyon süreci nasıl bir dünyaya açıldı.1
Bu başlığın dış dinamik-iç dinamik tartışmalarına kurban edilmemesi için çerçeveyi peşinen çizmek gerekiyor. Restorasyon süreci Türkiye burjuvazisinin ve onun etkili bazı kurumlarının projesidir 2 . Bu proje bir, Türkiye burjuvazisi ve onun etkili kurumları ile emperyalist ülkeler arasındaki doğal bütünleşme nedeniyle; iki, doğrudan emperyalist örgütlenmeleri ilgilendiren bazı boyutlarıyla uluslararasıdır.
Türkiye kapitalizmi ile emperyalizm arasındaki bağımlılık ilişkisi üzerinde durmayacağım. Önemsiz olduğu için değil, fazlasıyla açık olduğu için… Ancak restorasyon sürecinin uluslararası boyutları, sermaye sınıfının seçimini ortaya çıkarmamız açısından son derece büyük bir önem taşıyor. Çünkü, restorasyon süreci içeride sivriliklerinden arındırılmış bir siyasal atmosfer (bu sınıf mücadelelerinin sivriliklerinden arındırılması anlamına gelmeli) peşinde koşarken, öte yandan dışarıda aşırı güçlendirilmiş bir silahlı kuvvetler eliyle “huzur” aramaktadır. Restorasyon süreci bu anlamda değişik evrelere sahiptir; bu evreler ortaya çıkartılmalıdır. Ayrıca “içeride ve dışarıda daha istikrarlı bir Türkiye kapitalizmi” arayışı, seçilen enstrümanlar açısından son derece çelişkili yönler barındırmaktadır. Yapısal ekonomik sıkıntılarla karşı karşıya olan bir ülkenin bu çelişkileri bertaraf etmesi oldukça güçtür; bu çelişkiler de sergilenmelidir.
Restorasyon sürecinin kritik başlığı, sermaye egemenliğinin devrimci dinamiklere karşı geliştirdiği şiddet örgütlenmelerinin ve ideolojik yapılanmaların yeniden kurulmasıdır. Bu açıdan bakıldığında,
1) İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra emperyalizm, karşı-devrimci örgütlenmelerin kendi aralarındaki bütünlüğünü daha fazla gözetmiş, bu örgütlenmelerin ideolojik oryantasyonlarına (faşist, dinci hatta liberal) ve hukuki durumlarına (ordu, polis, sivil, resmi, paramiliter) bakmaksızın hepsini olabildiğince merkezileştirmeye çalışmıştır.
2) Bu örgütlenmelerin her ülkede yerel devrimci dinamiklerin yanısıra, uluslararası devrime ve sosyalist ülkelere karşı tahkim edilmesine özen gösterilmiştir.
3) Başat emperyalist ülke ABD, bu merkezileştirme işleminde NATO’yu başarıyla kullanmış ve özellikle “gizli devlet” örgütlenmesinde NATO’nun kendi coğrafyasının dışına çıkmasına yardımcı olmuştur.
4) Türkiye NATO üyeliği sürecinin başından itibaren, karşı-devrimin uluslararası görevlerine en iştahlı üye ülke olarak göze çarpmıştır. NATO’nun güneydoğu kanadında bir ileri karakol olarak örgütlenen Türkiye’de 1960’larda hızlı bir biçimde devreye giren toplumsal hareketlere karşı sistemin geliştirdiği refleksler hem bu örgütlülüğün ürünüdür, hem de bu örgütlenmenin daha da mükemmelleşmesine yardımcı olmuştur. Türkiye burjuvazisi, bu bağlamda son derece enternasyonal, yani haysiyetsiz bir tercih yapmıştır.
5) Bu nedenle Türkiye’de bütün toplumsal ağırlığına rağmen, karşı-devrimin iki temel aktörü faşizm ve dinci gericilik hiçbir zaman karakter oyuncusu olamamışlardır. İdeolojik kökleri zayıf kalmış ve kendilerini şu veya bu misyonun içinde bulmanın rehavetini yaşamışlardır.
6) Sovyetler Birliği’ne karşı en kapsamlı kuşatma operasyonunun karar aşamasına geldiği 70’lerin sonunda, 12 Eylül Türkiye’yi bu kuşatmaya en uygun hale getirmek için de uygulamaya sokulmuştur (Yeri gelmişken, 12 Eylül öncesindeki devrimci durum ve kısmi iç savaşın bir uluslararası senaryo olduğuna ilişkin komplocu yaklaşımlara herhangi bir ilgim olmadığını söylemem gerekiyor. Emperyalizmin global çıkarları ve 12 Eylül cuntasının bu çıkarların memuru olması yalnızca şu anlama gelebilir: Türkiye kapitalizminin yaşadığı derin bunalıma ve bu bunalımın sistemi açık bir biçimde çözmeye başlamasına karşı alınacak radikal önlem, aynı zamanda ABD’nin Sovyetler Birliği’ne karşı start verdiği yeni kuşatmaya yardımcı olacaktır).
7) Sovyetler Birliği’ne dönük kuşatma, ABD yönetiminin öngördüğünden daha etkili sonuçlar verdi. 1987-88 yılından itibaren, emperyalist ülke bürokratları arasında Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin çözüleceğine ilişkin değerlendirmeler yaygınlaştı. İşte bu aşamada, daha önce başka yerlerde kısaca değindiğim bir gelişme yaşandı. Sovyetler Birliği’nin dağılmasını güçleştireceği hesaba katıldığı için, uluslararası karşı-devrimin bazı karargahları geriye çekilmeye başlandı. Belli ki, bugün Türkiye’de tartışılan “savaşın bitmesini istemeyen odaklar” meselesi, bir dönem NATO’da da tartışılmıştı. Ama bundan daha da önemlisi, NATO Sovyetler Birliği’nde giderayak “devrimci” refleksler ortaya çıkaracak densizlikler yapmamaya özen gösteriyordu.
8) Bazı NATO ülkelerinde (İspanya, İtalya başta olmak üzere) ve Latin Amerika’daki ülkelerde “çete operasyonları” işte bu yıllarda başladı. 1980’lerin sonunda NATO’nun gizli operasyonları üzerine daha fazla rapor yayınlanmaya başlandı, insan haklarına saygı gibi başlıklar daha fazla ön plana çıkartıldı. 90’ların başında ise birçok kapitalist ülkede devletin kendisini aklama kampanyaları başlamış, hatta tepe noktasına ulaşmıştı.
9) Türkiye’de ise aynı dönem sermaye sınıfının kendisini rahat hissetmesi için herhangi bir neden yoktu. Korkuyla yatıp korkuyla uyanan Türkiye burjuvazisi, “komünizm tehdidi”nin gittiğinden emin değildi. Ayrıca bu tehdidin gitmesini de pek istemiyordu. Çünkü, uluslararası karşı-devrimin aşırı tahkimatı Türkiye burjuvazisinin korkularını yatıştırıyordu. Öyle ki, 1991 Ağustosu’nda Sovyetler Birliği’nin restorasyonu için girişilen iyi niyetli ama alabildiğine “acemi” hükümet darbesinin başarılı olacağını Türkiye Cumhuriyeti devletinin yöneticileri dışında kimse ileri sürmedi. Artık öyle mi görüyorlardı, öyle mi istiyorlardı, bunun pek bir önemi yok!
10) Ancak Türkiye burjuvazisinin elinde başka somut gerekçeler daha vardı. Turgut Özal yıllarında denenen model, Türkiye kapitalizminin zayıf bünyesinde büyük depremlere neden olmuş ve işçi sınıfı hareketi 80’lerin sonunda çok ciddi bir yükselişe geçmişti. Farklı bir kaynaktan beslenmekle birlikte, Kürt hareketinin yükselişi de, elbette Türkiye kapitalizminin eşitsizlikleri artırıcı dinamiklerinden besleniyordu.
11) Bu açıdan bütün dünyada ortaya çıkan “sosyalizm öldü” karnavalı Türkiye’de dönek solcuların ve Anadolu’dan Görünüm programının dilinden eksik olmayan cehalet genelgelerine dönüştü. Bu koşullarda Türkiye burjuvazisi elindeki kanı yıkama konusunda müttefik ülkelerde sergilenen ortaoyununa itibar etmedi. Türkiye iç ve dış düşmanlarla boğuşuyordu, çetenin-Gladio’nun lafı mı olurdu?
12) Genel olarak kapitalist dünyada günah çıkarma ayinleri yapılırken, Türkiye’de bu ayinlerde oluk oluk kan akıtılıyordu. 90’lı yıllarda Sovyetler sonrası dönemin belirsizliklerine karşı önlem almaya çalışan ABD’nin yardımlarıyla Türkiye “totaliterliğe karşı zafer kazanan hür dünyanın mezbahası”na dönüştü. Çünkü Türkiye Kafkaslar, Ortadoğu ve Balkanlar’daki bütün istikrarsızlık ögelerinden etkileniyordu, çünkü Türkiye’nin düşmanı çoktu, çünkü Türkiye’yi bölmek ve parçalamak istiyorlardı!
13) ABD ve diğer emperyalist ülkelerin yardımıyla yalnızca “çete”nin önü açılmadı. Buna koşut olarak 12 Eylül’le birlikte bu toprakları kirleten gericileşme sürecine yeni bir hız kazandırıldı. Türk ve Kürt emekçileri akıllarını yobazlardan, bedenlerini ise faşistlerden ve yasadışı devlet örgütlenmelerinden korumak zorundaydılar. Zamanla bu ayrımlar tamamen ortadan kalktı. Düzenin karşı-devrimci tahkimatı her koldan, her şeyi yapar hale geldi. 1990’ların ortasında Türkiye’de nüfusun yüzde 40-45’i karşı devrimci partilere oy verir durumdaydı. Yani Türkiye’nin yoksul insanlarının önemli bir bölümü tıpkı Hitler Almanyası’ndaki gibi kendi sınıfına dönük zulme arka çıkacak hale gelmişti. Ama bu gerici güruh o kadar devlet eliyle palazlandırılmıştı ki, bütün bu toplumsal tabana rağmen “dipten gelen bir klasik faşizm”den söz edilemiyordu.
14) Türkiye burjuvazisi, 90’ların ikinci yarısına geçildiğinde bu karşı-devrimci yığınağın artık a) devrimci dinamikleri bastırmak bir yana onları beslemeye başladığını, b) özellikle dinci gericiliğin bizzat bir kriz dinamiği haline geldiğini fark etti. Dolayısıyla restorasyon süreci korkak Türkiye burjuvazisine cesaret gelmesiyle değil, onun yeni korkularla ürpermesi sonucu gündeme girmeye başladı.
15) Aynı dönem, ABD’nin Türkiye’nin de içinde bulunduğu geniş bir alanda ulussuzlaştırma-devletsizleştirme sürecini hızlandırdığını görüyoruz. Hep vurguladığımız gibi Arnavutluk, Azerbaycan, Bulgaristan, Afganistan, Irak, Bosna, Makedonya ve şimdilerde Filistin ve Kosova “devlet” özelliklerinin ya tamamını ya da kritik bölümünü kaybetmiş birimlerdir. Bu ülkelerin her birisi farklı kaygı ve araçlarla egemenlik haklarından yoksun bırakılmış ve bu hakları ABD’nin başını çektiği emperyalist güçlerle paylaşmak zorunda kalmışlardır. ABD, 1990’ların ortasında Türkiye’de de benzer bir açılım doğrultusunda bir deneme yapmıştır. Bu deneme ekonomik ve ideolojik alanda liberal saldırıların tırmandırılmasına neden olmuş, emekçi sınıfların çıkarları ile ilişkili olmayan bir “demokratikleşme” söyleminin merkezine “devletin küçülmesi” gibi ne idüğü belirsiz bir hedef yerleştirilmiştir. Yine ABD ve Avrupalı emperyalist ülkelerin Kürt hareketini kontrol altına almaya dönük arayışları bu dönemde özellikle hız kazanmıştır.
16) Bu çerçevede ABD “çete” başlığında 1996 ortalarından itibaren başlayan deşifrasyonun işlevli olacağını düşünmüştür. Zaten doğrudan ABD kontrolünde gerçekleşen karşı-devrimci örgütlerin yeniden yapılandırılması, böylelikle Türkiye’ye de sıçratılmış oluyordu. Avrupa’ya mahkum Türkiye burjuvazisinin istikrar arayış ise elbette restorasyonun temel dinamiğiydi.
17) Bu sürecin ilk arızası, 12 Eylül sonrasında Türk siyasetinin baştan aşağıya gericileşmesinin sonucu olarak ortaya çıktı. Bu tür bir dönüşümün “sivil” öznesini yaratmak neredeyse olanaksızdı. Bu aşamada, doğrudan karşı-devrimci örgütlenmenin kontrolünü elinde bulunduran ama toplum hafızasının ve algı-sının sorunları nedeniyle kendisini daha az yıpratan ordunun devreye girmesi kaçınılmaz oldu.
18) Askerleri bu sürecin öznesi olmaya zorlayan bir başka etmen ise, burada madde madde açmaya çalıştığım uluslararası sürece ilişkin kaygılardı. Korkak Türkiye burjuvazisinin eğilimlerine uygun olarak, askerler de bölgedeki devletsizleştirme-ulussuzlaştırma sürecinin anlamını çözdüler ve emperyalist ülkelerin bu sürece Türkiye’yi de dahil edeceklerinden kuşkulandılar. Restorasyon başlayacaksa, bazı şeyler sağlama alınmalıydı. Küçülen ve geri çekilen bir ordu, dış bağlantısı yüksek STÖ’ler, siyasetin vitrininde yükselen değerler uğruna kimi tabuları yıkan “sorumsuz”lar… Örneğin Cem Boyner…
19) Bu anlamda askerler emperyalist başkentlerdeki planları bazı açılardan değiştirme yolunu zorladılar. Bu değişimin özü şuydu:
Türkiye burjuvazisinin korku ve kaygılarının giderilmesi karşılığında Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu’da ABD açılımlarına alabildiğine yardımcı olunacak, tecrit edilen İsrail’e kuzeye doğru çıkış kapısı aralanacak, bunca küçük birime ayrılan bölgede ihtiyaç duyulacak kapsamlı bir askeri güç için kaynak ayrılacaktı.
20) Askerler bu model için 1990’ların ortasından itibaren ABD ile belli bir gerilim içerisine girdiler. Bu gerilim iki müttefik güç arasında birbirine alternatif olabilecek farklı planlar nedeniyle ortaya çıkıyordu. Bu planları birleştiren ise, genel amaçtı: NATO’nun yeni stratejisi doğrultusunda emperyalizmin engel tanımaksızın cirit attığı bir bölge yaratılması. Askerler ABD’nin de “güçlü bir Türkiye”ye ihtiyaç duyacağı konusunda Washington’u ikna etmek için epey uğraştılar. Bu açıdan baktığımızda,
a) Diğer NATO ülkelerinde yıllar önce başlayıp durulan temiz eller operasyonunda bütün inisiyatif kısa sürede askerlere geçti. Operasyonun sınırlarını silahlı kuvvetler çizerken, bir ilkeye özellikle dikkat edildi: Ordu bu işin dışında tutulacaktı. Çok gerekli durumlarda askerler kendi işlerini kendileri yaparlardı. 1996 sonrasında ordudan atılanlar içerisinde şeriatçı subayların yanısıra, hedef tahtasına yerleştirilen emniyet eksenli çeteyle hem organik hem de ideolojik ortaklık kuran (kurma potansiyeli taşıyan) ordu mensupları da vardı.
b) Emperyalist ülkelerin Türkiye’de yatırım yaptığı ve her zaman ilgiyle izlediği dinci gericiliğin bir iktidar alternatifi olmaktan çıkartılması konusunda etkili bir mücadele başlatıldı. Bu mücadelenin dinci gericilikle değil, onun zamanla ortaya çıkan siyasal ve iktisadi iddialarına karşı yürütülmesine özen gösterildi. Böylelikle, ABD’nin Türkiye için mümkün olup olmadığını test ettiği “serbest bölge Türkiye” modeli için kilit unsurlardan birisi olarak gördüğü islami hareket, böylece Türkiye’nin geleceğini belirleyebilecek bir güç olmaktan kısmen çıkartıldı.
c) Bunun yanısıra, askerler kendi modellerini rakipsiz kılabilmek için, diğer siyasi özneler içerisinde hiçbir tanesinin özel olarak öne çıkmaması için inanılmaz bir çaba gösterdiler. Bu çaba zaman zaman bizzat askerlerin bile önünü tıkayıcı hale geldi. Ama 1999 seçimlerinin yapılmasına rıza gösterinceye kadar, asker partisi diğer partileri hiç rahat bırakmadı. Ecevit’in yıldızının parlamasına izin verilmesi ise, tamamen seçimlerle ve Bülent beyin yaşı ile ilgilidir. Uzun sürmeyecektir.
d) Silahlı güçler arasında 1990’ların hemen başlarında tırmandırılan rekabet sona erdirilerek polisin daha mütevazi ve bağımlı rollere çekilmesi sağlandı. Susurluk suç örgütlerinin bir bölümünün ortaya çıkartılması için değil polisin bu mütevazi role ikna edilmesi için kullanıldı.
e) Giderek kontrolden kaçan uyuşturucu gelirleri üzerinde yeniden denetim sağlandı. Burada ortaya çıkan kaynaklar doğrudan ya da dolaylı araçlarla silahlanmaya aktarıldı.
f) Kürt hareketinin PKK dışındaki alternatifler üzerinden bir açılım konusu olmasının önüne geçildi. Hareketin PKK ile birlikte anılması, bu örgütü bir türlü istedikleri noktaya getiremeyen ABD ve diğer emperyalist ülkelerin Kürt kartını etkili bir biçimde kullanma umutlarını azalttı. PKK’nin Avrupa açılımı ise, artık Türkiye’nin modelinin ABD tarafından alternatifi olmayan bir model olarak sahiplenildiği bir sıraya denk geldiği için, büyük bir trajediye dönüştü.
g) İsrail ile girişilen askeri (ve bazılarının küçümsediği iktisadi) işbirliği konusunda son derece pragmatik bir yaklaşım tutturularak, iç ya da dış eleştirilerin askerler tarafından kaale alınmayacağı mesajı açıkça verildi.
h) Kapsamlı silahlanma projeleri ilan edildi.
i) NATO ve NATO dışında bölgesel askeri operasyonlar konusunda İtalya ve Yunanistan’da görülmeyen bir isteklilik hissettirildi.
Bu 20 madde çoğaltılabilir. 20. maddenin alt başlıklarına birçok ek yapılabilir. Benim buradaki amacım, 18 Nisan seçimlerine giden Türkiye’de, son yıllarda olup bitenlerin bir boyutunu mercek altına almaktır. Açık söylemek gerekirse, bu tabloya ilişkin masal anlatıcılarından, komplo atölyelerinden ve ezbercilerden çok kişinin bıktığını düşünüyorum. Burada masalı, “askerlerin son açılımlarının ABD planlarını bozduğuna ilişkin kafa karıştırıcı iddia” sahipleri anlatıyor; komploculuğu “bütün bu olup bitenleri Türkiye’de demokratikleşme sürecini kesintiye uğratmak isteyenlerin icat ettiği”ni söyleyenler temsil ediyor; ezbercilerin payına ise “ABD planlıyor, askerler uyguluyor” şeması düşüyor. Bunlardan üçüncüsü daha az zararlı gibi gözükse de, yakın geçmişimize baktığımızda sol içinde aptalca siyasal tavırlar üretmek açısından son iki kategorinin masalcılardan hiç de aşağı kalmadıklarını hesaba katmamız gerekiyor.
Olup bitenleri daha sağlıklı bir biçimde okumakta yarar var. Türkiye ile emperyalist ülkeler arasındaki ilişkilerin güvencesi, bu ülkedeki sermaye egemenliğidir. Bu egemenlik bozulmadıktan sonra memleketimizin ABD ve diğerlerinin dümen suyunda gitmesi kaçınılmazdır. Ama kapitalist Türkiye, aynı zamanda bir ülkedir. Bu ülkenin iç sınıfsal ihtiyaçları, ideolojik şekillenmesi ve kurumsal alışkanlıkları vardır. Üstelik Türkiye, kriz dinamikleriyle sıkışmakla birlikte belli olanakları olan bir kapitalist ülkedir. Bu olanakların başında güçlü ve tahkim edilmiş bir devlet vardır. Bölgede hemen her yere uygulanan devletsizleştirme operasyonuna direnç gösterip emperyalizme alternatif bir model önermek bu devlete çok görülmemelidir.
Soldaki kafa karışıklığı, biraz da bu ilginç kesitin mantığını kavrayamamakla ilintilidir. Bu kesitte askerlerin oynadığı rol, emperyalizmin bütün bu coğrafyadaki saldırganlığına yeni ve etkili araçlar sunmak bu anlamda bu saldırganlığı teşvik etmek anlamında hiçbir ilericilik barındıramaz. Masalcıların “ABD planlarını bozduk” sayıklaması Irak’ta, Kosova’da, Kıbrıs’ta yalanlanıyor. Bu satırlar yazıldığı sırada Yugoslavya’ya karşı NATO harekatı için saat hesabı yapılıyordu ve bu hesap içerisinde NATO’nun özellikle iki ucundan, İngiltere ve Türkiye’den net bir ses geliyordu: Müdahale olsun!
Bu satırlar yazıldığı sırada, uzun bir süredir ısrarla üzerinde durduğumuz “ABD’nin Kıbrıs’a asker yerleştirme” planı açıklanıyor ve Türkiye’de sessiz bir onayla karşılanıyordu. Bu satırlar yazıldığı sırada Irak bombalanmaya devam ediyordu ve bir kara operasyonu konusunda daha fazla spekülasyon yapılıyordu.
ABD planlarının şu anda bölgedeki en şaşmaz partneri Türkiye’dir. Böyle bir Türkiye’de emperyalizmin dengelere kurşun sıkmaya daha az ihtiyacı vardır. Dengelerine güvenen bir Türkiye’de, sermaye egemenliği yürümeye başlayan bir çocuğun ihtiyatlılığını göstererek, korkularına rağmen bazı açılımlara soyunabilir. Önümüzdeki dönem, bu açılımlara ilişkin hayal kuran veya bu açılımlarda ilericilik gören solcularla da hesaplaşmak gerekecektir. Çünkü kapitalist Türkiye’nin yakın geleceğinde sermaye sınıfının kendisini rahat etmesi için, yani dengelere güvenmesi için emekçi sınıflara karşı şiddet politikasından solun davranışlarını bütünüyle belirleme çabalarından hiç vazgeçilmeyecektir. Dolayısıyla şimdi sıra, 19 Nisan’dan itibaren çelişkileri yumuşatılmış bir Türkiye’de daha rahat hareket etmeyi tasarlayan aklı evvellere dönük kimi hatırlatmalar yapmaya gelmiştir.
“Avrupalı” bir Türkiye ama…
ABD Türkiye’yi Avrupa’ya ittiriyor. Avrupa Türkiye’yi tutmaya çalışıyor. Türkiye Avrupa’ya mahkumu oynuyor. Bu tablo yeni değil. Ama bu tablonun kritik bazı noktalarına son dönemde önemli fırça darbeleri vurulduğu da açık. Türkiye’nin Avrupa Birliği ile ilişkilerde kendi tercih ettiği formdan daha az uzaklaşmak zorunda kalacağı, bu anlamda bundan birkaç yıl öncesiyle karşılaştırıldığında daha rahat olduğunu düşünebiliriz.
Çünkü ABD Avrupa’ya doğru ittirdiği Türkiye’nin sınıf mücadeleleri açısından daha donanımlı, emperyalizmin bölgesel saldırılarında daha pervasız olmasını istiyor. Birçok konuda çaresiz ve açılımsız olmakla birlikte diğer Akdeniz ülkelerinde her biri yüzde 7-8’in üzerinde oya sahip komünist partileri var. Bunların da yardımıyla, bu ülkelerde kimi gelişmelere karşı “duyarlı” bir kamuoyuyla karşı karşıya kalınabiliniyor. Oysa Türkiye, görüntüyü kurtaracak bazı rötuşlardan sonra, militan bir örnek olarak kimi alışkanlıkları değiştirebilir. Türkiye’nin Avrupa’daki itibarsızlığı kısa bir sürede değişemeyecektir siyasal kültür açısından Türkiye’nin tarzının Avrupa’da alıcı bulma olanağı yoktur. Ama Avrupa’ya biraz daha yanaşmış bir Türkiye’nin ciddi gerilimlere gebe olan kıtada hiçbir etkisi olmayacağı düşünülmemelidir.
Türkiye burjuvazisinin de kafasına yatan şey, askerlerin üslubuna bütünüyle uymaktadır. Önümüzdeki dönem, sınıf çelişkilerini yumuşatmanın yolu olarak, istikrarsız ve abartılı tepkiler değil, “sürekli budama” yönteminin tercih edileceği şimdiden söylenebilir. Nitekim daha şimdiden, bazı açılardan “daha esnek” bir tarz geliştiren, kimi muhalif konumlanışlara daha anlayışla yaklaşan düzen güçleri, aynı zamanda 12 Eylül faşizmine rahmet okutacak bir baskı uygulamaktadır.
Zaten öngörülen model budur. 12 Eylül öncesinde “faşizm” kimi devrimci demokrat gruplarca önek veya soneklerle anılırdı; yarı açık faşizm, örtülü faşizm gibi… Bu değerlendirmelerin 12 Eylül’le birlikte hiçbir değeri kalmadı. Ama şu anda Türkiye’de örneğin “post-modern faşizm” dönemini yaşadığımızı söyleyenlere açıkçası denebilecek fazla bir şey yok!
İşin özeti, sermaye egemenliği öznelere değil, davranışa darbe vurarak çok önemli bir değişiklik yapmıştır. Devrimci odaklar da dahil olmak üzere, düzenle hesabı olan her kesime varolma hakkı tanımakta, ama bu hakkın kıpırdamama kuralına bağlandığını açıkça hissettirmektedir.
HADEP açık kalabilir. Ama Newroz’u kutlarsa kapatılır. Aydınlara dokunmaya gerek yoktur. Yeter ki arzu edilmeyen şeyler yazmasınlar. SİP varolmaya devam edebilir. Ama sakın ola sosyalizm propagandası yapmaya kalkmasın!
Bu model elbette tutmaz. Ne var ki bazı açılardan işe yarar ve burjuvazi de buna güveniyor. Yıllarca varolma hakkına karşı yürütülen sistemli terörden sonra, bazı kesimlerin “beyaz bayrak” çekeceğine ilişkin bir beklenti içerisine girmeleri son derece doğal.
Burjuvazi açılımını yapıyor. Bu açılım, aslında restorasyon sürecinin yolun sonuna geldiği anlamına da geliyor. En azından bu sürecin bir evresi kapanıyor. Kendi hesaplarına oldukça başarılı geçirdiler bir dönemi. Kriz dinamikleri demiştik… Dinci gericilik, işçi hareketi ve Kürt hareketi krizin toplumsal dinamiklerini oluşturuyorlardı. Çok hızlı bir muhakeme yaptığımızda bile, 1996’dan bugüne bu dinamiklere ilişkin neler yapıldığını kolaylıkla görebiliriz. Artık daha farklı sorunlarla tanışacaklar, mücadele edecekler. İşleri yine zor. Ama, kabul etmek gerekir ki, ele aldıkları başlıklarda bir mesafe aldılar.
Şimdi kritik olan, siyasal temsiliyet sorununun çözülmesidir. Askerlerin 18 Nisan’ın bir an önce geçmesini istemelerinin ardında da bu sorun yatmaktadır. Seçimlerden sonra “acil başarı” basıncı olmaksızın sermaye partilerine yeni operasyonlar yapılacaktır. Ve pek muhtemel ki, daha önceki plan doğrultusunda şu andaki mevcut liderler tasfiye edilecektir. Başka türlüsü mümkün değil. Siyaseti önemsizleştirmek ve partisizleştirmek hedefine siyaset cambazı haline gelen ve giderek kendi temellerini yok etmeye başlayan kadrolarla ulaşamazsınız.
Ancak böyle kapsamlı bir müdahalenin doğal sonucu siyasi alana daha fazla müdahale yapmak olacaktır. Çünkü Türkiye’nin siyasete yeni kadro aktaracak zengin kaynakları olmadığı gibi, siyaseti bütünüyle önceden belirlenmiş bir kalıbın içine sokma fikrinin sadece bir fikir olarak kalacağı da açıktır.
Sermaye sınıfı ve askerler bu müdahaleleri göze almış durumdadırlar. Bu müdahalelerin “yıpratıcı” etkisi ise abartılmamalıdır. Sonuç aldığınız süre boyunca yıpranmazsınız. Askerler 1996’dan beri çok mu yıprandılar? Veya şöyle sormak gerekiyor: Müdahalenin konusu olan özneler mi, askerler mi daha çok yıprandı?
Boşverin… Sosyalist hareketin sınıf eksenli bir çıkışı olmaksızın, bu müdahalelerin sermaye sınıfının meşruiyetini belli ölçülerin ötesinde sarsacağına ilişkin umut taşıyanlar, sosyalizmin bu topraklardaki silkinişinden umut kesenlerdir.
Hangi yönde olursa olsun, bu müdahaleler tarz ve etki açısından barbarcadır ve barbarlığın panzehri sosyalizmdir.
Sosyalist açılım ve seçimler
Yukarıda anlatılanlar bazı açılardan ürkütücü olabilir ve bu ürkütücülük dört değişik tavıra davetiye çıkarabilir. Bunlardan ilki, mutlak pesimizmdir ve en fazla “görelim bakalım” diyen bir tavırdır. Bu türden solcular olabilir ama bu tavrın kendisi solcu değildir.
Görmeye devam edebilirler.
İkinci tavır ise alabildiğince politik görülmektedir. Bu tavrın sahipleri dünyada, bölgede ve Türkiye’de gelişmelere karşı bir “yatıştırma”, “yavaşlatma” duygusu ile hareket ederler. İnsan doğasındaki rasyonalite kırıntılarına hitap etmenin, sınıf çelişkileri üzerinde politika yapmaktan daha sonuç alıcı olabileceğini düşünürler. Psikolojik olarak ilk grupla benzeşirler ama “bir şeyler yapma”nın rahatlığına da sahiptirler.
Üçüncü grupta ise ham, işlenmemiş bir öfke vardır. Devrimci hareketin birçok örnekte bu öfkeye çok şey borçlu olduğu unutulmamalıdır. Lakin, “öfke” geniş yığınlara taşınmışsa ve en önemlisi gerçekçi hedeflerle arada bir bağlantı kurulduysa anlam taşıyabilir. Bugün Kürt emekçilerini belli ölçülerde ayırıyorum, Türk solundaki “öfke”liler giderek cılız düşmekte, ama en önemlisi öfkelerinin konusunu da yitirmektedir. Bugün ABD emperyalizmine, yoksulluğa, adaletsizliğe karşı yalnızca öfke duymak ve bu öfkeyi şu veya bu doğrultuda harekete geçirmek bile anlamlıdır. Ancak uzun süre bu öfkenin bir siyasal projeye yakınlaşmamasının sonucu olarak, “öfke” varlığını nesneden (yani öfke konusundan) değil, bizzat öznenin yalıtılmışlığından alır. Türkiye’de artık kendisine zarar veren ve başka hiçbir şeye yaramayan “öfke”yi bir devrimci tavır olarak görmek bile zorlaşmıştır.
Dördüncü ve burada açmamız gereken tavır ise, barbarlığın güncel dinamiklerini ve zayıf noktalarını kavramak, bu zayıf noktalara dönük sabırlı, akıl dolu ve cesur müdahaleler yapmaktır. Bütün bu sabrı, aklı ve cesareti “sosyalizm” perspektifi içine yerleştirmektir.
Barbarlığın panzehiri bu tavrın eseri olacaktır. Bu tavrın nasıl bir siyasal hat örmesi gerektiğine ilişkin şu ana kadar epeycene şey yazıldı. Ben burada ne bunları tekrar etmek ne de kimi yeni başlıklara girmeyi düşünüyorum. Tek bir nokta üzerinde yoğunlaşarak yazının başında ele almaya çalıştığım “restorasyon-emperyalizm” bağlantıları ile sosyalistlerin siyasal görevleri arasındaki bütünlüğü göstermeye özen göstereceğim.
Bilindiği gibi, Sosyalist İktidar Partisi sosyalizmin bu ülkede stratejik açılımında dört temel unsur olması gerektiğini ilan etti: Özelleştirme karşıtlığı, dinci gericilik karşıtlığı, emperyalizm karşıtlığı ve sermaye sınıfının tüm parti ve kurumlarından bağımsızlık… Tarif edilen karşıtlıkların pozitif sonuçları da açıkça ifade edildi ve bu sonuçların sosyalist iktidara çıktığı ısrarla vurgulandı: Kamuculuk, aydınlanmacılık ve bağımsızlıkçılık…
Bu sonuncusu restorasyon-emperyalizm bağlantılarında sergilemeye çalıştığımız tablo ile birlikte ele alınmak durumundadır. Çünkü, 1970’ler öncesinden 80’e kadar sosyalizmin karşısına çıkarılan “bağımsız Türkiye” stratejisinden farklı olarak, bugün anti-emperyalist düşünce ve eylemin neden otomatikman sosyalist iktidar kavgasının bir ögesi haline geldiğini anlamak, anlatmak durumundayız.
Önce şu “otomatikman” sözcüğü üzerinde duralım. Her anti-emperyalist konumlanış sosyalizme bağlanabilir mi? Kanımca Türkiye’de evet! Çünkü burada bizler anti-emperyalist bir retorikten veya bağımsızlıkçı demagojiden değil, tastamam anti-emperyalist bir konumlanıştan bahsediyoruz ve bugünün anti-emperyalizminin yakın geçmişimizde rastlanan çeşitlilikte boy atamayacağını ileri sürüyoruz.
Bugün kapitalizmin temellerini sorgulamayan, siyasi iktidarı hedeflemeyen ve emperyalizmi bir bütün olarak ele almayan “bağımsızlıkçı” konumlanışlar ya arızidir ya sahte ya da yanılsama.
Bu iddiamızı sağlama almak için, yazıda özetlediğimiz gelişmelere bazı ekler yapmanın sırası gelmiştir. Türkiye’de sermaye egemenliği, emperyalist ülkelerle ilişkilerde 1990’ların ikinci yarısında bir yenilenme ihtiyacı duymuştur. Bu ihtiyacın nesnel temelleri, Sovyetler’in dağılmasından sonra ortaya çıkmıştır. Öznel temeller ise Türkiye burjuvazisinin ve özellikle askerlerin emperyalist ülkelerin yeni yönelimlerinin farkına varması sonucu gündeme girmiştir. Bu yönelim açıktır. Emperyalizm Ortadoğu, Kafkaslar ve Balkanlar’da huruç harekatına girişmiştir. Dost ve müttefik Türkiye’nin bu harekattan korkması için bir dizi neden vardır.
Kendinden korkan Türkiye burjuvazisi, buna ek olarak Kürt sorunundan, Türkiye’nin bütün bu harekata muhatap olan bölgelerin hemen hepsinin parçası olmasından hareketle, ciddi önlemler alma ihtiyacı hissetti. Bu önlem öyle bir önlem olmalıydı ki, Türkiye kapitalizminin ABD ile diğer emperyalist ülkelerle ilişkilerinde herhangi bir bozulma yaratmasın ama aynı zamanda “toprak bütünlüğü” ve istikrarsızlık dönemlerinde devreye girecek devlet örgütlenmesine herhangi bir zarar da getirmesin.
Sonuçta ortaya hızlı silahlanma, NATO’nun yeni stratejisine bütünüyle bağlanma, İsrail ile yakın ilişkiler gibi bir dizi teslimiyetçi politikadan oluşan bir strateji çıktı. Bu stratejinin bir parçası, emperyalist ülkeleri bu açılımın dışındaki arayışlardan uzaklaştırmaktı. Aslında bu oldukça zorlu bir süreçti. Yukarıda anlattığım gibi siyasal alternatiflerin birebir etkisizleştirilmesi, bu süreç açısından askerlerin “muhatap biziz” mesajını vermesi anlamına geliyordu. Dinci gericilikle başlatılan ve hâlâ sürmekte olan didişmenin bir de bu yönü vardı (bu didişmenin ideolojik yönleri de gözardı edilmemeli).
Bu arada Türkiye’nin ABD’den yeni misyonlar talep eden stratejisi, iki nedenle sahte ama önemsenmesi gereken bir anti-emperyalist söylem üretti. Bunlardan birincisi, sözünü ettiğim korkunun kurumsallaşmasıydı. Emperyalist ülkelerin haince planları, bu dönem neredeyse Demirel’in ağzında bile sakız oldu. Güvensiz Türkiye burjuvazisi, 2000’li yıllarda yeni eyaletler arayışındaki ABD’ye başka türlü hizmet verebileceğini kanıtlamak ister gibiydi. Ama bu arada ABD ve Avrupalı emperyalistlerin planları içinde kaynayıp gitmemeye ilişkin bir duyarlılık yaratıldı. Bu duyarlılık için Genelkurmay açıklamaları, ordu içi eğitimler, Cumhuriyet başta olmak üzere günlük basın kullanıldı.
Anti-emperyalist söylemin altında yatan ikinci neden ise, doğrudan emperyalist ülkelere dönük mesaj iletme ihtiyacıydı. Yıllardır son derece kişiliksiz bir biçimde NATO’nun emperyalist ülkelerin peşinden giden Türkiye, “bakın bizde de anti-emperyalist tepkiler var” der gibiydi. Öyle ki, bu dönem boyunca solda emperyalizm karşıtı eylemlere daha fazla hoşgörü gösterildi (bu nedenle anti-emperyalist kimlik ve eylemlerimizi askıya almak ise hoş görülemeyecek bir gaftır).
Bu dönem aşağı yukarı bitti. Anti-emperyalist retoriğin peşine takılanları açıkta bırakarak… Çünkü, görüldüğü gibi, istenilen büyük ölçüde alındı. Türkiye’ye NATO’nun, ABD’nin bölgedeki önemli gücü olarak saldırgan planlarda özel bir yer verilmeye başlandı. Bu yer, Türkiye’yi belki bir bölgesel güç haline getirmeyecek ama onun korkularını biraz hafifletecek.
İşte bu aşamada, anti-emperyalist kimliğimizin çok ama çok önemli olduğunu söylemek gerekiyor. Her şeyden önce emperyalizm bölgemizi yangın yerine çevirdi. Türkiye’de emperyalizme karşı mücadelenin emekçi sınıfların gündemini saptıracağını veya anti-emperyalizmin işçi sınıfına dışsal bir başlık olduğunu şöyle ya da böyle savunan bütün tezler tasfiye edilmelidir. En azından belli bir dönem, Türkiye’de anti-emperyalizm, sosyalizm mücadelesinin en kritik unsurlarından birisi olma özelliğini koruyacaktır. Tıpkı dinci gericilik başlığı gibi, bu başlık da son derece somuttur ve kesinlikle bir “istismar” konusu olarak görülmemelidir. Emperyalizm, bölge halklarını emekçi sınıfları daha fazla geriye çekilemeyecekleri bir uçurumun eşiğine getirmektedir. Bu saldırıya karşı direnç aynı zamanda sömürüye karşı sosyalizmin karşı saldırısı anlamına gelecektir.
Ayrıca Türkiye’de az önce işaret ettiğim sahte anti-emperyalizm vurgusu toplumsal anlamda olmasa bile kimi kritik kurumlarda belli bir iz bırakmıştır. Bugün Türkiye’de asker partisinin anti-emperyalist misyonlarına kendilerini kaptıran asker-sivil bürokratlar mevcuttur. Sosyalistlerin tutarlı anti-emperyalizmi, bu kurumsallıklarda belli yarılmalara yol açabilir.
Bütün bunlar sosyalistlerin seçimlerde bütünlük kaybetmeksizin; yani kamucu kimliklerinden, gericiliğe karşı konumlanışlarından, sermaye ideolojisi ve örgütlenmesine karşı bağımsız hattından taviz vermeden ve halkların kardeşliğine yönelik saldırılara karşı kayıtsız kalmadan, anti-emperyalizm konusunda özel bir duyarlılık göstermeleri gerektiğini gösteriyor.
Çünkü anti-emperyalizm, başka pek az yerde sosyalist kimlikle bu kadar barışıktır. Çünkü anti-emperyalizm, başka pek az yerde bu kadar hayatidir. Çünkü anti-emperyalizm, başka pek az yerde sosyalist hareketin ideolojik ve siyasal damarlarını genişletme olanağı taşımaktadır. Çünkü anti-emperyalizm, başka pek az yerde halkları ve işçileri bu kadar birbirine yaklaştırma ve ortak mücadeleye davet etme potansiyeline sahiptir.
Örneğin bu satırların yazarı yazının başlarında saatler kalan ama şimdi bir-iki günlük bir gerçek haline gelen NATO saldırısına karşı Balkanlar’da ve Rusya’da ortaya çıkan tepkileri çok önemsemektedir. Atina sokaklarında toplanarak,ABD elçiliğine karşı yürüyüşe geçen KKE gençliği, Moskova’da Rus komünistlerle birlikte “Kahrolsun ABD emperyalizmi” diye bağıran Kürt emekçisi, bölgemizin ve insanlığın gururudur. Bu gurur paylaşılmalıdır.
Dipnotlar ve Kaynak
- Burada sistematik bir özet halinde sıralanan tezler, hazırlamakta olduğum Türkiye’de Sosyalizmin İktidar Arayışı adlı kitapta somut verilerle birlikte işleniyor. Değişik yönlere bakan veya baktırmaya çalışan onca kaynağın açık bir biçimde yukarıda sıralanan tezleri işaret etmesi ilginç olduğu kadar öğretici: Son dönemin moda mesleği “stratejist”lerin gerçekleri saptırma yeteneklerinin sınırlarını öğreniyorsunuz!
- Restorasyon sürecinin iç dinamiklerini daha geniş bir “kriz” değerlendirmesinin içine yerleştiren bir kitap, şu sıralar Gelenek yayınları tarafından basılıyor. Aydemir’in Son Kriz başlıklı çalışması için şimdiden söyleyebileceğim şu: Devrim ve sosyalizm mücadelesindeki kararlılığını sürdüren her solcunun 1990’larda bu ülkeyi içine alan kriz sürecinden neden etkili bir devrimci yükselişin çıkmadığını anlamak görevi vardır. Adı geçen kitabı, bu görev için yüreğini ve zihnini harekete geçirenler çok seveceklerdir.