Toplumsal süreçlere ilişkin her kavramlaştırma, bu süreçlere ilişkin çözümleme ihtiyacını perdeleme ve çözümlemenin yerine geçme riskini de barındırır. Özellikle sık kullanılan kavramların aydınlatıcı özelliklerini yitirerek birer etikete dönüşmesi her zaman mümkündür.
Sözgelimi, “depolitizasyon”, 12 Eylül sonrasında solun oldukça sık başvurduğu bir kavram oldu. Nerede bir tıkanıklık varsa, orada toplumsal depolitizasyonun çıktıları görüldü. Solun önemli bir kesimi, örgütsel, siyasal ve ideolojik eksiklerini kapatma gayretini göstermek yerine, bunları depolitizasyonla “açıklama”yı tercih etti.
Bu açıklamalar elbette “yanlış” değildi. Ama zaten sosyalizm mücadelesi neredeyse her zaman son derece elverişsiz toplumsal koşullar altında yürütülür. Burjuvazinin siyasal ve ideolojik cephelerde daha güçlü ve etkili olmasından daha doğal bir şey olamaz. Solun işi, bu durumu değil, burjuvazinin siyasal ve ideolojik açılımlarının kısa ve orda vadede karşılaşabileceği açmazları ve bunların doğru şekilde değerlendirilmesiyle yaratılabilecek olan olanakları saptamaktır.
Kavram kullanımında belirli bir titizlik göstermek, olur-olmaz her yerde aynı kavramlara başvurmaktan kaçınmak gerekir.
Ama herhalde, kavramların etikete dönüşmesinden rahatsız olarak kavramlaştırmaya karşı çıkmak, postmodern çağımızın ruhuna uygun düşse bile, çok daha büyük bir sığlık olacaktır.
Olsa olsa, bir kavramın ne oranda aydınlatıcı, ne oranda işlevsel olduğu sorgulanabilir.
Son yıllarda oldukça sık kullandığımız “restorasyon”, tarihsel çağrışımlarla yüklü bir kavram. İlk hatırlattığı, 1798 Fransız Devrimi’nin ardından gelen restorasyon dönemi. Restorasyon dendiğinde, bir devrimin ya da ilerici hamlenin ardından gelen ve ilericilik döneminin kazanımlarının şu ya da bu oranda tasfiye edildiği süreçler geliyor akla.
Bir noktanın altını çizmekte yarar var: Restorasyon, “eski düzen”in saf haliyle geri dönüşünü anlatmaz. Bu türden geri dönüşler için “karşı-devrim” adlandırması daha uygun düşer. Restorasyon, eski düzenin şu ya da bu oranda parçalanmasına karşın, yerine kendi ayakları üzerinde durabilecek bir yenisinin konamadığı durumlarda gelir gündeme. Kimi hamleler gerçekleştirilmiş, ama ortaya yeni bir bütünlük çıkmamıştır…
Fransız Devrimi, burjuvaziyi iktidara taşıdı. Ama burjuva iktidarının toplumsal dayanakları ve dolayısıyla bizzat burjuvazinin kendisi henüz yeterince olgunlaşmamıştı. Aslına bakılırsa, jakobenlerin devrimciliği de bu olgunlaşmamışlığı yansıtıyordu. Jakobenler, burjuvazinin idealleri için mücadeleyi “sonuna kadar” götürmeye çalıştıklarında, karşılarında yalnızca eski düzenin temsilcilerini değil, burjuvaziyi de buldu. Çünkü tek başına “ideal”ler, düzen kurmaya yetmez. Hele azınlıktaki bir sınıfın egemenliğini sağlayacak bir düzen kurma girişimiyse söz konusu olan, başlangıçtaki ideallere ne zaman sırt çevrileceğini de bilmek gerekir. Fransız burjuvazisi, jakobenlerin iktidarından, siyasal temsilcilerinin de henüz yeterince olgunlaşmamış olduğu sonucunu çıkardı ve eski düzenin temsilcileriyle uzlaşmayı tercih etti.
Ancak burjuvazi bir kez iktidara taşınmıştı ve artık pek az şey eskisi gibi kalabilirdi. Nitekim, Fransız Restorasyonu, ne kapitalist üretim ilişkilerinin yaygınlaşmasına ve derinleşmesine engel olabildi, ne de burjuvazinin yükselişini durdurabildi.
Bugüne dönersek… Eğer restorasyon kavramını yalnızca burjuva devrimciliğini izleyen geri çekilme dönemleri için kullanacaksak, bundan böyle bu kavramı bir daha kullanamayacağız demektir. Burjuva devrimciliği dönemi çoktan kapandı.
Buna karşın, burjuvazinin devrimcilik dönemini geride bırakmış olması, kapitalist düzenin her tür yenilenme dinamiğinden yoksun kalması anlamına gelmiyor. Yalnızca, “yenilenme” ile “ilerleme” arasındaki bağın kopmuş olmasından söz edebiliriz. Gerçekten de, burjuvazinin sınıfsal egemenliğini kurumsallaştırma biçimlerindeki değişiklikler, uzun süreden beri, tarihsel anlamda birer ilerlemeye denk düşmüyor. Bizzat “ilerleme” düşüncesinin kendisinin afaroz edilmeye çalışılması boşuna değil.
Sermaye egemenliğinin kurumsal çerçevesini değiştirmeye/yenilemeye yönelik girişimler de başarısız olabiliyor elbette. Diğer yandan, bu girişimlerin kısmi başarıya ulaşması için bile, kimi uca götürmeler kaçınılmazdır. Bu da, yenilenme girişimlerini, aşırılıkların törpülendiği ve yeni bir bütünlüğün kurulmaya çalışıldığı dönemlerin, yani bu anlamıyla “restorasyon” süreçlerinin izleyebileceği anlamına gelir.
Türkiye’nin 90’lı yıllarda yaşadığı da, bu türden bir restorasyon girişimiydi.
Dolayısıyla, restorasyonu tartışmak için, onu önceleyen yenilenme girişimleri üzerinde durmak gerekiyor…
“Resmi ideoloji”ye karşı “sivilleşme”
12 Eylül sonrasının siyasal yönelimlerini tek bir başlık altında ele almak mümkün değil. Ama kesin olan 80’li yılların yalnızca baskı ve zor yılları olmadığı. Böyle değerlendirmek, Türkiye kapitalizminin kabuk değiştirme çabalarını fazlasıyla hafife almak anlamına gelecektir.
Baskı ve zor 80’li yıllarda, Türkiye tarihinin pek az döneminde olduğu kadar sistemli bir şekilde kullanıldı. Görünürdeki hedef, “devlet”in ve onun ideolojisinin, yani “resmi ideoloji”nin egemenliğini yeniden tesis etmekti.
Nitekim, “resmi ideoloji”, 80 sonrasında aydınların baş düşmanları arasında yer aldı. Ortada bir “ceberrut devlet” vardı ve ilk yapılması gereken bu devletin yaslandığı ideolojinin etkinliğini kırmaktı…
Resmi ideoloji karşıtı cephe zaman içinde ilginç bir genişliğe ulaştı. Liberal solcular, solcu olmayan liberaller, Kürtler ve dinci gericiler, farklı çıkış noktalarından hareketle bile olsa, resmi ideoloji düşmanlığında ortaklaştı. Ve zaman içinde, bu ortaklaşma, çıkış noktalarındaki farklılıkların önemsizleşmesine yol açabildi.
Düşman “resmi” olunca, karşısına neyin konacağını bulmak için çok fazla çaba harcamak gerekmez: “Sivil”.
80 sonrasının “sivilleşme” sürecine öncülük eden Turgut Özal, “sivil” olanı temsil etmeye, daha partisini kurduğu anda başlamıştı. Darbecilerin açık desteği bir başka partiye yönelmiş ve ANAP veto engelini ancak “kıl payıyla” aşabilmişti. Bu arada seçimlere “sol”u temsil etmesi için sokulan parti de en az MDP kadar asker güdümlüydü…
Özal, bir yandan işçi sınıfı ve emekçi kitlelere dönük olarak Türkiye tarihinin en kapsamlı saldırılarından birine kurmaylık ederken, diğer yandan fiziksel baskı ve zoru temsil eden devletle mesafeli görünmeyi başardı. “Sivilleşme”, Özal’ın en önemli ideolojik silahlarından biri oldu. Gerçi o askerleri şortla “teftiş” ederken devletin baskı ve zoru sürüyordu. Ama bu, 12 Eylülcüler’in henüz iktidardan tümüyle uzaklaşmamış olmasına bağlanabilirdi…
Gerçekten de, baskı ve zoru resmi ideolojiyle özdeşleştiren dört eğilim, yani liberal sol, sol olmayan liberalizm, Kürt hareketi ve dinci gericilik, Turgut Özal’a şu ya da bu oranda hayranlık beslemekten vazgeçmedi.
80’li yıllara damgasını vuran baskı ve zorun temel bir işlevi bu noktada belirginleşiyor: “Siyasal” olanın yerine, değeri kendinden menkul kabul edilen “sivil”in konmasını teşvik etmek.
Peki burada “resmi ideoloji” nereye oturuyordu?
Her devlet için bir resmi ideoloji tanımı yapılabilir. Türkiye söz konusu olduğunda, bu başlığın altının daha bir zengin olduğu su götürmez.
Ama yalın haliyle resmi ideolojinin toplumsal ölçekteki alıcılarının sınırlı kalacağı, onun üreticileri tarafından da bilinir. Sözgelimi, “ülkenin devleti ve milletiyle bölünmez bütünlüğü” ifadesinin bu denli sık kullanılması, yalnızca toplumsal bellekte olumlu anlamıyla yer edinmesine yönelik değildir. Asıl hedeflenen, kimi sınırları ve bu sınırların aşılması halinde verilecek tepkinin sert olacağını hatırlatmaktır.
İlkokul sıralarında başlayarak üniversitelerin son sınıflarına kadar süren ve basmakalıp ifadelerin aşırı sık tekrarına dayanan “Atatürk ilke ve inkılapları” eğitiminin ardında inançlı kemalistler yetiştirme kaygısı aramak çok anlamlı olmayacaktır. Kuşkusuz, ders kitaplarının ötesine geçerek öğrencilere “gerçek Atatürk sevgisi”ni aşılamaya çalışan öğretmenler her zaman çıkar. Ama okullardaki Atatürkçülük eğitiminin ve neredeyse tüm öğrenciler açısından yalnızca bir eziyet anlamını taşıyan sıkıcı törenlerin asıl işlevi, bir yandan yine kimi “aşılamaz” sınırları belleklere kazırken, diğer yandan anlamsız görünen kurallara bile itaat etmesini öğretmelerinde yatar.
Askerlikte de aynısı geçerlidir. Bir nöbetçi kulübesini cezalandırmanın “saçma” olduğunu, bu doğrultuda emir veren subaylar da bilir elbette. Bu nedenle de hiçbir subay, bunun “mantıklı” bir ceza olduğu konusunda astlarını ikna etmeye kalkışmaz. Diğer yandan, bu cezanın erler arasındaki sohbetlerde alay konusu olduğunu da bilinir. Ama bu arada aynı erler, en saçma emirlere bile itaat etmesini öğrenmiş olur.
Peki, nöbetçi kulübelerinin cezalandırılmayı hak edebileceği düşüncesini içeren bir “asker ideolojisi”nden söz edilecekse, bu cezayı infaz eden erlerin söz konusu ideolojiyi içselleştirmiş olduğu söylenebilir mi?
Eğer burjuvazi toplumsal değer ve yönelimleri tek başına resmi ideoloji ile belirlemeye çalışsaydı, kapitalizmin sonu çoktan gelmiş olurdu. Ama ne burjuva ideolojisi resmi ideolojiden ibarettir, ne de egemen ideolojinin merkezinde resmi ideoloji bulunmak zorundadır.
Nitekim, yalnızca liberaller değil, bizzat burjuvalar da sık sık devletin resmi ideolojisinin katılığından ve sınırlayıcılığından yakınır. Böylece, devletin ve onun ideolojisinin sınıflar-üstü bir nitelik taşıdığı yanılsaması da beslenmiş olur. Bu arada kimi solcular, TÜSİAD’ın devlete yönelik eleştirilerinde sahiplenilmesi ya da en azından dikkate alınması gereken yanlar bulunduğunu keşfeder… Kimi Kürtler’in burjuvazinin ne kadar demokrat ve barışçıl olduğunu keşfetmeleri gibi…
Sivilleşme ve gericilik
Türkiye’de kemalizmi toplumsal ölçekte iş gören ve kitlelerin düzene bağlanmasını sağlayan bir ideoloji haline getirme çabalarının tarihi, en fazla 40’lı yıllara kadar uzatılabilir. Bu yıllardan sonra, sermaye iktidarına yeni bir toplumsal taban yaratma çabalarının yerini, mevcut toplumsal değer ve yönelimleri kapsayarak yalnızca gerektiği (ya da düzen açısından zorunlu olduğu) oranda dönüştürme çabası almıştır. Dolayısıyla “sivilleşme” 80’li yıllarda değil, 40’lı yıllarda başlamıştır.
Ve “sivil toplum” dinamiklerinin son derece zayıf kaldığı Türkiye’de sivilleşme, başından itibaren, gerici ideolojilerin önünün açılması anlamını taşımıştır.
Bu ülkede ne bir devrimci halk hareketleri geleneği vardı, ne de burjuva devrimi bir toplumsal seferberliğe yaslanmıştı. En büyük korkusu işçi sınıfının hangi nedenle olursa olsun sokağa dökülmesi ve siyasallaşması olan kemalist iktidarın, harekete geçirmekten kaçındığı kitleleri ideolojik düzeyde belirli bir düzeyin ötesinde dönüştürmesi mümkün değildi. Bu koşullarda devletin hedefleri ile toplumun yönelimleri arasında ciddi bir açının oluşması da kaçınılmazdı. Diğer yandan nüfusun büyük çoğunluğunu devleti jandarmayla özdeş gören köylüler ve köyden kentlere yeni göç etmiş işçi ve işsizler oluşturuyordu. “Kemalist aydınlanma” sürecinin dışında kalan bu kitle, gerici ideolojilerin toplumsal tabanını oluşturmaya devam ediyordu.
Burjuva siyasetçi ve partilerinin gericiliği teşvik ve temsil eder hale gelmesinin tek nedeni, gerici ideolojilerin etkisi altındaki kitlelerden oy alma kaygısı değildi. İşçi sınıfı nicel ve nitel olarak gelişiyordu ve sınıfsal çelişkilerin üzerini 30’lu yılların “sınıfsız toplum” demagojisiyle örtmek mümkün olamazdı. Sınıfın siyasallaşma ve ideolojik kopuş dinamiklerinin önünü tek başına baskı ve zor mekanizmalarıyla almak da olanaksızdı. İşçi sınıfının karşısına toplumsal ölçekteki etki alanı ihmal edilebilir düzeyde kalan burjuva liberalizmiyle de çıkılamayacağından, dinci gericiliğe daha fazla misyon yüklenecekti.
Dolayısıyla, Türkiye’deki sivilleşmeci-liberal eğilimlerin gericilikle kolkola girmesi kaçınılmazdı.
Bu arada, yine 40’lı yıllardan bu yana, köylülüğün sığ bakışını paylaşarak “ceberrut devlet”i baş düşman ilan eden ve Türkiye’deki “sivil” dinamikleri temsil etme çabasına girişen solcular da, jakobenizme ve “İttihat ve Terakki geleneği”ne karşı çıkarken, gericilikle uzlaşma noktasına doğru sürüklendi…
“Sivil” dinamikleri temsil etme iddiasını taşımalarına karşın, burjuva liberalizmi ile liberal solun bir türlü bu topraklara yabancılıklarını aşamamış olmaları, yalnızca sığlık ve yeteneksizliklerinden kaynaklanmıyor. “İdeal burjuva demokrasisi”nin kitle tabanını bir türlü yaratamayan Türkiye kapitalizmi, iktisadi liberalizmin siyasal alana taşınma girişimlerini de, liberal solun “kitlelerin dinamizmi”ne yaslanarak yükselme girişimlerini de boşa çıkarıyor. Bu noktada medya desteğinin çok fazla işe yaramadığını önce YDH, ardından da ÖDP deneyimleri gösterdi.
Aslında, Özal’ın hayal ettiği Türkiye ile miras bıraktığı Türkiye arasında da ciddi bir açı vardı.
Ona göre, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de uygulamaya sokulan neo-liberal iktisat politikaları, bu politikaların toplumsal tabanını, yani yeni zenginlerin yanı sıra yeni bir orta katmanı yaratacaktı. Köşe dönmeciliğin, tüketim ideolojisinin ve bunlarla bağlantılı bir bireyciliğin taşıyıcılığını yapacak olan bu orta katman, devletin toplumsal işlevlerinden arındırılması girişimlerine de dayanak oluşturacaktı. Asıl önemlisi, yeni sermaye birikim modeli oturdukça, burjuva siyasetinin farklı eğilimleri arasında da yeni bir ortak paydalar bütünü şekillenecekti.
Merkezi devlet örgütlenmesinin toplumsal hizmetler alanından çekilmesiyle birlikte doğacak olan boşluğun toplumsal gerilimlere yol açması ise, bir yandan yerel yönetimlerin, diğer yandan da “sivil toplum örgütleri”nin güçlendirilmesiyle önlenecekti. “Sivil toplum”, devletten bir şey beklemeyen, kendi başının çaresine bakmaya çalışan bir toplumdu. Dolayısıyla “sivilleşme” söylemi, yalnızca siyasallaşma dinamiklerinin önünü kesmeye yönelik demagojik bir söylem değildi…
Eğer Özal’ın hayalindekiler gerçekleşseydi, bugün Türkiye, cumhuriyet rejimini koruyan, liberal, “Atatürk ilke ve inkılapları”na bağlı olduğunu beyan eden, sivil toplumcu, demokratik, laik, din ve vicdan özgürlüğüne sonuna kadar saygılı, milliyetçi, kozmopolit, Kürtçe konuşmanın serbest olduğu, herkesin Türkçe konuştuğu, ABD’nin yörüngesinde hareket eden, AB’ye girme doğrultusunda daha fazla adım atmış olan, yüzü Ortadoğu’ya ve Orta Asya’ya ve Balkanlar’a ve Akdeniz’e ve Avrupa’ya dönük bir ülke, kısacası “ideal” burjuva demokrasisine çok daha yakınlaşmış bir ülke olurdu. Elbette tüm bu özellikler arasında bir hiyerarşi ve bu hiyerarşiyi değiştirmeye yönelik bir rekabet olur, ama ideolojiler alanındaki mücadelede “serbest rekabet” kurallarının dışına çıkılmazdı.
Bu modele bir isim de bulundu: “2. Cumhuriyet”. Gerçi 2. Cumhuriyet tezini savunmak, sırtında yumurta küfesi taşımayan ve hiçbir zaman devlet yönetiminin ne anlama geldiğini kavrayamayacak olan liboşlara düştü; ama yalnızca kendinden menkul bir aydın fantezisi değildi. Reel sosyalizmin çözülüş süreci, burjuvaziye, Türkiye kapitalizminin sonunda köklü bir dönüşüm gerçekleştirebileceğini ciddi ciddi düşündürmüştü…
Ancak Türkiye kapitalizmi, giderek daha fazla ezilen emekçilerin ideolojik düzeyde tümüyle kuşatılmasına yetecek genişlikte bir orta katman yaratmayı başaramadı. Bu yetersizliğe eklenen iktisadi kriz dinamikleri, sınıfsal çelişkilerin farklı kanallar üzerinden açığa çıkmasına yol açtı: Kürt hareketi, işçi sınıfının 80’li yılların sonu ve 90’lı yılların başındaki mücadelesi, 90’lı yılların kamu emekçileri hareketi ve varoşlardaki hareketlenme…
Sonuç, “kontrgerilla cumhuriyeti” oldu.
Bu sonuç gökten düşmedi elbette. Darbeciler tarafından Türk-İslam senteziyle, zorunlu din dersleriyle ve Alevi köylerine cami dikme pratikleriyle beslenen, ardından Özal döneminin “sivilleşme” süreci içinde önü daha bir açılan dinci gericiliğin, siyasal kriz dinamiklerinin derinleştiği bir dönemde, siyasal iktidara ortak olma iddiasını kazanması doğaldı. En azından, savaş politikalarıyla önü açılan faşist hareketin yeniden palazlanması ve uyuşturucu gelirlerine bağımlı hale gelen bir ekonominin karşı-devrimci örgütlenmeyi çeteleştirmesi kadar…
Böylece, Türkiye bir “kriz ülkesi” olduğunu bir kez daha kanıtladı.
Neyin restorasyonu?
Kimileri “28 Şubat süreci”nin bir 30’lu yıllara dönüş projesi olduğuna inanmaya ve inandırmaya çalıştı. Bu yoruma göre, ordu içinde aydınlanmacı, kamucu ve anti-emperyalist bir kanat vardı ve 28 Şubat bu kanadın marifetiydi…
30’lu yıllara ve kemalizmin ne anlama geldiği tartışmalarına burada yeniden girmek gerek yok. Diğer yandan, generallere anti-emperyalizm atfetme saçmalığının dikkate değer hiçbir yanı bulunmuyor. Ya aydınlanmacılık ve kamuculuk?
Bugün Genelkurmay düzeyinde kamucu kimi eğilimlerin bulunduğu iddiasının muhtemel tek dayanak noktası, restorasyon süreciyle birlikte “devletçi” söylemin yeniden güç kazanmış olmasıdır. Ama askerlerin “devletçi”liğinin kamucu bir iktisat politikasıyla uzaktan-yakından herhangi bir ilişkisinin bulunmadığını görmemek için de kör olmak gerekiyor. Bu konuda, iki yıl önce hazırlanan Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nde özelleştirmelerin hızlandırılması talebinin yer aldığını hatırlatmak yeterli olsa gerek.
Aydınlanmacılığa gelince…
Bugünün Türkiyesi’nde aydınlanmacılığın ne şekilde somutlanacağı bellidir. Zorunlu din derslerini kaldırmadan, imam-hatip liselerini kapatmadan, tüm özel okul ve yurtları kamulaştırmadan, özel dersaneleri kapatmadan, her tür özel bursu yasaklayarak ihtiyaç duyan öğrencilere devlet bursu vermeden, eğitimi bilimsel bir içeriğe kavuşturmadan ve tüm tarikatlar ile dinci örgütlenmeleri dağıtmadan, bir aydınlanma hamlesinin ön koşulları yerine getirilmiş olamaz. Bunların yapılabilmesi için de, gericilik karşıtı mücadelenin toplumsallaştırılmasından başka yol yoktur.
İşçi sınıfını ve emekçileri gericilikle mücadele için seferber etmeden, mücadeleyi sokağa taşımadan, gericiliği alt etmek mümkün değildir.
Oysa, yukarıda tartıştığımız üzere, Türkiye Cumhuriyeti, toplumsal hareketlerde yalnızca işçi sınıfının ayak seslerini duyan ve temel kaygısı kitleleri siyaset sahnesinden uzak tutmak olan bir geleneğin ürünü. 1960 deneyiminden, bu gelenekten uzaklaşmanın ne denli riskli olduğu sonucunu da çıkarmış olan askerlerse, aydınlanma hedefli bir toplumsal dönüşümün öncülüğünü üstlenmeyi akıllarına bile getirmiyor.
Restorasyoncu generallerin temel hedefleri, dinci gericiliği iktidar iddiasından vazgeçirmek, kontrgerilla örgütlenmesini depolitize etmek ve bunlarla birlikte Kürt hareketini silahsızlandırmaktı. Dolayısıyla, restorasyonun siyasal hedefi 30’lu yıllara değil olsa olsa 80’li yılların ortalarına dönüşü sağlamaktı.
Bundan sonra ne olacağı konusunda askerlerin kafası da çok net değildi. Ama olması da gerekmiyordu. Emperyalist sistemin bir parçası olarak Türkiye’nin önünde bir seçenekler bolluğu bulunmuyor zaten.
Bir kere, Türkiye’nin gündeminde özgün bir ekonomi programı yok. Bu durum, yalnızca Türkiye için değil, benzeri durumdaki neredeyse tüm ülkeler için geçerli. Az gelişmiş ve orta gelişkinlikteki kapitalist ülkelerin büyük çoğunluğu benzeri bir kısır döngünün içinde hareket ediyor. Kamu açıkları gerekçe gösterilerek yatırımlar kısılıyor, özelleştirmeler yoluyla kamu varlıkları yerli ve yabancı sermayedarlara peşkeş çekiliyor, ücret ve maaşlar geriletiliyor, sosyal güvenlik sistemleri tahrip edilerek sağlık ve eğitim gibi alanlar kar hırsına kurban ediliyor, çok büyük iç borçlanma faizleriyle kısa vadeli yabancı sermaye girişi sağlanıyor… Tüm bu “önlem”ler, hızlı bir şekilde hayata geçirildiklerinde, geçici rahatlamalara yol açabiliyor. Ama bu arada yeni krizleri hazırlıyorlar…
Bir parantez: Türkiye’nin uyuşturucu gelirlerine ve karaparaya bağımlı bir ülke haline gelmesinin de, “karaparayla mücadele” başlatılmasının da herhangi bir özgünlüğü bulunmuyor. Sözgelimi, uyuşturucu ticareti, zor durumdaki pek çok kapitalist ülke açısından ayakta kalmanın tek yolu olabiliyor ve bizzat emperyalistler tarafından denetleniyor. Diğer yandan “çete”lerin ekonomik güçlerini giderek arttırmaları ve örneğin devlet ihalelerini kimin kazanacağını tayin etmeye başlamaları, karapara bağımlılığının doğal sonuçları arasında yer alıyor. Ama emperyalistler bugün yine aynı ülkelerden karaparayla mücadele etmelerini, rüşvet ve yolsuzlukları engellemelerini istiyor. Bu başlık uluslararası toplantılara konu oluyor ve örnek olsun, TÜSİAD raporlarına giriyor. Çünkü, örneğin özelleştirme yağmasına katılmak isteyen emperyalist şirketler açısından çeteler ciddi bir maliyet unsuru haline gelmiş durumda. Yine çeteler aracılığıyla dağıtılan devlet teşvikleri ve çıkarılan ekonomik yasa ve kararnameler de, gerek emperyalist tekellerin, gerekse onların büyük yerli işbirlikçilerinin canını giderek daha fazla sıkıyor. Özelleştirme ihalelerindeki yolsuzlukların açığa çıkarılmasında bu hoşnutsuzluk da rol oynadı. Ancak tüm bunlardan, karaparanın tümüyle ortadan kaldırılmak istendiği sonucu çıkmıyor: Çetelerin devlet bağlantıları zayıflatıldıktan sonra, mali milat dört yıl ertelenebiliyor. Böylece, karapara dolaşımı yasal olarak serbest bırakılmış oluyor!
Restorasyoncuların özgün bir siyasal programa sahip oldukları da söylenemez. Kesin olan tek şey, Türkiye’yi içinde bulunduğu siyasal krizden çıkarmanın ötesinde, emperyalist hiyerarşinin daha üst basamaklarına tırmandırmak istemeleriydi. Ama tek başına bu, bir yapısal dönüşüm perspektifinin varolduğu anlamına gelmiyor:
“Çağdaş kapitalizmle benzeşmek ya da emperyalist hiyerarşi içerisinde üst basamaklara tırmanabilmek biçiminde formüle edilebilecek olan perspektiften, zaman zaman bir yapısal dönüşüm programı türetildiği olmuştur. Ancak batılılaşmanın Türkiye burjuvazisi için net bir faaliyet programına dönüşmediğini düşünüyorum.
Türkiye burjuvazisi bu tür büyük yapısal dönüşüm perspektifleri açısından bakıldığında bir başarısızlık ve beceriksizlik abidesidir. Oysa aynı egemen sınıf, yapısal zaaflarının düzeni yıkıma götürecek krizler olarak derinleşmesinin karşısına, gelişkin bir siyasal manipülasyon yeteneğiyle çıkabilmektedir.”1
Gerçekten de, restorasyoncular, Türkiye burjuvazisinin siyasal manipülasyon yeteneğini oldukça başarılı bir şekilde sergiledi. Yukarıda dile getirilen üç başlıkta da (dinci gericiliğin siyasal iktidar iddiasından vazgeçirilmesi, kontrgerillanın depolitize edilmesi ve Kürt hareketinin silahsızlandırılması) önemli oranda yol alındı. Türkiye kapitalizminin yapısal kriz dinamikleri ve bunlarla bağlantılı sınıfsal çelişkiler olmasa bile, bunların ürünü somut siyasal kriz başlıkları geriye düşürülebildi.
Ama sonrası yoktu… Daha doğrusu sonrası, “normalleşme”, yani 80’li yıllarda tutturulan doğrultuya dönme dönemiydi.
Genelkurmay’daki yeni ekibin siyasete dönük doğrudan ve açık müdahaleleri geçmiş döneme oranla azalırken, Demirel, eskisine oranla çok daha aktif bir aracılık-uzlaştırıcılık faaliyeti başlattı. Askerler adına konuşma olanağını bulan ve bundan sonuna dek yararlanmaya çalışan Demirel’in o dünemde attığı adımlar, bir yandan kendi vazgeçilmezliğini kabul ettirmeye, diğer yandan da restorasyonun siyasal çerçevesini çizmeye ve aynı anlama gelmek üzere sınırlandırmaya yönelikti.
FP Genel Başkanı Recai Kutan, 28 Kasım günü, “Askerler konusunda kaygım yok. Askerlerin partimizin üslubunu beğendiği yönünde işaretler alıyoruz” açıklamasını yaptı. Bu açıklamaya yanıt 30 Kasım günü Genelkurmay Başkanlığı Genel Sekreterliği’nden geldi: “Türk Silahlı Kuvvetleri’nin herhangi bir siyasi partinin üslubunu beğenip beğenmediğini ifade etmesi söz konusu değildir.” Yani, henüz vakit gelmemişti…
Ancak ne Kutan’ın açıklaması yalnızca boş bir denemeydi, ne de askerlerin yanıtı onlar açısından değişen hiçbir şeyin olmadığını anlatıyordu.
Nitekim, restorasyoncu generallerle oldukça içli dışlı bir köşe yazarı, Ertuğrul Özkök, 2 Aralık günü Hürriyet Gazetesi’nde yayımlanan yazısına, “Fazilet’e insafsızlık” başlığını attı. O da “üslup” sorununa değiniyordu: “Kim ne derse desin, bugün Fazilet Partisi‘nde bir Recai Kutan üslubu kendini göstermeye başladı. Nedir bu üslup? Erbakan‘ın kavgacı ve inatçı politikasını sürdürmeyen, devletin Cumhurbaşkanlığı ve Silahlı Kuvvetleri gibi önemli kurumları ile gereksiz bir çatışma içine girmeyen bir üslup.” FP’nin üst yönetimine “neredeyse klasik bir Özal kadrosu”nun gelmiş olduğunu iddia eden Özkök, Türkiye’nin 28 Şubat sürecini tamamlamış olduğunu ve artık askerleri yeniden siyasetin içine çekecek davranışlardan kaçınmak gerektiğini söylüyordu.
Gerek Aydın Doğan’ın, gerekse Dinç Bilgin’in gazetelerinde Fazilet Partisi’ne daha ılımlı bir şekilde yaklaşılması gerektiğini savunan yazılar artmıştı.
Yine de, henüz vakit gelmemişti. 18 Nisan seçimlerini beklemek gerekiyordu…
“Muazzam bir devrim”
18 Nisan seçimlerini, askerlerin yeni meclise ve bu arada MHP’ye kimi sınırları hatırlatma girişimleri izledi. 1. Merve Kavakçı vakasının ardından Fethullah operasyonu geldi.
Ancak bu sonuncu operasyon tamamlanmadı. Ve yine Ertuğrul Özkök, 14 Ağustos tarihli köşe yazısına şu başlığı attı: “Türkiye bir ihtilal yaşıyor”.
Özkök oldukça iddialıydı:
“Türkiye, üç dört haftadan bu yana adı konmamış muazzam bir devrimi yaşıyor.
İddia ediyorum.
Bu devrim 24 Ocak Kararları kadar önemli, 1980‘lerdeki yapısal dönüşüm kadar derin ve etkilidir.”
Özkök’e göre, devrimin üç cephesi vardı. Birinci cephede Kürt sorunu vardı ve “ilan edilmemiş bir çözüm programı” hayata geçirilmekteydi. İkinci cephede, “adı konmamış demokratikleşme süreci” bulunuyordu. Bu süreç, Fazilet Partisi ile HADEP’in önünün açılmasını içeriyordu. Ekonomik ve sosyal cephede ise, uluslararası tahkimin anayasa girmesi ve sosyal güvenlik reformu vardı.
“Her cümlesi, her adımı, her jesti ile çok ince bir derin devlet siyaseti” izleniyordu ve “bu derin politikanın iki temel aktörü, Cumhurbaşkanı Demirel ile Başbakan Ecevit”ti.
Restorasyon sürecinin tepe noktalarından birinde önce köşesi kaldırılan, ardından belirli konulara girmemesi koşuluyla yazmasına izin verilen Cengiz Çandar, aradan geçen süre içinde zincirlerinden kurtulmuştu. Çandar, 15 Ağustos tarihli Sabah gazetesindeki köşesinde, Özkök’ün sözünü ettiği “devrim”in arkaplanına ışık tuttu. İleriki haftaların gündeminde Ecevit’in ABD ziyareti, İstanbul’da gerçekleştirilecek olan AGİT Zirvesi ve AB’nin Helsinki Zirvesi vardı ve Türkiye söz konusu adımları zorunlu olarak atıyordu.
17 Ağustos depremi, gelişmeleri hızlandırıcı etkide bulundu. “Sivil toplumcu güçler” büyük bir atağa kalkarken, liberaller ve dinci gericiler, 28 Şubat’a ve adları 28 Şubat’la özdeşleştirilmiş generallere karşı kampanya başlattı. Yargıtay Başkanı Sami Selçuk’un liboşlar ve gericilerin yanı sıra liberal solculara ve Kürt hareketine umut aşılayan çıkışının ardından, 2. Cumhuriyet tartışmaları bir kez daha güncellik kazandı.
Türkiye bir dengesizlikler ülkesi ve yalnızca “normalleşme” sürecinin heyecanına kapılan liboşlar ve gericiler değil, Ecevit ve Demirel de ipin ucunu kaçırdı. Böyle olmasaydı, 2. Merve Kavakçı vakası yaşanabilir miydi?
Bu noktadan sonra bir “düzeltme” girişiminin gelmesi kaçınılmazdı ve Ahmet Taner Kışlalı’nın öldürülmesiyle birlikte kimi sınırlar yeniden hatırlatıldı.
Ama bu arada, sınırların eskisi kadar dar olmadığı da görülüyordu. Liboşların ve gericilerin oluşturduğu sivil toplum cephesi, “tam da AB’ye girmek üzere olduğumuz” bir dönemde gerçekleşen suikaste ilişkin olarak, önce “provokasyona gelmeme” çağrıları yaptı, ardından da “provokasyon tutmadı” edebiyatı… Tümüyle haksız sayılmazlardı: 1999 29 Ekimi, Kışlalı suikastinin hemen ardından gelmesine karşın, son yılların en sönük geçen Cumhuriyet Bayramı oldu.
Bu arada, karşı cephede de bir dengesizlik hali vardı ve “yeni dönem”in ruhunu henüz idrak edememiş olan Vural Savaş’ın tepkisel çıkışı karşı tarafın ekmeğine yağ sürdü.
Emperyalistler ne istiyor?
Görünüşe bakılırsa, restorasyoncuların önündeki en büyük engellerden biri, emperyalist ülkelerin Türkiye’ye yönelik insan hakları, demokrasi ve sivilleşme dayatmalarıydı. AB de ABD de, dinci gericilerin yeniden sistem sınırları içinde kabul edilmesini ve Kürt sorununun “demokratik” bir şekilde çözülmesini istiyordu.
Gerek liboşlar, gerekse liberal solcular, yalnızca saflık ya da sığlıkları nedeniyle değil, aynı zamanda toplumsal projelerinin dışsal bir destek olmaksızın hayata geçmesi mümkün olmadığından, emperyalist ülkelerin insan hakları ve demokrasi ihracatçıları olduğu fikrini kolayca benimser.
Gerçekten de, emperyalist ülkeler, az gelişmiş ve orta gelişkinlikteki kapitalist ülkelerdeki anti-demokratik uygulamaları eleştirir ve hatta zaman zaman bunlara karşı kimi yaptırımlara başvurur.
Ama bunun ardında, anlaşılması hiç de zor olmayan hesaplar yatar. Birincisi, oyunun kuralları gereği, darbeci ya da anti-demokratik iktidarlar, emperyalistlerin dayatmalarına karşı çok daha kabullenici olmak zorunda kalır. Sözgelimi, 12 Eylül darbesinin ardında ABD’nin de bulunduğu bilinir. Ama bu durum, ABD’nin darbe iktidarına karşı “mesafeli” görünmesini engellemedi. Diğer yandan, 12 Eylül cuntası da ABD’nin bir dediğini iki etmedi.
İkincisi, emperyalistlerin tarif ettiği sınırların içinde kalan bir “demokratikleşme”, ancak sınıfsal çelişkilerin bastırılmasının ürünü olabilir. Türkiye burjuvazisinden istenen de, Kürt sorununu şu ya da bu biçimde çözmesi ve sınıf çelişkilerini şu ya da bu biçimde bastırmasıdır. Bu sorunların “hallinin” insan hakları ve demokrasiye uygun şekilde gerçekleştirilmesi gibi bir dertleri ise bulunmaz. Dahası, Abdullah Öcalan’ın Türkiye’ye getirilmesi örneğinde görüldüğü gibi, gerekli yardımları esirgemezler.
Karşılığını almak koşuluyla elbette…
Üçüncüsü, emperyalist ülkelerin, “demokrasi ligi”nin geri sıralarındaki ülkelerin muhalif parti ve hareketlerine doğrudan ya da dolaylı olarak umut vermesi, hiçbir riski bulunmayan türden yatırımlardır. Ne de olsa orta ya da uzun vadede kimin iktidara geleceği ya da toplumsal ölçekte güç kazanacağı belli olmaz…
Burada tam anlamıyla bir danışıklı dövüş söz konusudur. Emperyalistler, örneğin Türkiye’deki siyasal iktidarların, sadece emperyalist ülkelerden gelen resmi mesajlar ve bu ülkelerin Türkiye,deki muhalif unsurlarla kurduğu gayri-resmi ilişkiler nedeniyle sermaye egemenliğini riske sokacak türden bir “demokratikleşme” hamlesine girişmeyeceğini gayet iyi bilir. Diğer yandan, kendileri de, hiçbir zaman, bu tür bir risk doğuracak türden adımlar atmaz. Türkiye’deki siyasal iktidarlar da, emperyalistlerin duracağı sınırı bilir.
Tüm bunlardan, emperyalistlerin her şeye rağmen Türkiye’yi “bir tür demokratikleşme” doğrultusunda zorladığı sonucunu çıkarmak da mümkün olabilir elbette. Türkiye burjuvazisinin emperyalistlerden daha fazla özlediği türden bir demokratikleşme doğrultusunda…
Bundan sonrası
Bugün burjuva siyaset sahnesinde yaşanan gerilimlerin kısa vadede nihai bir sonuca bağlanmasını beklememek gerekiyor. Tekil kriz başlıkları çözülemediği ya da çözülemeyeceği için değil. Türkiye kapitalizminin yapısal kısıtları, siyasal kriz dinamiklerini beslemeye devam edeceği için.
Bugün burjuvazinin en büyük avantajı, işçi sınıfı hareketinin dibe vurmuş olması. Dahası, restorasyon sürecinin somut başarıları, sermaye cephesinin sınıf üzerindeki siyasal ve ideolojik kuşatmasının güçlenmesini sağladı. Kürt hareketinin “demokratik cumhuriyet” rotasına çekilmesi, yalnızca Kürt emekçileri üzerinde değil, Türkiye işçi sınıfının bütünü üzerinde geriletici etkide bulunuyor.
Ancak geleceğini emek gücünü giderek daha fazla ucuzlatmaya yönelik saldırılara bağlayan, iç ve dış borç batağına giderek daha fazla saplanan, özelleştirmeler aracılığıyla önündeki birkaç ayı kriz dinamiklerini derinleştirme pahasına satın alma hesabı yapan bir Türkiye’de işçi ve emekçileri de kucaklayan bir “büyük toplumsal uzlaşma”nın zemini bulunmuyor.
Üzerindeki baskı giderek yoğunlaşan işçi sınıfının bugünkü tepkisizliğine bel bağlayan bir burjuvazinin büyük bir hayal kırıklığına uğraması kaçınılmaz.
Kritik olan, işçi sınıfının önümüzdeki dönemde vereceği tepki çıkışlarının hangi kanallara akacağı. Bunu da, tek başına nesnel faktörler belirlemeyecek. Daha doğrusu, solun önünde, sınıf hareketini tek başına nesnel faktörlerin belirleyiciliğine bırakmama görevi duruyor.
Bu açıdan bakıldığında, “demokratik cumhuriyet” tartışmaları ayrı bir önem kazanıyor. Sınıfa saldırı politikalarıyla, özelleştirmecilikle, emperyalizm kuyrukçuluğuyla ve gericiliğin önünün yeniden açılmasıyla giderek daha fazla özdeşleşen bir “demokratik cumhuriyet” açılımının kriz dinamiklerine deva olamadığı belirginleştikçe, alternatifine güncellik kazandırmak daha mümkün ve daha zorunlu hale gelecektir.
“Restorasyonun burjuva Türkiye‘nin son krizi, ve sonu olması bir ihtimal olmaktan öteye taşınmalı ve bizim, Türkiye sosyalistlerinin hem iddiamız hem acil hedefimiz haline getirilmeli. Kapitalist Türkiye sona erebilir ve ermelidir. İçerisinde bir dizi kriz ve kriz çözülen evre ile yapısal kurtuluş arayışlarının yer aldığı bu dönem bir kilitlenme haliyle noktalanabilir. Kilidin anahtarı işçi sınıfına ve sosyalist harekete geçebilir.“2
Kilidin anahtarı, kamuculuğuyla, anti-emperyalizmiyle ve aydınlanmacılığıyla, Türk ve Kürt emekçilerinin birliğini temel alan “sosyalist cumhuriyet” tezi olacak.