1970’li yıllarda başlayan PKK önderliğindeki Kürt hareketi, 20 yıllık zor bir savaşı bitirerek yeni bir döneme başlıyor. Mücadeleye sosyalist bloğun var olduğu koşullarda “Tam Bağımsız Özgür Kürdistan” hedefiyle başlayan PKK, bugün artık bunun ne mümkün ne de gerekli olduğunu söyleyerek “Demokratik Cumhuriyet Açılımı” ile bu işi noktalamayı ve yeni bir sayfa açmayı düşünüyor. Aslında buraya kadar tamam; Kürtlerin barışa ihtiyacı var. Tarif ettiğimiz bu 20 yıllık savaşın en çok kahrını çeken Kürt halkının barış talebini sahiplenmesi ve önderinin peşinden gitmesi anlaşılır bir durum oluyor. Lakin, barışın taraflarından biri emperyalistler olunca temkinli olmakta da fayda var.
Geldiğimiz süreçte PKK lideri Abdullah Öcala’ın imzasını taşıyan “Demokratik Cumhuriyet” açılımı PKK’nin yeni sayfaya neler yazacağını da açıklıyor. Demokratik Cumhuriyet ile Kürt hareketi yüzünü “sağa” dönüyor. Bu açılımla Türkiye kapitalizminin ıslahı Kürtlere görev olarak biçiliyor. Tabii, bunca yıllık devrimci bir hareketin kapitalizme uyum çalışmalarında, yine bunca yıl kapitalizme karşı yarattığı devrimci değerlerden çoğundan feragat etmesi gerekli oluyor. Yanlış anlaşılmasın, “niye barış geliyor”, “niye savaş bitiyor” noktasında değiliz. Doğrudur, soracağımız sorular, daha doğrusu söyleyeceğimiz sözler, bir savaşın devamına hizmet ediyor; ama bizim savaşımız sınıflar savaşı…
Ödün vermek demiştik; kapitalizm doğası gereği bunu istiyor. Daha da acısı “Demokratik Cumhuriyet” açılımıyla somutlaşan anlayış da doğası gereği bunu yapmak zorunda. Nelerden mi feragat ediliyor? Ya da yeni olarak neleri mi söylemek gerekiyor?
Öncelikle artık kapitalizmin sosyalizmi aştığını söylemek gerekiyor. Sonra yapılan savunmayı sınıfsal bir bakış açısıyla, hatta ulusal bir bakış açısıyla yapmamak gerekiyor. Daha sonra Hitler gibi bir faşistle, sosyalist Stalin’i, ikisini de baskıcı diktatörler olarak aynı cümle içinde birbirlerine denk tutarak anmak gerekiyor. Devam edersek; UKTH’nın 70’lerde moda, artık demode olduğunu, bu ilkenin günümüzde Kürtler için uygulanamayacağını, ayrılığın ne mümkün ne de gerekli olduğunu söylemek gerekiyor. Bu çerçevede “Yurtsever Gençlik”in adını, “Demokrat Gençlik”, Halkın Demokrasi Partisi’nin yerine “Demokrasi”si daha fazla bir şey düşünmek, örgütsel kurumlardan “Kürdistan” kelimesini çıkarmak gerekiyor. Bunlara ek olarak, Cumhuriyet döneminde patlak veren isyanların -sanki yıllar boyu sola tam tersi doğrultuda ders verilmemiş gibi- ayrılıkçı ve ilkel olduğunu, kendilerini emperyalizme bağımlı olmaktan kurtaramadıklarını söylemek gerekiyor. Güney Kürdistan’ın (sadece kuzey değil) Misak-ı Milli sınırları içerisinde olduğunu belirtmek gerekiyor. Bu yazdıklarımın hepsini anlatan cümleler “Savunma” kitabında var. Daha da uzatılabilirler. Ama niyetimiz savunma kitabının bütünlüklü bir eleştirisi değil.
Konumuza gelirsek; Abdullah Öcalan’ın savunmasında Kemalizme bir öykünme göze batıyor. Diğer meseleler hakkında söylenenlerin geçmişten bugüne bir farklılık taşıdığını görüyor ve bunu eskiden solcu olan birinin bugün sağcı olmasını nasıl karşılıyorsak öyle karşılıyoruz. Fakat kemalizm noktasında sorun var. Burada öncelikle tarihi bilgiler değiştirilmeye çalışılıyor. Şöyle ki, birkaç yıl önce yazılan kitaplarda M. Kemal’in Kürtleri nasıl katlettiğini yazıp kemalizmi lanetlerken, şimdi aslında Atatürk’ün göründüğü kadar kötü biri olmadığını anlatmak ve isyanların ilkel olduğunu, Cumhuriyeti tehdit ettikleri için bastırıldıklarını tarihe yedirmeye çalışmak, tarihi değiştirmek oluyor. İkinci olarak yıllarca Türkiye solunu “siz kemalistsiniz” diyerek “tu kaka” ilan eden, TKP’yi “Türkiye Kemalist Partisi” olarak anan Kürdistan devrimcilerine şimdi bu söylediklerini hatırlatmak gerekiyor.
Her devrimci yaşamıştır; “Merhaba Heval”, “Merhaba Hocam”la başlayan sohbetlerde konuşulur, tartışılır, tartışma tıkanınca yurtsever devrimcimiz Türkiye solcusuna “siz kemalistsiniz bunu aşmadan devrim falan yapamazsınız” diyerek kendi açısından tartışmayı bitmiş sayardı. Neyse ki, Türkiye sosyalistlerinin artık kemalizm gibi bir sorunları yok.
Şimdi Abdullah Öcalan’ın “Demokratik Cumhuriyet” açılımında tarif ettiği, M. Kemal betimlemelerinden pasajlar alalım.
“…Pratik ustalığının çok güçlü, ama derin bir teorik ve siyasi yaşamının olmaması, gerçekten cumhuriyetin daha ileri açılımını özellikle demokratik boyutunu sınırlandırmıştır. Bunda, toplumsal bünyede demokratik akımdan uzaklık, dinsel geriliğin hakimiyeti, çok sayıda ayaklanmanın saltanat lehine cumhuriyeti tehdit etmesi, erkenden bir otoriter karaktere yol açtı. Otokratik cumhuriyet; daha çok kendini geri çeken ayaklanma endişeleriyle, dönemin Sovyet tipi sosyalist otoriter anlayışı ile faşizmin yükselen totaliter rejimlerinin yoğun etkisi ve hatta baskısı altında olmasının da rolü fazladır. Güçlü demokratik seçenekler azdır. Yine de Mustafa Kemal’in idealinde; özellikle Serbest Fırka denemesiyle demokratik sisteme ilgisi küçümsenemez. Onun, gerek Türk, gerek Kürt toplumu içerisinde ortaya çıkan ayaklanmaları tasfiye ederken, demokrasiye karşıtlıktan ziyade, cumhuriyete karşıtlık endişesi hakim basar” 1
“Atatürk’de ne özel bir demokrasi karşıtlığı, ne de Kürt aleyhtarlığı söz konusudur. İlerlemeden yana ve beklentisi vardır.(….) Atatürk’ün kurduğu cumhuriyet etkilense bile ne Hitler’in Almanyası, ne de Stalin’in Rusyası gibi cumhuriyeti aşırı totaliter kılmak istemedi…”2
“Kürt ayaklanmalarında, hele hele milli karakterinden ziyade -istisnalar geneli değiştirmiyor- dağınık, örgütsüz, ağa-reis-şeyh kuralına göre yürüyen bir toplumsal kesimden daha ileri bir gelişme çıkmamasının suçunu hep cumhuriyete ve Atatürk’e yıkmak büyük bir yanlışlık ve haksızlık olduğu kadar beraberinde birçok yaklaşım hatasını da getiriyor, aşırı uç değerlendirmelere götürüyor. Aşırı bir idealize duruma, günümüzün gözlüğüyle değerlendirmelere götürüyor, bu da özellikle genel de aydınları, islamcıları, sosyalistleri ve Kürt milliyetçiliğini büyük değerlendirme hatalarına, hatta hareketlerine götürüyor.” 3
“Ayaklanmalarla fiziki tasfiyeyi yaşayan Kürtlük, bu dönemde ideolojik ve siyasi felçliliği yaşamaktan kendini kurtaramadı. Aslında temel hatayı aşamadı. Ortak vatan ve devlet çözümlemesini ve burada verilmeyen, eksik olan haklarını başarılı bir demokratik programla ve onun örgütsel ifadesiyle ortaya koyamadı. Türk siyasi ve milli güçlerine, ülkenin bütünlüğü ve cumhuriyetten kopulamayacağını bilimsel ve inandırıcı izah edebilse, ta Atatürk döneminde bu yöntem tutturulsa, aslında durum tersine, yani başlangıçtan beri demokratik cumhuriyete doğru gelişim gösterirdi.” 4
“Adil ve onurlu bir barış olmadan ne ülkede ne de dünyada yaşamın hiç bir anlamının olmadığı derin bilinciyle bunu herkesten önce gören ve slogan haline getiren Mustafa Kemal Atatürk’ün `Yurtta Barış Dünyada Barış’ ilkesi de daha çarpıcı yaşam ifademiz olmaktadır.”5
Son alıntı 19 Kasım 1999 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yer alan, Abdullah Öcalan’ın Kışlalı suikasti ile ilgili yaptığı açıklamadan:
“…Herkesi tavır koymaya çağırıyorum. Kışlalı’nın seçilmesi en hayati olan Demokratik Cumhuriyet çizgisi ve gerçek bir Kemalist eğilim içinde Kürt sorunun çözümünü düşünmekti. Kışlalı şahsında tarihi bir misyon vurulmuştur. Kışlalı’ya sahip çıkmak ve Atatürk’ün mirasına bağlı olmak Kürt sorununda uzlaşmaya gitmektir. Kışlalı bu uzlaşmanın hem teorisyeni hem de pratisyeniydi. Bu anlamda ustaca seçilmiştir. Bunu yapanların süreci baltalamaya güçleri yetmez. Kışlalının anısına bağlı olanlar bağlılıklarını tarihi sorunun uzlaşma ile çözümüne yoğunlaştırmalıdır.”
Daha önce yukarıda da tanımlamaya çalıştığımız gibi, bu ifadeler günümüz Kürt açılımının düştüğü durumu gösteriyor. A.Öcalanın ifadelerinde yerini bulan M.Kemal ve Cumhuriyet tanımlamaları Kürtlerin tarihine de yabancı. Tarih kendine fazla yabancı olanları kusmadan edebilir mi?
Mustafa Kemal’den önce…
I. Paylaşım savaşından önceki dönemde Kürtler İttihat ve Terakki içinde yeralmış, İttihat Terakki’nin Türkiye’deki faaliyetlerinde siyasi propagandasının merkezine aldığı “liberalleşme” rüzgarına maruz kalmış ve bundan kaynaklı ulusal bilinçleri gelişmeye başlamıştır.
II.Meşrutiyete kadar geçen dönemde Kürt isyanları genellikle aşiret çıkarlarını savunmak amacıyla ortaya çıkmıştı. İsyanlarda başat olan bu hedefler 1800’lü yılların sonlarına doğru Fransız Devrimi’nin yaratmış olduğu “uluslaşma süreci”nin de etkisiyle yerlerini “devlet kurmak” hedefine bıraktılar. Yıkılmaya yüz tutmuş Osmanlı Devleti yurt içinde çıkan bu isyanlara çok sert yaklaştı. İsyanlar kanla bastırıldı ve peşinden açlık, sürgün, hastalık kendini gösterdi. Osmanlı’nın bu yaklaşımı Kürtleri 1900’lü yılların başlarında aktifleşmeye başlayan Jön Türk hareketine yaklaştırdı.
İttihat Terakki yurt dışında eğitim görmüş ve Avrupa’daki burjuva akımlardan etkilenmiş kişilerden oluşuyordu. Bu burjuva ilericileri Jön Türkler olarak anılıyordu. Reformcu bir söylemle dönemin muhalefetini çatısı altında birleştirmeyi başaran İttihatçılara Kürtler, ulusal çıkarlarını kazanabilecekleri düşüncesiyle aktif katılım gösterdiler. Beş kişilik İttihat Terakki Komitesi’nde iki Kürt yer alıyordu. İTK 1908 yılında padişahı etkisizleştirerek II. Meşrutiyeti ilan etti. İTK’nın iktidarı ele geçirmesinden sonra işler Kürtlerin hesapladığı gibi gitmedi.
Fransız İhtilali’nin etkisi tek Osmanlı burjuvazisine nasip olmamış ve Bulgaristan’dan sonra Avusturya-Macaristan da bağımsızlığını ilan etmişti. Dış topraklarını kaybetmeye başlayan Osmanlı içteki bütünlüğü sağlamaya kararlı-y-dı. Buna karşın içteki muhalefet güçleniyor, gericiler eski yönetimi, liberaller ise daha fazla özgürlük istiyorlardı. Siyasal faaliyetlerini arttıran Kürtler ve bazı etnik gruplar da bağımsızlık ya da özerklik talep ederek İttihat Terakki yönetimini sıkıştırıyorlardı. Jön Türkler ayrılmaya niyetlenen halkları en ciddi tehlike olarak görüyor, bastırılmadıkları takdirde bu ulusal hareketlerin er ya da geç başarıya ulaşacaklarını düşünüyorlardı. Ve Jön Türkler bütün muhalefeti susturma kararı aldı. Gericiler, aşırı liberaller, özellikle Kürtler ağır baskılara maruz kaldılar. Birçok Kürt aydını sürgüne gönderildi, bazıları öldürüldü. Programına “etnik grupların kendi dillerinde eğitim görmesi” maddesini koyan İTK, bunu Kürtlerin şahsında “Türkleştirme” kampanyasına dönüştürdü. İTK’nın aslına dönmesinden sonra, öncesinde Kürtlerle kurmuş olduğu liberalleşme ittifakı da son buldu.
Aslında İttihat ve Terakki hiç Kürtçü olmamıştı. Avrupa’aki milliyetçi hareketlerden etkilenmiş ve Türki milliyetçisi olarak dönmüşlerdi. Jön Türklerin asıl amacı burjuva ideolojisini ülkeye yaymak ve “Türklüğü” ezdirmemekti. Kürtleri de kendi emellerini gerçekleştirmek için kullanılacak bir güç olarak gördüler ve böyle yaklaştılar. Ama Kürtler İttihat Terakkici olmuşlardı. Bu pozisyon Kürtlerin bağımsızlıklarını kazanmaları için işlerine yaramadı ve ciddi zararlar verdiyse de bir dönem kapanmış, ulusal bilinç gelişmeye başlamıştı.
İTK’nın muhalefete karşı aldığı tavırlardan sonra siyasal faaliyetleri yasaklanan Kürtler yeraltına çekilmiş, el altından yayınlar dağıtarak Kürdistan’daki örgütlenmeleri geliştirmeye başlamışlardı. Yasal olarak birtakım dernekler kuruluyor, bunlar kapatılıyor, yenileri kuruluyordu. “Kürt Terakki ve Teavun Cemiyeti”, Kürt öğrencilerce kurulan “Hevi”(Umut), “Roji Kurd-Hateve Kurd” bu örgütlenmelerden en önemlileri oldu. İlk ikisi binalar tutarak dernek faaliyeti yürüttüler. Roji Kurd ve Hateve Kurd ise önemli dergilerdendi.
Bu durum I. Paylaşım Savaşı’nın başlamasına kadar sürdü. Savaşa kadar geçen sürede Kürt halkı topraklarında, aydınlar ise daha çok faaliyet yürüttükleri büyük şehirlerde -özellikle İstanbul’da- çeşitli baskılarla karşı karşıya kaldılar. Savaşın başlaması ve seferberlik ilan edilmesiyle birlikte Kürt örgütleri faaliyetlerine ara vererek üyelerini savaşa gönderdi. Savaş Kürtler açısından çok ağır sonuçlar doğurdu. Kürt toprakları Osmanlı-Rus sınırında ve bu iki ülkenin hareket alanında yer aldığı için bu topraklar savaş alanı olarak kullanıldı. Birçok yer, yerleşimcileri üzerinde korkunç sonuçlar doğuracak şekilde birkaç kez el değiştirdi. Savaş Kürtler açısından hem büyük bir insan gücü talebi anlamına geliyor hem de halk bütün varlığını savaşa kurban etmek zorunda kalıyordu. Kürt tarihçi Mehmet Emin Zeki’ye göre Kürtlerin savaştaki asker kaybı 300.000 kişi civarındadır.6
Wodie Swaideh Kürt milliyetçiliğinin Tarihi adlı toplatılmış olan kitabının bir bölümünde savaşın Kürtler açısından sonuçlarını anlatır:
“Soğuk ve hastalık da en az mermi kadar can aldı. Gerekli araçlardan yoksun olan Osmanlı ordusu ihtiyaçlarını ya Kürtlerin mallarına el koyarak ya da çok ucuza alarak karşılıyordu. Bu durum birçok köylünün bölgeden göç etmesine ve beraberinde bir kıtlık yaşanmasına neden oldu. Osmanlı ordusunun birçok askeri başgösteren kıtlık ve tifüs salgını nedeniyle öldü. Kıtlıktan Kürtler de nasibini aldı. 1917 yılında sadece Süleymaniye halkının yüzde 70’i açlık yüzünden hayatını kaybetti. İki tarafın ordularında her ilerleyişi ve geri çekilişleri beraberinde cinayet, tecavüz ve yıkımı da getiriyordu. 1914 yılında Rus orduları Kuzey Kürdistan’a girdiğinde yerli halkın sadece yüzde 10’unun Rus ordusunda bulunan Ermeni birliklerinin vahşetinden kurtulduğu söylenir. 1917 Ekim Devrimi ile Rusya’nın savaştan çekilmesi Kürtler için bir müjde oldu.
“Savaştan sonra 1000 haneli köylerde hane sayısı 100e düşmüş birçok insan ölmüş evlerin çatı ve kirişleri tüm ahşap tertibatı ısınmak için askerlerce yakılmış halkın büyük çoğunluğu göç etmiş göç etmeyenler ise yürüyemeyecek kadar güçsüz olduklarından göç etmemişlerdi. Savaş sırasında Sultan V.Mahmud tarafından çıkarılan fermana göre Kürtler küçük gruplara bölünecek ve Batı Anadoluda Türkçe konuşan bazı eyaletlere yerleştirilecekti. Bu yerleşim yerlerinde Kürtlerin nüfusu toplam nüfusun yüzde 5ini geçmeyecek Kürt liderleri ve ileri gelenleri şehirlerde halk köylerde oturacak ve böylece aradaki ilişki koparılacaktı. Bazı kaynaklara göre savaş sonrası 1 milyona yakın kişi göçe zorlanmış bu insanların yaklaşık 700.000i gidecekleri yere varmadan yolda açlık soğuk ya da hastalık yüzünden hayatını kaybetmiştir.“7
M. Kemal’in sahneye çıkışı…
İttihat ve Terakki geleneğinden gelen Mustafa Kemal’in Kürtlerin siyasi faaliyetlerine, deyim yerindeyse geleceklerine doğrudan müdahaleye başlaması I. Paylaşım Savaşı’nın sonuna denk gelir. Bunun öncesinde 1916 yılında 16. Kolordu Komutanı sıfatıyla Bitlis cephesine gönderilen M.Kemal savaş sırasında Kürtlerle birtakım ilişkiler kurmuş ve bu ilişkilerden sonraki yıllarda; Kurtuluş savaşında, Erzurum, Sivas kongrelerinde faydalanmıştır.
Bitlis cephesine atandıktan sonra Silvan’da göreve başlayan M.Kemal, başlar başlamaz Kürt ağaları ve halk ile yakın ilişkiler kurmaya özen gösterir. Ağalarla, müftülerle, gece yarılarına kadar süren sohbetler yapıp bir tepeye kurduğu karargahının korumasını aşiretlerden seçtiği Kürt gençlerinden oluşturmuştur. Babası savaşta ölen iki çocuğu evlatlık edinmiş, “hatta bu yakınlık M. Kemal’in Kürt olduğu söylentilerine bile yol açmıştır.”8
Halkın M.Kemal’in Kürt olduğunu düşünmesi doğru olmamakla beraber, şöyle bir gerçek vardır. Bu yıllar, Misak-ı Milli fikrinin M.Kemal’in kafasında oluşmaya başladığı yıllardır. Ülkenin doğu sınırlarının korunmasında Kürtlere ihtiyaç olduğunu bilen M.Kemal tavırlarını bu duruma göre düzenlemiş, ağalarla mektup trafiğini aksatmamış ve Kürtlerin ulus olduğunu inkar etmek bir yana kürtler’e sempatiyle yaklaşır olmuştur.
Birinci Paylaşım Savaşı bittiğinde Kürdistan her anlamda büyük bir yıkım içindeydi. Osmanlı devleti parçalanmış ve halen bazı bölgelerde tehditler devam ediyordu. Batılı ülkeler Doğuda bir Ermenistan devletinin kurulmasını öngörüyor ve hazırlıklarını yapıyorlardı. Bir devlet kurulduktan sonra gelişebilecek bir Ermeni tehdidinden korkan Osmanlı yönetimi, böyle bir tehdit olasılığını ortadan kaldırmak için Kürtleri kullanmayı düşündü ve “Osmanlı yönetimine bağlı özerk bir Kürdistan” formülü geliştirildi. Hükümet, Kürtler’in ulusal, demokratik örgütlerini istemiyor ama bağımsız bir Ermenistan olacağına, kendilerine bağlı bir Kürdistan’ı tercih ediyordu. Bu Osmanlı yönetiminin Kürtlere götürdüğü öneri oldu.
Naci Kutlayı’n kitabında anlattığına göre Kurtuluş Savaşı öncesi önde gelen Kürt temsilcileriyle Osmanlı yönetimi arasında bir görüşme yapılır. Bu görüşme Kürdistan Teali Cemiyeti ile yönetimdeki Hürriyet ve İtilaf Fırkası yöneticileri arasında olur. Kürtler, Osmanlı yönetiminin önerisine karşı bağımsızlığı önerirler. Neticede “özerk Kürdistan” da anlaşılır. Ve bu karar Sevr’de hayata geçirilir.9 Sevr anlaşmasının 62, 63, 64. maddelerine göre Kürtler önce özerk bir devlet kuracak, bir yıl sonra bağımsızlaşacaklardı. Fakat Sevr işlemedi. İstanbul’da bu kararlar alınırken M.Kemal’in doğuda Kürt ağalarıyla kurduğu ilişkiler, Kürtlerin Kemal hareketine yakınlaşmasını sağladı. M.Kemal de Ermeni tehdidini kullanıyordu ve birçoğu Ermeni katliamına (1915 yılında 1.500.000 Ermeni öldü) katılmış olan Kürt ağaları M.Kemal ile birlikte hareket ediyorlardı. Bağımsızlık hedefiyle kurulan Kürdistan Teali Cemiyeti de M.Kemal’in gazabına uğradı. Kurulduktan sonra kısa dönemde geleceklerini Kürdistan’da gören Kürtler tarafından destek gören bu cemiyet, Kemalistlerin aleyhte propagandaları ve M.Kemal’in ağalara bir takım vaatlerde bulunması sonucunda etkisizleşmeye başladı. Kürdistan ile bağlantıları ve bölgedeki etkisi zayıflayan Kürdistan Teali Cemiyeti önce önderleri arasında çıkan tartışmalar sonucunda bölündü sonra kapatıldı.10
Biraz geriye dönersek; 1919 yılına gelindiğinde Ortadoğu’da Fransızlar ve İngilizler bir üstünlük kurmuş Ortadoğu halklarının kaderlerini belirlemeye başlamıştı. Bu iki devletin Kürtler konusunda vereceği kararlar da önemliydi. Fransızlar 1919’da Kürt aşiretlerinin bir devlet şeklinde organize olabileceğine inanmadıklarını bildirdiler. İngiltere ise Kürtlerin çoğunluk oldukları bölgelerde bağımsızlıklarına kavuşabileceklerini dillendiriyordu. İngiltere’nin Kürt sorununa gösterdiği bu ilgi karşısında M.Kemal ve arkadaşları da boş durmadılar. Hem Irak Kürtlerini İngiltere karşıtı eylemlere sevk ediyor hem de Erzurum ve Sivas kongrelerinin hazırlıklarını yaparak Kürtlere de bu kongreler de ulusal çıkarlarının dikkate alınacağının duyurusunu yapıyorlardı.
Erzurum, Sivas Kongreleri’nden Lozan’a
Mustafa Kemal 1919 yılında Samsun’a çıktığında İstanbul Hükümeti ile ilişkileri gerginleşme sinyali veriyordu. Kemal hareketi bu tarihten sonra bağımsızlaşmış ve Misak-i Milli planını gerçekleştirmek için başlamıştı. Bu çerçeve de Amasya’da yapılan toplantılarda Erzurum ve Sivas’ta kongre toplanması kararı alınmış ve bu kongrelerde kurtuluş savaşının şeklinin çıkarılacağı düşünülmüştü.
Erzurum Kongresi Temmuz 1919’da toplanır. Naci Kutlay kongreye katılan bazılarına göre 54 bazılarına göre 56 delegeden 41 tanesinin Erzurum ve Trabzon’dan olduğunu, Kürt ileri gelenlerinin çoğunun destek vermediğini söyler. “Erzurum Kongresini Kürtlerin destekledikleri ve Kürt kökenli delegelerin katıldıkları görünümü verilmiş, ancak bu gerçekçi değildir. Kongreye Kürtleri dışlamayan ifade ve kararların egemen olması dikkat çekicidir.” 11
Aslında Erzurum Kongresine verilen destek (az da olsa vardır) daha çok Kürt ağalarının desteğidir. Daha önce de belirttiğimiz gibi dönemin Kürt aydınları M.Kemal’e uzak durmuş ve İstanbul’da yüzlerini yabancı devletlere dönerek bağımsızlık aramışlardır. Kürt aydınlarının Kürdistan’dan uzak olması bölgede siyasal boşluk doğurmuş, bu boşluğu da yine Kürt ağa ve şeyhleri doldurmuştur. Bu kişilerin de M.Kemal’e olan yakın ilişkileri ve apolitik olmaları Kürtlerin bu iki kongrede kandırılmalarını kolaylaştırmıştır. Kürtlerin Ermenilere ve İttihatçılara karşı olmasını iyi değerlendiren M.Kemal kendi geleneğini gizleyerek Kürt ileri gelenlerini kendine yakınlaştırmıştır.
Erzurum Kongresi’,nde “Türk-Kürt Kardeşliği” ve “Ortak Mücadele” ön plana çıkarılarak ileride Kürtlerin önünü açacak ve işlerine yarayacak bir kararın çıkması engellenmiştir. Kongrede Kürtler bir önerge vermiş, muhtariyet, belediyelerin bağımsız olması, ordu ve jandarmanın yerine milis ve örgütlerinin kurulmasını istemiş ve bu önerge reddedilmiştir.
Eylül 1919’da toplanan Sivas Kongresi’nde de durum pek farklı değildir. Erzurum’dan istediği sonuçları tam olarak çıkaramayan M.Kemal ve arkadaşları, Sivas Kongresi öncesinde Kürt ileri gelenlerinin kongreye katılımı için yoğun çaba harcamışlardır. Kongre öncesinde M.Kemal Kürt ağalarına birçok mektup gönderip çağrı yapar. Bu mektuplardan biri şöyle:
” Mutki Aşireti Reisi Hacı Musa Bey’e,
Muhterem Efendim, İkinci Ordu Kumandanlığı’nda bulunduğum sırada ve pek ciddi durum içinde aramızda meydana gelen kalbi bağların kıymetli hatıralarını daima koruyorum. Zatıalilerinin eskiden beri devlet, millet ve vatan uğrunda fedakarlığınız, seçkin hizmetleriniz, bütün hamiyet sahiplerinin takdir ve beğenilerinin üstündedir. (…) Burada olduğu gibi, aynı amaçla Sivas’ta da bütün milletin temsilcilerinden meydana gelen bir kongre toplanmak üzerinedir. Ben de birkaç güne dek salt bu iş için Sivas’a doğru yola çıkacağım. Kongrenin sonunda yeniden Erzurum’a döneceğimden, Erzurum’da sizinle buluşmaktan onur duyarım. Bunun için uygun bir zamanda size telgrafla bilgi vererek herhalde Erzurum’u şereflendirmenizi rica edeceğim. Oradaki işlerinizin, sizin burada uzun süre kalmanıza engel olacağını biliyorsam da, ulusun bizlerden beklediği hizmetin önemi ve yüceliği karşısında, bunların bir ölçüde feda edileceğine inanıyorum. Herhalde bir kez görüştükten sonra bu noktanın bir çözümünü düşünür buluruz. Yüce Tanrı’dan yurdumuz ve ulusumuz için iyi yazgılar diler ve sizlerin gözlerinizden öperim.Mustafa Kemal” 12
Mustafa Kemal’in yalancı mektupları ünlüdür, herkes bilir. Ama o zamanın Kürtleri nereden bilsin… Erzurum’a da Sivas’a da katılmayan Hacı Musa, Erzurum Kongresi’nde yönetime seçilir. M.Kemal, Hacı Musa ve yönetime seçilen diğer Kürt, Erzincanlı Nakşi Şeyhi Fevzi Efendi hakkındaki asıl fikrini ise Nutuk’ta şöyle açıklar:
“…..Erzincanlı bir nakşi şeyhi ve Mutkili bir aşiret reisi gibi zavallılardan kurulabilecek herhangi bir temsilciler kuruluna, söz konusu durum ve görev bırakılır mıydı?…”13
Nereden nereye… Sivas Kongresi’nde de birden fazla ırki ve sosyal varlığın birarada kardeş olarak yaşamaları ve milli mücadelenin tek bir ırka ait olmadığı motifi ön plana çıkarılmıştır. Kürtlerin milli mücadeleye katılımını sağlamak için ise kapsayıcı ifadeler kullanılmış sosyal, kültürel haklarının korunacağı ilan edilmiştir. Ayrıca yine kongre bildirisinde belirtilen 8. Madde yani “Milliyetlerin kendi kaderlerini kendilerinin belirlemesi” ilkesi Kürtlerle ilgiliymiş gibi gösterilse de, Wilson ilkelerinde de geçen bu fikrin savunulması dış devletlere karşı, Kürtlerin milli mücadeleyi sahiplenerek kaderlerini Türkiye’den yana tayin ettiklerini göstermek amaçlıdır. Bununla Doğu Anadolu’nun işgalini önlemeye çalışmışlardır. Sivas Kongresi’nden sonra 20-22 Ekim 1919’da M.Kemal ve arkadaşları ile İstanbul Hükümeti arasında “Amasya Protokolü” denilen bir anlaşma imzalanır.
“Bu protokolda Kürt kimliği resmen kabul ediliyor, saygın ve eşit bir şekilde geliştirileceği sözü veriliyor. Bu dönem belgelerinde dikkat çeken nokta M.Kemal ve arkadaşlarının yazılı ‘taahhütler’den kaçındıkları ya da yazılı beyanlarda bulunduklarında, çok açık olmayan ifadeler kullandıklarıdır. Kurtuluş savaşının başlangıcında, geleceğe ait belirsizlikler olmakla beraber, M.Kemal’in ulus-devlet anlayışında olduğu, ancak durumun “nezaketi” nedeniyle bunu ifade etmediği anlaşılmaktadır.” 14
Kurtuluş savaşı yıllarında kemalistler Anadolu’yu kurtarmak için çok güçlü bir birlik oluşturmak zorundaydı. Bunun için de, Türk olmayan, ülkedeki diğer halkların akıllarından ayrılıkçı fikirleri çıkarmak gerekiyordu. Bu amaçla “Türk, Kürt kardeşliği” ve “müslümanlık” kelimeleri çok kullanılıyordu. Bu geniş taban anlayışını TBMM’de de hakim kılmak amacıyla 1920’de kurulan TBMM’ye birçok Kürt milletvekili de alındı. 1.Mecliste milletvekili olan Kürtlerin yöre halkından olmasına özellikle dikkat edildi. Bu dönemde bazı kürt milletvekilleri M.Kemal’in amacını ve tavırlarındaki hesaplılığı sezmiyor değil. Fakat bu hususta Kürtler arasında bir bütünlük olmadığı için somut bir şey yapılamadı. Politik olarak da yeterince gelişmemiş olan yöneticileri M.Kemal’in manipüle etmesi pek de zor olmuyordu. Öncelikle Kürtler dağınıktı. Bir kısım Kürt, mesela Diyarbakır’ın önde gelenleri “islam kardeşliği” söyleminin etkisiyle M.Kemal’in Kürtleri “memnun” edeceğini düşünüyordu. Böyle düşünenler özerklik ya da bağımsızlık isteyenlere uzak duruyor, özerklik ve bağımsızlık isteyenler de diğerlerini M.Kemal’in tuzağına düşmekle suçluyorlardı.
Düşünüldüğü gibi Mecliste Kürt milletvekillerinin olması ve “İki kardeş halk” görüntüsü Lozan’da kemalistlerin işine yaradı. M.Kemal’in direktifiyle Lozan görüşmelerine 72 Kürt milletvekilinin de imzalarını içeren Türklerle Kürtlerin kardeş olduğunu anlatan telgraflar çekilmiş ve telgrafla Kürtlerle ilgili vaatlerde bulunulmuştu. Bu telgraflar ve Kürt milletvekillerinin M.Kemal’den yana tavırları masada Türk tarafının kozu olarak kullanıldı. Ve Lozan’da Kürtlerin lehine olabilecek bir karar çıkmadı. Kürtler bir millet olarak tanınmıyor, Kürdistan dört parçaya ayrılmış ve bu parçalardan biri Türkiye’ye düşmüştü. Ayrıca İngiltere ve Fransa’yla yapılan anlaşmalar ve M.Kemal’in bu iki ülkeye verdikleriyle bu ülkelerin Kürt politikaları da önemli ölçüde şekillenmişti. İngiltere ve Fransa “Kürt özerkliği” ya da “Kürt devleti” kurulması noktasında ısrarcı olmayacaklardı.
Lozan’dan sonra aynı senaryo tekrar etti. İttihat ve Terakki Komitesi’nin çatısı altında Jön Türk hareketine destek olup, İTK’nın iktidarı ele geçirdikten sonra ortadan kaldırmaya çalıştığı Kürtler, M.Kemal ve şurekasında da aynı muameleyi gördü. Artık tablo netleşmiş ve Kürtler kendilerine biçilen rolü oynamışlardı. Bundan sonra bunca zamandır politikleşen Kürtleri düzen içi bir çizgide Türkiye Cumhuriyeti’nin egemenliğini kabul edecek bir konuma çekmek gerekiyordu. M.Kemal önce, 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan anlaşmasının TBMM’de onaylanması öncesinde meclisin yenilenmesi kararını aldı. M.Kemal’in saptadığı 2. Meclis milletvekilleri arasında artık “Kürdüm” diyebilen milletvekili yoktu. Muhalif olan ve ileride muhalif olabilecek bütün Kürt milletvekilleri tasfiye edildi. Halen var olan Kürt vekiller ise “Kürt” ve “Kürdistan” kelimelerini kullanmamaya özen gösteriyor, Batı Anadolulu ve Türk kökenli oluyorlardı. Lozan’ı izleyen yıllarda Kürtlere karşı uygulanacak baskılar planlanıp sistemleştirildi. Türkiye Cumhuriyeti ilan edilinceye kadar “Cumhuriyetin asli kurucu ögesi” sayılan Kürtler ilandan sonra inkar ve asimilasyon politikası ile karşı karşıya kaldılar. Ve nihayet 1925 yılında kabul edilen Takrir-i Sükun kanunu ile Kürt dili ve örgütleri yasaklanarak Kürtlerin ayrı bir millet değil bir Türk boyu olduğu demogojisi bu tarihten sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi görüşü olarak kabul edildi. Halen bunu ispatlamak için araştırma yapan ırkçılar mevcuttur.
M.Kemal Döneminin Önemli Kürt İsyanları ve Kürtler Açısından Sonuçları
1923’te ilan edilen cumhuriyetten sonra devlet, ülkenin bütünlüğünü korumak için yoğun çaba harcadı. Bu anlamda muhalefet olan Kürtler de kendilerine uygulanan baskılara karşı defalarca kez isyan edip devletle karşı karşıya geldiler. Kaynaklara göre M.Kemal’in ölümüne kadar geçen sürede, Kürt topraklarında küçük çaplı çatışmaları saymazsak, 24 tane ciddi isyan meydana gelmiştir. Bu isyanlar şöyle:
1919-22: Simko (İsmail Ağa) ayaklanması,
11 Mayıs 1919:Ali Batı,
21 Mayıs 1919: Mahmut Berzenci,
6 Mart 1921: Koçgiri,
4 Eylül 1924: Beytüşşebab,
13 Şubat 1925: Şeyh Sait,
10 Haziran 1925: Nehri Direnişi,
7 Ağustos 1925: Reşkotan-Roman direnişi,
16 Mayıs 1926: 1. Ağrı,
21 Ocak 1926: Hazro Direnişi,
7 Ekim 1926:Koçuşağı,
26 Mayıs 1927: Mutki Direnişi,
13 Eylül 1927: 2. Ağrı,
7 Ekim 1927: Bıcar Direnişi,
6 Temmuz 1929: Asi Resul,
20 Eylül 1929: Tendürek Direnişi,
26 Mayıs 1930: Savur Direnişi,
20 Haziran 1930: Zeylan,
21 Temmuz 1930: Oramar,
7 Eylül 1930: 3. Ağrı Ayaklanması,
24 Ekim 1930: Pülümür,
Eylül 1930: 2. Mahmut Berzenci,
Kasım 1931: Şeyh Ahmed Barzani,
21 Mart 1937: Dersim.
Bu ayaklanmaların çoğu kısa sürede bastırılmış ve birçok insanın ölümüyle sonuçlanmıştır. Bizim bu bölümde daha çok devletin yaklaşımını ve sonuçlarını irdeleyeceğimiz dört isyan, M.Kemal döneminde meydana gelen en önemli isyanlardır.
Koçgiri Başkaldırısı
M.Kemal’in Anadolu’da başlattığı hareketin selameti için bölgedeki Kürt aşiretlerini yanına çekmeye çalıştığı dönemlerde, Koçgiri Aşireti yapılan çağrılara pek ilgi göstermiyordu. Koçgiri Aşireti’nin büyüklüğü ve kendi nüfusu dışında kalan bölgelerdeki etkisi ise M.Kemal’in bu aşiretten vazgeçememesine neden oluyordu. Erzurum Kongresi’nde de Koçgirililerin katılımını sağlayamayan M.Kemal, daha sonra Sivas valisi Reşit Paşa’nın aracılığıyla Koçgiri ve Dersim’in önde gelenleriyle görüşme yapmak için onları Sivas’a çağırır. Bu çağrıya sadece Koçgiri Aşiretin’den Alişan katıldı. Bu görüşme M.Kemal’in istediği şekilde gelişmez. Alişan, M.Kemal’e amaçlarının Kürtlerin yoğun olduğu bölgelerde bir “Kürdistan” kurmak olduğunu belirtir, buna karşı M.Kemal ise Kürtlerin kendisini desteklediğini ve bunun Erzurum Kongresi’nde görüldüğünü söyler. Bu görüşmeden bir sonuç çıkmaz film kopmuştur.
Koçgiri aşireti o dönemde Refahiye, İmranlı, Hafik, Zara, Suşehri, Divriği, Kangal, Ovacık, Kuruçay ilçelerine bağlı 135 köye yayılmış geniş bir aşiretti. Bu köylerde yaşayanlardan sadece Koçgiri’ye mensup 40.000 kişi vardı. Aşiretin çalışmaları, bağımsız Kürdistan hedefinde netleşmelerinin en önemli nedeni olan “Kürt Teali Cemiyeti”nin Koçgiri bölgelerinde şubeler açmasıyla hızlanır. Küçük çaplı baskınlar yaparak askeri karakollardan silah, cephane ele geçiren Kürtler, bir yandan da bazı stratejik noktalarda konumlanmaya başlarlar. Aşiretin çalışmalarını izleyen Ankara hükümeti, batıda Çerkez Ethem ve Demirci Efe ayaklanmalarıyla uğraştığı için doğudaki sorunu bir süreliğine yumuşatmaya çalışır. Fakat, Kürtlerin faaliyetlerinin artması ve Ankara’nın gönderdiği temsilcilerin eli boş dönmesi üzerine hükümet Sivas’a asker yığmaya başlar.
Çalışmalarını Dersim’de yoğunlaştıran Kürt ileri gelenleri Hozat’ta yaptıkları bir toplantıdan sonra, hükümetin Kürtlere karşı net tutumunu öğrenmek için Ankara’ya bazı talepler iletirler. Bu taleplerle Elazığ, Malatya, Sivas, Erzincan hapishanelerindeki tutuklu Kürtlerin serbest bırakılmasını, Kürtlerin yoğun olduğu bölgelerden Türk memurlarının ve askeri müfrezelerinin çekilmesini isterler. Bu sorulara cevap vermeyen Ankara hükümeti ortamı sakinleştirmek için bölgeye bir heyet gönderir. Bu heyeti kovan Dersimliler 25 Aralık 1920 tarihinde Ankara’ya bir telgraf çekerler. Verilen nota şöyledir:
“Ankara Büyük Millet Meclisi Risayetine, Sevre Muahedesi Mucibince, Diyarbekir, Elaziz, Van, Bitlis vilayetlerinde müstakil bir Kürdistan teşekkül etmesi lazım geliyor, binaenaleyh bu teşkil edilmelidir. Aksi takdirde bu hakkı silah kuvvetiyle almaya mecbur kalacağımızı beyan eyleriz. (İmza: Garbi Dersim aşair rüesası)” 15
Bu notanın verilmesiyle isyan bayrağı çekilmiş olur. Koçgirililer devletin bölgeye hemen asker sevketmeye başlayacağını bildikleri için, isyanı bir an önce başlatmak isterlerse de kışın bastırması ve Dersim’le bağlantı yollarının kesilmesi üzerine baharı beklemeye karar verirler. Plana göre ilk olarak Hozat’a Kürdistan bayrağı çekilecek, sonra Malatya üzerinden Sivas’a yürünerek, Ankara hükümetinden Kürdistan’ın bağımsızlığının tanınması istenecektir. Kemal cephesi de planını yapar. Bölgedeki askerlerin konumlanmaları sürerken bir taraftan da Kürtleri bölmek için, Bazı ağalar M. Kemal tarafından Ankara’ya Dersim milletvekili olarak çağırılmıştır. Beş ağa bu çağrıya cevap vererek Ankara’ya gider. Bu, isyana vurulan ilk darbe olur.
Dersim’den yardım gelmeden de başarılı olacağına inanan ve 3000 insan gücüyle 2500 tüfeğe sahip olan Koçgirililer 6 Mart 1921’de İmranlı’ya Kürdistan bayrağını dikerek isyanı başlatırlar. Ankara hükümeti de isyanı bastırmak için Merkez Ordusu Komutanı Nurettin Paşa’yı görevlendirir. Nurettin Paşa’nın isyana yaklaşımı şöyledir:
“….İsyan ve eşkiyalıkta ayak direyenlerin mallarına el konulacak ve en yakın hükümet merkezine teslim ile evleri yakılıp yıkılacaktır. Ayaklanma ve eşkiyalıkta direnenler tek kişi olmayıp, köy halkı oldukları takdirde bu işlem bütün köy için uygulanacaktır.“
“Koçgiri aşiretini, bir daha başkaldırmayacak hale sokmak yahut bu aşireti şimdiye kadar yaşadığı alandan parça parça uzaklaştırıp dağıtmak gerekecektir. Bu düşüncelerden hangisinin yapılacağı bastırma harekatının sonuçlarına göre ayrıca emredilecektir.” 16
Bu düşüncelerin ikisi de uygulandı. 11 Nisan 1921’de başlayan bastırma harekatında Nurettin Paşa’nın birliklerinin girdiği bütün köyler yakılıp yıkıldı. Kalanların çoğu ise göç ettirildi. Kürtlerle, askeri kuvvetler arasında olan çarpışmalarda, isyancılar kendilerinden çok güçlü olan ordu kuvvetleri karşısında yenildiler. İsyan önderi Alişan ve 32 kişi 17 Haziran’da teslim oldular ve isyan bitti. İsyanın sonunda Kürt halkı ciddi bir vahşetle karşı karşıya kalmış ve binlerce insan öldürülmüştür. İsyanın parasal maliyeti 18 milyon TL idi. İsyanın bu derece sert şekilde bastırılması Meclisteki doğulu milletvekillerinden de tepki aldı ve kavgalara neden oldu. 4 Ekim 1921’de Erzincan milletvekili meclis konuşmasında uygulanan vahşet ile ilgili olarak şunları söyler:
“(….) Nurettin Paşa’nın ben bunları çenber içine aldıktan sonra hükümetin tekalifini taşdit edeceğim diyerek, çenber altına aldım diyor ve tuttuğunu öldürmeye, ırzlarına geçmeye, namuslarına taaruz etmeye kalkıyor. Rica ederim hanginiz bu fecayi karşısında sabredebilirsiniz? Buna üç yaşındaki çocuklar bile tahammül edemezler ve böyle bir şeye maruz kaldığınızda rica ederim nasıl karşınıza çıkanlara kurşun atmazsınız.(…) Efendiler; dünyanın hangi yerinde böyle bir hareket görülmüştür ki, babasını bir evladın elinde bir ip, diğer evladın elinde bir ip olarak çekilerek tam altı saat zarfında bu süretle feciane öldürülmüştür? Rica ederim efendi sen bu vaziyet karşısında asi olmaz mısın?” 17
Koçgiri isyanı daha çok Dersim, Sivas bölgesinde yaşayan alevi Kürtlerin katıldığı bir isyan olmuştur. M. Kemal döneminde Kürdistan talebinin cüretlice dile getirildiği ilk isyan olarak Koçgiri isyanı aşiret reislerinin hegemonyasını aşan halkçı karakteriyle de tarihe geçmiştir.
Şeyh Sait İsyanı
Cumhuriyet döneminin ilk yarısında meydana gelen en kapsamlı isyan Şeyh Sait isyanıdır. Araştırmacılar Şeyh Sait isyanının ardında “Azadi” adlı gizli Kürt örgütünün olduğu noktasında ortaklaşırlar. 1923 ya da ’24 yılında kurulduğu öngörülen Azadi örgütünde daha çok Kürt aristokrat, şeyh ve beyleri yönetici durumundadırlar. Bunun yanında hatırı sayılır sayıda Kürt aydınını da içinde barındırmıştır.
Cumhuriyet’in ilanından sonra uygulanan inkar politikaları Kürtler arasında “Bağımsız Kürdistan” için güçlü bir kamuoyunun oluşmasını sağlamıştı. Doğudaki Türk subaylarının Kürtleri dışlayan ve aşağılayan eğilimleri Kürtler arasında “Ermeni tehlikesi kalktı sıra bizde” endişesi yarattı. 1925’te yasalaşan “Türkleştirme”; adı üstünde “Kürtleri Türk yapmaya çalışma” kampanyası, kürt aydınlarının ve birçok Kürdün batıya göç ettirilmesi, Kürtçe konuşmanın yasaklanması isyanın zeminini hazırlayan nedenlerdendir.
İsyan 13 Şubat 1925’te başladı. İsyanın hazırlıkları ise öncesine dayanıyordu ve aslında isyan tarihi bile belirlenmişti. İsyanın önderliğini Nakşibendi tarikatı ileri gelenlerinden Şeyh Sait yapıyordu (Bazı kaynaklara göre isyan önderliği, devlet tarafından bilinçli bir şekilde Şeyh Sait’e yüklenmiştir). Koyun Ticareti yapan Şeyh Sait gittiği her yerde Kürtler arasındaki huzursuzluğu gözlemlemiş ve birçok yerde hükümetin politikalarını eleştiren toplantılar yaparak isyanın altyapısını hazırlamıştı. Şeyh olması ve Dersimli Zazalarla yaptığı evliliklerle birçok aşiretle ilişki kurmuş olan Şeyh Sait nüfuzunu bayağı genişletmişti. Şeyh Sait’in bu durumu isyanın yayılmasının en önemli nedenlerinden biri oldu. İsyan erken başlamıştı. Başlamak için planlanan tarih 21 Mart’tı. Devlet güçleri ve Şeyh Sait arasında Elazığ, Piran’da çıkan küçük bir çatışma ve iki erin ölmesi 13 Şubat tarihinde isyancıların harekete geçmesine sebep oldu. Bu durum yani erken başlamak isyana vurulan ilk ciddi darbe oldu. Birçok aşiret hazırlıksız yakalanmış ve güçlerini toparlayamamıştı. Yine de isyan kısa zamanda yayıldı. İlk olarak Genç’i ele geçiren isyancılar buradan Lice’nin üzerine yürüyerek burayı da aydılar. Bu iki çatışmada ordu kuvvetleri ciddi kayıplar vermiş, bu durum da hükümetin isyana hassasiyetle yaklaşmasına neden olmuştu. İsyancılar Diyarbakır’ı almak için hazırlıklarını başlattılar. Devlet, yolların karla kapalı olması yüzünden Diyarbakır’a yardım gönderemiyordu. Bu, isyancıların lehine bir durumdu fakat, Ankara Suriye’den geçen demiryollarını kullanmak için Fransa’dan izin istedi, yapılan anlaşmalar gereği izin alarak yardım gönderebilen Ankara böylece Diyarbakırı da kurtarmış oluyordu. Diyarbakır kuşatması isyancıların şansının döndüğü tarih oldu. 3000 kişilik bir kuvvetle Diyarbakır’a saldıran isyancılar, surlardan gelen top gülleleriyle kısa sürede bozguna uğrayıp Elazığ’a çekilmek zorunda kaldılar. Geri çekilmeden sonra ordu karşı saldırı başlattı. Diyarbakır’dan, Erzincan’a kadar bütün köylere girerek isyancıları kovalayan (bu arada köyleri yakıp köylüleri öldüren) ordu bir süre sonra büyük ölçüde bölgeye hakim oldu. İstiklal Mahkemeleri’nde yargılanan Şeyh Sait ve arkadaşları Diyarbakır ve Ankara’da idam edildi. Şeyh Sait isyanının bastırılmasından sonra, bölge tekrar göç ettirme ve asimilasyon politikası ile karşı karşıya kaldı.
Yukarıda birçok detayına girmediğimiz Şeyh Sait isyanı amaçları ve sonuçları itibariyle bugün hala tartışılan bir olaydır. Ankara, isyanın ulusal yanını gizleyerek dini yanını ön plana çıkarmıştır. İsyan cehalet yanlısı, gerici dini liderlerin başını çektiği ilkel, yozlaşmış ve ilericilik karşıtı bir hareket olarak yansıtılmıştır. Şeyh Sait isyanı gerçekten de dini motiflerle süslenmiş ve yer yer devletin “islam karşıtlığı” kullanılarak destek görmüş bir isyandır. Fakat buna rağmen isyana asıl karakterini veren ulusal çıkarlardır (Mesela Şeyh Sait’in sağ kolu olarak bilinen Fehmi Bilal Efendi ateisttir). Dini motiflerle süslü olması isyana bazı zararlar da vermiştir. Örneğin, Dersim’de yoğun olarak bulunan alevi Kürtler isyana destek vermemiş, hatta bazı aşiretler, devletle birlikte isyancılara karşı savaşmıştır. Fakat Ankara’nın, isyanı, dinsel olarak lanse etmesinde özel çıkarlar vardır. Şöyle ki, öncelikle isyan ilericilik karşıtı olarak gösterilerek dış kamuoyunun isyana destek vermemesi sağlanmaya çalışılmıştır. Bunun yanında, isyanın yenilmesinden sonra kurulan İstiklal Mahkemeleri’ni M. Kemal kendine muhalif olan herkesi susturmak için kullanmıştır. İsyanla hatta Kürtlükle alakası olmayan birçok kişi bu “gerici” isyanın destekçisi gibi gösterilerek tasfiye edilmişlerdir. Devletin aldığı sert tedbirleri onaylamayan ve M. Kemal’e muhalif olan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kapatılmış, Başbakan Fethi Okyar istifa ettirilmiş yerine İsmet İnönü geçirilmiştir. Bunların dışında isyanın dini yanının ön plana çıkarılmasının devlete şöyle bir yararı olmuştur: Bilindiği gibi Musul sorunu isyanın çıktığı dönemde Türkiye ve İngiltere arasında bir çatışma konusudur. Türkiye’nin Musulu alması ancak bu vilayetteki en kalabalık nüfusun, yani Kürtlerin rızasıyla, bunu istemeleriyle ve Milletler Cemiyeti’nin onayıyla gerçekleşebilirdi. İsyanın ulusal karakteriyle ilgili Ankara’nın yapacağı herhangi bir açıklama Türkiye’nin Musul’u unutması demekti. Hem Kürtlerle kuzeyde bir çatışmaya girip hem güneyde Kürtlerin kaderlerini Türkiye’den yana belirlediklerini söylemek bir çelişkiydi. Türkiye böyle bir çelişkiyi yaşamak istemedi.
Tartışılan bir diğer konu ise İngilizlerin isyana destek verip vermediğidir. Kürtler İngilizlerin işin içinde olmadığını söylerler. İngilizlerin destek verip vermediği konusunda yazılı bir belge yoktur; ama Musul’u isteyen diğer tarafın İngiltere olduğu da açıktır. Bu minvalde isyanın çıkmaması ne kadar Türkiye’nin işine yarıyorsa, çıkması da o kadar İngilizlerin işine yaramıştır. Geçmiş tarihlerde İngilizler birçok kere Kürtleri Türkiye’ye karşı ayaklandırmak için girişimlerde bulunmuş, silah ve cephane temin etmişlerdir.
Ağrı Ayaklanması
Şeyh Sait isyanın bastırılmasından sonra askeri harekat bitmemiş ve devlet Kürtleri bir daha başkaldırmayacak konuma getirmek amacıyla, sayısı milyonu bulduğu söylenen Kürdü göçe zorlamıştı. Bu sürgünlerden kaçan Kürt aydınlarının ve askeri liderlerinin bi kısmı yanlarında çok sayıdaki savaşçı ile birlikte İran, Irak ve Suriye’ye sığınmışlardı. Bu Kürt ileri gelenlerinin saklanmak zorunda kalması, bir taraftan da kendi aralarında örgütlenmelerini sağladı. Dağınık Kürt örgütleri 1927 yılında Lübnan’ın başkenti Beyrut’ta, Bihamdun kasabasında 45 gün süren toplantı sonucunda Haybun (Bağımsızlık) cemiyetini kurdular. Haybun, demokratları da içinde barındıran, iki kürt ağasının yöneticilik yaptığı burjuva ideolojisine sahip bir örgüttü. Amacı Kürdistan’ın bağımsızlığıydı.
“(…) Cemiyetin maksadı, Türkiye boyunduruğu altında bulunan Kürdistan ve Kürtlerin tahlisi ve hududu tabiiye ve milliyesi dahilinde bir Kürdistan devletinin müstakilesinin teşkilidir.” 18
İsyanın ardındaki örgüt gibi gözükse de, Haybun Cemiyeti’nin aslında başlamış olan isyana sonradan katıldığı genel kanıdır. İsyanın ilk kıvılcımı 1926’da çakılmış, Haybun ise 1927’de kurulmuştur. Kürt isyancılarla, Türk ordusunun Ağrı’daki ilk çatışması 16 Mayıs 1926 tarihinde olur. Bir grup silahlı Kürdün Doğubeyazıt’ın Musan bucağının Kalecik köyünden hayvan kaçırarak tekrar karargahlarına çekilmesi üzerine harekete geçen ordu güçleri isyancılarla Ağrı dağı eteklerinde çatışmaya girerler. İran’dan gelerek kendilerine destek veren iki aşiretin yardımıyla ordu birliklerini bozguna uğratan Kürtler bu çatışmadan karlı çıkarlar.
1927 yılına girildiğinde Kürt liderler Haybun örgütünün çatısı altında birleşmek için adım atarlarken, Türk hükümeti böyle bir örgütlenmenin önüne geçmek amacıyla Kürt kaçaklar için genel bir af çıkarır. Bir yandan bölgedeki askeri gücünü büyütür. Kürt liderler de isyan hazırlığı yaparken affa kanılmaması konusunda propoganda yaparlar. Ayaklanma hazırlıklarından haberdar olan Türk hükümeti 13 Eylül 1927’de 10 bin kişilik bir ordu birliğini isyancıların üzerine gönderir. Bir hafta süren çarpışmalar iki tarafta da büyük kayıplara neden olur. İsyancıların çoğu İran’a kaçarken, ordu istediğini elde edemeden geri çekilir. Bu şekilde sonuçlanan ikinci Ağrı ayaklanmasından sonra isyanın önderleri Ağrı dağında toplantılar yaparlar. Bu toplantılar sonucunda isyancılar Ağrı’ya Kürdistan bayrağı dikerek, ulusal bir hükümet seçerler. İbrahim Hessıke Telli siyasi önderliğe, İhsan Nuri ise askeri önderliğe seçilirler. Bu gelişmeler karşısında hükümet ikinci bir af çıkarır. Çıkardığı afla Kürtlerin devlete yakınlaşmasını isteyen Ankara bu ikinci aftan da istediği sonucu çıkaramaz. Aflar işe yaramayınca, hükümet önderleri -daha önceden de yaptığı gibi- “satın alma” yoluna gider. İsyan önderlerinden İhsan Nuri ile görüşmek için Ağrı’ya bir heyet gönderilir. Yapılan görüşmede Kürtlerin isyandan vazgeçirilmesi koşulunda İhsan Nuri’ye umumi müfettiş tarafından yazılan bir mektupta “Kolordu komutanlığı, külliyetli miktarda para ve istediği ülkede elçilik” vaadedilir. Bu teklife İhsan Nuri’nin verdiği yanıt şöyledir:
“Ben Haybun’un askeri lideri ve Kürt Silahlı Kuvvetlerinin Genel Kumandanı’yım. Ben bu görevde Haybun’un emriyle bulunuyorum ve Haybun’a mensup olmaktan şeref duyuyorum. Görevim, Türkiye’nin Kürdistan’ın bağımsızlığını tanımasına ve onu ordularından boşaltmasına dek savaşı yürütmektir. Görevi ancak Haybun emrettiğinde terk ederim. Haybun’a yapmak istediğiniz siyasi teklifleriniz varsa onları ben Haybun’a takdim edebilirim. Muhtelif şahıslara para ve mevki vaatleri ile muracatlarda bulunmak faydasızdır. Çünkü, çözümlenecek sorun şahsi bir sorun olmayıp ulusal bir sorundur ki, bu da ancak o ulusun bağımsızlık haklarının tanınmasıyla çözümlenebilir.” 19
“Satın alma” çabalarından da sonuç alamayan devlet “tenkil” kararı aldı. 1929’da iki taraf da hazırlıklarını yapmış bekliyordu. Yaklaşık üç yıl boyunca bir kısım Kürt, Ağrı dağında minyatür bir Kürdistan’da yaşamışlardı. Bu kısa süren bağımsızlık 20 Haziran 1930’da üçüncü, son ve en büyük Ağrı isyanıyla sonu buldu. Eylül’e kadar süren çatışmalarda isyancılar bazen üstünlük sağlıyor, geri çekilecekleri zaman İran’a kaçıyorlardı. İran, sınırdan giriş çıkışları görmezden gelerek isyana örtülü bir şekilde destek veriyordu. Devlet güçleri karşısında zayıf kalan isyancılar dağ koşullarına uyabilmeleri ve nihayetinde İran’a çekilebildikleri için Türkiye isyanı bastıramıyor, fakat isyan bölgesi dışındaki yerleri kontrol edebiliyordu. İran’ın etkisini kesebilmek için Türkiye Ekim ayında İran’a bir nota verdi ve sınırı kapatmasını istedi. Bu istek karşısında önce nazlanan İran, Türkiye’nin Van civarındaki bazı topraklarını kendisine vermesi sonucunda bu isteği kabul etti ve sınırı kapattı. Sınırın kapatılması isyanın yenilmesini de beraberinde getirdi. Artık İran’dan destek gelmeyecek, kimse İran’a sığınamayacaktı. Ağrı dağında daralan çember içinde isyancılar zayıfladı ve uçakların bölgedeki köyleri sivil, isyancı, dağ, ova ayrımı yapmaksızın bombalaması yenilgiyi beraberinde getirdi.
İsyanın sonuçları yine Kürtler açısından acı oldu. Yenilgiden sonra genişletilen “tenkil” (tepeleyip sindirme) harekatı birçok ölüm, köylerin yakılması ve göç ile sonuçlandı. 5 Mayıs 1932’de çıkarılan bir yasayla bazı bölgeler boşaltılarak giriş çıkış yasaklandı. Kürt örgüt ve kurumları kapatılarak mallarına el kondu.
Dersim İsyanı
“Senin yalanlarınla hilelerinle baş edemedim; bu bana dert oldu. Ben de senin önünde diz çökmedim bu da sana dert olsun.” Seyit RIZA
1937 Dersim İsyanı daha önceki isyanlardan farklı bir özelliğe sahiptir. Dersim’de meydana gelen hadiseler Kürtlerin planladığı bir isyanın sonuçları değildir. Esasında, Dersim’de yaşananlar devletin Dersim’i ele geçirmek için sergilediği sindirme uygulamalarıdır.
Dersim hem Kürtler hem de Türkiye Cumhuriyeti için, stratejik konumu ve isyanlara kaynaklık etmesi açısından büyük bir öneme sahipti. Şeyh Sait ve Ağrı ayaklanmalarından sonra bölge halkına uygulanan yola getirme, sindirme, asimilasyon kampanyaları 1930’ların sonunda Kürtlerin etkinliğini büyük ölçüde kırmıştı. Bu politikaların Dersim’de, diğer bölgelerdeki kadar etkili olmaması M. Kemal hükümetinin “Dersim Sorunu”na ayrıca eğilmesine neden oldu. Dersim’i kontrol altına almak için aslında daha öncesinden bir harekat planı vardı. Fakat hem Dersim’de askeri harekat yapmanın zorluğu hem de silahlı aşiretlerin sayısının diğer yörelere göre fazla olması, bu harekat için uzun bir hazırlık yapılmasını gerekli kılıyordu. Harekata başlamadan önce birkaç yıl sürecek istihbarat ve bu arada vilayetin çevresindeki bölgelerde otorite kurma çalışmaları yapıldı. Yapılacak harekattan tam başarı sağlanmalı ve Kürtler bir daha kımıldayamayacak konuma getirilmeliydi. Hükümetin görevlendirdiği kişiler bölgeye gidip araştırmalar yaptılar. Bu araştırmalarla aşiretler arasındaki anlaşmazlıklar, kimin kime düşman olduğu, hangi aşiretin kaç silaha, nüfusa sahip olduğu, hangi yolların tutulmasının gerektiği, kimlerin ajan olarak kullanılabileceği, eski isyanlarda hangi aşiretin ön plana çıktığı ve devletin nasıl tedbir aldığı bir bir rapor haline getirilerek hükümete sunuldu. Bu arada, Dersim’in çevreyle bağlantısını sağlayan ve gerektiğinde isyancıların yakarak bağlantıyı kopardıkları bütün tahta köprüler yıkılarak yerlerine devlet tarafından beton köprüler yapıldı. Böylece Dersim’in aşılmazlığı ortadan kalkacaktı. Bir taraftan böyle istihbaratlar yapılırken, diğer taraftan yapılacak harekatın yasal düzenlemeleri inşa ediliyordu. 1934 yılında Meclis’ten geçen bir kararla, Türklük şuurunu yayma, aşiretleri kendi haline bırakmama ve anadili Türkçe olmayanlara karşı birtakım hususlar kanunlaştırıldı.
Bunu 1935 yılında “Tunceli Kanunu” olarak anılan Dersim’in isminin Tunceli olarak değiştirilmesi izledi. Bu karara göre Dersim il yapılmıştı. Buraya bir vali atandı ve Elazığ’a bir askeri karargah kuruldu. Böylece Elazığ ve Bingöl’den gelecek yardımlar engellenecekti. Bu hazırlıklardan sonra Dersim’de operasyona başlamak için eksik kalmamıştı. Devlete göre isyan Kürt aşiretlerinin karakollara saldırmasıyla başladı. Kürtlere göre ise, Yusufan aşiretine silah toplamak için gelen askerlerin fakir bir kıza tecavüz etmesi üzerine, aşiret liderinin oğlunun, askeri müfrezeyle çatışması ve püskürtmesi, Mazgirt yöresinde çatışmanın başlamasına, çatışmaların durdurulması için askeri sorumluya giden Seyit Rıza’nın oğlunun öldürülmesi ise isyanın başlamasına neden olur. Oğlunun öldürülmesi üzerine Sin karakolunu kuşatan Seyit Rıza katillerin teslimini ister. Bu istek kabul edilmez ve katiller korunur. 20
Başlayan çatışmalarda Dersimlilerin liderliğini Seyit Rıza, isyanın teorisyenliğini ise Alişer yapar. İsyancıların yenilmemesi ve isyanın genişlemesi üzerine Bakanlar Kurulu 4 Mayıs 1937’de “tedip” (uslandırma, terbiye etme) kararı alır. Bu kararın alınmasından sonra, Dersim en kanlı dönemlerinden birini yaşar. Erzincan ve Elazığ’dan kalkan uçaklar bütün köyleri bombalarlar. Karadan yürütülen harekatla da insanlar batıya göç ettirilmiş, kaçanlar dağlara sığınmış insanların sığındıkları mağaraların ağızları askerler tarafından kapatılarak ölüme terkedilmiş ve sığındıkları ormanlar ateşe verilmiştir. İsyanın üçüncü ayında Seyit Rıza İngilizlere yardım istemek için gönderdiği mektupta yapılanları şöyle anlattı.(**)21
“….Üç aydan beri ülkemde tüyler ürpertici bir savaş yürüyor, savaş olanaklarının eşitsizliğine ve bombardıman uçaklarının, yangın bombalarının, boğucu gazların kullanılmasına rağmen direnişimiz karşısında Türk uçakları kasabaları bombalıyor, yakıyor.(…) Zindanlar yumuşak başlı Kürt halkıyla dolup taşıyor. Aydınlar kurşuna diziliyor, asılıyor ya da Türkiye’nin tecrit edilmiş bölgelerine sürgün ediliyor“22
Üç milyon Kürt’ün etkilendiği Dersim İsyanının önderlerinden Alişer, bağımsız olduğunu söyleyip isyancıların yanına sokulan Seyit Rıza’nın yeğeni “Rehber” adlı ajanın adamları tarafından öldürülür. Seyit Rıza ise kendisine gönderilen bir mektupla, Dersimlilerin isteklerinin kabul edileceğinin söylenmesine inanarak teslim olur. Seyit Rıza ve altı kişi, 15 Kasım 1937’de Elazığ’da idam edilirler. Seyit Rıza öldürüldüğünde 75 yaşındadır. İdamlardan sonra tedip harekatı devam eder. Devlet tarafından evlerin nasıl yakılıp yıkılacağı konusunda ayrıntılar içeren bir kitapçık ordu birliklerine dağıtılarak, silahlarını dahi teslim eden birçok köy yerle bir edilir ve boşaltılır. 1938’de harekat bittiğinde 40 binden fazla insan öldürülmüştür.
Artık burjuva Kemal 1 Kasım 1938’de meclisin beşinci dönem açılışını yaparken Dersim harekatı için şunları söyler:
” Uzun yıllardan beri süregelen ve zaman zaman gergin bir şekil alan Tunceli’deki toplu haydutluk olayları belli bir program içindeki çalışmalar sonucu kısa bir sürede ortadan kaldırılmış, bölgede bu gibi olaylar bir daha tekrarlanmamak üzere tarihe aktarılmıştır.” 23
Dipnotlar ve Kaynak
- Bu cemiyet 11 Ekim 1920 yılında Osmanlı yönetimi tarafından kapatılmıştır. Bazı kaynaklara göre ise cumhuriyet’in kuruluşuna kadar faaliyetlerini sürdürmüştür.
- Bu mektubun cevabı Seyit Rıza yakalandıktan bir ay sonra İstanbul Konsolosluğu’na ulaşmıştır. Cevapta “Eğer Türk hükümetine mektubun tarafımızdan dikkate alınmadığı bildirilirse iyi olur” denilmiştir.
- ÖCALAN, Abdullah; Kürt Sorununda Demokratik Çözüm Bildirgesi, Mem Yayınları, s. 26
- agy; s. 42
- agy; s. 43
- agy; s. 46
- agy; s. 166
- ZEKİ, M.Emin; Kürtlerin Tarihi, s. 275.
- JWAİDEH, Wadie; Kürt Milliyetçiliğinin Tarihi, s. 241-257.
- Nokta Dergisi, 25 Haziran 1987, Aktaran H. Göktaş, agy s. 138.
- Bkz. Yaşar Kalafat’ın Şark Meselesi Işığında Şeyh Sait İsyanı, Boğaziçi yayınları, s. 304 (Bu kitap objektif bir kaynak değildir, devletin lehine olan her durumu abartmıştır)
- KUTLAY, Naci; Kürt Kimliğinin Oluşum Süreci, Belge Yayınları; s.135
- agy; s. 142
- Nutuk cilt III; s. 40, belge 47, aktaran İsmail Göldaş, Özgür Bakış 22 Haziran 1999.
- Nutuk s. 71, aktaran N.Kutlay, agy; s. 143.
- agy; s. 114
- GÖKTAŞ, Hıdır; Kürtler 1, sy. 39.
- Türk İstiklal Harbi, cilt:6 s. 271, aktaran H. Göktaş; agy; s. 42.
- TBMM Gizli Celse Zabıtları cilt:2 s. 269, aktaran H. Göktaş; agy; s. 44
- KARACA, Emin; Ağrı Eteklerindeki Ateş, Alan yayınları, s. 15.
- agy s. 141.
- Agy; s. 25.
- Bkz. Nuri Dersimi(Baytar Nuri) Kürdistan Tarihinde Dersim, s. 223.