“Uluslararası sistem Sovyetler Birliği’nin ortaya çıktığı 1917 yılının öncesine dönmüştür.” (SİP Konferansı) 1
1917 Devrimi’nin öngününde dünya halkları savaştan kırılıyordu. Öte yandan insanlık sosyalist devrimin öngünündeydi. Barbarlık ile sosyalizm birbirlerine ilk kez bu denli bitişmişlerdi. Açık söylemek gerekirse, uluslararası sistemin geçtiğimiz yüzyılın başlarını hatırlatması bu muazzam karanlık ile büyük aydınlığın her ikisine birden işaret etmektedir ve bu durumda mantıksal herhangi bir çelişki yoktur. Aydınlığın anahtarı ise komünistlerin ellerinde.
Başlarken alıntıladığım saptamanın ilkel bir basitleştirme ile anlaşılmasından kaçınmak gerek. Yukarıdaki yaklaşım siyaseten iyimseri oynamak durumundaki devrimcinin sosyalist ülkelerin güçlü bir topluluk oluşturmadıkları günümüzde doğal bir refleksle Ekim Devrimi’nin öncesine dair hayallere dalması ve bu hayallere yaslanıp hamasi bir devrimci kriz nutkuna yönelmesi değildir. Bugün devrimci siyasetin böylesi kurgulara ihtiyaç duymayacak kadar gerçekçi temellere sahip olduğunu düşünüyorum.
Sosyalist ülkelerin çözüldüğü karşı-devrimlerin üzerinden yaklaşık on yıl geçti. Ne oldu bu zaman zarfında? Bu yazıda kimi güncel tartışmalar ve emperyalist sistemin son yıllardaki maceraları arasında biraz gezineceğiz. Küreselleşme kavramından Avrupa Birliği tartışmalarına, emperyalistler arası rekabet ve bütünleşme eğilimlerinden devrimci siyasetin imkanlarına… Bu çalışmanın sık sık atıfta bulunacağı değerlendirme ise Gelenek’in bir önceki sayısında yayınlanan SİP Konferansı’nın sonuç belgesi olacak.
Yıkıcı Rekabet
Burjuva ideolojisi ve bilimi rekabetçiliği öve dursun, sermayenin kar güdülü üretim sistematiğinin bu doğal ve kaçınılmaz uzantısına ara başlıktaki sıfatı eklemekle yetineceğim. Kapitalist rekabet iddia edildiği gibi her anlamda üretkenliğin artması sonucunu vermez tersine yıkıcı etkiler yaratır. Her anlamda… Sermayenin üretim ilişkileri alanında ürettiği rekabet, siyasete ve uluslararası siyasete taşınmadan edemez. Burjuva devletlerin egemenlik mekanizmalarını ulusal ölçeğin ötesine götürmeleri ve dışa dönük hegemonya mücadelelerine girmeleri, şovenist ya da militarist uç yorumcuların neden olduğu bir sapma değil, kapitalizmin mantığının organik ürünüdür.
Ancak kimi tarihsel faktörler bu yıkıcı rekabetin kazandığı biçimleri belirlemiştir. Bu söylediğimde herhangi bir özgün keşif yok; elbette bir yasallık, tarihsel olarak belirlenen, yani değişimler de yaşayan farklılaşan biçimlerde tezahür edecektir. Burada tarihsel biçimlenişlerin yasallığın kendisini rayından çıkartıp çıkartmadığı bir irdeleme konusudur. Bilindiği gibi bu konuyla bağlantılı olarak uluslararası sosyalist hareket iki kritik momentte benzer iki sapma üretmişti: İlki II.Enternasyonal revizyonizmi ya da daha somut olarak bu revizyonizmin uzantısı olarak doğan ultra-emperyalizm teziydi. Buna göre ve en kaba özetiyle,rekabetin vardığı tekelleşme tekil sermaye grupları düzleminin ötesine geçerek, ulusal emperyalist devletlerin ilişkilerine de damga vuracağı ve dünya ölçeğine çıkmış bir ultra-emperyalizm, mutlak bir tekelleşme ve tekleşme anlamına geleceği için, savaşlar tarihin çöplüğüne atılacaktı. Kapitalizmi aklayan bu “sosyal-emperyalist” tez sözde diyalektik bir yoldan ahmakça bir sonuca varıyor ve sınıflar mücadelesinin tarihin motoru olduğunu bir kenara atıveriyordu. Gerçekten eğer toplumsal süreçler sınıf adı verilen öznelerin mücadele ve etkileşimlerinin değil de, bu sınıflardan yalnızca bir tanesinin burjuvazinin iç rekabetinin üzerinde yükseliyor olsaydı, tezin akla ve marksizme yatkınlığı söz konusu olabilirdi…
İkinci sapma çözülüşün eşiğinde 1980’lerin ikinci yarısında doğdu: Kapitalist ve sosyalist sistemlerin birbirlerine yakınlaştıklarından, hatta birbirlerine muhtaç hale geldiklerinden, savaşların dünyanın tamamı için yıkıcı karakter taşımalarından dem vuruluyor, sınıfları ve sistemleri değil de tüm insanlığı gözeten politikaların geliştirilmesi gerektiği ortaya atılıyordu. Adına Yeni Düşünce denmekle birlikte, o yıllarda da yenilikten ziyade yaklaşık yüzyıl öncesinin revizyonizmini çağrıştıran bu düşünceden hatırda pek birşey kalmadı. Yeni Düşünce de açıkça emperyalizmi aklıyor ve uluslararası sosyalist hareket içerisinde geniş bir kapitalist yolcu akımı tanımlıyordu.
Sosyalist çözülüşten sonra, kapitalist rekabetin yıkıcı karakterini reddeden bu görüşler Yeni Dünya Düzeni ile birleşecekti. Karşılarına ise sol adına bir başka tez, ama oldukça kolaycı bir tez çıkıverdi: Madem ki, sosyalizmin uluslararası ilişkiler alanındaki ağırlığı ortadan kalkmıştı, emperyalistler arasındaki ilişkilere de anti-sosyalist bloklaşmanın damga vurma olasılığı devreden çıkıyordu. Bunun yerine başıboş bir rekabet, yıkıcı sonuçlar, savaşlar gelecekti. Bu “sol” yaklaşım kendisine çok fazla sayıda destekleyici veri de buldu. Daha doğru bir deyişle, emperyalist saldırganlığın dizginleyicisinin kalmadığı ve dünya üzerinde hegemonya yapılanmasının baştan şekillendirilmesine dönük bir gündemin reel olarak doğduğu yeni dönem, emperyalist paylaşım savaşlarına giden bir sürecin işareti olarak kolaylıkla yorumlandı.
Kanımca sosyalizmin çözülüşünden sonra emperyalist dünyada ortaya atılan soruların yanıtlanmasına kadar geçen belirsizlik süresi nihai olarak kapanmıştır. Bu ara dönemin açılışına ve kapanışına ABD savaş mekanizmasının imza attığını unutmayalım: Körfez Savaşıyla başlayıp 1999 Balkan müdahalesiyle kapattılar.
Sonuç bellidir: ABD hegemonyası tescil edilmiştir ve kapitalist dünya bu hegemonik gücün tepede durduğu bir hiyerarşi altında yapılanmayı, şu an için, kabul etmiştir.
Bu noktada iki soru üzerinde düşünmekte yarar var:
Bir; böylesi bir durum, kapitalizmin rekabetçi niteliğine dair yukarıda hatırlatılan ve üzerinde ısrarla durduğum yasanın geçersizleşmesi anlamına gelir mi?
İki; bu durumdan savaşların tarihe gömülmesi olasılığı çıkar mı?
Her iki sorunun da yanıtı olumsuzdur. Emperyalist rekabet bir yasallıktır. Rekabetin yıkıcılığı karakteristik özelliğidir. Buradan emperyalist çağda savaş eğiliminin her zaman var olacağı sonucunu çıkartmak gerekir. Ancak rekabet ve mücadele, sürekli, durağan bir pat durumu olamaz. Tersine denge durumu ancak ve ancak büyük kriz dönemeçlerinin niteliği olabilmektedir. Emperyalistler arası mücadeleler, eşitler arası bir oyun değil, verili bir hegemonya sistematiği altında süregiden çelişkilerdir. Tersi, tarihsel gelişimin, konu uluslararası ilişkiler olduğunda donması anlamına gelirdi.
Savaş meselesine gelince… Emperyalist dönemde dünyamız global ölçekte ve adlı adınca paylaşım savaşı olan bir tane savaş görmüştür. İkinci Dünya Savaşı ise, doğrudan emperyalistler arası çelişkilerden türememiş, emperyalist cephenin sosyalist ülkeyi silah yoluyla tasfiye harekatı olarak başlamış, devamında, içinde emperyalistler arası koz mücadelelerini barındırmış, ancak bundan daha fazla oranda sosyalist savunma ve karşı saldırıların damgasını yemiştir. Diğer savaşlar ise ya bölgesel düzeyde kalmış ve büyük emperyalist güçler devreye genellikle bu düzeyde girmişler ya da taşeronlar kullanarak kendilerini arka planda tutmuşlardır. Geçtiğimiz on yıla kadar kapitalist dünyanın metropol bölgeleri birer silah üretim merkezi olarak tutulmalarına karşılık, aynı zamanda burjuva modernizminin ve barışının beşiği olarak da gözetilmişler, savaşlar daha “kenar” coğrafyalara, yani Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’nın dışına itilmişlerdir.
Kısaca yıkıcı rekabetin savaş eğilimini sürekli olarak içermesi ile bunun dünya savaşları olarak dışa vurulması farklı olgulardır. Birincisi kaçınılmazdır. Dünya savaşı ise rekabetin ve ondan da önce dünya ölçeğindeki sınıf ve sistem mücadelelerinin kazanabileceği biçimlerden bir tanesidir. Emperyalizmin içinde bulunduğumuz dönemde ve görünür vadede savaş üretmesi bir siyaset ve toplum yasası düzeyinde kaçınılmazdır; ancak bu kaçınılmazlığın global bir savaş biçimini alma olasılığı mutlaklaştırılmamalıdır.
1990’lı yıllarda olup bitene dönmek için iki tarihsel etkeni birlikte düşünmek gerekecek. Bir tanesi, elbette sosyalist ülkeler topluluğunun sahneden çekilmesi ve geniş bir coğrafyanın kapitalist dünyaya nasıl ekleneceğine ilişkin hazır yanıtı bulunmayan bir sorunun gündeme düşmesidir. Bu soru ya da paylaşılmayı, organize edilmeyi bekleyen büyük pasta, emperyalistler arası rekabeti tırmandırmıştır. Diğer etken ise 1960’ların sonlarında ve ‘70’lerin başlarında ortaya çıkmış yapısal sorudur. Söz konusu moment kapitalizmin bir uzun genişleme evresinin sonları ve büyük bir kriz konjonktürünün açılışı olarak değerlendirilmektedir. Yalnızca marksistlerin değil burjuva dünyasının da kabulünü alan bu değerlendirme, kaçınılmaz olarak kapitalist dünyanın iç yapılanmasının gözden geçirilmesi boyutunu da çağrıştırmıştır. 1990’larda bu iki boyut, kapitalist-emperyalist sistemin daralmasına neden olan ve İkinci Dünya Savaşından beri devam eden devrim dalgasının geri çekildiği bir ortamda birleşmiştir. Bu ortamın emperyalist paylaşım mücadelelerini sınır ve ölçü tanımaz bir dozaja fırlatacağını kurgulamak, yukarıda dediğim gibi kolaycılık olmakla birlikte, belli bir rasyonaliteye de oturuyordu.
Zira, emperyalist rekabetin dünya savaşı ölçüsünde bir yıkıcılık üretmekten geri durmasının temel nedeni, uluslararası işçi sınıfının ağırlığı ve sosyalist devrim süreçleri olmuştur. 1917’de koskoca Rusya’yı yitiren ve bir devrim dalgasının basıncını Avrupa’nın yalnızca doğusunda değil kuzeyinden güneydoğu ucuna, İspanya’ya kadar yaşayan emperyalizmin, kendi içsel eğilimlerini kontrol altına almak için çok nedeni vardı. İki büyük savaş arasında emperyalizmin ana stratejisi devrimin mevzilerini savaş yoluyla yıkmak için hazırlık yapmak olmuştur. Ancak 1944-45 ikinci devrim dalgası, bu dalganın Avrupa’nın içlerini fethetmesi ve Çin’de yankı bulması söz konusu stratejinin de çöküşünü temsil eder. Sonrasında emperyalistler sosyalizme karşı savaş dahil hazırlıklarını hiç ihmal etmeksizin, devrimci kriz ve kopuşlara alan açmayacak bir tarz arayışına girmişlerdir. Bu arayışın bir yüzünde soğuk savaş, diğer yüzünde barış içinde birarada yaşama yazar.
1990’larda bu tarihsel arka planın geçersizleştiğinin varsayılmasının ve amansız bir iç mücadelenin önünde engel kalmadığı yolunda bir kurgu yapılmasının bir rasyonalitesi vardır. Ancak kuşkusuz, tarih derslerinin bu kadar büyük bir hızla değiştirilmesi, daha doğrusu unutulması mücadelenin özneleri açısından rasyonel olmazdı. Emperyalist dünya kendi içinde rekabet ve mücadelenin frenlerini gevşetmiş, ancak emekçi halklara ve sosyalizme alan açmamayı gözeten temkinliliği bütünüyle bir kenara atmamıştır. Ayrıntılara girmeden söyleyeceğim, kanımca emperyalist karar süreçleri, dönemin egemen liberal söylemi ne derse desin, proletarya ve devrim korkusunu, ünlü “komünizm hayaleti”ni hakettiği yerde tutmaya devam etmiştir.
Sonuç olarak bu dönem boyunca, Rusya’da karşı-devrime gösterilen kısmi ancak hafife alınamayacak güçteki direniş dışında, reel anlamda bir sosyalist tehdit, işaret veren bir devrimci yükseliş bulunmamakla birlikte, emperyalizmin hareket tarzı bu olasılığı, bizim burjuva siyasetçilerinin pek tuttukları bir kavramla “sosyal çalkantı ve patlama” olasılığını önemli bir kriter olarak saklı tutmuştur. Yıkıcı rekabetin büyük devletler arasında savaşa yol açmasını engelleyen, uzlaşma arayışını egemen kılan ve artık Balkanlara dayanmakla birlikte kan ve ateşin “metropole” sıçramasına izin vermeyen titizliğin kaynağı, kapitalistlerin akılcılığı veya barışçılığı değil, bizim hayaletimizdir.
Eski sosyalist toprakların sisteme katılmaları, güç dengelerinin yeniden düzenlenmesi, tarafların kendi alanlarını genişletme hesapları dünyanın her tarafında yeni uluslararası atmosfere uygun ve tekil emperyal hesapların da devrede olduğu bir toplu yeniden düzenleme işçi sınıflarını daha da güçsüzleştirme… tüm bunların birlikte gözetildiği bir ortam yaşanmıştır.
İçinde bulunduğumuz evrede artık sona erdiğini söylediğim ara belirsizlik dönemi, emperyalistler arası rekabetin göreli olarak zirveye çıktığı konjonktürdür, aynı zamanda. Bu rekabet kesinlikle hafife alınmamalı, temel güçlerin açık çatışmaya girmemiş olmalarına takılıp kalınmamalıdır. Yarım yüzyıla yakın süre savaşı bilfiil yaşamamış Avrupa’nın modernist düşleri Balkan halklarının kıyımında, Belgrad’a düşen bombalarda ağır yara aldı. Komünizmin yıkılışı henüz kutlanmaya devam ederken, Batı Avrupalılar kendilerini bir anda tarih kitaplarının savaş sayfalarının yanıbaşında buldular. “Zincirlerinden başka kaybedecek çok şeyleri” olan ileri kapitalizmin halkları için ciddi bir travmadır bu. Elbette travmadan kurtulmak için durum rasyonalize edilmiş ve Balkanların burjuva uygarlığına komşu olmakla birlikte henüz vahşilik aşamasında olduklarına ilişkin bir ideolojik yargı batı kültürüne eklenivermiştir. Ancak yakın komşuların uygarlık öncesinde yaşadıkları yargısı bile “oturmuş ve yıkılmaz ileri kapitalizm” imajı için yeterince sarsıcıdır.
Toplumsal etkileri bu düzeyde sarsıntılarla sınırlanabilen emperyalist rekabetin nasıl aktığına biraz daha bakmakta yarar var. Ama arada yine SİP Konferans Raporuna bir göndermede bulunacağım:
“Reel sosyalizmin çözülüşünden sonra, emperyalist-kapitalist düzen, dünya coğrafyasının çok büyük bir bölümüne egemen olmuştur. 1990’ların ilk yarısında gerek sosyalizmin boşalttığı alanın büyüklüğü, gerekse kapitalist dünyanın karmaşık iç dinamikleri nedeniyle söz konusu ‘yeni’ düzenin nasıl şekilleneceğine ilişkin belirsizlikler ortadan kalkmış değildi. Yeni yüzyıla girerken, bir yandan kapitalizmin karşı karşıya bulunduğu yapısal tehditler, diğer yandan da emperyalist-kapitalist sistemin emek-sermaye çelişkisinden kaynaklanan mücadele başlıklarında hangi silahları tercih ettiği, belirginlik kazanmıştır.” [SİP Konferansı] 2
Bitenin ve belirginlik kazananın ne olduğu üzerinden devam etmeden önce, hep hatırlatmaya çalıştığım “sınıflar mücadelesi” eksenini de yine aynı belgeden aktarmak istiyorum:
“Bugünün tek tek ülkelerdeki siyasal gelişmelerin veya bölgesel dinamiklerin temel olarak emperyalist odaklar arasındaki rekabet tarafından belirlendiğine ilişkin her tür düşünce reddedilmelidir. (…) ortak sınıf çıkarları emperyalist ülkeleri genel olarak emekçi sınıflara, özel olarak ise yoksul ülkelere karşı saldırıda bir araya getirmektedir. Bir diğer neden ise, emperyalist ülkelerin, sosyalist ülkelerin ortadan kalkmasıyla ortaya çıkan ekonomik ve siyasal boşluğu doldurmak için birbirlerine ihtiyaç duymalarıdır.” [SİP Konferansı] 3
Silahların Gölgesinde Liderlik
ABD emperyalizmi kartların yeniden dağılmasının kaçınılmaz olduğu bir konjonktürü inisiyatif alarak karşıladı. İddia edilen bir komplo teorisine göre Irak yönetimini Kuveyt’e saldırıya yönlendiren de ABD’nin kendisiydi. Bu tezin gerçekliğinin test edilmesi ayrı bir konudur; sonuçta ise, Körfez Savaşı yeni dünya düzeninin ABD’nin silahlı gücü ile inşa ve temsil edileceğini ilan etmiştir.
Verili tabloda ise şunlar yazıyordu:
1970’i bir temsili moment olarak kabul edersek, aradan geçen yirmi yılda ABD hegemonyasının ekonomik ve mali altyapısında göreli bir gerileme ve yapısal bir çözülme saptanmaktadır. Dönemin Federal Almanya’sı ile Japonya kapitalist sistemin parlayan yıldızlarıdır. Uluslararası ticarette, başta Ortadoğu olmak üzere dünyanın karmaşık bölgelerinde bu yıldızların ABD hegemonyasını delmeye ve karşı ağırlıklar oluşturmaya çalıştıkları bir süreç yaşandı. Batı Almanya merkezli Avrupa Birliği süreci ile Uzakdoğu’da Japonya’nın odağında durduğu bölgesel yapılanma Washington’un etki alanına rakip şekillenmeler olma potansiyelini barındırıyordu.
Ancak sistemi daraltan sosyalist yönelimli ulusal kurtuluş hareketleri dalgasını Güney Amerika’dan başlayarak askeri-faşist darbelerle durduran da ABD olmuştur. ABD burada da kalmamış, hiyerarşinin tepesinde olmanın sorumluluğunu 1980’lerdeki neo-liberal karşı atakla taçlandırmayı da başarmıştır. Üçüncü dünyada devrimci akımların karşısına çıkartılan faşist darbe düzenlerinin toptan emek karşıtı ve baskıcı ekonomik yapılanmalara evrildiği, öte taraftan gelişmiş kapitalist ülkelerde krizin etkilerinin emekçi sınıflara yönelik saldırı, refah devleti uygulamalarının tasfiyesi gibi ögeleri içeren politikalarla hafifletilmeye çalışıldığı bir döneme, neo-liberalizm adı altında çağdaş demokrasi giysisi giydirilebilmiştir. Bu mevzinin de imza sahibi, güçten düşmekte olduğu iddia edilen ABD’den başkası değildir.
Doğu Avrupa’daki karşı-devrim kavşağında kapitalist Almanya’nın emperyalist aile adına önemli sorumlulukları üstlenebildiği görüldü. Bir bütün olarak bakıldığında ise, birincisi ABD ekonomisinin boyutlarının diğer emperyalist güçlere oranla genişliği, özellikle savaş sanayi ve teknolojisinde yine ABD’nin mesafeyi çok açmış olması göze çarpıyordu.
Durum güçler arasında bir denge kurulduğu anlamına kesinlikle gelmiyordu, ama, hiyerarşinin ve hegemonya denklemlerinin yeniden yapılandırılması için hem Avrupa’da hem de Asya’da yeterince neden birikmişti. Sosyalizm çözüldükçe kapitalist sistem iç rekabetin frenlerini gevşetme imkanı bulacaktı. 1990’ların başlarındaki atmosferi temsil açısından aşağıdaki ifadenin belli bir değer taşıyor:
“Eğer Avrupa Topluluğu kendi yetki alanında olduğunu iddia ettiği bir bölgede, barışa yönelik sorumluluklarını daha kararlı bir biçimde yerine getirseydi, Hırvatistan ve Bosna’da olaylar daha farklı gelişebilirdi. Lüksemburg Dışişleri Bakanı Jacques Poos, geçen yıl Sırp ordusunun Hırvatistan’a saldırısı hakkında AT adına yaptığı konuşmada ‘Bu Avrupa’nın sorunudur ve Avrupalılar tarafından çözülmelidir’ dedi. Başka bir deyişle: Burada ABD’nin üstlenebileceği hiçbir meşru rol yok!
“Ama Sırplar Mayıs sonunda Saraybosna’ya vahşice saldırıncaya kadar -ve tavır almadıkları için ABD Dışişleri Bakanı James Baker tarafından kınandıktan sonra da- AT hiçbir şey yapmadı. Herkesin bu kadar sorunlu bir bölgedeki güçlerden beklediğinin aksine BM Güvenlik Konseyinde hiçbir girişimde bulunmadıkları gibi kendileri ayrıca ortak bir şey de yapmadılar.
“Yetki alanı iddiasında bulunan AT olduğuna göre sanırım şöyle dememiz gerekiyor: Yeni dünya düzeninin ilk başarısızlığı onlarındır Amerika’nın değil.” [Jeane KIRKPATRICK] 4
1990’lı yıllarda sosyalizmin çözülüşünü ara vermeksizin ABD’nin Körfez ve Afrika Savaşlarının izlemesi, Balkan ve Kafkaslarda iç savaşların provoke edilmesi rastlantı değildir. Rastlantı olmamanın ötesinde bu patlamaların açıklanmasında bilim adına fazla nesnelci yollara başvurmaya da gerek yoktur. Elbette dünya dengelerinin tepe taklak olması ile birlikte yeni arayışların güç gösterilerini ve çatışmaları içermesinde herhangi bir olağanüstülük yoktur. Ya da sosyalizm altında bir veri haline gelmiş halklar arası dostluk ve kardeşlik rejiminin varlığını sürdürememesi için yeni dönemde çok neden ortaya çıkmıştır. Ancak bu tür siyasal teori açıklamalarının yanına çok daha somut girdiler mutlaka konulmalıdır. Söylemek istediğim emperyalizmin farklı odaklarının, reel sosyalizmi tam anlamıyla tasfiye etmek ve bu tasfiye işlemini gerçekleştirirken kendi pozisyonlarını güçlendirmek için bir siyasal mücadeleye giriştikleri ve bu kapsamda ağır provokasyonlar örgütledikleridir.
Körfez ve Afrika, ABD için birer egemenlik alanı olarak önem taşırlar. Ancak iş burada bitmemektedir. Bu bölgelerdeki ABD müdahaleleri ek olarak Avrupa’ya da mesaj taşımışlardır. ABD her iki savaşta rekabet edilemez silahlı gücünü ve sergilediği kamuoyu biçimlendirme yeteneğini kanıtlamıştır. Almanya ve Japonya başta olmak üzere, sosyalizmin düşüşü ile kendi aralarındaki rekabeti geri çeken sınırların kalkacağını umanlara, dünyanın yeniden yapılandırılmasında daha fazla söz hakkı isteyenlere, ABD yoksul halklara yağdırdığı bombaları, işgal ordularını gösteriyordu.
Eski Yugoslav Federasyonu Almanya’nın simetrik bir girişimine sahne oldu. Balkanlarda iç savaş kışkırtıcılığı belgelenmiş olan Alman emperyalizminin yaktığı fitili kontrol altına almak ise sonunda yine ABD’ye nasip oldu. Deniz aşırı silahlı güç kullanma yeteneği açısından biricik özne olan ABD’dir; Avrupalı emperyalistler olsa olsa kendi eteklerini tutuşturabilmektedirler. Bugünün Avrupa’nın tamamı Balkan savaşının, yıkılan modernizm düşlerinin ve büyük göçün maliyetini ağır toplumsal sorunlarla ödemektedir. Savaşı söndürmek ABD’nin hanesine yazılmış ve bu müdahale NATO’nun da dünya polis örgütü olarak meşruiyet kazanmasını getirmiştir.
Ana soru, emperyalist rekabete sınır çeken sosyalizmin ortadan kalkması bir yeniden paylaşımı veya aynı anlama gelmek üzere yeniden yapılanmayı mümkün kılıp kılmayacağı idi. Evet’i zorlayan esas olarak Almanya olmuş, ama sonunda yapılanma ABD’nin tepesinde durduğu bir piramitin varlığını ilke olarak kabul etmiştir. Bu kabulden sonra Avrupa Birliği’nin emperyalistler arası rekabetin bir öznesi olarak örgütlenmek istendiği tarih dilimi de son bulmuştur. Aşağıda geleceğiz, Türkiye’nin bu dilim kapandıktan sonra AB ile yıldızının barışmış olması rastlantı sayılmamalıdır.
Ancak bu tablonun da statik sayılmasının imkanı yoktur. Yukarıda söylendiği gibi kapitalizmde rekabet kaçınılmazdır.
Silahların gölgesi burjuva siyasetinde fazla geniş oluyor, büyük önem taşıyor. Aslında 1970’lerde ABD liderliğinin sorgulanmaya başlanmasının ardında duran en yakın gerekçe Vietnam yenilgisiydi. Bir yoksul Üçüncü Dünya gerilla gücü karşısında geri çekilmek zorunda kalan bir liderliğin kapitalist dünyanın bütünsel çıkarlarından sorumlu olmaya devam etmesi, elbette bir tartışma açacaktı. ABD’nin askeri yenilgisiyle açılan tartışmanın yine askeri alanda kapatılması olağandır.
Burada bir parantezle, bir kez daha sınıflar ve sistemler arası mücadelenin temel çelişki düzlemini oluşturduğuna ilişkin örnekler arttırılabilir. Dünya kapitalizminin liderliği konumunun Britanya’nın ellerinden kayıp gitmesinin arkasında, hem nedenlerden önemli bir tanesi, hem de temsili değeri yüksek bir simge olarak Sovyet Devrimi vardır. Kapitalist sistemin gerileyişine çözüm üretemeyen bir liderlik nasıl meşru olabilirdi ki? Aradan yetmiş küsur yıl geçmiş ve bu kez Sovyetlerdeki karşı-devrim ABD’ye liderliği üzerindeki kuşku bulutlarını dağıtmak için büyük bir şans vermiştir. Belki de Amerikan İç Savaşı’nda Kuzeye, gözlemlediği burjuva devrimciliği için destek veren Marx’a ve yine Kuzey Ordularında komutanlık yapan Enternasyonal önderlerine tarihin ilginç bir naziresidir bu!
1990’lı yıllar boyunca Washington’un bu şansı değerlendirdiği görülmüştür.
Küreselleşme Yanılsamaları
“(Küreselleşme kavramı) iktisadi, siyasi ve ideolojik içeriğiyle, hem emekçi sınıflara dönük ‘global’ bir saldırıyı, hem de sosyalist ülkeler topluluğunun güçlü bir uluslararası aktör olduğu dönemin ürünü olan bazı dengelerin tasfiyesini anlatmaktadır.” [SİP Konferansı] 5
Yanılsama olan küreselleşmenin kendisi değil. Bu süreç nesnel bir altyapının üzerinde yaşanıyor. Uzun bir dönem boyunca sermayenin uluslararasılaşması kavramıyla karşılanandan farklı boyutlar da kuşkusuz içeriyor, küreselleşme. Ancak kimi solcuların yanılgısına karşılık, farklılığın gerek maddi gerekse ideolojik açılardan sevinilecek tarafı bulunmuyor.
Birinci yanılsama sermayenin uluslararasılaşması olarak tanımlanan olgu için de geçerliydi. Yazının başlarında geçen ultra-emperyalizm tezini hatırlayalım. Uluslararasılaşmanın bir önemli ürününün ulus-devletlerin silikleşmesi olacağı yolunda bir beklentinin tarihi, son yılların küreselleşme/globalizasyon kavramından daha eskidir. Ancak hiçbir uluslararasılaşma ögesi burjuvazileri ulusal kimliklerini korumaktan alakoymamış, dünyanın bütünsel yapılanması devletler esasında tanımlanmaya devam etmiş, tek tek uluslararası sermaye gruplarının belirli devletlerle aidiyet bağı gündemden düşmemiştir. Sermayenin akışkanlığı değersizleşen sermayenin başka ülkelere kaydırılması başta ucuz işgücü kaynakları olmak üzere bir dizi faktörün daha hızlı kullanıma sokulması, burjuvazinin 20.yüzyılın ikinci yarısındaki başarılarıdır ve kar oranlarının düşme eğilimine dayanan krizin yönlendirilmesi açısından ortaya yeni imkanlar çıkartmıştır. Bunlar doğrudur, ama kapitalizm ekonomiden ibaret değildir. Sınıflı toplumların siyasal, ideolojik, kültürel, hukuksal üstyapılarının tam anlamıyla dünya ölçeğinde örgütlenebilmeleri, homojenleştirilmeleri, eşyanın tabiatına aykırıdır. Burada anahtar kavramımız eşitsiz gelişme yasasıdır. Sermayenin uluslararasılaşması, dünyanın ulusal birimlere bölünmüşlüğünün altındaki eşitsizlik birikimlerini sıfırlamak anlamını taşımaz. Sermayenin uluslararasılaşması eşitsiz birikimlerin emperyalist merkezler tarafından kriz karşıtı ve kar oranlarını yükseltici politikalarla kullanılabilmesini mümkün kılmıştır.
Küreselleşme olgusunun arkasındaki birinci gerçek sermayenin uluslararasılaşmasıdır.
İkinci önemli boyut ise şudur: 1980’lerde başlayan neo-liberal burjuva atağının ekonomi düzlemindeki hedefi sermayenin akışkanlığını ve dolayısıyla sömürü olanaklarını arttırmak, ideoloji düzlemindeki hedefi ise en ileri emperyalist merkezleri modernleşmenin ve demokrasinin üssü ve taşıyıcısı olarak dünya halklarına sunmak olmuştur. Liberalizm, refah devleti ve sosyal devlet uygulamalarını tasfiye ederek sermaye sınıfına yeni kaynak ve yeni pazar yaratmaktaydı. Kaynaklar, toplumsal artı-değerin sınıflar arasında dağılımını emekçiler aleyhine yeniden düzenleyerek açığa çıkartılıyordu. Yeni pazar ise, önceki yapılanmada kamu sektörü olarak örgütlenmiş olan ve kar amacına endekslenmemiş bir dizi “kamu hizmeti” başlığının piyasa kurallarına teslim edilmesi, yani artı-değer sömürüsüne açılmasını anlatıyor. Tüm bunların ideolojik karşılığı emperyalist sermayenin önüne dikilen kısmi ulusal burjuva engellerin kaldırılmasını kolaylaştıran bir kozmopolitizmdir. Burjuvazi milliyetçi ideolojiyi belli alanlarda tasfiyeye itelerken, doğal olarak ulusal devletlerin eski meşruiyetleri daralacaktı. Bunun tekil emperyalist ülkeler için herhangi bir köklü sakıncası yoktur. Zira bu ülkeler, ulusal birimlerin yaşadığı meşruluk kısıtlamasını, zaten uluslararasılaşmış sermayeleri ve yayılmacı politikaları ile telafi ediyorlar, telafi etmek ne kelime, kendi lehlerine değerlendiriyorlardı.
Üçüncü boyut ise bu bölümün hemen başındaki alıntıda ifade edilmiştir. Küreselleşme esas olarak 1990’ların kavramıdır ve bu dönem sermayenin dünya çapında emekçi mevzilerine karşı huruç harekatına, eski sosyalist coğrafyanın kapitalizm tarafından fethine sahne olmuştur. Bu köklü ve yeni fonksiyonların elbette yeni bir kavramla ve bu kavramın merkezinde durduğu takviye edilmiş bir liberalizm ideolojisiyle yürütülmesi uygun olurdu.
Artık daha doğrudan soldaki yanılsamalara gelebilirim. Burada düpedüz emperyalist merkezleri demokrasi beşiği ilan eden ve solculukla ilintisi kalmamış eski sol-liberal, artık saf-liberal yaklaşımlara değinmeyeceğim. Ancak bunun ötesinde halka halka yayılan ve küreselleşmeyi pozitif sıfatlarla kavrayan ya da küreselleşme olgusunun içerisinde tarihin ileriye doğru dönen çarklarını görmeye uğraşanların sayısı az değil. İlk kategori sol için kaybedilmiştir ve kaybedilmesinde herhangi bir sakınca da yoktur. İkinci kategori ise ayaklarını yere basmaya davet edilmelidir.
Bu yorumlar küreselleşmeyi kapitalizmin zorunlu bir aşaması ve devamında da Avrupa Birliği’ni Türkiye’nin kaçınılmaz kaderi olarak sunuyorlar. Zorunlu aşamaların ya da kaçınılmazlıkların ille de tarih bilimi adına olumlanması hangi marksist kitapta yazar? Örneğin tekelci kapitalizmin bitişik olgusu olarak emperyalizm, marksistler için karşı çıkılacak bir gelişmeyi temsil etmiştir. Kaçınılmaz olan ve tarihen geri döndürülmesi de olanaksız olan emperyalizme karşı çıkılmadığı sürece sosyalizme ilerlenemeyecektir. Bu anlaşılması pek kolay diyalektik değerlendirme, marksizmi revizyonizmden ayırdetmiştir. Bir benzeri Rusya’nın geri döndürülemez kapitalistleşme yolunu olumlamakla ve işçi sınıfı görevlerini ertelemekle, bir ileri tarihi beklemekle yetinen legal marksizm-menşevizm çifti ile bolşevizm arasındaki sınır çizgisini çekmiştir. “Bolşevik diyalektik” kapitalist kaçınılmazlığa romantik ve reaksiyoner bir tepki değil, bu gelişmeye bizzat kendisinin açığa çıkarttığı dinamiklere dayanarak karşı çıkmaktı. Özetle kapitalizm kaçınılmazdı, ama Rusya kapitalizmle kurtulamazdı…
Bugün ülkemizde Avrupa Birliği sürecine karşı çıkarken, bir de “emeğin Avrupa’sı” olduğunu rezerv olarak dile getiren ve bir yandan Türkiye’nin AB yolunun burjuvaziye açtığı olanakları eleştirip öte taraftan proletaryaya sunduklarını “cebimize koymaktan” söz edenlere rastlanıyor 6 . AB sürecinde ve burjuva egemenliği altında henüz yaşamakta iken ortaya çıkabilecek ve işçi sınıfının mücadelesini zenginleştirecek imkanları değerlendirmemek, bunlara gözleri kapamak neden söz konusu olsun? Sosyalistlerin. aynı zamanda burjuva egemenliğinin belirli bir tarzıyla uyumlu sendika hakkına karşı çıkmaları düşünülebilir mi? Peki devrimciler, sendika hakkının, sömürüyü sınırlandırma ve işçi sınıfını devrim programına kazanma mücadelesinde değerlendirmekten, yani parçası olduğu düzene karşı kullanıma sokulmasından vazgeçerler mi?
AB’nin Türkiye’nin kapitalist yolunun zorunlu bir uğrağı olarak gündeme getirilmesi ile kapitalizme karşı mücadele edebilmek için Avrupa Birliği’ne karşı çıkmak arasında herhangi bir çellişki yoktur. Ayrıca sosyalist hareket, maddi olarak içine girilen her yolda sınıfın yakın ve uzun vadeli çıkarları için değerlendirilmesi gereken olanakları yakalamakla da yükümlüdür. “Emeğin Avrupa’sı” diye kodlanacak kimi olanakları sosyalist hareket elbette değerlendirir. Bu bölümdeki akıl yürütme açısından tam yerine oturmamakla birlikte, Avrupa’nın emekçilerin mücadelesi açısından Türkiye sosyalist hareketine sunacağı imkanların ise keçiboynuzunun içerdiği şeker oranından fazla olamayacağı not edilmelidir. Reel sosyalizm sonraki Avrupa bir emek cehennemidir.
Bu yazıyı hazırladığım sırada okuma fırsatı bulduğum ülkemiz solunun önemsediğim devrimci bir geleneğinden gelen ama ne yazık ki “emeğin Avrupa’sı” ikircikliliğinden daha gerilere düşen bir örneğe geçeceğim:
“(…)küreselleşme sürecinde emperyalist sermayenin, amaçlı politikalarının ürünü olarak özelleştirmeler vb. yöntemlerle ulusal devletleri küçültmeye zorlaması uzun vadede, ‘komünist sönümlenme’ yolunda nesnel bir gelişme olur. Çünkü, bugün ‘çevre’ ya da üçüncü dünya ülkelerinde devletin ekonomiden, sosyal yaşamdan el çektirmelerini dayatan sermayenin yönelişi, yarın aynı şeyi emperyalist merkezlerde de dayatacaktır.” [S. ÇİFTYÜREK] 7
Bu yaklaşıma yukarıda sermayenin uluslararasılaşmasıyla ilgili paragraflarda yanıt verdiğimi zannediyorum. Hangi devletin hangi boyutları küçülüyor ki, sosyalistlerin bu gelişmeyi komünist geleceğimiz açısından olumlamaları söz konusu olabilsin* Emperyalizmi emperyalizm, burjuva devletini bir sınıf diktatörlük yapan bütün mekanizmalar tahkim edilirken, emperyalizm aşamasındaki kapitalizme, emekçilerin ve uluslararası sosyalist hareketin dayattığı sosyal uygulamalar ile daha küçük boy kapitalist ülkelerdeki halkçı/kamucu yapılanmalar tasfiye edilirken, tablonun komünizmle olan mesafesi yalnızca açılmaktadır. “Çevre”de devletin ekonomiden ve sosyal yaşamdan el çekmesi, sosyal yaşamın her hücresinin parasallaştırılması anlamına gelmekte ve bu yolla burjuvazi kar oranlarının düşme eğilimine karşı güç yaratmış olmaktadır.
Bu noktada bir parantez daha açmaktan kendimi alamayacağım. Yukarıdaki alıntının yazarı ile polemik yaptığım düşünülmesin; kimseye söylemediği şeyleri yüklemek yoluna sapmayacağım. Yalnızca çağrışımlar üzerinden devam ediyorum.
Kapitalizmin ötesini düşünen herkes, doğal olarak sosyalizme yönelik dönüşümlerin devralacağı miras ve bu mirasın ne ölçüde elverişli bir zemin içerdiği üzerine akıl yürütmek durumundadır. Sol-liberallerin varsayımı, güçlü devlet mirasının başlı başına bir olumsuzluk anlamına geleceği ve burjuva devlet ne kadar zayıflatılmış ve adem-i merkeziyetçi eğilimler ne ölçüde güçlenmişse sosyalist ütopyaya o ölçüde yakınlaşılacağı biçimindedir. Anarşizm ile de akraba olan bu bakış saçmalık derecesinde yanlıştır. Sosyalizmin ileri evresinde, sınıfların ve bir sınıfın egemenlik aygıtı olarak devletin sönümleneceği, bilinen bir gelecek kurgusudur ve elbette sosyalistlerin kimliğine ilişkin bir yaklaşımdır. Ancak devletin sönümlenmesine kadar geçecek olan ve takvime bağlanması maddi olarak imkansız bir ara dönem vardır ki, bu sürece damgasını vuracak olan sosyalist devlettir, işçi sınıfının iktidarıdır. Bu devlet karşı-devrimi önleyecek, siyasal devrimi konsolide edecek, toplumsal dönüşümlerin kurumsal önderliğini yürütecek, bağımsızlığı ve eşitlikçi bir üstyapıyı güvence altına alacaktır. Tüm bunlar adına, bu devlet, kuşkusuz son derece güçlü, iktidar sahibi bir mekanizma olmak durumundadır. Kanımca, miras ve sosyalizm için uygunluk meselesine bu açıdan bakarken toplumsal algıda somut olarak burjuva devletle sınırlanmayan, ama genelleştirilen bir “anti-etatizm”in ciddi sakıncalar barındıracağı görülmelidtir. Adem-i merkeziyetçilik toplumun örgütlenme zaafını da temsil ediyor olabilir. Hal böyle ise, sosyalist iktidarın işi pek zor olacaktır.
Lenin ise bu akıl yürütmeye tekelci devlet kapitalizmi ile ilgili olarak müdahale de bulunmuştur. Lenine göre tekelci devlet kapitalizmi, yani tekelleşme sürecinin devletle bütünleştiği ve kapitalist devletin bir kadir-i mutlak haline geldiği aşama ile sosyalizmin arasına başka hiçbir ara evre giremez. Sosyalist iktidarın, kontrol yetenekleri sonuna kadar serpilmiş bir devlet geleneğini devralması merkezi planlama ve toplumsal örgütlenme için muazzam olanakların ortaya çıkması anlamına gelecektir, Lenine göre.
Güçlü burjuva devlet “kötü” ve güçlü sosyalist devlet “iyi”dir. Burada çifte standart görenlere devletin özünün sınıf karakteri olduğunu hatırlatmak gerekir: Biri iyi diğeri kötüdür, çünkü sosyalizmde kitlelerin dışlanması değil kitlesel katılım vardır, yabancılaşma değil devlet mekanizmasının emekçilerle bütünleşmesi vardır, mülk sahibi egemen sınıf değil emekçi halkın oluşturduğu büyük çoğunluğun çıkarları vardır. Ve toplumu sınıfsız topluma, yani devletin sönümlenmesine götürebilmek için bu sürecin egemenlik mekanizmalarının zayıf ve iktidarsız değil, tersine güçlü olmaları gerekir. Dolayısıyla sosyalistler burjuva devletinin zayıf düşürülmesi için müdacele ederlerken, genel olarak devletin, yani işçi sınıfı iktidarının da sahip olacağı aygıtın gayrı meşru kılınmasından, zaafla doldurulmasından kaçınmak zorundadırlar.
Ancak bu uzun parantezi kaparken, küreselleşmenin devletin küçülmesi gibi bir anlam içerdiği görüşünün bir burjuva yalanı olduğunu tekrar etmek isterim.
Kaynağı hakkında yine üzüntü duyduğumu not ederek bir alıntı daha aktaracağım:
“Dünya halklarının birlik ve kardeşliği için mücadele veren komünistlerin, nesnel olarak Avrupa Birliğine karşı olmaları düşünülemez. Ulusal pazarların kaynaşması ve halkların sosyal, kültürel birliğinin oluşması ne denli güçlü olursa, komünistlerin istekleri ve beklentileri de o oranda somutluk kazanır. Nesnel gelişmeler sonucu doğacak bir Avrupa Birliği tam da komünistlerin istekleri ve beklentisine yanıt olur. Komünistlerin karşı olduğu taraf Avrupa Birliği’nin, kendi çıkarları için tüm insani değerleri ayaklar altına alan sermayenin denetiminde şekillenmesidir. Böylece güzel bir gelişimi çirkinleştirme sorunu var. Biz bu çirkinleştirmeye karşıyız.” [S. KOLUSARI] 8
Bu yaklaşım da büyük bir hata barındırıyor. Dünyanın en zengin üç sermayedarının serveti 48 ülkenin toplam gelirinden fazlayken, en zengin 225 kişinin malvarlığı Afrika kıtasının toplam varlığına eşitken, 1960lardan bugüne en zengin ve en yoksul 20lik dilimler arasındaki farklılık 30 kattan 60 kata çıkmışken halkların yakınlaşmasından söz etmek komik olmuyor mu! 9
Küreselleşme ve onun bir alt başlığı olarak Avrupa Birliği, halkların birlik ve kardeşliğine ilişkin herhangi bir ilerlemeyi ifade etmemektedir. Tersine emperyalist organlaşmalar halkların birlik ve kardeşliğinin önüne dikilmiş dev manialardır. İsterseniz bizzat emperyalistlere kulak verelim:
“(…) Büyük güçler ve Avrupanın ulusları kendi politikalarını birbirlerinin niyetlerini göz önüne alarak düzenlemek zorundadırlar. Sovyet komünizminin hayaleti doğudan (gelerek) üzerimizde dolaşıyor.” [AT Resmi Yayınlar Dairesi] 10
Yazının arkasında yeralan notlara bakmayı sevmeyenler için söyleyeyim; bu değerlendirmenin tarihi 1985tir. Eğer sosyalizmin çözülüşünün, uluslararası emperyalizmin anti-komünizmini geri çekmesine olanak verdiğini düşünmüyorsak, -ki böyle bir yaklaşım 20.yüzyılda insanlığı demokrasiden uzak düşüren nedenin sosyalist pratikler olduğu yolundaki burjuva demagojisine destek vermek olacaktır- bu tarihi de eskimiş sayamayız. Kaldı ki, bugün ABnin bütün belgeleri piyasa ekonomisi ile başlayıp devam ederler. İsteyen Ekim Devriminin öncesinde bol bol tartışılan ve yine Leninin de katkıda bulunduğu “Avrupa Birleşik Devletleri” konusunu hatırlamaya çalışabilir. Emperyalizm o günden bu yana kendisini emekçi devrimine, krize ve kar oranlarının düşme eğilimine karşı uluslararası ölçekte örgütlemeye, donatmaya çalışır durur.
AB ile birazdan bir ABD-AB-Türkiye üçgeni kurgulayarak devam edeceğim. Burada küreselleşme ile kendimi sınırlarsam artık toparlamam gerektiğini hissediyorum.
(1) Küreselleşme sermayenin kriz eğilimlerine uluslararası ölçekte çare arayışıdır. Arayışın ulus devletlere sığmaması çok normaldir.
(2) Küreselleşme eski sosyalist ülkeler coğrafyasında kapitalist sömürünün hızla kurumsallaştırılması için girişilmiş bir ataktır.
(3) Küreselleşme emekçi sınıfların bir kazanılmış haklarının ve örgütlülüklerinin tasfiyesi harekatıdır.
Sola gelince;
(4) Küreselleşmeyi önüne geçilmez bir tarih yasası saymak ve Polyanna iyimserliği ile bu sürece kimi olumlu nitelikler atfetmeye uğraşmak saçmadır.
(5) Küreselleşmenin zeminini oluşturan bazı maddi etkenler, örneğin sermayenin uluslararasılaşması, emperyalizmin siyaset, ideoloji, kültür vb her alanda ulus-devlet sınırlarının ötesine taşması gibi gerçeklerin ise önüne geçmek mümkün olmadığı için bunları kabul etmek gerekmez. Bir yol daha vardır: Bunlarla mücadele edilir ve sosyalizme yürünür. Ya da ancak bunlarla mücadele edilerek sosyalizme yürünebilir.
Değişen Kim Türkiye mi Avrupa mı?
Türkiyenin önünde AB yolunun aralanması genellikle ülkemizdeki değişimlerle ilintilendiriliyor. Bir açıdan bakıldığında Türkiyede değişen şeyler elbette vardır. Bu, söz konusu ilintiyi kuranların çoğunlukla zannettikleri gibi pozitif bir gelişim sayılamaz. Türkiye kapitalizmi, 1990ların ilk yarısına damga vuran krizin temel dinamiklerini tasfiye sürecine sokma becerisini göstermiştir. Biri geriye diğeri ileriye dönük, dinci gericilik ve Kürt yoksul dinamiğinden söz ediyorum… Türkiye kapitalizmi, emperyalizmin kendi sistemini anti-komünizm ekseninde yapılandırdığı bir dönemin uç yorumcusuydu ve şimdi bu uç yorumun yarattığı kirli birikimin üzerine bir hukuk ve devlet reformu bindirilmekte, köklü bir makyaj yolunda adım atılmaktadır. Bunlar gerçektir ve ciddidir, ancak emperyalist yapılanmada ciddi değişimleryaşanmış olması, içerideki değişimlerin de uluslararası çerçevesi önemsenmelidir. 11
Tarihsel doğuşunda ABD merkezli hiyerarşiye karşı bir diğer emperyalist odak olarak verilen mücadeleyi içeren AET-AT-AB sürecinde rüzgarın yönü buna bağlı olarak değişmiştir. Almanya-Fransa ekseni veya tarihsel uzlaşması üzerine kurulmaya çalışılan Avrupa emperyalizmi, piramitteki ikincil rolüne geri dönmektedir. Yukarıda askeri faktür üzerinde durdum. Bir diğer faktörün, eski sosyalist coğrafyada uyumlu bir kapitalistleşmenin yaşanması, üzerinde de. Bu başlıkta emperyalistler arası rekabet, zaman ve enerji kaybına neden olmuş ve kapitalizm hükmünü icra edebilmek için kendi iç çelişkilerini dönemsel olarak geriye çekmeye karar vermiştir.
Avrupanın ABD emperyalizmiyle uyumlu bir döneme girebilmesine elveren bir diğer olgu da, onyıllar boyu, Batı Avrupa işçi sınıflarının düzenin yapılanmasına ilişkin çizdikleri sınırların artık savunmasız kalmasıdır. Bu fonksiyona büyük katkı koyan sosyalizmin varlığı kalkmış, işçi sınıfı böyle bir gücün uzağına düşmüştür. Avrupayı görece demokrat kılan kıtanın ve komşu sosyalizmin işçi sınıfları olmuştur.
Türkiye ABD-Avrupa rekabetinin hız kazandığı bir ara evrede, ABDnin Ortadoğu ve Ortaasya açılımlarına angaje, gericiliğin ağırlığının arttığı, taşeron ve jandarma rollerinin yükseldiği bir ülkeydi. Emperyalistler arası uzlaşmanın öne çıktığı yeni konjonktürde Türkiye bu birlikteliğe doğrudan dahil olmak şansını elde etti. Açıkçası bu şans, Türkiyenin “çağ atlaması”ndan ziyade, Avrupa Birliğinin bir ikinci emperyalist merkez yapısından farklılaşarak emperyalist piramidin bölgesel bir alt-örgütlenmesi haline gelmesinden kaynaklanmaktadır. AB bir metropol birlik olmaktan çıkmakta, kapitalistleşmenin hız kazanacağı, sermayenin akışkanlığını arttıracağı ve kendi içinde hiyerarşize edilmiş bir yapıya yöneliyor. Bu süreç başlamıştır ve Türkiyenin dışta bırakılması hem ABD-AB konsensusuna uygun düşmezdi hem de ABnin sözünün geçmeyeceği ve yeni dönem için a-tipik bir “ABD kahyasına” kritik bir coğrafyanın terkedilmesi anlamına gelecekti. Emperyalistlerin birbirlerini çelmelediği dönemde ABD için AB üyesi bir Türkiye kontrol alanının daralması riskini taşıyacak, tersi taraftan AB ise ABD ajanı bir Türkiyenin kendi karar mekanizmalarına yakınlaşmasından tedirgin olacaktı. Şimdi bu parametreler değişmiştir. Türkiye deyim yerindeyse Avrupaya doğal konumu olan doğudan değil, Atlantik yoluyla girmektedir. ABD liderliğindeki dünya piramidinin bir parçası olarak ABnin yeni yapılanmasında Türkiye Amerikancı ve aynı anlama gelmek üzere emperyalizmin global senaryosuyla uyumlu bir fonksiyon kazanmıştır. Bu Türk faktörü ABnin ABD ile uyumlu değişimi doğrultusunda bir ek girdi anlamına da gelmektedir.
Kazanılan fonksiyon Türkiyenin iç yapılanmasının batıya daha fazla benzeşik hale gelmesini öngörmektedir. Eski tip jandarma-taşeron ülkelerin kendi evlerinde ne yaptıkları emperyalist merkez tarafından pek az önemsenirdi. Bu eski yaklaşım yeni dünya düzenine ait değildir. Yeni dünya düzeninde kapitalist piramidin uçlarında sınır karakollarına duyulan ihtiyaç görece azalmıştır. Buralardaki arkaik uç beyliklerinin yerine dünya pazarlarına ve sömürü mekanizmalarına eklemlenen, özgün pürüzlerle sermayenin akışkanlığını bozmayan çağdaş kapitalist birimlerin alması tercih edilir olmuştur. Bu “global” dönüşüm sırasında kimileri metropollerle daha benzeşik hale gelmek doğrultusunda sıçramakta geride kalanlar ise sistemden kaçış alternatifi azaldığı için gözden çıkartılabilmektedir.
Türkiye kapitalizmi bu değişikliğe ayak uydurmak için de restorasyon sürecine hız vermiştir. Ancak burjuvazinin geleneksel siyasal kadrolaşması kararlı bir siyasal önderlik oluşumunun önünde hala engeldir ve temponun düşmesine neden olmaktadır. Türkiye burjuvazisini bu yapısal meselelerinin üzerine gitmekten alakoyan neden ise, yalnızca, tarihsel köklere sahip beceriksizlik değildir. Başlıca sorun, egemen sınıf ve temsilcilerinin her dönüşüm sürecine, altından sol çıkar mı, korkusuyla yaklaşıyor olmasındadır. Bu korkularında haksız değillerdir; ama bu gidişle, galiba Türkiye burjuvazisi ABD jandarmalığına Avrupa “kültürünü” ekleyebilmiş bir çağdaş önderlik üretebilmek için mevcut kadrolarının doğal ömürlerini tamamlamalarını bekleyecektir!
İlginç olduğunu sandığım bir gözlemi not etmek isterim. Türkiye burjuvazisi, tarihi boyunca hep dış güçlerin çatıştığı ortamlarda nefes alıp verdi. Dış güçlerin uyumundan kendisine fayda türetmek gerçekten de yeni bir modeldir. Türkiye burjuvazisinin “dış düşman” paranoyasının kökleri 19.yüzyıl burjuva reformculuğunun iflasında gizlidir. Batıyla uyumlu bir yakınlaşmanın ürünü olarak dönüşeceğini uman Osmanlı egemen güçleri ve reform hareketinin önüne çıkan mönü bir sömürgeleşme programı olmuş ve 20.yüzyıl başlarında emperyalist merkezler kararlarını ilan etmişlerdi: Dünya kapitalizminin Osmanlıdan kalan coğrafyada bağımsız/ulusal bir birimi olmayacak, bu havza doğrudan paylaşılarak emperyalist merkezlerce yönetilecekti.
Türkiye’nin bu açmazdan kurtularak kendisini bir ulus-devlet olarak reorganize etmesi dış faktörlerin savaş ve özellikle Ekim Devrimi nedeniyle bir keşmekeşe sürüklenmeleri olmuştur. Bu tarihsel derse sık sık başvuran Türkiye burjuvazisi, uluslararası alanda “sorun çözme yeteneği ve gücüyle prim yapan” bir siyaset üretmeyi denememiştir bile. Çünkü daha kolayı vardır: Türkiye hep çözüm yollarını tıkayan ve kendi yerleştirdiği tıkaçları koz olarak kullanan bir gelenek oluşturmuştur. Şimdi Türkiye bu eski alışkanlıklarını terketmeksizin “muasır medeniyet”le organik bir birliktelik kurma yoluna girmiştir. Ancak emperyalist siyaset tarzının da giderek pervasızlaşması bu “kültür” farkını minimize etmektedir. Artık muasır medeniyet, emekçi basıncından azade bizimkiler kadar insanlığın uzağına düşmüştür.
Türkiye kapitalizmi, acaba tarihsel emeline, muasır medeniyeti yakalamak ya da eşitler arasına dahil olmak hedefine yaklaşmakta mıdır? Emperyalistlerden oluşan eşitler AB kapılarını açarken Türkiyeyi kendi aralarına dahil ediyor olsalardı, bu soruya pozitif yanıt verme olasılığı artardı. Oysa yukarıda söylendiği gibi, birkaç kuşak kapitalist ülkeyi bir piramidal yapılanmaya dahil ederek emperyalizmin işleyişini konsolide etmek anlamını taşımaktadır Avrupa Birliği. Türkiye bu kuşaklar arasında orta halkalara katılmakta bile zorlanacaktır. Ara ara dile getirilip manşetlere çıkartılan, şu kadar yıl içinde Türkiyenin dünyanın ilk onu arasına gireceği yolundaki Türk ve ABD spot yorumlarının inandırıcılığı yoktur. Elbette eşya herhangi bir evrim yaşamaksızın olduğu gibi kalmayacaktır kalmamaktadır. Fakat değişimin global toplamına bakılırsa, Türkiye’nin Avrupaya yaklaşmasından çok, Avrupanın gerek emperyal iddialarını geri çekmesiyle, gerekse sınıf mücadelelerinin ürünü demokratik normları terketmesi itibariyle Türkiyeye yakınlaştığını söylemek abartılı olmayacaktır.
Sosyalizmin İmkanları Nerede?
Kartların yeniden dağıtılmakta olduğu dönemler sayısız yanılsamaya da uygun ortam sunar. Bunların bazılarına yazı boyunca değindim. Bir diğeri Türkiyede ulusal solculuğa, uluslararası süreçlerin yorumlanmasında da Rusyadan İrana, Çine uzanan “yeni odak” beklentilerinde somutlanıyor.
Bir kere emperyalist yeniden paylaşım süreçlerinin konusu durumunda olan doğu coğrafyasının önemli bir direnç kaynağı olması olanaksız görünüyor. Coğrafi anlamının ötesinde sosyal bir bağlamda kullanırsak, “doğu” böylesi bir direnç pozisyonunu bugüne kadar yalnızca sosyalizm sayesinde kazanabildi. Bugünkü Rusya Federasyonu ve çevre ülkeler, Çin, Balkanlar için doğrudan doğruya böyledir. Ortadoğunun, Afrikanın, Asyanın bağımsızlıkçı rejimleri de sosyalist ülkeler topluluğunun açtığı şemsiyenin gölgesinde emperyalist kuşatmanın yıkıcı etkilerinden dönemsel olarak kurtulabilmiş ve kişilik kazanabilmişlerdi.
Bu kapsamda küreselleşmenin ulus-devletleri tasfiye eğilimi ve bunların gösterecekleri direniş için en kritik varlık koşulu eksiktir. Anti-emperyalist dinamizmin ete kemiğe bürünmesi için öncelikle sosyalist, yani kapitalizmden köklü bir kopuşu temsil eden mevzilerin oluşmasını beklemek gerekecektir. Bu elde yokken, yerel burjuvazilere anti-emperyalizm atfetmek aslında tek tek bu ülkelerin ulusalcı sol kesimlerinin kendi sınıf uzlaşmalarının yolunu açmaları anlamına gelir. İşin ilginç ya da acı tarafı anti-emperyalist kimliğe ilişkin herhangi bir şansa sahip olmayan yerel burjuva sınıfların emperyalizmin küreselci basıncı karşısındaki tutumları, olsa olsa pazarlık ederek teslim olmaktır ve bu nesnellik ulusal sol akımın ölümle sonuçlanması kaçınılmaz bir hastalıktan muzdarip olduğunu ifade eder.
Söylendiği gibi bir kuşak ülke bugün emperyalizmin yeniden paylaşım politikalarının nesnesi durumundadır. Ve bu “merkez ülke – sömürülen/bağımlı ülke” ayrışmasının, emperyalizm ile ulus devletler arasındaki çelişkiyi körükleme gücü artmış değil azalmıştır. Böyle bir “ilerici ulusalcılık” reel sosyalizm döneminde çözüm anahtarına sahipti ve dolayısıyla bugüne oranla daha büyük bir öneme de sahipti.
Küreselleşen kapitalizmin dünya devrim sürecine sunduğu yeni imkanlar başka yerlerde gizlidir. Bir kere, emperyalist merkezler, aralarındaki rekabetin üzerini geçici bir ortak örgütlenme zeminiyle örtmüş olmakla birlikte, gündemde adlı adınca yeniden paylaşım vardır. Bugün kurulan ortaklıklar bütün iddialılıklarına karşın son derece kırılgandır. O halde emperyalist zincirlerin nereden çatlayacağını kestirmeye çalışmakta yarar vardır.
“Kapitalizm tüm dinamit yığınağını emperyalist metropollerde toplamaktadır. Ve bu dinamitler tutuştuğunda uluslararası sermayenin geçen sefer (1997 krizi – A.G.) olduğu gibi kaçabileceği güvenli limanlar olmayacaktır. Sözgelimi, zaten aşırı derecede şişkinleşmiş olan uluslararası mali sermaye birikimi son krizin ardından emperyalist metropollerde yoğunlaşmıştır. Emperyalist metropollerdeki mali bir kriz, dünya ölçeğinde bir sarsıntıya yol açabilecektir.” [SİP Konferansı] 12
“Önümüzdeki yıllarda dünya ekonomisindeki büyümenin Avrupa ağırlıklı olacağı tahmin edilmektedir. Bu beklenti gerçekleşirse, önümüzdeki yıllar ABDnin, yüklendiği riski Avrupaya atmaya çalışacağı ABnin ise ABD ile arasında oluşan mesafeyi kapatmaya çalışacağı, yani bölgesel/siyasi başlıklarda olduğu kadar ekonomi alanında da emperyalist rekabetin artacağı gözlenecektir.” [SİP Konferansı] 13
“Dünya devrim sürecinin yakın gelecekteki kritik bölgesi, aynı zamanda emperyalist güçlerin üzerinde en fazla durdukları Doğu Avrupa bölgesidir. (…) Bölge aynı zamanda Yunanistan, Kıbrıs, Türkiye ve Rusya da dahil edilerek değerlendirilmelidir. Bu sayılanlar hem nesnel, hem de öznel nedenlerle sınıf temelli bir sosyalist kalkışmanın güçlü dayanaklarına sahip olduğumuz, zayıf halka adayı ülkelerdir.” [SİP Konferansı] 14
Sosyalist hareket ilk tercihini bu zihin açıklığıyla emperyalist yeniden paylaşım gündeminin yarattığı bulanıklık arasında yapmak durumundadır. Kapitalizmin neo-liberal şenliklerinin sonunu işaret eden belirtiler ve uluslararası bir bunalımın açacağı devrimci imkanları herkesten önce zayıf halka adaylarının sosyalistleri sezmek durumundadır.
Bu sezgi yerli yerine oturtulduğu, yani hem varolanın bilgisiyle hem de varolanı değiştirme iradesiyle birleştirildiğinde çok şey netleşecek. Örneğin sol, bu donanımı elde ettiği ölçüde Avrupa gericiliğinden batıcılık adına demokrasi rüyası çıkarsamakla da, doğunun devrimci objektivitesi çok gerilere düşmüş ve devrimci sübjektivitesi ezilmiş yörelerine bağımsızlıkçılık yakıştırmakla da uğraşmayacaktır. 1917 devriminin öncesinde olmanın anlamı ete kemiğe bürünecektir. Sonrasında, önümüz açıktır.
Dipnotlar ve Kaynak
- SİP Konferansı – Mart 2000; “Türkiye ve Dünya Değerlendirmesi”; Gelenek 62; İstanbul Mayıs 2000; s.5
- SİP Konferansı; a.g.e.; s.3
- SİP Konferansı; a.g.e.; s.5
- Jeane Kirkpatrick (ABD’nin Birleşmiş Milletler eski daimi temsilcisi) ile söyleşi: “Tehditlerin Olmadığı Bir Dünya ile Karşı Karşıya”; New Perspectives Quarterly; c.2, sayı 5 içinde; İstanbul 1993; s.12.
- SİP Konferansı; a.g.e.; s.3
- Bu konuda rafine bir örnek olarak Ertuğrul Kürkçü’nün çeşitli makalelerine göz atılabilir. Ben yayın tarihi en yeni olanı vereyim: “Sermayenin ‘Avrupa Birliği’ne Karşı ‘Emeğin Avrupası’ “; Kürt Solu Newroz Kitap Dizisi 4 içinde; Gün yayıncılık, İstanbul Agustos 2000; ss.187-193
- Çiftyürek S.; “Küreselleşme AB ve Kürt Sorunu”; Kürt Solu 4; s.96
- Kolusarı Sadık; “Avrupa Birliği Türkiye ve Diyarbakır Yolu Üzerine”, Kürt Solu 4 içinde; s.185
- SİP Konferansı; a.g.e.; s. 6
- Steps to European Unity, Lüksemburg Avrupa Toplulukları Resmi Yayınlar Dairesi 1985 s.11. (Aktaran Mesut Odman; “Ortak Pazar’a Hayır AT’a Evet mi Ya da Unutulanları Yeniden Hatırlamak”, Her Zaman Sosyalizm; YGS Yay. İstanbul, Mayis 2000 içinde; s.120)
- Restorasyon başlığında toparlanan Türkiye burjuvazisinin yeniden yapılanma programının iç ve dış diyalektiğini Cemal Hekimoglu daha önce ele almıştı. Yalnizca bu konudaki değerlendirmenin temel yaklaşıminı hatırlatacağım: “Restorasyon süreci Türkiye burjuvazisinin ve onun etkili bazı kurumlarının projesidir. Bu proje, bir, Türkiye burjuvazisi ve onun etkili kurumları ile emperyalist ülkeler arasındaki doğal bütünleşme nedeniyle; iki doğrudan emperyalist örgütlenmeleri ilgilendiren bazı boyutlarıyla uluslararasıdır.” (C.Hekimoglu; “Burjuvazinin Seçimi ve Sosyalistler”; Gelenek 59 içinde ss.3-41; İstanbul Nisan 1999; s.4)
- SİP Konferansı a.g.e.; s.6
- SİP Konferansı a.g.e.; s.7
- SİP Konferansı a.g.e.; s.8