Helsinki Zirvesi’nde Avrupa Birliği’ne aday üyelik statüsünün “kazanılması”yla, Türkiye siyasetinin yeni bir evreye girişi de resmileşmiş, uluslararası belgelere yansımış, kayıt altına alınmıştır. Bu evrenin merkezinde AB bulunmaktadır. Bu evrede solun siyasal alana müdahale olanakları doğmuştur; ayrıca, bu evrenin solu şekillendirebilme potansiyeli mevcuttur.
Bu çalışmada; yukarda sıralanan öncüllerden yola çıkarak, kabaca “AB tartışmaları” olarak genellenebilecek bir sürecin Türkiye solu ve Kürt hareketine olan etkileri; bu etkinin oluştuğu, açığa çıktığı işleyiş açıklanacaktır.
Tarihsel arkaplan
Modern zamanlar söz konusu olduğunda, Avrupa-Türkiye ilişkileri, Türkiye’nin siyasal atmosferi üzerinde, Avrupa’nın emperyalist hiyerarşi içindeki konumuna bağlı olarak ağırlık kazanmış, kaybetmiş; ama daima etkin olmuştur.
Gerileme ve çöküş dönemlerinde Osmanlı üzerinde ticari, mali, askeri ve dolayısıyla da siyasi üstünlüğü ele geçiren Avrupa emperyalizmine yanıt, Tanzimat yani en kaba ifadesiyle Avrupa’ya özenmek ve ona öykünmektir 1 . Sermaye birikiminin önündeki siyasal yapı engelini aşamayan Osmanlı’nın bu Avrupalılaşma (kapitalistleşme) çabası bir yarı-sömürge haline gelmesinin hem bir sonucu hem de bir dinamiğidir 2 .
“Osmanlı ülkesi, Avrupa’da egemen hale gelen kapitalizm ve yükselen burjuva devrimleri karşısında rekabet edemez duruma gelmişti. Burjuvalaşmayı dış rekabet üzerinden gündemine alan düzen, devrimci olmayan bir kapitalist modernizasyon yoluna girdi. Ancak gecikmiş kapitalistleşme, geriye düşüşün çözülmeye dönüşmesine yalnızca katkıda bulundu. Osmanlı ülkesinin kapitalizmle tanışması, eski sömürgeci imparatorluğun, kendisinin sömürge benzeri bir konuma yuvarlanmasının da yolunu döşedi.” 3 [GÜLER Aydemir]
Bu süreç Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasal sonunu hızlandırırken, İkinci Dünya Savaşı ve hemen sonrasında İngiltere’nin emperyalist hiyerarşinin doruğunu ABD’ye terk etmek zorunda kalmasına kadar, Avrupa emperyalizminin Türkiye siyasetine egemen olduğu bir dönem kapanmıştır.
İkinci Dünya Savaşı’ndan emperyalizme arta kalan, bir yanda kentleri yıkıma uğramış, açlıkla yüzleşmiş bir Avrupa öte yanda da kente göçün patladığı ve yine açlıkla yüz yüze bir çevre ülkeleri topluluğudur. ABD böylesi bir dünya karşısında uygulamaya koyduğu Bretton Woods sistemi aracılığıyla bir yandan elindeki üretim fazlasının içeride kriz yaratma potansiyelini ortadan kaldırıyor bir yandan da pazarını oluşturuyor ve sonuç olarak ABD dolarının uluslararası dolaşımı yoluyla talep yaratıyordu 4 . Keynesgil modelin temelini de teşkil eden bu sistemin bir sureti olan ve 1946’dan itibaren başlayan Marshall yardımı ile Türkiye de Amerikan emperyalizminin bir mevzisi haline geliyor ve buna da bağlı olarak 1950’de Türkiye’de iktidar el değiştiriyordu.
‘Boom’un sonunda, 1968’le birlikte kapitalist ekonomileri vurmaya başlayan kâr hadlerindeki düşme eğilimi, yani son büyük dalga, en büyük etkisini Vietnam mağlûbu ABD üzerinde gösterirken Japonya’yı ve Almanya merkezli bir Avrupa’yı, ABD’nin karşısına alternatif emperyalist liderler olarak -en azından bir süreliğine- çıkarmıştır. Bu süreçte Japonya ve Almanya’nın siyasal etkinliğini artırdığı ve bu siyasal etkinliği özellikle bölgesel işbirliği çerçevesinde yapılandırdıkları iddia edilebilir. AET’nin AB’ye dönüşümü böyle bir sürecin belirleyiciliği altında gerçekleşmiştir.
Ancak, dengelerin yerinden oynar gibi gözüktüğü bu dönem çok uzun sürmemiştir 5 . SSCB’nin dağılması ile ABD karşısındaki en büyük kozunu kaybeden Avrupa, Doğu Avrupa gündemi ile karşı karşıya kalırken Körfez’de ABD, Saddam’dan çok, başta AB olmak üzere tüm dünyaya şiddet gösterisine soyunmuştur.
“1990’ların başında dünya kapitalizminin ABD, Batı Avrupa ve Japonya merkezli yapısı bugün büyük ölçüde geride kalmış ve ABD emperyalist hi-yerarşinin tepesindeki pozisyonunu tahkim etmiştir.” 6 [GÜLER Aydemir]
98 Asya Krizi’nden sonra küçülen ekonomisi ve bozulan cari dengeleri ile Japonya içe döner ve otomotiv sektörünü dahi ABD sermayesine satarken, Rusya’da paracıklarını kaybeden Almanya ABD’nin Kosova planını ancak seyredebilmiştir. Yine aynı dönemde ABD, Ortadoğu’da barışı ve savaşı düzenlerken, bir biçimde Türkiye’yi de Avrupa’ya doğru iteklemiştir. Tüm bunlar, Avrupa’nın siyasal sınırlarının yeniden çizilmesi olarak tanımlanabilir.
Egemenlik en küçük bir tereddüte yer olmaksızın ABD’nindir. Ancak AB, her dengesizlikte ABD’ye alternatif olabilecek kadar da iddialıdır. Türkiye, hem bu ABD-AB gerilimin ortasında hem de bu ABD-AB hiyerarşisinin egemenlik alanındadır. Türkiye siyaseti de bu gerilimin ve hiyerarşinin belirlenimi altındadır.
İster ABD ile olan gerilimleri, isterse de “ABD planları” uyarınca; ama kuşkusuz ki bu iki eğilimin bileşkesi üzerinden, günümüzde Avrupa Birliği haline gelmiş olan yapı, özellikle son otuz yıldır Türkiye’nin siyasal atmosferini biçimlendiren unsurlar arasında ağırlığını giderek artırmaktadır. Türkiye’nin AB’ye aday üyelik sürecinin resmileşmesiyle birlikte, Türkiye siyaseti başka bir evreye girmiştir. AB, artık Türkiye siyasetinin merkezinde durmaktadır. Türkiye siyaseti içinde sol, sosyalist, komünist özneler ile sosyal demokrat, liberal, gerici ve faşist öznelerin ve diğer siyasal aktörlerin hiçbirinin bu evreden bağımsız devinmesi düşünülemez.
Bu evrede, Türkiye solu ve Kürt hareketi içinde değerlendirilmesi gereken pek çok siyasal unsur da, AB tartışmaları içinde, yani siyasal alanın AB ekseninde kendine özel alanlar açmış; bu alanlarda konumlanmış ve kendini de bu alanlardan hareketle yeniden-tanımlamıştır. Yeniden-tanımlama faaliyeti sürmektedir…
Tarihsel çerçevemizi böylece şekillendirdikten sonra asıl konumuza gelebiliriz sanıyorum.
Avrupa Birliği siyaseti ya da AB tartışmaları
Bu çalışmada, Türkiye siyasetindeki bir ajan olarak AB; ama asıl olarak da bu ajan dolayımı ile Türkiye solu ve Kürt devrimci hareketi üzerinde etkide bulunan siyasal ve ideolojik dinamikler ortaya konmaya çalışılacaktır. Özetle, AB tartışmalarının karşılık geldiği siyasal akışın kendisi değil ama hareket yasaları ele alınmaya çalışılacaktır. Çünkü, Avrupa Birliği’nin, bir tartışma nesnesi olarak kendini tartışan tarafları da biçimlendirebilme kapasitesine sahip olduğu unutulmamalıdır.
Burada bir not düşmek açıklayıcı olacak sanıyorum. Bu çalışmada “AB tartışmaları” ifadesi özel bir tercihin ürünüdür. Bu tercihin öncelikli nedenini, bu çalışmanın muhatap aldığı siyasal alanı olabildiğince geniş tutma kaygısı teşkil etmektedir. Çünkü “AB tartışmaları” kullanımı, marksist siyasal özne-toplumsal nesne soyutlamasının dışındaki bir başka kavramlaştırmaya da dolaysızca atıfta bulunabilmektedir. Bu “başka” kavramlaştırma; belli bir siyasetin alıcısı ve taşıyıcısı olarak görece uyumlu olarak devinen bir sosyalliği betimleyen ‘sivil toplum’ soyutlamasına dairdir. AB tartışmaları, denildiğinde sivil toplum içinde sürdürüldüğü iddia olunan bir dizi pratiğe de işaret edilmiş olunmaktadır. Sivil toplumun, toplumsal gerçekliğin bir parçasını oluşturup oluşturmadığından ziyade ve bu alanlarda böyle bir tartışmanın sürüp sürmediğinden bağımsız olarak… Çünkü bu çalışmada geçerken yanıtlanmaya çalışılacak olan sorulardan biri de sivil toplumun sonuçlardan yola çıkılarak var olup olmadığı ya da neye karşılık geldiğidir. Evet, sonuçlardan yola çıkarak… Siyasal özne-toplumsal nesne ilişkisinin ötesinde AB tartışmalarının başka süreçlerde de ortaya çıktığı sonucuna ulaşabilirsek, dönüp bu süreçlerin toplumsal/siyasal zeminini görebiliriz. Sınıf mücadelelerinden öte dinamiklerce beslenen bir ‘AB siyaseti’ tespit edilebiliyorsa bunun da toplumsal dayanağı keşfedilmek zorundadır. Bu toplumsal zemin de, sadece ve sadece, sivil toplum olarak betimlenmesinde hiçbir engel/sakınca bulunmayan bir çerçeveye tekabül eder; ötesine değil.
Özetle, AB tartışmalarının, sol siyasal özneler üzerindeki etkilerini inceler, bu etkileri ortaya çıkaran işleyişi anlamaya çalışır ve Türkiye solu ve Kürt hareketinin geleceğine projeksiyon yapmaya çalışırken, bir ara sonuç olarak da, post-marksist kategorileri test etme olanağı bulacağımızı sanıyorum. Açıkçası, marksizm açısından siyasal referansları belli ya da “tartışmalı” olan post-marksizmi, daha başta diskalifiye etmemek için çerçeve ifadeyi AB siyaseti değil de “AB tartışmaları” olarak belirlemeyi tercih ediyorum.
Şimdi daha fazla uzatmadan ve tekrarlarla okuyucuyu sıkmadan, bu hareket yasalarını ayrıştırabilmek üzere araştırmamıza geçelim:
1. Araştırmamızda öncelikle tartışmanın sürdürüldüğü zemini tespit etmeye çalışacağız.
2. Bu zeminde devinen ilgili siyasal öznelerin tarihleri ve bu tarihin tartışma içindeki özneyi ne ölçüde ön-biçimlendirebileceği, ele alacağımız ikinci ara başlığı oluşturacaktır.
Post-marksist literatür kapitalizme özgü antagonist sınıfsal ilişkileri reddederek, onun siyasal özne kavramının yerine “özne konumları”nı yani kimlikleri koymaktadır 7 . Bu çalışma açısından, post-marksist terminolojinin kullanımıyla bir ‘özne konumu’ ya da kimlik olarak öne çıkabilecek tek kimlik, Kürt kimliğidir. Devrimci bir ulusal hareketten geriye elde kala kala bir kimlik (mücadelesi) kalmışsa yapılacak fazla bir şey de yoktur aslında. Ancak bu çalışma açısından önemli olan post-marksizmin Kürt hareketi üzerine etkisidir; bu etkinin aktarım mekanizmalarıdır.
3. Yani bizim burada soracağımız soru,
3.1. Özellikle post-marksist girdilerin Kürt hareketinin bir kimlik sorununa indirgenmesindeki etkisi nedir? ve,
3.2. Bu etki hangi dolayım ile Kürt hareketine yansıtılmaktadır? şeklinde olacaktır.
4. Unutulmamalıdır ki, içinde bulunduğumuz bu evrede, hem AB’den hem de TC’den sola ve Kürt hareketine bir yandan paslar çıkartılmakta bir yandan da kasıtlı fauller yapılmaktadır. Şu sorular da açıkça yanıtlanmalıdır: Havuç-sopa senaryosu bir kez daha mı cereyan etmektedir? Bu bir dize getirme planı mıdır ve AB tartışmaları bu planın bir parçası mıdır? Bu planda görev almak için kimler kuyruktadır?
5. Ayrıca değineceğimiz bir başka siyasal ilişkiler demeti ise sol içi gündeme ilişkindir; bu gündemin ağırlık merkezini de elbette yine Kürt hareketi ile girilen ilişkiler oluşturmaktadır. Kürt hareketi; ABD-AB-TC entegre sermayesinin siyasal projesi ile bu projeye müdahil ya da dahil olmaya çalışan sol siyasal özneler için bir düğüm noktasıdır.
6. Ve sonuç olarak, tüm bu başlıkları üst belirleyen özne-nesne ilişkisinden hareketle; Türk ve Kürt emekçilerinin AB gündemi karşısındaki siyasallığı ve bu siyasallığın hem niteliği hem de bu niteliğin oluşumunda öznenin katkısının formüle edilebilmesi çalışmamız açısından hareket noktasıdır. Kısacası: sol, Türk ve Kürt emekçilerine, AB’yi anlatmayı hangi çerçevede ne denli başarabilir Bu soru şöyle de sorulabilir: Sol AB gündemi üzerinden Türk ve Kürt emekçilerine hangi çerçevede kendini anlatma olanağı bulabilir?.. Sosyalist solun AB siyaseti için dayanaklarını ortaya koymaya çalışarak bitireceğiz.
Yukarıda teker teker ifade edilenlerin dışında başka hareket yasaları da yok mudur? Kuşkusuz vardır. Bunlardan ilki AB’nin Türkiye’ye, burada yaşayan emekçilere, burada yaşayan halklara, burada siyaseti sürdüren öznelere dair bakışıdır. Bu bakışın; etik bir burjuva eğilimini yansıttığı ya da bu bakışın, Emeğin Avrupası’nın eğilimini yansıttığı biçimindeki iddiaları değerlendirmeye değer bulamıyorum. Değerlendirilmesi gereken, Türkiye’den bakarak, Emeğin Avrupası gibi bir projeye, birilerinin nasıl ikna olabildiği ya da birilerinin bunu nasıl ortaya atabildiğidir.
Tartışma zemini
“AB tartışmaları”nın tarafları arasında bir yanda gündemin ilk elden sahibi olarak sermaye ile onun siyasal temsilcileri ve/ya da buna aday aktörler/özneler bulunmaktadır. Temsiliyet mekanizmalarının tıkalı olduğu ya da bizdeki gibi parçalılıkla malul mekanizmaların “tartışmaları” (siyaseti) tıkadığı ülkelerde, iktidar aygıtının belli unsurlarının gündemin takipçiliğini, “icraatı” üstlenmesi kaçınılmazdır. İşte bu koşullarda; iktidar aygıtının belli unsurlarının, örneğin, bizde olduğu gibi, bu sürecin içinde Asparti biçiminde başat siyasal özne formuna evirilen ordunun gündeme ağırlığını koyduğunu görürüz. Gündem, çoğu dönemeçte “onlardan sorulur” hale gelir.
Öyle ya da böyle; ister siyasal temsilciler isterse de “profesyoneller” dolayımıyla, sermayenin siyasete dayattığı bir gündemin, emeğin gündemine de egemen olmaması mümkün değildir. Ancak, burjuva siyasetinin parçalılık vs. bir nedenle kriz içinde olduğu koşullarda sermaye egemenliği eksikli olarak tanımlanabilir.
Benzer şekilde, sermaye ile dolaysızca temasta bulunulan bu ilişki içinde, nasıl ki işçinin sömürü mekanizmalarını kendiliğinden keşfetmesi ya da sınıf bilincine sahip olması mümkün olamıyor, buna karşın emeğin gündemi yine de bu ilişki üzerinden hareketle kapitalizm tarafından belirlenebiliyorsa; AB söz konusu olduğunda da, işçinin bu nesnel konumu nedeniyle AB tartışmalarına da vakıf olması; AB’nin emeğin gündeminde kurduğu ya da kurmakta olduğu egemenlik ilişkilerini kendiliğinden çözümlemesi mümkün değildir. Kısaca, siyasal öznenin aydınlatıcı ve örgütleyici işlevi olmaksızın, işçinin AB’ye karşı, yandaş ya da politik bir özne haline gelebilmesi; başka bir deyişle kendinde sınıftan kendi için sınıfa sıçraması mümkün değildir. Sonuç olarak kendi başına işçi kimliğinden yola çıkarak Hallac-ı Mansur gibi varılacak/erilecek/olunacak bir politik aktör yoktur; Leninist öncü işte bu boşluğu kapatır.
Leninist öncünün bu boşluğu dolduramadığı koşullarda boşluk, sermaye ideolojisi ya da bu ideolojinin belirleyiciliğindeki yapılar (örneğin sendikalar) tarafından doldurulur. Tersinden ifade edersek, Leninist öncü, bu boşluğu öncelikle örgütsel olarak doldurmakla yükümlüdür; örgütsel olanaklarının sınırında sosyalist ideolojisine eklemlediği yapıları (örneğin yine sendikaları) devreye sokmak ve boşluğu kapatmakla yükümlüdür.
Siyasal özne boşluğu dolduramadığı sürece (ya da sosyalist ideoloji geri çe-kilmesini sürdürmeye devam ettiği koşullarda), egemen ideoloji sınıfı kolaylıkla kapsayacak ve AB’yi dilediği biçimde onların bilincine yazacaktır; emeğin gündemine egemen olacaktır. Egemen ideolojinin üretim ilişkileri nesnelliğine da-yalı bu kapsama sürecinde zorunluluk temelinde ihtiyaç duyacağı araçlar aile, okul, medya, kitle kültürü/kültür endüstrisi vb. ile sınırlı araçlar olmayıp aslen “siyasal” yapılardır. Bu yapılar içinde denetlenecek nesne işçi sınıfı olduğunda, sendikalar özel bir öneme sahiptir. Bir örnek vermek gerekirse; ülkemizde, Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) Türkiye tarafından kabul edilmiş kararlarına rağmen yasal olarak tanınmayan kamu emekçileri sendikaları, AB sürecinde yasallaşmak olanağını görür ve Brüksel’de temsilcilik açar. Bu yüz binlerce kamu emekçisinde, Avrupa Birlikçi Siyasetin empoze edilmesidir. İşçi konfederasyonları, demokratik işleyişin esas olduğu Avrupa “endüstri ilişkileri”nin Türkiye’ye taşınacağını ifade ederek, AB’ye destek olur. AB’nin ne getirip ne götüreceğinden bağımsız olarak… Burada önemli olan “AB tartışmaları” içinde bu sendikal yapıların yer almaları ve taraf olmalarıdır.
Bu koşullarda, egemen ideolojinin AB ekseninde ürettiği demokratikleşme söylemiyle sendikal yapıları eklemlediği iddia edilebilir. Çünkü bu yapılar, Leninist öncünün dolduramadığı boşluğun, egemen ideoloji tarafından doldurulmasıyla, sermaye egemenliği altında girmiş yapılardır. Ancak ideolojik eklemlenme süreçleri her zaman bu denli dolaysız işlemez… Bu örnekte de, süreç göründüğü kadar yalın değildir; ikincil dolayımlar vardır. İddiamız odur ki, dolayım ilgili konfederasyonu “denetleyen”, (sendikal alanda etkin olan diyelim) siyasal özneler düzeyinde kurulmuştur.
Bu çerçevede giderek artan örnekler, günümüzde sendikaların da sınıfın ekonomik-politik örgütleri olmaktan çıkarak, birer sivil toplum örgütü (NGO) haline geldiğini/getirildiğini göstermektedir 8 .
Bu dolayıma ilerleyen sayfalarda yeniden dönmek üzere, siyasal özne-toplumsal nesne ilişkilerine, tartışmanın taraflarını saptamaya geri dönelim:
1. Türkiye’nin aday olduğu AB ekonomik ekonomik, olduğu kadar da siyasal bir örgütlenmedir. Bu bağlamda, ulusal ekonominin ve siyasetin “aday” olduğu bir örgüt söz konusudur.
2. “AB ligi; ulusal ekonominin ve siyasetin uluslararasılaşmasında nasıl bir uğrağı ifade etmektedir” sorusunu sadece sormakla yetiniyor ve devam ediyorum (Bazen sorular yanıtlardan daha önemli ve açıklayıcı olabiliyor).
3. Emperyalizme bağımlı bir ulusal devletin hükümdarlık alanında sürdürülen bu AB tartışmalarının tarafları arasında, bir yanda tartışmanın ilk elden sahipleri, sermaye ve onun siyasal temsilciliğine oynayan aktörleri var, demiştik ve devamında belirtmiştik: Sermayenin gündemi olan her ne ise, bu emeğin gündemine de aslen siyasal özneler dolayımıyla oturur.
4. Kürt hareketini ve Türkiye solunu temsil etme iddiasındaki siyasal özneler, AB tartışmaları içinde bu iddialarını realize etmeye dönük politikalar geliştirir.
5. Bu öznelerin sürece dönük üreteceği politikalar; AB tartışmalarının ilk elden sahibi ve siyasal alana taşıyıcısı olan burjuva siyasal öznelerle kurulan siyasal ilişkiler ve toplumsal alandaki temaslardan da etkilenir.
6. AB gündemine ilişkin olarak burjuva öznelerin toplumda karşılık bulan (bulacağı öngörülen) siyasetleri değerlendirilmek zorundadır. Ancak bir koşulla: Burjuva siyasetinin, emekçileri kazanmaya dönük AB ile ilintili somut bir siyasal projesi varsa…
7. Burjuva siyaseti birkaç nedenle emekçileri kazanmaya dönük somut toplumsal ve siyasal projelerle sahne alır. Bu da sonuçları itibarıyla emekçilerin siyasallaşmaya itilmesi demektir. Bugün, sermayenin ve emperyalizmin en son tahammül göstereceği şey, Türkiye’de emekçilerin siyasallaşmasıdır.
7.1. Siyasallaşma potansiyeli yüksek emekçi sınıf verili iken, devrimci bir siyasal öznenin alternatif olarak çıkmasını engellemek için…
7.2. Devrimci siyasal özne karşısında…
7.3. Ya da; kendi arasında kızışan bir rekabet içindeyse…
8. Bugün için sermayenin AB siyaseti Kürt ve Türk emekçilere somut bir toplumsal ve siyasal proje sun(a)mamaktadır. Türkiye kapitalizminin ihtiyacı emekçilerin siyasallaşması asla değildir.
9. Demokratikleşme retoriği ise ancak ideolojik alanda tanımlanabilir ve hedefi kesinlikle (bir kriz dinamiği olarak daha önce tespit edilen) Kürt hareketidir.
10. Türkiye kapitalizminin ihtiyacı depolitizasyonun sürmesidir. Verili iktisadi yapıda siyasi temsiliyetteki parçalılığı aşmak ancak depolitizasyonla mümkündür.
11. Bunun için depolitizasyon projeleri geliştirmek zorundadır.
11.1. Kürt ve Türk emekçilerin siyasal temsilcileri ya da potansiyel temsilcileri
11.1.1. Siyasal olarak ve fiziken yok edilmelidir.
11.1.2. Siyasal olarak içerilmelidir.
11.2. Siyasal temsiliyet mekanizması yerini ‘öteki’ yapılara bırakmalıdır. Sermaye; siyaset-ötesi bu yapıları ‘Sivil Toplum’ kodlaması altında desteklemelidir.
11.3. Sermaye, kendi siyasal temsilcilerini dahi siyasetsizleştirmelidir. Parlamento bir siyasal temsil kurumu değil bir onay mekanizması olmalıdır. Parlamento yetkilerini MGK’ya, AB’ye, IMF’e, Dünya Bankası’na ya da bir başkan bulup ona devretmelidir.
11.4. Siyasal olan, giderek teknik olana dönüşmelidir.
12. Siyaseten ve fiziken yok edilmesinde zorunluluk olmayan ya da bu niteliğe indirgenebilmiş olan, sisteme eklemlenmeli; siyasal olarak içerilmelidir.
12.1. Kürt hareketi siyaseten ve fiziken yok edilmektedir.
12.2. Kürt hareketi anılan nitelikle örtüştüğünde içerilmelidir.
12.3. Türkiye solu içerilmelidir.
13. Siyaseten ve fiziken bitirmenin mekanizmaları malum.
14. Siyaseten içermenin yöntemine gelince…
15. Her tartışma, tartışan öznelerin yani tarafların arasında yeni ayrılıkların geliştiği ama öte yandan da yeni ortak zeminlerin oluştuğu bir işleyişe sahiptir. AB tartışmasında da, ister sermaye cephesinden ister emek cephesinden olsun, tüm özneler yeniden şekillenecek ve mevziler yeniden şekillenecektir. Öncesinde de ancak geçişkenlikle tanımlanması mümkün olan bu ‘cephe’ler parçalanacak ve yeniden katılaşacaktır. Özne; parçalanacak ve başka bir formda yeniden oluşacaktır. Özetle, tartışmanın unsurları, tartışma sürecinde yeniden ve yeniden tanımlanır ve konum alır.
16. Kastettiğim, Türkiye siyasetinin bir AB travması geçirmekte olduğudur. Bu travma elbette ki -potansiyel olarak- siyasal öznelerin hem ideolojik konumlanışlarında hem de toplumsal tabanlarında bir harmanlanmaya yol açabilir. Ancak bu harmanlanmanın, sol ile sınırlı ya da burjuva siyasal aktörler/özneler ile sınırlı kapalı bir sistemde gerçekleşmesi beklenmemelidir. Eğer bu süreçten billurlaşmış bir mevzileşmeyle çıkılacaksa bu harmanlanmanın bir bütün olarak Türkiye siyasetini kapsayacağı bilinmelidir. Özetle, sağı solu belli olmayan bir siyasal yelpaze içinde Türkiye siyaseti bir süre daha yoluna devam edecektir.
17. Sola yönelik bu siyasi şiddetin aktarılma organı ideolojiktir: AB tartışmaları…
18. Türkiye solu reformizme ve likidasyona zorlanmaktadır. Kürt hareketi yalnızca “kimlik” olarak anılmaya…
19. Reformizme karşı mücadele reformizmle mücadele etmek demek değildir.
20. Bu harmanlanma aynı zamanda belli siyasal öznelerin ve unsurların soldan ihracıdır. Başka bir deyişle: Avrupa birlikçi siyasetin soldan ihracıdır. Bu ihraç, zaten çoktan sol ile bağlarını koparmış özne ve unsurların, sol üzerine düşürdükleri gölgeden, solun kurtulması demektir. Bu olanağı bize sunduğu için burjuva siyasetine şükran borçluyuz!
21. Solun geçirdiği bu siyasal travma aynı zamanda komünist hareketin sol içinde tekleşmesinin olanaklarını yaratmaktadır.
22. Bu olanaklar devrim adına değerlendirilmek zorundadır.
23. Bu olanaklar, olanak olarak kaldıkça hiçbir anlam taşımaz.
24. Bu olanakları değerlendirmek komünist hareketin tarihsel görevidir .
25. Olanakların gerçekliğin bir parçası haline getirilmesi, sol içi yürütülecek ideolojik mücadelenin ürünüdür.
26. Ancak bugün için -ne yazık ki!- sol içi mücadele gündemi kapanmış ve yerini
26.1. Komünist hareketin Kürt ve Türk emekçileri ile kurmaya çalıştığı siyasal bağların niteliği ve niceliğine…
26.2. Solun bir bütün olarak ideolojik temsiliyetinin sorumluluğunun üstlenilmesi zorunluluğuna bırakmıştır.
Tartışmanın zemini böylece şekillenmiştir: Ekonomi, siyaset ama bunları önceleyen bir alan olarak da ideoloji. Ekonomiyi, AB ekseninde siyasetten kopararak tartışmak mümkün olmadığı gibi, ekonomik yapının belirlediği bir siyaseti de, ideolojik alan olmadan değerlendirmek mümkün değildir. Değerlendirilmeye çalışılan bir de asıl olarak tartışan özneler ise, ne mümkün!..
Başka bir biçimde ifade edecek olursam: Bu çalışma bağlamında değerlendirilen, nesnemiz olan ve bu ülkede Türk ve Kürt emekçilerinin siyasal temsilciliğine aday olmuş siyasal öznelerin, AB ekonomisinden (ve AB ekonomisinin TC ekonomisine getireceklerinden) ve AB siyasal hayatından (ve AB siyasal hayatının TC siyasal hayatına getireceklerinden) değil, asıl olarak AB adaylığı sürecinde toplumsal ilişkilerin ürettiği ekonomik ve siyasal beklentilerin sonucu oluşan ideolojik atmosferden öncelikle etkilenerek, tartışma içinde kendilerini tanımlayacakları ve yeniden tanımlayacaklarıdır.
Bu nedenle bu çalışmada vurgu siyasal gündemli öznenin bu “ideolojik atmosferden” nasıl etkileneceğine dairdir.
İdeolojik atmosfere açılan kanalların belirleyiciliği: Tarih
Siyasal gündemli öznenin kuşkusuz bir öz-tarihi vardır. Anılan ideolojik atmosfere solungaçlar salınmadan önce bu tarih, atmosfere çıkış alanını belirlemektedir.
Öznenin tarihi, mücadele geleneğiyle sınırlı bir çerçeve içinde değil, öznenin oluşum ve gelişim sürecine damga vuran kuramsal çerçeveyle birlikte tanımlanabilir. Bu kuramsal çerçeveyle öznenin kurumsallaşmış siyasal hattı ve bununla birlikte bu hattı taşıyan ve geliştiren örgütlülüğünün oluşturduğu bütün öznenin tarihidir. Bu bütün, tutarlı bir dinamik yapıyı oluşturabildiği ölçüde anılan ideolojik atmosferin “kirletici” etkisinden o denli uzak durulabilir, bu atmosfer üzerinde o denli etkin olunabilir. Burada bir parantez açıp, bu atmosferden etkilenmemek mümkün müdür değil midir, diye soralım. (Etkilenmemek derken kastettiğim sınır, etkilenmeyenin etkileyemeyeceği’dir…) Ancak, bir önceki cümledeki tutarlı vurgusuna mutlaka geri dönmek kaydıyla…
Elbette bu ideolojik atmosferden siyasal bir öznenin kendisini yalıtık tutması ve böylece de bu atmosferi hiçbir biçimde solumayıp, etkilenmemesi mümkündür. Ancak öznenin siyasal olduğu öncülü, bu olasılığın kısıtını da ifade etmektedir. Şöyle ki, AB’nin bir tartışma nesnesi olmasının ötesinde Türkiye emekçilerinin günlük yaşam pratiklerini etkiliyor olması, emekçilerin siyasal örgütü ya da siyasal temsilcisi olma iddiasını taşıyan her öznenin bu gündeme müdahil olmasını zorunlu kılmaktadır. Ancak siyasal olmayanın dışsal kalabilme “yeteneği” bulunur.
Evet, yukarıda açıklanmaya çalışıldığı biçimiyle AB’nin oluşturduğu ideolojik atmosferi solumayan özne bugün bu memlekette apolitiktir ve süreç içinde özne olmaktan da çıkacaktır. Unutulmamalıdır ki, apolitik, göreli gerçekliğe dair bir sıfattır ve ancak diğer öznelerin duruşuyla, politizasyonu ile tanımlanabilir. Bugün bu memlekette, “AB’ye hayır” ya da “evet” denilerek tartışmanın son sözü söylenebilir ama salt “AB’ye hayır” ya da “evet” denilerek tartışmanın içinde olunamaz. Bugün bu memlekette AB gündeminin emekçiler nezdinde sahip olduğu siyasallaşma potansiyeli, bütüncül bir çerçevede karşı duruşu örmeyi zorunlu ve asıl önemlisi mümkün kılmaktadır. Tıpkı, AB şakşakçılına girişmenin de mümkün ve galiba kimi siyasal özneler için tarihsel bir zorunluluk olabilmesi gibi… Sınıf siyaseti için zorunlu ve mümkün olan, bu siyasallaşmanın kanallarını açmaktır.
Bu hatırlatmadan sonra, öznenin tarihine dönebiliriz sanırım.
Kuramsal çerçeve ile öznenin kılgısal faaliyeti ne denli tutarlı bir bütün oluşturuyorsa, siyasal öznenin kendini ifade etme ve emekçi kitleleri harekete geçirebilme kapasitesi de o ölçüde artacaktır. Pozitif yönde gelişecek olan bir başka nitelik ise, öznenin bu tartışma atmosferini yenilenerek, beslenerek, büyüyerek tüketebilme yeteneğidir. Öznenin siyasal hattını sınayarak onu yeniden üretebilmesi… Sonuç, toplumsal olanın biçimlendirilmesi, toplumsal olanın mücadeleye kazanılmasıdır. İşte ancak bu noktadan sonra bu özne için örgütlenme olanağının varlığından söz edilebilir. Olanağın örgüte dönüşmesinin hareket yasaları ise bambaşkadır…
Evet, tutarlılık, kendinden menkul olmadığına göre; yani karşıt siyasal öznelerin ve onların siyasetinin ayrıştırıcı etkisi altında devindiğine göre, sadece cephede (mücadele içinde) denenme olanağına sahiptir. Bu yüzden AB tartışmaları, emekçi sınıfın siyasal temsilciliği iddiasını taşıyan yapılar için son derece özgün bir test olanağı da sunmaktadır.
Tutarlılık, sosyalist ideolojide tutarlılıktır. Tutarlılık, ideolojik netliktir. Tutarlılık, AB gündemi karşısında marksizmi siyasal alana tercüme edebilme yeteneğidir. Tutarlı özne, ideolojik atmosferi, atmosfer olmaktan çıkaracak ayrıştırıcı siyaseti üretebilir olandır…
Türkiye solu tutarlılık yolunda adımlar atmak zorundadır…
Evet, bu bir sınavdır. Bu sınavda sınıfta kalmak sınıftan ayrı kalmak, anlamına gelmektedir. Sınav; bir uçta, kuramsal çerçevesini tekelci kapitalizmin sömürü düzenine, emperyalizme karşı bağımsızlık ve demokrasi mücadelesi üzerine bina eden (devrimci demokrat kökenden gelen) siyasal temsilci adayları için; öteki uçta da dünya devrimcisi kimi troçkizan unsurlar için bu topraklarda siyasal gündemli özneler olarak yola devam edip edememenin sınavıdır.
“Bu ülkeye demokrasi gelmeden olmaz” ve “zaten tek ülkede olmaz” önermeleri karşısında “Emeğin ve Dayanışmanın Avrupası” perspektifine o ya da bu oranda katkı sunmak zorunda kalmaktadırlar ya da asıllarını inkar zorunda… Maastricht Avrupası’na karşı “Emeğin ve Dayanışmanın Avrupası” ile muhalif durmayı tartışan bu “özne”, halkın talebini de yansıtan Maastricht kriterleri söz konusu olduğunda, (mesela bu kriterlerde “kamu açığı gayri safi milli hasılanın yüzde yüzünden az olacak, enflasyon yüzde 1-3 arasında olmalıdır” diyorsa) neye nasıl muhalif kalabilir! Evet, muhalif olunacak başlıklar elbette bulabilir. Örneğin, enflasyon yüzde 1-3’e inecekse, “biz bunu isteriz ama, emekçi sınıflar daha fazla fedakarlık yapmasın sermaye sınıfı yapsın” denilir. Öncelikle AB’ye “evet” denilmiş olunur. AB’ye “evet” demeyen özneler nezdinde sempati “evet” diyen özneler nezdinde ittifak potansiyeli yaratılmış olunur. Ya “halk” nezdinde?… “Halk” nezdinde söylemin değil siyasetin bir karşılığı vardır.
Örneğimizde, AB tartışmasının kendisi, siyasal öznemizi evirip çevirip, bir yandan enternasyonalist yapmış, bir yandan da muhakkak demokrasi mücadelesinin bir yerlerinde ona görev vermiştir; ama asıl olarak AB kendi meşruluğunu yaratmış, sürece kocaman bir “evet” dedirtmiştir 9 .
Öte yandan; bir biçimde evet demekle birlikte sürecin bu uğrağında sosyalizmle bağını sürdürmeye niyetli unsurların yarını da ne yazık ki belirsizdir. Bu unsurlar, çoğu kez Avrupa Birlikçiliğe, AB gündemi karşısında bir çıkış bulamadıkları için pata durumda kerhen evet demektedir. AB tartışmalarının kendisi bu unsurlar açısından sosyalist siyaseti boğmuştur, adım atılamamaktadır; sadece sürüklenilmektedir. “Öncü” yine malum: Kürt hareketi.
Bu unsurlar, son on yıllarını Kürt hareketine bakarak geçirdiler. Sosyalist siyaseti Kürt hareketine endekslediler. Bugün geldikleri durum kimse için şaşırtıcı olmamalı. Kürt hareketi Helsinki’de “eylem” yaparken, şizofreniyle tanıştılar. Kürt hareketinin peşinden gitmeye devam edecek olurlarsa emperyalistlerle ve devletle yol birliği içinde kalacaklardı; yok yollarını Kürt hareketinden ayıracak olurlarsa, ittifaksız kalacaklardı… İttifaksız kalmak neyse, siyasal akıllarını kaybedeceklerdi. Sosyalist siyaseti savsaklamanın bedeli ağırdı… 10
Demokratik devrim, demokratik devricilere hatırlatılmalıdır! Hatırlatılası gereken aslen devrim olsa da… MDD, DHD vb. gibi her türlü demokratik devrim perspektifinin amacı tamamlanmamış burjuva demokratik devrimin tamamlanmasıdır; yani demokrasinin getirilmesi.
Esas olarak, ulusal sermayenin yeterince güçlü olmadığı ülkelerde, tekelci sermayenin o ya da bu oranda ama illâ da feodal sınıfla ve ancak uluslararası sermayeyle işbirliği halinde iktidarını kurup sürdürebilir oluşu karşısında, işçi sınıfının da, küçük burjuvazi ve ulusal sermaye ile ittifak içinde demokrasi mücadelesini yükseltmesini öneren devrimci demokrasinin en büyük açmazı, demokratik aşamanın devrimsiz aşılmasıdır. AB, devrimci demokrasiyi bu açmazla ya da “kendi gerçeği”yle karşı karşıya bırakmıştır. Demokrasi, bu anti-demokratik düzenin sorumlusu olan işbirlikçi burjuvazinin emperyalist ortakları tarafından dayatılmaktadır! Ayak süreyen yine işbirlikçiler olsa da, ortaklar Maastricht kriterleri demekte, Kophenag kriterleri demekte ve demokratikleşmeyi buyurmaktadır. Emperyalizm, sermaye ihracı için demokrasi ihracını koşullamaktadır!
Tarihi boyunca demokrasi mücadelesi sürdüren siyasal özne için. AB’ye bu koşullarda karşı çıkmak giderek zorlaşır. Öte yandan, AB’cilik yapmak da mümkün gözükmemektedir. Bu açmaz, devrimci demokrasinin kendi iç tutarsızlığının bir ürünüdür.
Tutarsızlıkta ısrar, çeşitli şekillerde derinleştirilebilir. Bunlardan en kolayı her halde AB’nin aslında demokratik bir kurum olmadığını iddia etmektir. Gelişmiş kapitalist ülkelerde ya da Batı Avrupa ülkelerinde aslında demokrasi yoktur ki! Kriterler, istisnalar ve koşullarla doludur. Devletin bölünmez bütünlüğü yada savaş beklentisi gibi gerçekten her zaman ileri sürülebilecek gerekçelerle AB demokrasisinin kendini sınırlamakta olduğu ve aslında demokratik olmadığı keşfedilmektedir… Zaten öncesinde de tanımlanamamış olan demokrasi yeniden tanımsızlaştırılır: Yaşasın demokrasi mücadelemiz! 11
Avrupa Birliği reformizmi
Metin Çulhaoğlu “Küreselleşme reformizmi solda tek yol mu” diye soruyor ve reformizmin çekiciliğini ve siyasal karşılığını gözler önüne sererken, birkaç dinamik tanımlıyor: 12
1. Sosyalist kopuşun zorluğu,
2. ‘Tek ülkede olmaz’ edebiyatının etkisi,
3. Ulusalcı-halkçı kopuşun çağrıştırdığı “resmi ideoloji” heyulasının korkutuculuğu,
4. Sosyal demokrasinin zaten bitmiş olması.
Öyleyse, bırakacaksın devrimciliği; ve küreselleşmeden kaynaklanan olumsuzlukları giderecek somut projeler için çalışacaksın. Adını koyalım: Reformizm.
İlk bölümümüzün sonunda “ideolojik atmosfer” diye ifade edilen “kaosun” içinde en çok bunlardan var. Başka neler var: Başta reel sosyalizme karşı bugün hâlâ sürdürülen karalama kampanyaları var; sosyalizmin değerlerine karşı gi-rişilen saldırı var. Savaş var. Zor var. Yıkım ve yakma var. Göç var. AB’ye girince neler olacak neler, masalları var. Kurtuluş umudu var. Bu ülkede egemen güçlerin bir kısmı AB’yi istemiyor, var. Devletten öte derin devlet var. Egemenler içindeki bu AB karşıtı güçlerle mücadele etmek var…
Avrupa Birlikçi siyaset sola sirayet ettirilmeye çalışılmaktadır. Türkiye solu ve Kürt hareketi, sermayenin Avrupa Birlikçi siyaseti tarafından reformizme doğru itilmektedir. Avrupa Birlikçiliği yapmaya zorlanmaktadır. Karşılığında alacağı ödül: Demokratikleşmedir. Tanımlanan çerçevede destekleneceği vaad edilen siyasal etkinliktir: yani NGO’culuk; sivil toplumculuk…
Uzatmadan özetlemeye çalışalım:
1. Türkiye solu ve Kürt hareketi yorgundur. Kürt halkı barış istemektedir.
2. Reel sosyalizmin başına gelenler korku tohumları ekmiştir. Hasat mevsimi de artık gelmiştir. Bunda pay sahibi olanların başında reel sosyalizmi sermaye ideolojisi karşısında sahiplenmekten imtina edenler vardır; neden yıkıldı tartışmasına sermaye ile kol kola girip yanıt üretemeyenler vardır.
3. Halk devrimleri ile taçlanan bağımsızlık mücadeleleri dönemi kapanmıştır.
4. Kapitalizm, sosyalist bloksuz bir dünyanın son on yıldır egemen üretim biçimidir.
5. 12 Eylül yenilgisinin nedeni olarak solun parçalı duruşu keşfedilmiş ve karşılığı, birlikçilik olarak sola yedirilmiştir. Birlikçilik sürmektedir: TBKP’den ÖDP’ye ve şimdi de Emeğin Avrupası’na…
6. Türkiye solu kendine güvensizliğini atamamış, kuramsal ithalat yerini yerli üretime bırakamamıştır. Bir zamanlar tümden inkar edilen Avrupa komünizmi keşfedilmiş, yeni sol ve ardılı post-marksizm baştacı edilmiştir. Bunun sonucunda sınıftan kaçış ile birlikte katı olan her şeyin buharlaştığı, siyasetin yerini lobiciliğin aldığı sivil toplumcu anlayış, ‘bir kısım’ solu reformizmle barıştırmıştır.
7. Neo-liberalizm’in takdire şayan bir başarısıdır AB reformizmi…
7.1. Toplumcu ideolojiler neo-liberalizm karşısında korumasız kalmıştır.
7.2. Metalaşma süreci toplumsal ilişkilerin her hücresine yerleşmiştir.
7.3. Sosyal devlet anlayışının da katkısı bulunan siyasallaşma, dar gruplar, özel kimlikler ve bireyler ölçeğinde atomize edilmiştir.
7.4. Özelleştirme, devletin küçülmesi devletin sönümlenmesi sürecinin bir uğrağıdır çıkarsaması ifade edilebilmiştir. Suç, bu cüreti bulanlardan ziyade, tartışıyoruz işte diye, buna meşruluk sağlayanlarındır.
7.5. Globalleşme ile emperyalizm arasındaki bağ gizlenebilmiş, hatta globalleşmeden “entegrasyon” bile anlaşılabilmiştir: “AB: Ulus-devletin sönümlenmesinde bir uğraktır” 13
8. Solun ideolojik çerçevesini üretmek Truva atlarına kalmıştır. Bunun sonucu sola bir bulanıklık hakim olmuş ve sol siyasetsizleşmiştir.
9. Solun kimliği siyasettir; bu yerini siyasetin kimliğinin peşinden koşanlara bırakmıştır.
Çoğaltılabilir. Gerek yoktur, anlaşılmıştır.
Bu koşullarda devrimcilikte ısrarın anlaşılması gerçekten güçtür. Reformizme kanat çırpılmaktadır.
Neo-liberalizm, başta çevre ve sosyal sorunlar olmak üzere sermayenin de endişe duymasına yol açan bir dizi gelişmeye neden olmuştur. Bu gelişmelerin kapitalizmin sürekliliğini tehdit edecek yıkımlara yol açmaması için neo-liberalizmin ıslahı söz konusu edilmektedir. Ancak bu ıslahın, Keynesgil politikalar döneminde olduğu gibi devlet eliyle geliştirilmesi neo-liberalizmin küçülen devlet-siyasetsizleşen toplum biçiminde formüle edilebilecek özüne aykırıdır. Yani bir zamanların devlet eliyle sürdürülen “Düzenleme” anlayışı yerini “Yönetişim” de denen başka türlü bir düzenleme anlayışına bırakmıştır. Bu düzenlemeyi gerçekleştirecek olan da, sivil toplumdur. Sermayenin kendi açısından çözümü, düzenlemenin mali yükümlülüklerine ortak dahi olmamaktır. Emekçi kitleler ve özellikle “orta sınıflar” biçiminde tanımlanan katmanlar, hem emek gücünü hem de mali dolaysız kaynağı yaratacak olan toplumsallığı oluşturmaktadır. Sermaye çok özel başlıklarda ve kesitlerde tabii ki mali katkısını esirgemez! Örneğin; Sigortacılık tekelleri tarafından; çevre sorunları karşısında NGO’lar eliyle sürdürülen mücadele desteklenir ki, artan çevre felaketlerinin sigortacılık sisteminde yol açtığı yıkım ve gelecekte primlerin giderek astronomik boyutlara çekilmesi zorunluluğu dizginlensin.
Ama hayır! Kapitalizm her zaman sağlığa zararlıydı, sosyal devlet uygulamaları ile bile. Kapitalizm öldürür! Kapitalizm bölgesel eşitsizlikleri hep derinleştirdi; gelir dağılımını hep bozma yönünde işledi; hep yoksulluk, hep açlık, hep yıkım, hep çevre felaketleri, hep nükleer santral idi… Kapitalizm hiç katlanılabilir olmadı ki. Ancak bugün reformist sola düşen görev, NGO’lar eliyle kapitalizmi daha katlanılabilir kılmaktır. Bu görevi Dünya Bankası vb. gibi uluslararası kurumlar ihale etmektedir (Bakan Derviş, eskiden bu ihalelere bakardı). Şimdi emperyalizmin kurumlarından proje kapmaktır solun işi; reformist solun; solculuktan ihraç etmekte olduğumuz liberal solun; liberal solun peşinden sürüklenen solun. Neo-liberalizm sola ilk darbeyi vurduğunda bir likidasyon dalgası yaratmıştı ancak bu dalganın müsebbibi asıl olarak 80’lerin sonundaki reel sosyalizmin çözülüşüydü, sosyalizmin yenilgisiydi. Bugün birincisinin devamı olan ikinci bir dalga ile karşı karşıyayız ancak bu kez bir farkla; globalleşmenin Türkiye siyasetindeki somut projesi olan Avrupa Birlikçiliğin solda reformist bir dalgaya zemin hazırlamasıyla… Yani bugün sosyalizm adına bir yenilgiden çok kapitalizm adına bir zaferden söz etmek anlamlıdır. 80’lerde başlayan süreç tamamlanmakta ve bu anlamda da solu masseden üzerindeki tortu, gitmesi gereken delikten akıp gitmektedir. Gerçekleşeni Avrupa birlikçili reformizm olarak tanımlamak Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasal evrede son derece anlamlı olacaktır. Gelelim, kimler kanatlarını nasıl çırpıyor, sorusuna…
Avrupa Birlikçi Liberalizm
Siyasal yelpazedeki harmanlanmanın ölçeğini belirtmiş, çözülme ve dağılmanın dinamiklerini ifade ettikten sonra komünist hareketin tekleşme olanaklarından söz etmiştik. Şimdi Türkiye’de yaşananlar üzerinden bu sürece daha yakından bakalım.
Henüz bir bloklaşmaya işaret etmese de, bir yakınlaşma (harmanlanma potansiyeli) da, yukarıda devrimci demokrat gelenekten gelirken troçkizmin kucağına düşen dayanışmacı liberal sol ile bu süreçte liberalleştiği iddiası gündeme gelen dinci gericilik arasında cereyan etmektedir. Yıllarca faşist diktatörlük saptaması ile oligarşiye karşı demokrasi mücadelesi yürütmeye çalışmış ve aşılmış olan bu gelenek, 28 Şubat sonrasında devletin tokadını yüzünde bulmuş, suratındaki kızarıklığı bir türlü geçiremeyen kanlı pazarın, Sivas’ın müsebbibi dinci gericiliği birdenbire mazlum ve kendine yakın bulmuştur. Ne de olsa her ikisi de aynı korkunç devletten ve bu devletten beslenen asalaklardan çekmektedir. Türban mevzuundaki eylem birliğinin altında yatan da aslen böylesi bir siyasal yakınlaşma için karşılıklı iyi niyet gösterisidir. Ama aslolan kimliktir, aslolan kültürdür: Ufuk Uras’ın dediği gibi AB’ye giden süreçte yürüdükçe başka bir zihniyet toplumda egemen olacaktır:
“AB ile Türkiye ilişkilerinin seyri siyasal modelin biçimlenmesinde etkide bulunsa da, biçimsel olarak kimi AB standartları karşılansa da, siyasal modelin ve özellikle gündelik uygulamaların Türkiye’ye özgü otoriter, merkezci ve kutsal devlet anlayışına dayalı karakterinin baskın olmasını hedefleyen güçlerin ağırlıklarını ve müdahalelerini sürdürecekleri açıktır. Önemli olan Türkiye’de demokratikleşmeyi içine sindiren bir politik kültürün, demokratik kültürün oluşmasına katkı sunacak zihniyetin ve işleyişin toplumda ağırlık kazanmasıdır.” 14 [URAS Ufuk]
Dinci gericilik ise restorasyon ile birlikte, daha önce kendini ifade ettiği siyasal kanallardaki tıkanmaya karşı Avrupa birlikçiliğe soyunarak mücadele etmeyi tercih etmiştir. Restorasyonun öznesi Asparti karşısında ulusal siyasette bir mücadele dinamiği tutturamayan dinci gericilik, uluslararası dinamikler üzerinden kendi toplumsal tabanına yeniden sahip çıkabileceğini ummuştur. Bu dinamiğe sarılırken başkalaşan ya da kendi geleneklerinden hareketle yeniden takiyeye sarılan “demokratik gericilik”, liberal solu bir ittifak unsuru olarak görmüştür. Hikaye edilen odur ki, gericilik artık demokratik bir siyasal kültüre sahiptir. AB, bu kültürü yayacak ve derinleştirecektir.
Liberal sol ise post-marksizmde, gericilikle işbirliğinin ya da yakınlaşmasının kuramsal dayanaklarını keşfedivermiştir. Biz ne kadar dinci gericiliği bir siyasal özne-toplumsal nesne ilişkisi üzerinden tanımlasak da, liberal sol, dinci gericiliği bir özne konumuna sıkıştırmış, yani kimlik olarak algılamış ya da onu böyle ifade etmeyi siyaseten tercih etmiştir: Mütedeyyin kimliği… Türban da aslında siyasal bir sorun değil sadece bir kimlik sorunudur ve sivil toplumda (üstelik devlete karşı) verilecek bir demokrasi mücadelesi başlığıdır. Elbette ki, demokratik alanı genişletmek için bu mücadeleye destek olunmalıdır. Olunmuştur; kendilerini tebrik ediyoruz. Tebrik etmekte tereddüt etmeyeceğimiz bir başka “kimlik” de post-marksizmin egemenliği için teorik mücadele sürdüren ve böylece liberal sol başta olmak üzere kimi siyasal öznelere toplumsal proje olanağı sunan akademiyedir: Radikal demokrasi söylemi savunucularına… Var olana muhalif ol, ama asla alternatif olma!
Sınıftan kaçışın yarattığı boşluğun kimlik sorunları ile akademide nasıl doldurulduğuna ilişkin son derece açıklayıcı bir çalışma yürütmüş olan Fuat Ercan, 80 sonrasında sosyal bilimler alanında yapılan çalışmaların çok büyük oranda kadın çalışmalarından oluştuğunu tespit etmiştir. 15
Başka bir yakınlaşma ise Kürt hareketi ile gericilik arasındadır ve bağlaç yine bir kimlik olarak Kürt’tür. Gericiliğin de bir kimlik ile sınırlandığı/tanımlandığı konjonktürde Kürt hareketinin de kendini aynı kavram dolayımı ve aynı konjonktürün etkisi ile tanımlaması bu yakınlaşmanın zeminidir.
Bu zeminde kendine yer bulamazsa yalnızlıktan kuruyacak başka bir siyaset ise, elbette yine liberal soldur. Bu bir korkudur; ama daha çok da sola ve kendi gücüne olan güvensizlik…
“İnsanların gelecek umutları, hayalleri ve beklentilerinin pratik ifadesi olan siyasetlere dökülmüş geniş eğilimlerin söz konusu olduğu bir yerde, AB bağlamında bir cepheleşmeyi devrimci siyasetin temel ekseni haline getirdiğimiz taktirde, kısa sürede Kürt hareketiyle temassız ve ittifaksız kalma riski açıktır.” 16 [KÜRKÇÜ Ertuğrul]
Türkiye’de kapitalizmin sürekliliği demek geleneksel tekelci burjuvazinin iktidarının sürekliliği demektir. Çünkü emperyalizmin koşulsuz desteğini sadece ve sadece tekelci burjuvazi arkasına alabilir; emperyalizmin sermayenin diğer katmanları ile ilişkisi ise ancak işbirliği ile sınırlı olabilir ve emperyalizmin ortağı tekelci burjuvazinin ihtiyaçlarına karşılık geldiği müddetçe bir anlam taşır. Türkiye’de kapitalizmin sürekliliği -bu bağlamda- 90’ların ikinci yarısından itibaren tehdit edilmektedir. Bu tehditlerden biri, siyasal ve toplumsal alandaki gericileşmenin (karşı-devrimci güçler) kriz dinamiği haline gelmesidir. Restorasyoncu irade, siyasal alandan iktisadi alana, ideolojik alandan dolaysızca savaşa bir dizi alanda bu kriz dinamiklerine müdahale eder, onları düzenin ihtiyaçlarına karşılık gelecek ölçeğe doğru sıkıştırırken ve bir anlamda Türkiye kapitalizminin önünü açarken, başlangıçta toplumsal alanda bir yarılmayı ve siyasal alanda doğabilecek boşluğu sürecin riskleri olarak tespit etmiştir. Sosyalizmin toplumsal meşruiyet kanallarındaki tıkanıklıkla malul ve tümelinde ideolojik netlikten yoksun göründüğü bir konjonktürde kolaylıkla alınan bu risklerden biri de ideolojik alandan yapılan müdahalelerle yaratılan laik-şeriatçı gerilimidir. Bu gerilimin siyasal planda başat öznesi kuşkusuz Asparti’dir. Ancak, siyasallaşma sürecindeki bir siyasal öznedir söz konusu olan ve toplumsal olanla ilişkilerini bu ölçekte bir siyasallıkta düzenlerken aceleci olmamıştır. Bu yüzden Asparti -restorasyonun ilk uğraklarında- siyasetinin akacağı toplumsal kanalları açarken (bir toplumsal hareket yaratmak için ya da kendi siyaseti ekseninde hareket eden bir toplumsal alan yaratmak için) bir; diğer siyasal özneleri göreve davet etmiş ve iki; demokratik kitle örgütlerini daha önce ifade edilen çerçevede NGO’laştırmakla da işlevli bir ilişkiye zorlamıştır. Davete icabet edenlerin başında kurucu siyasal özne CHP bulunmaktadır. CHP ile birlikte ADD, ÇYDD gibi NGO’lar eliyle örgütlenen bu laik-şeriatçı cepheleşmesinin restorasyonun belli bir uğrağında gericileşmiş toplumsal alan üzerinde ne kadar aydınlanmacı bir işleve sahip olduğu elbette çok tartışmalıdır. Burada önemli olan; restorasyonun toplumsal alana yaptığı bu ideolojik girdinin sonuçları itibarıyla toplumsal alanda yarattığı gerilimin bir kaosa dönüşmemesi için iplerin zaten her zaman denetim altında tutulmuş olduğudur.
Ulusal sol ise, bu gerilimi ideolojik alanda yeniden üretmeye niyetli görünmüştür. Ulusal solun bu ideolojik yeniden üretimi, özgül siyasal kimliğini oluşturmak için değil de asıl olarak CHP ve Asparti gibi başka siyasal öznelerin tahkimi için değerlendirildikçe toplumsal alanda bir karşılık bulmamıştır. Tartışmamız açısından burada vurgulanması gereken, ulusal solun da siyasetsizleştirildiğidir (ya da toplumsal alanı siyasallaştırabilme olanağının olmadığı).
Restorasyonun bu ilk dönemlerinden verilebilecek benzer bir başka müdahale örneği de kuşkusuz “aydınlık için bir dakika karanlık” eylemlerinin ilk örgütlenişi ve yurttaş girişimleridir. Restorasyon bu kez baskın müdahale aracı olarak tercihini “sivil toplum”dan yana yapmış ve ona arka çıkmıştır. Restorasyoncu irade/siyasal özne herhangi bir gündemde sivil topluma vermiş olduğu desteği çektiğinde, sivil toplumun kendi başına bu gündemi siyasal alana taşımasının, gündemi siyasallaştırmasının herhangi bir koşulu bulunmamaktadır. İşleyiş, ideolojik yarılmalar sonucu toplumsal alanda kendine yer bulan siyasal öznenin, siyasal alana ulaşabilmesini ve oradan da daha büyük bir toplumsal alana seslenebilmesini ve burada örgütlenerek bu kez çok daha büyük ölçekte ve daha derinlemesine siyasal alana ulaşabilmesini olanaklı kılmaktadır. Sivil toplum ise, tanımı gereği siyasal özne formuna yabancı olup tanımlanan NGO’laşma süreciyle, toplumsal alanın içinden öznenin doğuşunu da öznenin toplumsal alanda örgütlenmesini de toplumsal alanı depolitize ederek engellemekle mükelleftir.
Burada sorulması gereken soru, restorasyonun gericiliği ikame edecek bir ideolojiye bugün için ya da yakın gelecekte ihtiyacı olup olmadığıdır. Ya da; bu denli geniş bir toplumsalı kuşatan gerici ideolojiye ihtiyacı kalıp kalmadığı…
Yanıta geçmeden önce şerhimizi düşelim: Kapitalizmin gericiliğe ihtiyacı bitmez. Burada tartışılan “bu denli geniş bir toplumsalı kuşatan” olmak zorundadır.
Birbirini çeler gibi görünen iki farklı yanıt bu soruyu sordurtmaktadır. Bu yanıtlardan ilki hiç kuşkusuz ekonomik kriz başlığında yoksullaşan ve işsizleşen işçi sınıfının ve proleterleşme eğilimlerince zorlanan küçük burjuvazinin sistem içi tutulması ihtiyacıdır. Geleneksel olarak kriz ve krizden çıkış dönemleri, işçi sınıfının enerjisini soğurmak için sosyal demokrasinin devrede olduğu konjonktürlerdir. Öte yandan gericilik de -bizatihi kendisi bir siyasal kriz dinamiği teşkil etmediği koşullarda- sınıfı ve emekçi kitleleri düzene bağlamak ve eylemsizliğe koşullamakta son derece başarılıdır. İkinci yanıtsa, AB sürecidir: AB tartışmaları içinde yer alan, gericiliğin AB yolunda bir “düğüm noktası” ya da bir kriz dinamiği olduğu iddiası önemlidir. Örneğin dinci gerici ideolojinin Katolik versiyonun tahakkümündeki bir toplumsallıkla anılan Polonya’nın, sadece Hıristiyan olduğu için benzer bir problemle karşılaşmadığı savunusu yeterli değildir. Siyasal iddiası tüketilmiş ve sivil topluma bir kimlik olarak havale/hediye edilmiş gericiliğin AB için bir engel teşkil etmesi mümkün değildir; kaldı ki kimilerine göre, “siyasal İslam”ın aday olduğu ya da olması gerektiği pozisyon da budur. Kimlere göre? Tabi ki liberal solcularımız, post-marksistlerimiz. Nasıl mı? Siyasal İslam diye bir kavramla işe başlarsanız, varacağınız sonuç “siyasal olmayan İslam”ın olabilirliğidir: Bu da elbette salt bir kimliğe denk düşer…
Gericililiğin bir kimlikle sınırlı olması ise mümkün değildir. İslam’ın ya da dinin, gericilikten ayrıştırılabilmesi tarihsel materyalizme dışsaldır. Ama ister-seniz bu ayrıştırma sorununun çözümünü liberal sola ama daha çok da Nuri ve Beyaz hocalara bırakalım. Ne de olsa, Asparti bile bu işi ona ve benzer birkaç hocaya havale etmiş gibi gözükmekte… Dinde reform yaptırıp İslam’ı siyasetten ayrıştıracaklarmış! “Siyasal İslam”ın siyasal temsiliyetinin tekeli kırılıyor; gerisi boş laf…
Restorasyonun ideolojik yeniden yapılanma ayağında ve AB tartışmaları çerçevesinde, bu çalışmada tanımlanan siyasal evrede, egemen ideolojinin ana öğesini hâlâ gericiliğin oluşturması mümkün gözükmemektedir.
Mümkün gözüken AB tartışmaları ekseninde şekillenecek yeni bir ideolojik öğenin egemen ideoloji içinde ağırlık kazanmasıdır. Bu öğe; gericiliğin, milliyetçiliğin ve solculuğun liberalizm bağlacı ile eklemlenmesi sonucu -gerçekten- oluşabilir gözükmektedir. Verili toplumsal ve ideolojik yapı değerlendirmeye alındığında, bu “yeni-liberal” ideoloji sermaye açısından büyüme dönemlerinin ihtiyaçlarını geleneksel olarak karşılayacağı varsayılan sosyal demokrasinin, siyasal alanda ağırlık kazanarak iktidara gelmesini hiç bir biçimde koşullamaz. Yine bir örnek olsun diye: Bu ideolojik yenilenmenin; örneğin Tayyip Erdoğan liderliğindeki bir sağ özneyi biçimlendirip iktidara taşıma olasılığı da çok güçlüdür. Olasılıklar, olasılıklar… Nasıl bir denklemin gerçekleşeceğini belirleyecek olan ise sınıflar mücadelesidir.
Kısaca, restorasyon siyasal ve ekonomik krizden çıkışın siyasal öznesini hazırlarken, bu özneyi iktidara taşıyacak toplumsal alana dönük müdahil ideolojisini aramaktadır. Bu ideoloji Avrupa Birlikçi Liberalizm (ABL) adı altında tanımla-nabilir. Müdahil ideolojinin müdahale edeceği toplumsal alanda kriz dinamiklerini oluşturan kesimler vardır: Dinci gericilik, milliyetçilik ve Kürt hareketi ile en büyük potansiyel tehdit olarak: Sol… ABL, daha önce tanımlanan parçalılıkla malul Türkiye siyasetinde sol ve sağın merkezi yeniden oluşumunun ortak ideolojisidir.
Evet, tartışmanın bu kesimine dahil olmak isteyen siyasal özneler, tartışmanın içinde kendine bırakılan alanda, yeni siyasal yapılanmanın ancak merkez sol ile merkez sağ arasında geleceği dengeye müdahil olabilmektedir. Kısacası soldan ve Kürt hareketinden tartışmanın yukarıda speküle edilen bölmesine dahil olan özneler, egemen ideolojinin yeniden yapılandığı süreçte egemen ideolojiye ABL üzerinden eklemlenmektedir. Burada elbette ki, egemen ideolojiye de kendi renklerini çalmaları söz konusudur; ancak bu renkler zaten o ya da bu biçimde, o ya da bu oranlarıyla sermaye siyasetindeki parçalanma sorununu çözebilmek için düzenin ihtiyacı olan renklerdir. İhtiyacın en büyüğü, “yenilenme” retoriği altında meşruluk sağlanmasıdır.
1. Dinci gericilik bir kimliğe indirgenir ve liberalleşir. Sola yakınlaşır Avrupa birlikçilik yapar.
2. Sosyal demokrasi, Kürt hareketini sola bırakmak niyetinde değildir.
3. Sosyal demokrasi, Anadolu solculuğu adı altında dinci gericiliğin (sünni) kimliği ile de barışır.
4. Sosyal demokrasi, liberal sol ile Avrupa birlikçilikte iç içe geçer.
5. Ulusal sol, sosyal demokrasinin ideolojik üretim merkezi gibi çalışır.
6. Ulusal sol Avrasya projesi ile Türkçülüğe yakınlaşır.
7. Kürt hareketi barış ister; barışa giden yol Brüksel’den, Helsinki’den geçmektedir.
8. Kürt hareketi, liberal soldan aldığı akılla çözümü kimlik sorununda bulur.
9. Kürt hareketi, kendi de artık bir kimlik sorunu ile tanımlanan gericiliği karar mekanizmalarına ve temsil mekanizmalarına taşıyacak kadar gericilikle iç içe geçer: Kimlikçiler ittifakı.
10. Liberal sağ, Kürt hareketini ne sola ne de gericiliğe bırakmaya niyetli değildir. Gerici toplumsal tabanı da gericilere… Kaybettiği toplumsallığı aramakta değildir. Düzenin kaybettiği meşruluğu Kürt halkı üzerinde yeniden oluşturmaktır emeli. Kendisi için bir şey istemez o namert değildir!
11. Liberal sol için herşey kimliklerle ifade edilir: Gericilik, Kürt hareketi…
12. Liberal sol için hangi politik duruşa sahip olursa olsun Kürt hareketi ittifak demektir, toplumsallaşma demektir.
13. Liberal sol, soldaki Avrupa birlikçiliğin akil özneliğine oynar.
14. Ama ne yazık ki, liberal sol kendine de bir kimlik gözüyle bakmaz;
15. Yalnızca siyaseti lobiciliğe indirgemiştir: O, pazarlık eder. Pazarı sever. Giderek pazardan beslenir.
16. Liberal sol, ontolojik olarak reformisttir. Ancak burada Kürt hareketi ve solda bir reformist dalga yaratmak için huruç harekatı yürütmekle görevli olduğu için “devrimci siyasetini” reformizm üzerine kurar. Ya da devrimci siyasetin kalbine reformizm kazığını saplar. Evet devrimciler öldükçe dirilmektedir. Bir daha dirilmemeleri için herkes elbirliği yapmış savaşmaktadır.
17. Restorasyon siyaseti, zaten reformist olan liberal solla -Kürt hareketi ve sol içinden yeni bir reformist dalga üretmesi, solu reformizme mahkum olduğuna ikna etmesi için- bir dizi ilişki kurmuştur. Bu ilişkilerin zemini KESK DİSK ve hatta TMMOB gibi sendikalar ve emek örgütleridir; bu örgütlere yapılan müdahalelerdir.
18. Bu örgütlerde hakim olan solun ve etkin olan Kürt hareketinin başta sosyal demokrasi olmak üzere bir dizi düzen yanlısı siyasete alan açmasının ardında bu ilişkiler vardır.
19. Bu örgütler aracılığı ile sol ve Kürt hareketine ulaşmakta düzen siyaseti sosyal demokrasiyi bir ara yüzey biçiminde istihdam etmiştir.
20. Sosyal demokrasinin ardında ise ideoloji üretim merkezi olarak ulusal sol vardır.
Utanma kalmamıştır. Denir ki, Avrupa Birlikçilik; gericisiyle, Kürdüyle, emekçisiyle, öğrencisi ve aydınıyla çevrecisi ve köylüsüyle bu topraklarda hep eksikliği çekilen demokratik anlayışı sağlayacak kültürel bir devrim ve buna bağlı olarak da bir toplumsal hareket yaratacaktır.
Utanma kalmamıştır: Yıllarca Türkiye solunu meşgul eden demokratik devrim versiyonlarından geriye “dkd_s@ngo.ab” (Avrupa Birlikçilik yoluyla Demokratik Kültürel Devrim Stratejisi) bırakmışlardır!
Utanma yoktur. Bu toplumsal hareketlenme 60’ların başındaki TİP’in çıkışına benzetilir ve bu hareket içinden elbette 60’ların sonundaki gibi bir devrimci kol çıkaracaktır… Birileri Meclis’i gözüne kestirmiş gibi durmaktadır… Avrupa Birlikçi Reformizm işte böyle bir şeydir…
AB tartışmaları, Türkiye’nin içinde olduğu iddia edilen AB’ye giriş sürecinden bağımsız olarak, yani somut AB üyeliğinden bağımsız olarak, aslen, Türkiye’de sermaye siyasetindeki yeniden yapılanma ihtiyacına yanıt veren bir yeniden yapılanma dinamiği olarak ele alınmalıdır. Bu da ideolojinin somutluğudur…
Tekrar olacak ama: Türkiye’de emperyalizmin ve tekelci burjuvazinin birincil sorunu siyasal temsil mekanizmalarındaki parçalanmışlıktır. Bu parçalanmışlığı gidermek için siyaset yeniden yapılanmak zorundadır. Meşruluğunu toplumsalda yeniden kazanmak zorundadır. Bu toplumsalı, Kürt ve Türk emekçileri dışında başka bir yerde bulması da mümkün değildir. Bu amaçla AB tartışmaları Türkiye kapitalizmini geleceğe taşıyacak ideolojik hegemonya aranışının hem bir ürünü hem de önemli bir aracıdır… AB üyeliği olsa da, olmasa da.
Solda reformist yeni dalgayı sahiplenen ve destekleyen siyasal özneler, Avrupa Birlikçi Liberalizmin rüzgarıyla gemisini yürütmek isteyen kaptanlar, Kürt ve Türk emekçilerinin siyasal temsiliyetini pazarlama telaşında olabilir. Ancak bu temsiliyetin bu çerçevede realize olması sınıflar mücadelesinden sorulur; öznesi, Komünist hareketten sorulur…
Avrupa Birlikçiliğe karşı
ABD-AB hiyerarşisi ve gerilimi üzerinden AB gündemi ile yüzyüze olan Türkiye’de Avrupa birlikçi siyasetin kökeninde neo-liberalizm ve emperyalizm var demiştik. Türkiye’yi AB’ye taşıyacağı iddia olunan ancak çöken (ya da çökertilen) IMF programında su yüzüne çıktığı gibi, “globalleşme” ile birlikte dünya çapında Wood’un da belirttiği gibi ekonomik süreçlerle siyasal süreçler arasındaki mesafe kapanmaktadır 17 . Bu durum elbette ki, sosyalist ideolojinin zayıflamasının sonucunda hareket olanağı artan sermaye siyasetinin bir tercihinin ürünüdür. Sonucu ise ,nesnel olarak devletin sınıfsal niteliğini üzerindeki sis perdesinin görece aralanmasıdır. Emekçi sınıf nezdinde tek başına bir anlam ifade etmeyen bu durum, ancak siyasal öznenin müdahale alanındaki bir genişlemeye, yani politika alanındaki bir olanağın büyümesine işaret eder. Bu olanağın kim tarafından nasıl değerlendirileceği ise mücadelenin sonuçları arasındadır. Aydemir Güler de, sermayenin bu politikalarının altında yatanın, emekçi kitlelerin liberalizme esir düşeceği varsayımı olduğunu ifade etmektedir.
“Sermaye düzeni bu süreçte saldırganlığını, pervasızlaşma cüretini solun ve emekçi kitlelerin liberalizme esir düşeceği varsayımından alıyor. Oysa bu süreç emekçi değerlerini ve soldaki yurtsever gelenekleri fazlasıyla provake etmektedir. Bu anlamda Türkiye kapitalizminin Avrupa’ya mı yaklaşıp eşik mi atlayacağı yoksa sosyalist eleştirinin önünün mü açıldığı pek tartışmalıdır. Sol, geleceğini sermayenin güncel yönelişinin karşısında güçlü bir set kurarak örmek durumundadır.” 18 [GÜLER Aydemir]
Emperyalizmi, iktisadi bir sömürü düzeni olarak sınırlayan çerçevenin kendini aşması ve anti-emperyalist mücadeleye içkin olan bağımsızlıkçı kimliğin beslediği ulusalcı eğilimleri sınıf ekseninde yeniden kurması için mükemmel bir olanaktır AB gündemi.
Solun anti-emperyalist mücadelesi bu yüzden de anlamlı ve önemlidir. Bu yüzden sermaye, globalleşme kavramını diline dolarken komünist hareket “emperyalizm”de ısrar etmelidir. Bu yüzden sermaye siyasetsizleştirmeyi hedeflemekte ve siyaseti teknik işler olarak göstermeye çalışmakta, onunla ikame etmeye çalışmaktadır. Bu yüzden solun ulusal değerlere sahip çıkması önemlidir. Hedef, emekçi kitlelerin siyasallaştırılmasıdır.
Siyasallaşmaya, neo-liberalizm ile kaybedilen ekonomik ve sosyal hakların savunusu kuşkusuz katkı sunabilir. Çulhaoğlu’nun da belirttiği üzere 19 , 20 , sosyal devletin sağladığı ekonomik ve sosyal haklar kuşkusuz emekçi kitleler nezdinde geçmişte bir siyasallaşma yaratmıştır; bu hakların kazanılması ve korunması mücadelesi bu siyasallaşmanın hem ürünü hem de nedenidir. Bu yüzden sol, güncel hedeflere yönelmeli; eşit parasız sağlık ve eğitim hakkını dayatmalı; SSK, emeklilik, emek gücü piyasalarında kuralsızlaşma anlamına gelen esnek istihdam ve işlevsel esneklik ile birlikte, bölüşüm sorunlarını gündeme taşımalıdır. Özelleştirme karşıtı olmalı ve sosyal devleti savunmalıdır. Savunmalıdır ama, bu savunmaya, başta eşitlik ve özgürlük olmak üzere sosyalist ideolojinin bir dizi öğesi eşlik etmelidir. Sömüren/sömürülen, ezen/ezilen ilişkileri, paranın saltanatı, rekabetin anlamı vb. kavramlar emekçi kitlelerle tartışılabilmelidir.
Bu savunma, toplumsal alanda kapitalist düzenin meşruluğunu zedeleyecek ve giderek yok edecek ideolojik bir saldırı ile bütünleşik olmalıdır. Komünist Parti’nin vermekte olduğu meşruluk mücadelesi gibi. Aynı anlama gelmek üzere bu saldırı, komünist hareketin meşruiyetini sağlayacak ve güçlendirecektir.
Bu saldırıda öncelik, sosyalizmin toplumsal alanda yerleşik değerlerini sahiplenecek ve canlandıracak başlıklara verilmelidir: Komünist Nazım’a vatandaşlık kampanyası gibi.
Ve asıl olarak hedef doğru saptanmalıdır: Toplumsal alanda bir hareket yaratmaktan ziyade bir yarılmaya yol açmak…
AB liberalizmi, restorasyonun ideolojik yeniden yapılanma sürecinde egemen ideolojinin ana unsuru haline gelebilse de demokratikleşme retoriği ötesine geçemeyecektir. Somut sosyal politikalar ile bütünleşmeyen böyle bir ideolojinin emekçi kitleleri eklemleme gücü sınırlıdır. Örneğin Özal liberalizmi kendi içinde popülist (kent rantlarının dağıtımı gibi) politikalarla orta direk söylemini ete kemiğe büründürmüş, belli bir siyasallık yaratmıştır. Oysa ki, göründüğü kadarıyla, ABL’nin hiç böylesi bir kaygısı yoktur ve NGO’lar üzerinden destek kampanyaları yürüterek alanını baştan sınırlamıştır. Emperyalist merkezlerde, emperyalizmin sömürü ilişkileri içinde sürdürülebilirliği görece mümkün olan bu tür eklemlenme stratejilerinin Türkiye özelinde iktisadi ve gerçekten kültürel bir karşılığı yoktur. Emperyalizm ve sermaye ideologları, kimilerine göre 9 mil-yon kimilerine göre de 15 milyonluk AB standartlarındaki bir tüketici kesimi (orta sınıflar) düzenle barışık tutmayı, Türkiye’de kapitalizmin sürekliliği için yeterli ve emperyalist sömürünün ihtiyaçları için de rasyonal olarak tespit etmektedir. Kentli ara sınıf ve katmanlar, gerçekten de siyasal alan içinde niceliklerinin ötesinde bir etkinliğe kapitalist üretim biçimi zemininde sahiptirler; ancak sermayenin veri aldığı bu toplumsal gerçeklik sınıf mücadelesini yok saydığı için anlamlı değildir.
Sermaye, nasıl ki kapitalizmi öncesi ve sonrası olmayan, tarih dışı bir kategori olarak değerlendiriyorsa; güncel olanı yani sermayenin ideolojik üstünlüğünü de giderek tarihsel olmayan biçiminde değerlendirmeye başlamıştır. Bu onun sonunu hızlandıracak olan şeydir.
Hangi ölçekte olursa olsun bu reformist dalganın, zaten çoktandır reformistleşmiş solun belli kesimlerini alıp götürmesi, sol için belirsizlikle damgalı bir dönemin de kapanacağının işareti sayılmalıdır. Bu ayrışma sol için bir arınmadır ve sol, bundan sonra kendi işine bakacaktır… Liberal solun sandığının tersine bu reformist dalga, güçlü bir solda sosyal demokrat ya da liberal sol toplumsal taban da yaratamayacak, tersine bir likidasyon dinamiği olarak işleyecek ve soldan merkeze, merkezden gericiliğe kadar bir saçılmayla sonuçlanacaktır. Türkiye siyasetindeki parçalılığı gidermek ne emperyalizmin ne de AB üyeliği için en az 10 yıla gerek var diyen restorasyonun harcıdır. Onlar, başarısızlıklarına bir başarısızlık daha eklemek zorunda kalacaktır. Başarısızlıkları elbette ki, Türkiye’nin sosyalist kopuşudur!
Sermayenin Türkiye’yi bir zayıf halka olmaktan çıkaracak iktisadi ve siyasal nesnelliğe, ne ithal ikamesi ile ne de sınırları kaldırarak ulaşması mümkündür. Tek bir nedenle: Emperyalizm için rasyonel olan, mevcut bağımlılık ilişkisidir. Bu yüzden ki, Türkiye için dillendirilen tüm senaryolar sadece bir tek başlığa, uluslararası ilişkilerdeki düzenlemeye işaret etmektedir. Türkiye, Avrasya-Kafkasya-Ortadoğu-Balkanlar coğrafyasındaki bir uçak gemisi olmaya adaydır; AB’ye değil… Bu asla unutulmamalıdır.
Dipnotlar ve Kaynak
- MANİSALI Erol, “Avrupa Çıkmazı”, Otopsi y., Şubat 2001, s. 13-14
- ÇAVDAR Tevfik, Osmanlıların Yarı Sömürge Oluşu, Gelenek y., 2. Baskı, Haziran 2000
- GÜLER Aydemir, Avrupa Birliği’ne Neden Karşı Çıkmalı, Der.: Özbudun ve Demirer, Akıntıya Karşı, Ütopya Yayınevi, Aralık 2000, s. 163
- DİKMEN Ahmet Alpay, “Küresel Üretim Moda Ekonomileri ve Yeni Dünya Hiyerarşisi”, Toplum ve Bilim, No 86, Güz 2000, s. 283-284
- KAZGAN Gülten, “Küreselleşeme ve Ulus-Devlet”, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, Kasım 2000, s. 144-145
- GÜLER, a.g.m., s. 167
- LACLAU E. ve MOUFFE C., “Hegemonya ve Sosyalist Strateji”, Birikim Yayınları, 1992
- Yukarıda tanımlandığı üzere politik öznenin vereceği ideolojik mücadelenin birer nesnesi olan bu sendikal yapılar, egemen ideolojinin denetimi altındaki “sivil toplumun” bir parçası haline gelmiştir. İki biçimde: Bir; dolaysızca bu yapılar egemen ideolojinin ‘kapsama’ alanında kalırlar ve iki; bu yapıları denetleyen siyasal unsurların bizatihi kendileri egemen ideoloji ile uyumlu (koheran yada semi-koheran) bir siyasal hatta evrilmiştir: Reformizm. Öte yandan demokratik kitle örgütlerini ‘bağlama’ sürecinin başka payandaları da vardır: Bugün, “sivil toplum” bizatihi sermaye çıkarlarına denk düşecek bir biçimde sermaye siyaseti ve iktisadi mekanizmalar tarafından örgütlenmektedir. Başka bir deyişle -aslen sınıf siyasetinin, sınıf mücadelesinin geri çekildiği dönemin bir ürünü olarak- sendikalar gibi (kapitalizme içkin olsalar da) emek örgütleri sermayenin denetimine girmiştir. Bu denetime giriş süreci, yukarıda tanımlanan boşluğun istilası ile sınırlı bir işleyişle de sınırlı değildir. Sermaye, toplumsala yönelik siyasal eklemleme stratejileri içinde kendine özel alanlar da açmaktadır. Bu özel alanlar sermaye eliyle yaratılan ya da yeniden tanımlanan “sivil toplum”a denk düşmektedir. Demokratik kitle örgütlerinden, sivil toplum kuruluşlarına, buradan da NGO’ya uzanan dönüşüm bu sürecin ifadesidir. (Bkz. KALEMCİ Tahir, Türkiye’nin Mandalaşması, Gelenek 62, s. 119). “NGO” türünde kavramlar kullanan ve DKÖ’den NGO’ya uzanan dönüşümü, salt işbirliğine meraklı, kendini satmayı/pazarlamayı amaç edinmiş bireylerin ABD-CIA ile geliştirdikleri ilişkilerle ya da sivil toplumu emperyalizmin bir uzvu haline getirmeyi hedefleyen komplolar ile açıklayan/sınırlayan Hasan Yalçın (YALÇIN Hasan, “NGO’lar Küreselleşmenin Misyonerler”, Teori, Şubat 2001, s. 3-31), ya siyasal bir tercihle çubuğu bir istikamete doğru bükerken fırlayan kıymığı gözüne kaçırıyor ya da kısa yoldan idealizme savruluyor.Sosyalist siyaset açısından sendikalar kadar sorunlu olmayan bir başka alana (sivil toplumun bir başka mecrasına) baktığımızda her şey çok daha açık bir biçimde ortaya çıkmaktadır. 19 Ağustos depremi sonrası bir STK olarak gündeme giren AKUT örneğinde olduğu gibi. Neo-liberal politikaların, yeni sağ ideolojinin, devletin küçülmesinin ve kamunun kendi yağıyla kamusal alanda kavrulmasının, özelleştirme ideolojisinin bir örneği olarak sitemde yerini alan Akut ve benzeri yardım kuruluşları depremle devletin işlevlerini -en azından ideolojik olarak- üstlendi. Devletin aczi ya da bir tercihi olarak ortaya çıkan yıkıma ve katliama müdahale ancak sivil toplum eliyle yapılabilirdi, yapılmalıydı! Göçük altında kalan sistemi ideolojik olarak tahkim etti. Ne de olsa, kamusal alan depremde bile kendi başının çaresine kendi bakmalı, kendi kurtarma örgütlerini kendi yaratmalı, devlete iş bırakmamalıydı. Devlet, kamu yararına konu olan etkinliğini pazara, pazarın kâr bulamadığı koşullarda da kamusal alana bırakmalıydı.
- Yazının amacı polemik olmadığı için ilgili görüşleri, dipnotlarda vermeyi uygun buldum. Burada örneklenen “siyasal özne” Saruhan Oluç’tur. Oluç, Eşitlikçi ve Özgürlükçü Bir Sosyalizm Yolunda Bir Adım Teorik-Politik Dergi’sinin Mayıs 2000 tarihli sayısında yapılan tartışmada, AB’nin bugünkü konumuna karşı Emeğin ve Dayanışmanın Avrupası’nı savunmakta daha doğrusu, bu Avrupa’nın “mücadele” için yaratacağı olanaklara işaret etmektedir. Öte yandan aynı kişi, aynı tartışma içinde karşı olduğunu savladığı AB’nin bugünkü yapısına Türkiye’nin girebilmek için yerine getirmek zorunda olduğu koşulların (ekonomik ve demokratik yapı) da aslında emekçi sınıflar lehine olduğunu savlamaktadır. Her başlıkta, eleştirilecek yönler elbette bulunmaktadır ama yine de her koşulda, AB’ye “evet” demektedir. Üstelik, tartışmanın “evet-hayır” ikilemine sıkıştırılmadan derinleştirilmesini (acaba muğlaklaştırılmasını mı?) önemle vurgularken.
- KÜRKÇÜ Ertuğrul, Sermayenin Avrupa Birliğine Karşı Emeğin Avrupası, Newroz Kitap Dizisi Kürt Solu, No 4, Gün Yayıncılık, Ağustos 2000, s. 192
- Bu tarzda dümen kıranlar içinde Emeğin Partisi özel olarak değerlendirilmeyi hak ediyor. Ama dedim ya derdim polemik değil. Meraklısı için, Özgürlük Dünyasi’nin 98 no’lu Mart 2000 sayısının fevkalade öğretici yazılarla dolu olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim. Özellikle aşağıdaki makale tam bir ibret belgesi: Yılmaz, Veli, “Maastricht Anlaşması ve Hukukun Siyasal İşlevi”, Özgürlük Dünyası, no 98, Mart 2000, s. 31-47
- ÇULHAOĞLU Metin, Küreselleşme Reformizmi Solda Tek Yol mu?, Der.: Özbudun Demirer, ‘Akıntıya Karşı’, Ütopya Yayınları, Aralık 2000, s. 126-127
- ÇİFTYÜREK S, Küreselleşme, AB ve Kürt Sorunu, Newroz Kitap Dizisi Kürt Solu, No 4, Gün Yayıncılık, Ağustos 2000, s. 89
- URAS Ufuk, ‘Sosyalizme İhtiyaç Var’, Cumhuriyet Gazetesi Eki, 13 Nisan 2000, s 2
- ERCAN Fuat, Emek Piyasası Teorileri ve Türkiye’de Enek Piyasası Çalışmalarına Eleştirel bir Bakış, Toplum ve Bilim, No 86, Güz 2000, s. 53
- KÜRKÇÜ Ertuğrul, Sermayenin Avrupa Birliğine Karşı Emeğin Avrupası, Newroz Kitap Dizisi Kürt Solu, No 4, Gün Yayıncılık, Ağustos 2000, s. 192
- WOOD Ellen Meiksins, ‘The Politics of Capitalism’ Monthly Review, No 50, Eylül 1999; Aktaran: ÇULHAOĞLU Metin, ‘Küreselleşme ve Avrupa Birliği Tartışmaları: Soldaki Güncel Mevzilenmeler’, Sosyalist Politika, No 24, Mart 2000, s. 36
- GÜLER Aydemir, ‘Sosyalizm Kitleselleşmeli’, Cumhuriyet Gazetesi, 14 Nisan 2000, s. 6
- ÇULHAOĞLU Metin, Küreselleşme Reformizmi Solda Tek Yol mu?, Der.: Özbudun Demirer, ‘Akıntıya Karşı’, Ütopya Yayınları, Aralık 2000, s. 130
- ÇULHAOĞLU Metin, ‘Küreselleşme ve Avrupa Birliği Tartışmaları: Soldaki Güncel Mevzilenmeler’, Sosyalist Politika, No 24, Mart 2000, s. 36-37