Sosyalist devrimci mücadelede stratejik hesaplar temel olarak hangi tarihsel kesit üzerine kurulur? Bu soru son derece önemlidir ve “devrim-karşı devrim” sıkışmasını ortaya çıkaran konjonktürlere özel ve belirleyici bir yer vermeyen hiçbir strateji devrimci olamaz. Komünistlerin “devrimci kriz”ler dışındaki siyasal açılım ve hazırlıklarının tali veya ikincil duruma düşmesini hiç de gerektirmeyen bu yaklaşım, sözü edilen “evrimci dönemleri” krize yontar, ona bağlar ve devrimci siyasetin kopuş-süreklilik diyalektiğine sadık kalır.
Devrim ve karşı devrim… Türkiye böyle bir uğrakta değil. Türkiyenin böyle bir uğrağa yönelmediğini, 1996’dan beri üstüne basa basa vurguladık. Restorasyon adını verdiğimiz sürecin devrim-karşı devrim sarmalında yıpranan Türkiye kapitalizmine bir soluk aldırma operasyonu anlamına geldiğini ısrarla ve tekrar tekrar yazdık.
Bunları yazarken Türkiye’nin devrimden uzaklaşacağını hiç düşünmedik. Türkiye burjuvazisinin Türkiye’yi devrimden uzaklaştırmak için yürüttüğü programın kararlı, yaratıcı ve ciddi bir sol hareket tarfından tersine çevrilebileceğini ileri sürdük.
Yıl 2001. Restorasyon süreci devam ediyor; hem de kimsenin “bıktık sizin şu restorasyon yakıştırmanızdan” diyemeyeceği bir içerikle… Türkiye devrimden uzaklaşmış değil; üstelik bazı açılardan sosyalizmin daha güncel ve yakıcı hale geldiğini söyleyenlerin sayısında gözle görülür bir artış var.
Peki ya sol? Solda işler nasıl gidiyor Solda süreci tersine çevirecek bir güç belirginleşiyor mu?
Solda mı?
Hangi solda?
Türkiye solu çevresindeki akarsulara bir türlü ulaşamadığı için hızla kurumakta olan bir su birikintisine benziyor. Yıllardır “büyük tehlike” dediğimiz şey de buydu: Türkiye kapitalizminin kendisini yenilediği sırada solun bir karşı atak yapamaması.
Bu koşullarda solu canlı su kaynaklarına bağlayan öznenin geleceğe damga vuracağı konusunda kimsenin bir kuşkusu olmamalıdır. Burada rastlantılara yer yoktur. Ne seviyesi giderek düşen suyla yetinip örgütçülük oynayanların, ne olmadık yönlere doğru kazı yapanların ne de üç-beş su birikintisini bir araya getirerek durumu idare etmeyi tasarlayanların solun geleceğini belirleme şansı olacaktır.
Bir başka deyişle, solun bir hitap kitlesi, işlendiğinde ortaya çıkacak mücadeleciliği, tarihsel birikimi vs. vardır elbette, ama bugün tek tek öznelerin bel bağlayacağı bir “sol havuz”dan söz etmek kesinlikle mümkün değildir. Bu nedenle uygun içerik ve zamanlamayla güçlü damarlara ulaşmak acil bir sorun haline gelmiştir.
Peki bu nasıl olacaktır?
Solun siyasetinde nelerin ön plana çıkması gerektiğini de uzun bir süredir yazıyoruz. Ancak herhalde bu topraklarda anti-emperyalizmin ve aydınlanmacılığın ne kadar kritik önemde olduğu herkesin bilincine çıkmıştır. Yakın gelecekte bu iki başlık hem toplumsallaşma, hem de devrimci stratejinin bir diğer meselesi olarak, sistemin zaaflarına oynama açısından daha fazla önem kazanacaktır.
Yoksullaşma veya bir bütün olarak doğrudan ekonomik karakter taşıyan başlıklar ise işçi sınıfının kurtuluş mücadelesinde tartışılmaz merkez konuma sahip olsalar bile, anti-emperyalizmin ve aydınlanmacılığın yaratacağı enerjiye her bakımdan muhtaç kalacaklardır.
Bu, son derece kaygan bir zeminde politika yapma zorunluluğunu da beraberinde getirmektedir. Çünkü söz konusu başlıklar, kim ne derse desin, egemen ideoloji açısından da özel önem taşımakta, toplumsal hafızada yalnızca sol üzerinden değil, düzen güçleri aracılığıyla da bir yer tutmaktadırlar.
Dolayısıyla iddialı ve cesur bir sol çıkışın sağlam programatik çerçeveye, kimlik kartına işlenmiş değişmez ilkelere ve bütün bunların taşıyıcısı olarak tutarlılığı ve sürekliliği olan bir örgütsel yapıya gereksinim duyacağı açıktır.
Türkiye’de söz konusu gereksinim özellikle hayatidir, çünkü solu kurumaktan kurtaracak canlı su kaynaklarına ulaştıracak mücadele, nesnel olanakları değerlendirmek için yürütülse de, fazlasıyla “öznel” bir karakter taşıyacaktır. Türkiye solunda “emek vermeden” toplumsal dinamiklere sahip olunabileceğine ilişkin şablon artık tamamen terkedilmelidir. Sola ciddi bir alan açıldığı sırada bile, uygun örgütsel-siyasal araçlar yaratılmadığında bu alanı kimlerin dolduracağı hayretle izlenecektir. Eğer burada sosyal-demokratlara şans tanıyan varsa, aldanıyor demektir. Yoksullaşmanın, tarımda yıkımın ve ulusal onura dönük saldırıların “sağ”da bir kez daha canlandıracağı aktörler daha fazla önemsenmelidir.
Peki sol içerisinde sağlam bir programatik çerçeveye, bir siyasi özneye gerekli hareket serbestliğini tanıyacak ilkelere kim sahip? Veya solda bu konu yeterince önemseniyor mu?
Açıkçası Türkiye solunda “kendinde bir sol olma” konusundaki ısrara rağmen küçük ya da sadece teorik düzeyde bile kalsa “sağlam çekirdek” üretme konusundaki başarısızlığın üzerinde durmakta yarar vardır. Bu ilginç durum, Türkiyede artık siyasete kapalı “ön birikim” döneminin kapandığına bir kanıt olarak gösterilebilir.
Geçmişte böyle bir dönem yaşandı, daha doğrusu böyle bir dönemin yaşanması zorunluydu ve bu dönemin hakkını verenlerin sonrasında solda siyasal çıkışlara imza atması ve solu canlı su kaynaklarına ulaştırmaya aday olması hiç de şaşırtıcı değildi. Şaşırtıcı olmayan bir başka şey, sosyalizm mücadelesinde bazı şeyler tekrar edilmeyeceği için, ne 1960’lardaki ne 73 sonrasındaki. ne de 80’lere yayılan “ön birikim” paternlerinin bugün kullanım değerine sahip olmamasıdır.
Biraz daha açık konuşacak olursak, sola büyük olanaklar sağlayan bir döneme örgütsel açıdan “sıfır noktası”na yakın bir yerden başlamak mümkün değildir. Solu böylesine bir sil baştanlığa itecek olan, şey ancak önümüzdeki dönem yaşanacak bir yenilgidir.
İşte bu durum, siyasal yönelimlerimizi bayağı önemli kılıyor. Teorik ilke ve yaratıcılık sanıldığından daha kritik hale geliyor. Örneğin ardı ardına sıralayabileceğimiz kamuculuk, anti-emperyalizm, Kürt ve Türk emekçilerinin örgütsel ve siyasi birliği, aydınlanmacılık, burjuva siyaseti karşısında mutlak örgütsel bağımsızlık, AB karşısında ikirciksiz konumlanış, yurtseverlik ve enternasyonalizmi birlikte üretme zorunluluğu, CHP’cilikten kesin ve her biçimde uzak durmak gibi siyaseten “tabu” haline gelmesi gereken tercihler ve bu tercihlerin her daim bir teorik yaratcılığa ihtiyaç duyması, sanıldığı kadar basit konular değildir. Cüretli açılımlar ancak bu siyasal ve teorik temel üzerinde gelişse de, sosyalizm mücadelesi inşaat işlerinden farklı olduğu için, “temel” bir defaya mahsus bir ustalık meselesi değildir ve sürekli ihtimam ister.
Türkiye solunda kimlerin bu başlıkta “titiz” olduğu bilinmektedir. Sadece son beş yılın bilançosu çıkarıldığında, ister “kendi bahçemde oynarım” diyen örgütsel varlıklar olsun, isterse “siyaset benden sorulur” diyen partiler, solda çam devirme konusunda herkesin birbiriyle yarıştığı görülecektir. Buram buram pragmatizm kokan yaklaşımlar, ilkesizlik, öznel tercihleri rasyonalize etmek, psikolojik davranışlar içerisine girmek, taklitçilik ve bütün bunların bir sonucu ve uzantısı olarak tutarsızlık…
Solun siyasal tablosu böyle…
Ama diyelim ki, solda yakın gelecekte herkes sola açılan alanı farketti ve geçmişe göre daha titiz bir siyasal çizgi tutturuldu. O zaman durum düzelir mi?
Teoriyi hafife almamak gerekiyor. Yanlış ya da gevşek bir teorik çerçeve her zaman ölüme götürür. Bu nedenle yanlış bir teorik temelden doğru siyaset üremez. Ama yine de ve biraz da bunu kanıtlamak için solda bugün telafuz edilen açılım modellerinden söz etmekte yarar bulunmaktadır.
İlk model, anti-emperyalizm ve aydınlanmacılığın sol ve düzen cep-hesindeki bazı aktörler arasında bir koalisyonu zorunlu kıldığı iddiasına dayanmaktadır. Sanıldığı gibi bu model yalnızca Aydınlık geleneğine ait değildir. Bu modelin “büyük oynayan” bazı kesimlere cazip geldiği ve geleceği açıktır. Siyaset nihayetinde bir güç işidir ve yıllardır kendilerini yeterince güçlü hissetmeyenlerin, ilkesizliği ilke haline getirdikleri de hesaba katılırsa, düzen cephesinde dost aramaya başlamaları hiç şaşırtıcı olmayacaktır. Başarısızlığa mahkum olsa da, bu modelin solun önünü kesici bazı yönleri olduğu açıktır. Çünkü solun bağımsız çıkışı, anti-emperyalizm, aydınlanmacılık ve hatta kamuculuk başlıklarında düzen cephesinde toplanan toplumsal enerjiyi yanına çekmeden başarılı olamaz. Bu koşullarda mevcut durumu, yani bu enerjinin düzen cephesine ait olduğunu veri alarak siyaset yapanların kafa karıştırması, hatta devletten ciddi destek görmesi beklenebilir. Sonuç olarak komünistler bu modelle “bu model zaten solcu değil” diyerek, hesaplaşmamazlık edemezler.
Kaldı ki, diğer bazı modellerin söz konusu modelden daha solcu olduğu da tartışmalıdır.
Örneğin zaman zaman aydınlanmacılık ve hatta anti-emperyalizm başlıklarını öne çıkarmaktan hiç çekinmeyecek ama her durumda “liberal” hakim ton taşıyacak bir girişimin sosyal demokratlarla flörtü neden “daha solcu” olsun ki? Bugün ÖDP’nin bazı kesimleri bu model için her şeylerini vermeye karar vermişlerdir. Örneğin Ufuk Uras, ÖDP’nin uğursuz misyonu olan “solun birliğini temsil etme”de yaşanan fiyaskodan sonra, sırf bu model uğruna sosyal demokratlar arasında çöpçatanlık rolüne soyunmuştur. Ve pek muhtemeldir ki, Uras şu sıralar Mümtaz Soysal ekibi ile İnönü ekibi arasındaki dirsek temasını da sağlamaktadır.
Aslında Türkiye solunda CHP veya “sosyal-demokrasi” ile ortaklık ilk kez gündeme gelmiyor. Daha doğru bir ifadeyle, Türkiye solunda bu türden bir arayış hiç eksik olmadı. Ne var ki bugün “sol”da olduğunu sananlar ilk kez bir “kurucu ortak” olma şansını yakaladıklarını düşündüklerinden fazlasıyla heyecanlanmış ve önlerini göremez olmuşlardır. Bir açıdan haklıdırlar, çünkü düzen cephesinde ÖDP’ye yüklenen misyon “solun tasfiyesi”ydi ve buradaki başarısızlıktan sonra (ÖDP sola zarar vermiş ama nihayetinde tasfiye söz konusu olduğunda bunu bir oto-likidasyon olarak yaşamış ve yaşatmıştır) bu partinin düzenin soluna asistanlık yapmakla görevlendirilmesi “onur verici”dir.
ÖDP’nin egemen kanadı açısından bu model bir-iki parlamenter anlamına gelebilir. Ancak bizim açımızdan bu model çok kapsamlı bir operasyondur ve Türkiyede sosyalist alternatifle aşağı yukarı aynı toplumsal doku üzerinde rekabete girişecektir. Bir eğilim olarak bütün dünyada komünist hareket ile sosyal demokrasi (ya da ona oynayanlar) aynı anda güçlenmektedirler. Bu nedenle “model”in göreli bir başarı elde etmesi kimseyi korkutmamalıdır. Korkutucu olan, bu modelin başta Kürt emekçileri olmak üzere, Türkiye işçi sınıfındaki mevcut enerjiyi tamamen çalmasıdır. Komünist hareketin yakın gelecekte yükselişe geçeceği ve belli toplumsal mevzilere ulaşacağı neredeyse kesindir. Ancak, daha ileri bir toplumsallık düzeyinde yeni bir tıkanmayla karşılaşmamak için, ister ÖDP gibi bir yapışkanla birlikte, isterse daha farklı bir model üzerinden gelişecek yeni tipte bir düzen soluna karşı daha şimdiden önlem almak gerekecektir.
İlk önlem çok kesin bir ayrım çizmek, şimdiye kadar bu kanaldan sosyalizm adına bir şeyler umanları derhal siyasal ve örgütsel bir kopuşa çağırmaktır. Doğal olarak bu başlıkta ÖDP’nin durumu önem kazanmaktadır. Görüldüğü gibi bu partinin hesabının görülmesi, salt bu parti içerisindeki sağlıklı unsurlara bırakılamayacak bir noktaya gelmişir. Çünkü ne bu unsular ÖDP’nin “defterini dürecek” bir enerjiye sahiptirler, ne de ÖDP yönetimi kendisine pazarlık şansı tanıyan parti içi dengelerden hemen kurtulmak konusunda acele etmektedir.. Ayrıca “toplumda büyük bir heyecan yaratma” iddiası ile kurulan ÖDP bunu yapamamış ama, kendi içindeki hemen herkesi saran bir örgüt içi siyaset merakı yaratmıştır. Her yerde, bu partiye küfreden ama daha önce hiç hareket etmezken şimdi büyük bir şevkle parti içi mücadeleye emek veren kadrolarla karşılaşılmaktadır. Bunun bir siyasallaşma olduğu düşünülmemelidir.
Bir emek ve enerji varsa, bunun sağlıklı bir siyasal ve örgütsel zemine aktarılması için her şey yapılmalıdır.
ÖDP’nin bir geleceği yoktur. Görüldüğü kadarıyla başarısız olan bu deneyden iki benzer deney çıkartılmaya çalışılacaktır. Bunlardan ilki yukarıdaki modeldir. ÖDP’nin misyonunu düzen içi sol zeminde yinelemeye çalışacaklardır.
Bir diğer model ise, ÖDP’yi daha “sol” bir kimlikle yeniden üretmektir. Çok daha sınırlı kaynaklarla ve geride 4-5 yıllık bir kapanmamış hesapla girişilecek bu modelin ÖDP’den daha fazla şansı olmadığı açıktır. ÖDP deneyi, kendi bünyesindeki marksistlere ancak şiddetli bir kopuş yolunu açmaktadır. Bundan kaçınarak ve ÖDP deneyine hangi eleştirel konumlanışla olursa olsun son tahlilde dostça ve olumlayarak yaklaşarak devrimci bir model kurulamayacaktır.
Daha ilkeli, daha parti gibi bir parti mümkündür de, daha ilkeli, daha parti gibi bir ÖDP mümkün değildir. Bu anlamda da ÖDP ile hesaplaşma, bu partinin iç dinamiklerine terk edilemez. Komünist hareket ÖDP içerisindeki sağlıklı unsurları parçası oldukları bu hareketin örgütsel ve siyasal araçlarının içine hızla çekmek zorundadır. Bunun dışında ister sosyal demokrat bir mecrada, isterse sol bir düzlemde denensin, ikinci bir ÖDP’nin bugünkü “trajedi”yi yakalama şansı bile bulunmayacaktır.
Solda aslında uzun bir süredir denenmekte olan bir başka model ise düzenin siyasetsizleştirme saldırılarından yararlanarak bütünüyle “ekonomist” bir zeminde varolmaktır. Temel olarak EMEP’in temsil ettiği bu model, bu kavram uzun bir süredir lite-ratürümüzden çıkartılmış olsa da, kendisini en iyi açıklayan oportünizmle anılmalıdır. Şu ana kadar bu modeli öyle ya da böyle ayakta tutan şey, işçi sınıfının ekonomik mücadele aşkı değil, sol ile sendikal yapılar arasındaki tuhaf ilişki olmuştur. Ve son derece çarpıcı biçimde modelin iflası, tam da işçi sınıfı üzerindeki “ekonomik” baskıların ileri düzeye çıktığı bir döneme denk gelecektir. İşçi sınıfının sağcısı-solcusu olmaz yaklaşımı geleneksel MDD’ciliğin ürünü olan sermayeyle değil de onun bazı kurum ya da uzantılarıyla hesaplaşmak gibi bir garabetle birleşince, hızlı yoksullaşmanın yaşandığı ve emekçi kitleler nezdinde kayda değer ideolojik arayışların gündeme geleceği bir konjonktürde, ne kadar köklü bir grup temeline sahip olursa olsun, “ekonomizm”le malul her siyaseti derinden sarsacaktır.
Zaten bu model solda gereğinden fazla yer ve zaman işgal etmiştir, çok büyük bir olasılıkla andığımız “köklü” hareket kendisini bir başka modelle yenilemek durumunda kalacaktır.
Başka modellerden de söz edilebilir. Örneğin devrimci demokrasiden geriye kalan örgütsel yapıların, yeni devrimci demokrat modeller üzerinden kendilerine kanal açmaları veya buna başkaları tarafından yönlendirilmeleri mümkün olabilir. Burada önemli olan devrimci demokrasinin örgütsel değil, toplumsal bir değer taşıyacak olmasıdır. Bu değer öznel kararlar tarafından yaratılamaz, Türkiye kapitalizminin yakın geleceğindeki nesnel dinamiklerin ürünü olabilir, ya da başka bir toplumsal kesite kadar cılız bir damar olarak “kendinde” varoluşlara mahkum kalabilir.
Geride bıraktığımız aylarda konferans sürecini tamamlayan Sosyalist İktidar Partisi hiç kuşku yok bütün bu modellerin yakın geleceğini ve onlarla olan mesafesini gözden geçirdi. Sol içi tartışmalardan yıllardır uzak durmaya çalışan ve solun ancak yeni toplumsal kaynaklara ulaştığında başarı şansını yakalayacağını düşünen bir siyasal hareket için, söz konusu mesafe tayini asla bir “polemik” ya da “örgütsel çıkar” sorunu değildir. Sosyalist İktidar Partisi, içinde bulunulan dönemin sosyalizm mücadelesi açısından hayati özellikler taşıdığını ileri sürmekte, bu dönemin küçük hesaplara ya da korkak yaklaşımlara kurban edilemeyeceğini ısrarla vurgulamaktadır.
Bu anlamda solda ortaya çıkacak arayışlara yanıt üretmek, bazı modellerin tıkanma noktalarına işaret etmek ve komünist hareketin önünü açıcı bir siyasal-örgütsel çıkışı olabildiğince somut hale getirmek gerekmektedir. Sözünü ettiğimiz konferans süreciyle pekişen bir yaklaşımın bu somutluğu sağladığını düşünebiliriz:
Solda sil baştancı yaklaşımların hiçbir şansı ve meşruiyeti yoktur. Son derece öznel değerlendirmelerin ürünü olan bu yaklaşımlar, “yeni bir atılım ihtiyacı”nı asla karşılamayacaktır. “Her şeyi yeniden tartışma” veya “Marx’a dönme” gibi teorik belirlenimli faaliyetler de bu çerçevede değerlendirilmeli ve fazla ciddiye alınmamalıdır.
Türkiye solunun temel sorununun “birlik” olduğunu ileri süren yaklaşımlar da aslında aynı çıkış noktasına sahiptir. “Birlik”le birlikte solun şu ana kadar elde etmediği bir kimlik, sentez ve enerjiye kavuşacağını ileri sürenler, eğer solun yakın tarihinden ders almadılarsa, teorik bir muhasebe içine girmeli ve zaman zaman dillendirdiğimiz “sol bu haliyle birlik olsa ne olur olmasa ne olur” sorusuna dürüst bir yanıt bulmalıdır. Bugün solun ihtiyaç duyduğu şey kesinlikle “birlik” değildir.
“Birlik” ihtiyacının olmaması, sol içerisinde benzer hatta aynı şeyleri söyleyen ve yapmak isteyenlerin buluşması ihtiyacının olmadığı anlamına gelmemektedir. Bunlar farklı farklı şeylerdir. Birlik, kendisini tarif eden, “olgun” projelerin yollarına birarada devam ederek bir üst kimlik elde etmeleridir. Türkiye solunda her zaman olduğu gibi bugün de birlik, projesizlik veya zayıflık üzerine kurulmaya çalışılmaktadır. Bu, çıkış yolu değildir.
Benzer ya da aynı şeyleri söyleyen ve yapmak isteyenlerin buluşması ise elbette farklı farklı yollardan gerçekleşebilir. Bu konuda takip edilmesi gereken bir şablon yoktur. Ancak herkes mümkün olduğunca mevcut koşulları hesaba katarak davranmalı ve öznelliğin belirlenimiyle hareket etmekten kaçınmalıdır.
Türkiye’de bugün kendi eksikliklerinin herkesten fazla bilincinde olan, ancak belki de solun “sıfır noktası”na mahkum olmamasını (böyle bir dönemde böyle bir mahkumiyetin mutlak bir yıkım anlamına geleceği açıktır) sağlayacak kadar önemli mevziler elde eden bir siyasi yapı mevcuttur. Bu yapı şu ana kadarki mevzileri, büyük ölçüde iç kaynaklarını kullanarak ve biraz da bu nedenle oldukça özgün bir biçimde tahkim edilmiş bir örgütsel yapıya dayanarak elde etmiştir. Türkiye solunda alışkın olduğumuz örgüt tutuculuğuna rağmen, belki de şu ana kadarki en örgüt belirlenimli çıkışın uzun bir süredir cesur ve siyaset belirlenimli açılımları zorlaması, önemsenmesi ve değerlendirilmesi gereken bir olgudur.
Türkiye’de yeni ve canlı su kaynaklarına ulaşılması için verilecek mücadele, kurumakta olan sol havuz ile bu kaynaklar arasındaki sert toprağı ancak son derece etkili örgütsel araçlarla aşmak mümkün olduğu için, siyasete yüklendikçe örgütü güçlü tutmak mecburiyetindedir. Dolayısıyla komünist hareket adına şu ana kadar Sosyalist İktidar Partisi somutluğunda elde edilen kazanımlar “bir ilk birikim” olarak değerlendirilip, başka bir mecraya armağan edilecek geçicilikte değildir. Tam tersine önümüzdeki dönem, bu kazanımların bir toplumsallaşma hamlesi için ne kadar anlamlı bir kullanım değerine sahip olduğu görülecektir.
Burada bu kazanımların taşıyıcısı olan harekete düşen şey, elde edilen mevzilerden geriye düşmeden, bu kazanımları, aynı doğrultunun sahibi olan herkesin sahiplendiği ve renk kattığı bir düzeye çekmeye yardımcı olmaktır. Üzerinde durulan ve geliştirilmekte olan siyasal-örgütsel araçların bu konuda ciddi olanaklar sağlayacağı açıktır.
Bu araçlar içerisinde son derece farklı gelenek ve örgütsel durum ya da konumlanış içerisinde olan kesimlerin dile getirdiği “yeni bir örgütsel düzlem”, “harmanlanma”, “mevcut kazanımların yeni bir partileşme sürecine aktarılması” gibi önerilere denk düşen alternatiflere yer veril-memesinin nedeni çok bellidir. Bilindiği gibi Sosyalist İktidar Partisi merkeziyetçi bir geleneğin taşıyıcısıdır ve bu geleneğin başka şeyler bir yana siyasal yaratıcılık, etki ve üretkenlik ve en önemlisi yeni kadro yaratma açısından çok büyük olanaklar yarattığına inanmaktadır. Bu özelliğin kapsama, birlikte yürüme ve yenilenme açısından bir handikap olduğu düşüncesi bir yerden sonra totolojik hale gelecektir.
Zaten komünist hareketin örgütsel düzlemde çoğulcu bir karakter kazanması kesinlikle bir öznel karar sonucu olamaz, böylesi bir gelişme toplumsal dinamiklerin ürünü olduğunda değer kazanır. Bir başka ifadeyle, öncü örgütlenmenin çoğulcu bir karakter kazanması bir model arayışının değil, siyasal zorunlulukların ürünüdür. Açıkçası eğer bir modelden kalkılacaksa, “çoğulculuk” diye bir şey olamaz, bu siyasal bir “durum”dur ve gereken örgütsel yenilenmeyi “dayatır”. Söz konusu dayatmanın özgün kesitlerin ürünü olacağı açıktır. Türkiye’de bu türden bir özgün kesitte öne çıkacak toplumsal dinamikler de teorik olarak öngörülebilir ve öngörülmelidir de…
Bugün için öngörülen ise mümkün olduğunca açık, yalın ve temel konularda kesin (ucu sivri de denilebilir) ama gerek dil, gerekse çalışma tarzı açısından son derece kapsayıcı bir açılımdır. Bu açılımın ortalamacı ve dengeleri gözeten bir örgütsel yapıya mahkum edilmemesi, tam tersine kendisini hep ileriye doğru ittiren bir cesaret sergilemesi bugünkü ihtiyaçlar göz önüne alındığında, ölümcüldür.
Sosyalist İktidar Partisi yakın gelecekte solu başka iradelerin denetimine taşıyacak, ya da onu büsbütün kurutacak her tür arayışa karşı ideolojik ve siyasal bir mücadele yürütecek, bunun yanısıra, benzer ya da aynı şeyleri söyleyen ve yapmak isteyenlerin enerjisinin dağılmasını engellemek için kendi örgütsel ve siyasal olanaklarını sonuna kadar zorlayacaktır. Bu kararlılığın, tıkanan bir öznenin çare arayışının değil de, büyüme ve etki artırma sürecindeki bir partinin komünist harekete “eşik” atlatma için duyduğu yeni enerji ihtiyacının ürünü olması çok büyük bir fırsattır. Bu yeni enerjinin kaynağının yalnızca marksist aydınlar, yalnızca değişik adreslere dağılmış örgütlü-örgütsüz komünistler ya da yalnızca siyasi mücadeleyle yeni temasa geçen genç devrimciler olmaması da şansımızdır. Bugün bütün bu sayılanlarla beraber, enerjinin “toplumsal” düzlemden tedariki de mümkün, sevindirici ve ilerletici bir gelişmedir…