“Bu savaşın tarafları başını dünyanın tek egemeni olmak isteyen ABD’nin çektiği Atlantik emperyalizmi ile içinde Çin Rusya ve öncü güç olarak Türkiye’nin bulunduğu Avrasya bloğudur.”1
Bu satırları okuduktan sonra devam etmeye gerek var mı
Çin ile Rusya’nın ABD’ye karşı bir blok oluşturup oluşturmadıkları bir yana Türkiye’nin bu blokta “öncü güç” olarak yer aldığı iddiasını ciddiye almak için herhangi bir neden bulunuyor mu
Bu türden iddiaları ve sahiplerini ciddiye almak gerekmese de bunları ciddiye alanların en azından bazılarını ciddiye almak gerektiğini düşünüyorum. Çünkü ciddiye alanlar arasında iyi niyetlerinden şüphe etmek istemeyeceğimiz kimi aydınlar da var.
Türkiye aydınının kolay beğenir bir aydın olduğunu söylemek kolay değildir. Bu ülkenin aydını bazı konularda oldukça “şüpheci”dir. Özellikle de geleneksel solun tez ve yaklaşımları söz konusu olduğunda… Örneğin reel sosyalizm deneyimine soğuk ya da “eleştirel” bakma eğilimi Türkiye’nin aydınları arasında oldukça yaygındır.
Ama yine Türkiye’nin aydınları bazı başka konularda da anlaşılmaz bir “anlayışlılık” sergileyebilmektedir. Örneğin Sovyetler Birliği’ndeki sosyalizmi eksikli ya da sorunlu bulan kimi aydınlar Güney Kore’den kalkınma modeli türetmeye kalkışabilmiştir.
Aslında ortada anlaşılmayacak bir durum yok: Aydınlar işçi sınıfından ve sosyalizm mücadelesinden umudu kestiklerin oranda kendilerine başka dayanaklar arıyor. Dünyayı değiştirmek konusunda hiçbir iddiası kalmayan aydınlar bu dünyanın değişmesini sağlayacak nesnel dinamikler arıyor. Ve bunları bulduğunu iddia edenlerin peşine takılıyorlar.
Komplo teorilerinin bu ülkede bu kadar kolay alıcı bulmasının ardında da kendi gücüne ve bu topraklardaki toplumsal dinamiklere güvensizlik var.
Dolayısıyla İP’in peşine takılanların bir bölümü için bu partinin ileri sürdüğü tezlerin ne kadar dayanaksız akıl-dışı ve anti-Marksist olduğunu göstermenin herhangi bir faydası kalmamış olabilir.
Ama bizim açımızdan sayıları az da olsa çok da yanlış yerde yanlışlıkla duranlara durdukları yerin yanlışlığını göstermek bir görevdir.
Bu yazıda Çin meselesine özel bir ağırlık verilerek Asya’nın yükselişine ve bu kıtanın dünya devriminin merkezi haline geldiğine ilişkin iddialar değerlendirilecek. Akıl-dışı iddiaları tartışmanın zorluklarına göğüs gerilerek!
Rusya ile Çin blok oluşturabilir mi?
Bu soruyu yanıtlamadan önce Çin-Rusya (daha doğrusu Çin-Sovyetler Birliği) ilişkilerinin tarihine kısaca değinmekte yarar var.
1949 yılında gerçekleşen devrimle birlikte Çin de Sovyetler Birliği’nin önderlik ettiği uluslararası sosyalist bloğa katılmıştı. İlk dönemde Sovyet deneyiminden ve bu ülkenin maddi desteğinden bir hayli yararlanan Çin kısa bir süre sonra dış politika alanında Sovyet komünistleriyle sorun yaşamaya başladı. Sorunun merkezinde sosyalizmin üzerindeki kuşatmayı zayıflatabilmek için “barış içinde bir arada yaşama” politikasını geliştiren Sovyet komünistlerinin Çin’deki yönetime güvenmemeleri ve örneğin bu ülkeye atom bombası üretimiyle ilgili teknik bilgileri vermemesi vardı (sonraki gelişmeler bu güvensizliğin çok da haksız olmadığını gösterdi). Buna karşın “emperyalizm kağıttan kaplandır”
formülünü benimseyen Çin önderliği dış politika alanında bölgesel kaygıların da ürünü olarak dönemin güç dengelerine pek fazla denk düşmeyen bir zorlamacılık sergiliyordu.
1960 yılında ipler koptu. Çin Sovyetler Birliği’nde “revizyonizm”in egemen olduğunu ve bu ülkenin kapitalizm yoluna girdiğini iddia etmeye başladı. Hruşov döneminin (Brejnev döneminde önemli bir bölümü sona erdirilen) kimi iktisadi denemeleri Sovyetler Birliği’nin kapitalist bir ülke haline geldiğinin kanıtları olarak sunuldu.
Görünürde daha “devrimci” bir çizginin temsilciliğine soyunan Çin önderliği uzun bir içe kapanma döneminin ardından 1974 yılında “Üç Dünya Teorisi”ni formüle etti. Bu “teori”ye göre “birinci dünya” ABD ile Sovyetler Birliği’nden oluşuyordu. NATO ve Varşova Paktı’nın diğer üyeleri “ikinci dünya”yı oluşturuyordu. Geri kalan ülkeler de “üçüncü dünya”yı.
Elbette herkes dünya üzerindeki ülkeleri farklı ölçütlere göre farklı sınıflara ayırabilir. Önemli olan çıkarılan sonuçlardır. “Üç Dünya Teorisi”nin asıl sorunu da bundan sonra başlıyordu: ABD ve Sovyetler Birliği düşman safına yerleştiriliyor ve bu iki ülke arasında bir tercih yapılarak Sovyetler Birliği “asıl düşman” ilan ediliyordu. Asıl düşman Sovyetler Birliği olunca da ABD ile işbirliğine gitmek mubah sayılıyordu. Örneğin Afganistan’daki sosyalist önderliğe karşı gerici hareketleri ABD ile birlikte destekleyen ülkeler arasında Çin de vardı!
Nitekim Türkiye’deki üç dünyacılar Türk ordusunun “Sovyet tehdidi”ne karşı güçlendirilmesini savunurken “Sovyetik” solcuları da düşman saflarına yerleştiriyordu. Düşmanla mücadele ederken kullandıkları yöntemleri hatırlatmaya bile gerek yok. Her yol mubahtı… Bu arada Afgan yobazlarının karşı-devrimci mücadelesi de kutsanıyordu doğal olarak.
Çin önderliğinin asıl derdi başta ABD olmak üzere emperyalist ülkelerle ilişkilerini geliştirmekti. Nitekim ‘70’li yıllardan itibaren uluslararası ilişkiler alanında sıkça kullanılan kavramlardan biri “Çin kartı”dır. Çin sosyalizmle mücadelede ABD’nin eline geçen bir “kart” haline geldi!
Ama dönüşüm dış politika alanında kalmadı. Sovyetler Birliği’ndeki ücretli emek sömürüsünü içermeyen iktisadi açılımları “kapitalistleşme”nin kanıtları olarak gösteren Çin önderliği 1978 yılından itibaren piyasa ilişkilerinin gelişimine önderlik etmeye başladı. Bu tarihten sonra Çin yabancı sermaye girişi sağlamak için diğer kapitalist ülkelerle rekabet etmeye başladı. “Üç Dünya Teorisi” “dış dünyaya açılma” politikalarının da hazırlayıcısı oldu.
Çin’in kapitalistleşme sürecinin kimi boyutlarına aşağıda değinilecek. Buradaki tartışma açısından önemli olan varılan sonuç: Bugün Çin’in en fazla ihracat yaptığı ülke ABD. İhracat gelirlerinin dörtte birinden fazlası ABD’den elde ediliyor. Diğer yandan Çin ABD sermayesinin en fazla doğrudan yatırım yaptığı ülkeler arasında yer alıyor. Ve gerek yabancı sermaye girişine gerekse ABD’nin ithalatına fazlasıyla bağımlı bir iktisadi gelişme rotasına sahip olan Çin geçtiğimiz günlerde Dünya Ticaret Örgütü’ne üye oldu!
Kimileri için hatırlatmakta yarar olabilir: Bu örgüte üye olmanın temel şartı mal hizmet ve sermaye hareketlerinin tümüyle serbest bırakılmasını öngören anlaşmaların gereklerinin yerine getirilmesi!
Gayri Safi Yurt İçi Hasılası’nın (GSYİH) yüzde 25’i oranında ihracat gerçekleştiren ihracat gelirlerinin yarısını ABD Japonya ve Avrupa Birliği’nden elde eden ve Gayri Safi Milli Hasılası’nın (GSMH) yüzde 4’ünü aşan miktarda doğrudan yabancı sermaye girişi sağlayan Çin “Başını ABD’nin çektiği Atlantik emperyalizmi”nin karşısına bir blok oluşturarak çıkmaya çalışmak bir yana emperyalist ülkeler açısından bir “tehdit” olmadığını ve olmayacağını anlatmaya çalışıyor.
Diğer taraftan Rusya’nın bugünkü yönetimi de ülkenin geleceğini ABD ve AB ile kurulan ilişkilerin derinleştirilmesinde görüyor. Putin yönetimin temel derdi Rusya’yı “önemli bir muhatap” olarak kabul ettirmek. Önem hissettirmek için kullanılan araçlar arasında Çin gibi ülkelerle zaman zaman yakınlaşmak da bulunuyor doğal olarak.
Çin ile Rusya arasındaki iktisadi ilişkiler bir blok oluşturma fikrini yaratamayacak kadar zayıf. Diğer yandan her iki ülke de aralarındaki siyasi ilişkiyi ABD ve Avrupa Birliği ile pazarlıklarında kullanabilecekleri bir koz olarak değerlendiriyor. Bu zeminden doğabilecek en son şey ABD karşıtı bir bloktur.
Nitekim 11 Eylül sonrasında Rusya ile Çin’in (Türkiye’nin öncülüğüyle!) Afganistan’a yönelik olası bir ABD müdahalesine direndikleri iddiasının bir safsatadan ibaret olduğu çok kısa bir süre içinde netlik kazandı. Türkiye’nin konumunu herhalde tartışmaya bile gerek yok (İnanan olursa: “Direnme mevzisi Irak’ta kuruldu”!). Rusya ise Afganistan gündemini ABD ile ilişkilerini geliştirmek için bir fırsat olarak değerlendirmeyi tercih etti. Putin yönetimi Amerikan askeri uçaklarına kendi hava sahasında uçma hakkını sunarken Özbekistan ile Tacikistan’ı da topraklarını ABD askerlerine açmaya teşvik etti (bu arada Aydınlık dergisinde haftalar boyunca “Orta Asya Cumhuriyetleri vallahi de billahi de ABD askerlerini kabul etmiyor ve etmeyecek” dendi).
Şanghay İşbirliği Örgütü ne kadar önemli?
Herhangi bir uluslararası ilişkiler öğrencisi dünya üzerindeki yaklaşık 200 devlet arasında sayısız ikili üçlü ve daha çok sayılı anlaşmanın imzalanmış ve sayısız örgütün kurulmuş olduğunu ama bunların büyük çoğunluğunun kağıt üzerinde kaldığını bilir. Türkiye’nin öncülüğünde ve “Türkilik” zemininde bir araya getirilen Orta Asya devlet başkanlarının Türkiye’de düzenlenen bir toplantıda Rusça konuşarak anlaşabildikleri hatırlanabilir…
Şanghay İşbirliği Örgütü’nün dünya diplomasi tarihine geçeceği kesin. Ama şu cümlelerle değil:
“Şanghay İşbirliği Örgütü 1996’da ‘Şanghay Beşlisi’ adıyla bir araya gelen her yıl bir ülkede yapılan düzenli toplantılarla giderek genişleyen ve hayatın her alanında işbirliği kararlarıyla sağlam temeller üzerine kurulmuş bir Avrasya cephesidir. Emperyalist Batıya ve onun Ezilen Dünyayı parçalama saldırısına karşı sımsıkı birleşen bir Asya Kalesi!.. Bu kale dünyanın merkezinin Asya’ya kaydığı 21. yüzyılda insanlığın geleceğini de belirleyecek bir öneme sahiptir.”2
Aslına bakılırsa yukarıdaki cümlelerin anlamsızlığı alıntının yapıldığı yazıdan bile anlaşılabiliyor.
Şanghay Beşlisi’nin 1996 yılında ortaya çıkışı şu şekilde anlatılıyor:
“Çin Rusya Kazakistan Kırgızistan ve Tacikistan’ın devlet başkanları Şanghay kentinde bir araya gelerek sınır bölgelerinde askeri alanda karşılıklı güvenin kurulması ile ilgili bir anlaşmaya imza attılar. Anlaşma uyarınca taraflar birbirlerine karşı askeri tatbikatlar yapmamayı askeri tatbikatları alan ve sayı itibarıyla sınırlandırmayı ve sınır bölgelerine yakın 100 kilometrelik alanda askeri harekatlar da dahil önemli durumları birbirine rapor etmeyi taahhüt ettiler.”3
Bu kadar! Asya Kalesi’nin kuruluşuna giden yoldaki ilk adım bundan ibaret. Herhalde bu nedenle “İkinci Çin Seddi”nin kurulmuş olduğundan söz edilmiyor!
Aslında Çin ve Rusya ile üç Orta Asya ülkesini bir araya getiren yalnızca aralarındaki sınır anlaşmazlıklarını çözme kaygısı değildi. Asıl amaçları Afganistan’ın yataklık ettiği ve bu ülkelerin de başına bela olan gerici hareketlere karşı işbirliğine gitmekti. Nitekim Özbekistan’ın da katılımıyla Şanghay İşbirliği Örgütü’nü kurmak üzere 14 ve 15 Haziran 2001’de bir araya gelen devlet başkanlarının konuyla ilgili ortak açıklamalarında ilk vurgulananlardan biri “Terörle Ayrılıkçılıkla ve Aşırı Akımlarla Mücadele Anlaşması”nın imzalanmış olmasıydı.
Bunun dışında altı ülke arasındaki ekonomik ticari ve kültürel ilişkilerin geliştirilmesine yönelik temenniler de dile getiriliyordu doğal olarak. Ancak bu başlıklarda elle tutulur herhangi bir adım atılmadı. Nitekim insanlığın geleceğini belirleyecek önemde bir örgütün kurulmuş olduğunu müjdeleyen Teori yazarı da bu örgütün ne yapacağına ilişkin olarak dişe dokunur hiçbir şey söyleyemiyor.
Bu arada iddia o ki diğer Asya ülkeleri de Şanghay İşbirliği Örgütü’ne katılmak için sıraya girmiş: “Pakistan Güney Kore ve Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti üye olmak için resmen başvurdu. Hindistan İran Moğolistan Türkmenistan ve Ermenistan’ın da üyeliği gündemde. Hatta Pakistan News gazetesinde Türkiye’nin de örgüte girmek istediği yazıldı.”1
“Öncü güç” Türkiye hakkındaki sapasağlam veriyi bir yana bırakalım…
Yukarıdaki ülkelerin tümünün Şanghay İşbirliği Örgütü’ne katılması tek bir anlama gelebilir: Söz konusu örgütün ciddiye alınabilir herhangi bir karar alma yeteneğini tümüyle yitirirken uluslararası zirve turizmine katkıda bulunmaya devam etmesi…
Aslına bakılırsa diğer Orta Asya Cumhuriyetleri ile arası hiç de o kadar iyi olmayan Özbekistan’ın örgüte katılımı da bu yönde atılmış bir adım olarak değerlendirilebilir.
Şanghay İşbirliği Örgütü’nün önem kazanma ihtimali hiç mi yok
Var elbette. Ama yalnızca Rusya ile Çin’in ABD ve AB ile ilişkilerini geliştirmek için bu araca daha fazla başvurma ihtiyacını hissettikleri oranda.
Bunun dışında uzun vadeli olarak bir başka ihtimalden söz edilebilir: Rusya ile Çin’in başını Almanya’nın çektiği bir bloklaşma içinde yer alması.
Ancak birincisi bu ihtimal kısa ve hatta orta vadede önem kazanamayacaktır. Almanya ABD’nin karşısına çıkabilecek bir siyasal ve askeri bloklaşmanın merkezine yerleşecek güçten de Asya’nın derinliklerine nüfuz edecek güçten de henüz yoksun.
İkincisi Almanya ile iktisadi ilişkileri çok daha derin olan Rusya bir yana ABD ekonomisine bağımlı durumdaki Çin’in çıkarlarını böylesi bir bloklaşmada görme noktasına gelmesi uzun vadede bile hiç kolay değil.
ABD gerilerken Asya yükseliyor mu?
ABD ekonomisinin ciddi sıkıntılarla karşı karşıya olduğu doğru. Ama bu durum dünya kapitalizminin büyük bunalım dönemlerinden birine girdiği ‘70’li yıllardan beri geçerli.
Ve yine ‘70’li yıllardan beri ABD liderliğinin sona ermek üzere olduğuna ilişkin kehanetlerde bulunuluyor.
Almanya ve Japonya uzunca bir süre boyunca üzerlerinde en fazla durulan lider adayları olarak kaldı. Örneğin bir dönem boyunca Japonya’nın kaç on yıl içinde dünyanın en büyük ekonomisi ve en büyük süper gücü olacağı ciddi ciddi tartışılmıştı. “Yükselen güç” edebiyatı yapanların yöntemsel yaklaşımı pek değişmez: Bir ülke ya da bölgenin son on ya da yirmi yıllık büyüme oranlarına bakılır ve bu oranların izleyen on yıllarda da korunacağı varsayılır. Bu varsayımın geçerliliği çok fazla sorgulanmaz. Ne de olsa birkaç on yıl sonra kim öle kim kala…
Kapitalizmin eşitsiz geliştiği ve dünya kapitalizminin hiyerarşik yapılanmasının değişmez olmadığı doğru. Tek tek kapitalist ülkelerin ya da kimi bölgelerin söz konusu hiyerarşik yapılanma içindeki konumlarının zaman içinde değişebileceği de…
Ama “dünyanın yeni süper güç adayları”nı saptamaya çalışırken biraz daha dikkatli olmak ve “yükselen” güçlerin yükselişlerinin ardındaki dinamikler üzerinde biraz daha dikkatli bir şekilde durmak gerekir.
GSMH’nin hızlı büyümesi tek başına sınırlı bir anlam taşır. Önemli olan söz konusu büyümenin aynı zamanda dünya ölçeğinde sonuçlar doğurabilecek bir nitel dönüşüme dayanıp dayanmadığıdır.
Sözgelimi herhangi bir ülke gerekli teknolojik yatırımları yaparak ve ücretleri yeterince gerileterek tekstil sektöründe dünya ölçeğinde söz sahibi olabilir. Bunu yaparken yüksek büyüme hızlarına da ulaşabilir. Ama böylesi bir ülkenin varabileceği en ileri nokta “orta gelişkinlikteki kapitalist ülkeler” sınıfına girmektir.
“Yeni bir süper güç” olmanın yolu bir ya da birkaç ya da çok sayıda sektörde hızlı bir gelişim kaydetmekten değil sermayenin uluslararası ölçekteki yapılanmasının değişimine öncülük edebilecek bir sermaye yapılanmasına sahip olmaktan geçer. Daha somut olarak ifade etmek gerekirse süper güç adayları dünya ölçeğinde önem taşıyan bir bilimsel-teknolojik dönüşümle birlikte yeni lokomotif sektörleri ortaya çıkarmış ve ekonominin farklı sektörleri arasında yeni bir hiyerarşi kurabilmiş olmalıdır.
Japonya’da eksik olan şey buydu. Almanya’da da. Nitekim bu ülkeler dünya ekonomisi ‘70’li yıllarda bunalıma girdiğinde bu bunalımın dışında kalmalarını sağlayacak bir farklılığa sahip değildi.
“Asya Kalesi”nden ve “Avrasya Seçeneği”nden söz edenler “Atlantik Uygarlığı’nın Sonu”nu müjdelerken dünyadaki ekonomik dinamizmin merkezinin de Asya’ya taşındığını iddia ediyor.
İşin pek de şaşırtıcı olmayan yanı bu iddiayı kanıtlamak için ciddi bir çabaya girişmemeleri. Asya ekonomilerinin ne kadar hızlı büyüdüğünü ve ne kadar çok ihracat yaptıklarını vurgulamakla yetiniyorlar.
Teori dergisinin “Atlantik’in çöküşü Asya’nın yükselişi” başlıklı Ekim 2001 tarihli sayısında işin iktisadi cephesi hakkında da bir yazı var.2 Lise öğrencilerine yönelik istatistiki bilgi meraklıları başvurabilir. Ama “Asya’nın yedi dinamik ülkesi”nin (Çin Malezya Hindistan Endonezya Güney Kore Pakistan Vietnam Kazakistan ve Türkmenistan; yani toplam dokuz ülke!) Asya kıtasında yer almak dışında hangi ortak paydaya sahip olduklarını anlamak isteyenler karanlıkta kalmaya mahkum.
Sözü edilen ülkelerden bazıları bir zamanlar “Asya Kaplanları” olarak anılan ülkeler arasında yer alıyordu (Malezya Endonezya ve Güney Kore). Diğer pek çok moda deyim gibi bu deyim de Türkiye’ye batıdan ve bir miktar gecikmeyle ithal edilmişti. Bu konuda en fazla çeviri ve telif eser yayımlanan dönem aynı zamanda sözü edilen ülkelerdeki kriz dinamiklerinin en fazla yoğunlaştığı dönem oldu. Güneydoğu Asya krizi patlak verdiğinde henüz Türkiye’deki Asya Kaplanları edebiyatı zirve noktasına bile varamamıştı!
Bu yazıda asıl olarak Çin’in sergilediği “iktisadi dinamizm” üzerinde durulacak. Ama bu tartışmaya geçmeden önce özellikle Güneydoğu Asya ülkelerine ilişkin birkaç noktaya değinmekte yarar var.
Asya Kaplanları’nın birinci kuşağı görece küçük olmakla birlikte uluslararası ölçekte yürütülen anti-komünist mücadele açısından kritik önem taşıyan ülkelerden oluşuyordu: Güney Kore Tayvan Singapur ve Hong Kong. Bu ülkelerin hızlı gelişiminin ardında her şeyden önce emperyalizmin ekonomik desteği bulunuyordu.
İlk gruba sonradan eklenen Tayland Malezya Endonezya ve Filipinlerle birlikte Asya Kaplanları emperyalist ülkelere yönelik ihracata dayalı bir ekonomik gelişme çizgisi izlerken az sayıdaki sektörde (daha doğrusu alt-sektörde) uzmanlaştılar (tekstil ve konfeksiyon makine ve ulaşım araçları elektronik sektörünün kimi alt-sektörleri vb.). Bu uzmanlaşmanın emperyalist ülkeler açısından da işlevsel bir yanı vardı: Kitlesel tüketime konu olan kimi metaların fiyatları özellikle ikinci grup söz konusu olduğunda ucuz emek gücü avantajından da yararlanılarak düşürülebiliyordu. Böylece bir yandan emperyalist ülkelerdeki işçilerin ücretlerini yaşam standartlarını geriletmeden düşürmek diğer yandan da aynı işçileri “yatırımlarımızı Asya’ya taşırız” tehdidiyle hizaya sokmak mümkün hale geliyordu.
Ancak söz konusu “ihracata dayalı sermaye birikim modeli” ‘80’li yıllardan itibaren az gelişmiş ve orta gelişkinlikteki kapitalist ülkelerin hepsinin önüne konan model oldu. Ve aralarında Türkiye’nin de bulunduğu çok sayıda ülke aynı dünya pazarına aynı metaları satma mücadelesine girişti. Ucuz emek gücü rekabetinin giderek şiddetlenmesine yol açan bu gelişme aynı stratejiyi izleyen ülkelerin hepsinin aynı anda büyümesini de olanaksız kıldı.
Nitekim Asya’nın sonradan yükselen güçleri daha önce yükselmiş olan güçlerin müttefik adayları haline gelmek bir yana onlara rakip oldu.
‘90’lı yıllar aralarında yine Türkiye’nin de bulunduğu çok sayıda orta gelişkinlikteki kapitalist ülke açısından şiddetli krizler öncesindeki bir geçiş evresi oldu. Bu dönemde Güneydoğu Asya ülkeleri de uluslararası mali sermayeyi çekmeye yönelik politikalar uyguladı. Spekülatif sermaye girişleri bu yıllardaki ekonomik büyümenin ardındaki en önemli dinamiklerden biri oldu. Kısa vadeli borçlarla uzun vadeli yatırımlara da girişen bu ülkeler Türkiyeli okurların yakından bildiği türden krizlere doğru koşar adım yol almaya başladı. Nitekim 1997 yılında Güneydoğu Asya krizi patlak verdi. Ekonomiler daraldı işsizlik oranları yükseldi yoksulluk ve sefalet arttı. Yalnızca Endonezya ve Tayland’da yaklaşık yirmi beş milyon insanın 1999 yılında yoksulluk sınırının altına düştüğü tahmin ediliyor.3
Çin sosyalist mi?
Bir ülkenin sosyalist olup olmadığını katı nesnel ölçütlerden hareketle tartışmak çok anlamlı değildir. Sosyalist bir ülkenin komünist öncüsü belirli dönemlerde Sovyetler Birliği tarihindeki NEP döneminde olduğu gibi piyasa ilişkilerinin önünü şu ya da bu oranda açmak zorunda kalabilir. Diğer yandan sosyalizm feodalizm ya da kapitalizm gibi yalnızca nesnel dinamiklere dayanarak ayakta kalabilen bir toplumsal formasyon değil bir geçiş evresidir. Ve bu evre boyunca en kritik faktör nesnel dinamikler değil öncünün niteliğidir.
Ancak bu söylenenler komünist olduğunu iddia eden bir önderlik ne yaparsa yapsın o ülke sosyalisttir türü bir saçmalığa indirgenmez.
Böylesi bir indirgemenin saçmalığını ilk görenlerin Sovyetler Birliği’ndeki ücretli emek sömürüsünü içermeyen kimi iktisadi açılımları bu ülkenin kapitalizm yoluna girdiğinin kanıtı olarak sunanlar olacağı düşünülebilirdi.
Ama böyle olmuyor ve Sovyet düşmanları Çin önderliği sermaye ilişkilerini derinleştirmeye yönelik olarak ne kadar radikal adımlar atarsa atsın Çin’in sosyalist olduğunu iddia etmeyi sürdürüyor.
Dahası 1989 sonrasında Rusya hayranı oluverdiler. Brejnev’den nefret ediyorlardı; Putin’i neredeyse kahraman ilan edecekler. Geçmişte Sovyet ekonomisini yerden yere vuruyorlardı şimdi Rusya’daki ve eski Sovyet cumhuriyetlerindeki ekonomik gelişmeleri bile dünya devriminin ayak sesleri olarak yutturmaya çalışıyorlar.
Çin’in emperyalizme bağımlılık açısından kimi alanlarda bugünün Rusya’sını bile geride bırakmış olduğunu hesaba katınca Maocuların Rusya’ya hayranlıkla bakmalarını anlayışla karşılamak mümkün olabilir.
Öncelikle kendi söylediklerini aktaralım:
“(…)1980’den itibaren ilk önce beş ‘özel ekonomik bölge’ kuruldu. 1984’de 14 kıyı kenti yabancılara açıldı. Özel ekonomik bölgelerin kurulmasından amaç yerli ve yabancı özel yatırımların yapılmasını sağlamaktı. Bu yatırımlar genel olarak hafif sanayi alanında ve ihracata yönelikti. Ancak bunların bir kısmının iç piyasada satılmasına da izin verildi. Çin kurduğu bu özel ekonomik bölgeler sayesinde ülkeye gelen yabancı sermayeyi kontrol altında tutabildiği gibi bu yatırımları ülke ekonomisine artı değer olarak katmayı da başarabildi.”7
Marksizm’den bu denli uzak olanların “artı-değer” kavramını da böyle yalan-yanlış kullanmasından daha doğal ne olabilir
Yazar şöyle devam ediyor: “‘Sosyalist Piyasa Ekonomisi’ adı verilen yöntemle birlikte piyasanın kuralları planlı ekonomi için bir araç olarak kullanılmaya başlandı.”4
Piyasa ekonomisi piyasa ekonomisidir! Bunun başına “serbest” de getirilse “sosyalist” de getirilse ücretli emek gücü kullanılarak üretilen metaların değişimine dayalı bir ekonomi “piyasa ekonomisi”dir.
Piyasa mekanizmalarının ekonomik gelişme açısından merkezi planlamaya göre daha etkin olduğunu iddia etmek elbette mümkündür: Burjuvazi 150 yılı aşkın bir süredir bunu iddia ediyor!
Toplumsal eşitsizliklerin artmasını da şu şekilde mazur göstermeye çalışıyorlar: Evet bazıları çok fazla zenginleşiyor olabilir ama bu sayede sağlanan ekonomik gelişme toplumun en alt katmanlarının refah düzeyini de yükseltir. En azından “teorik” olarak! Çünkü pek çok somut örnekte yoksullar daha da yoksullaşmaktadır.
Turkish Daily News gazetesi 1996 yılında Doğu Perinçek’e Çin’deki yeni zenginler sınıfı ile büyük kentlerin varoşlarında yaşayan insanlar arasındaki giderek büyüyen uçurumu sormuş. Yanıt şöyle: “Zenginleşenler var. Ama alt basamaklardaki insanlar da zenginleştiğinden bu kolektif zenginleşme bir miktar iç rahatlatıyor.”5 Perinçek’in aktardığına göre Çinli yetkililer insanların zenginleşmesine karşı olmadıklarını ama onları partiye almadıklarını söylüyormuş (Çin Komünist Partisi’nin 80. yıldönümü çerçevesinde 1 Temmuz 2001’de bir açıklama yapan parti genel sekreteri “bireysel girişimci”lerin de partiye üye olması çağrısında bulundu!).
Diğer yandan Perinçek köylerin de zenginleştiğini vurguluyor: “Dünyaya ayakkabı ihraç ediyorlar. Türkiye’de çok tanınan Nike ya da Slazenger gibi bazı markaların bu köylerdeki fabrikalarda imal edildiğini öğrendim.”6 Hani şu çocuk emeğini sömürdüğü için ürünleri bir dönem boyunca dünyanın pek çok ülkesinde boykot edilen Nike!
Yalnızca aşağıdaki veriler bile Çin’in ‘70’li yılların sonlarından itibaren ne tür bir sürece girmiş olduğu konusunda fikir sahibi olmaya yetecektir:
1979 yılında dört “Özel Ekonomik Bölge” (ÖEB) açarak yabancı sermayedarlara Çinli işçilerin emek-gücünü sömürme olanağını sağlayan Çin 1984 yılında da 14 “kıyı kenti” açıyor. Gerek ÖEB’lerde gerekse kıyı kentlerinde vergi indirimleri sağlanıyor ücret ve fiyatların yabancı sermayedarlar tarafından belirlenmesine izin veriliyor ve “esnek” çalışma koşulları sağlanıyor. 1991 yılına gelindiğinde Çin’in toplam ihracatının yarısından fazlası ÖEB’lerden ve kıyı kentlerinden kaynaklanıyor.7
1980’lerin başında IMF ve Dünya Bankası’na üye olan Çin ‘90’lı yıllarda da hisse senedi borsaları açıyor. Bugün ülkede 50 milyondan fazla “bireysel yatırımcı”nın bulunduğu tahmin ediliyor.8 Çin’de de bir “rantiye sınıfı” ortaya çıkmış durumda. Bu arada pek doğal olarak Çin borsaları hakkında da manipülasyon tartışmaları yürütülüyor. Ayrıca ülkenin özellikle büyük kentlerindeki gayri menkuller spekülasyon konusu haline gelmiş durumda.
Kamu işletmeleri hisse senetli şirketlere dönüştürülerek özelleştirme sürecine sokulurken bunların hisselerinin bir bölümü daha şimdiden Çin borsalarında işlem görüyor. Diğer yandan Ocak 1998 ile Eylül 2000 arasında kamu işletmelerinden 21 milyondan fazla işçi atılmış ve bunların yaklaşık 13 milyonu yeniden iş bulabilmiş durumda.9 Bu arada ‘80’li yıllardan bu yana Çin’de de “sözleşmeli personel” rejimi mevcut.
Yukarıda da belirtildiği üzere Çin’in Dünya Ticaret Örgütü üyeliği için yapmış olduğu başvuru 2001 Kasımı’nda kabul edildi. Dolayısıyla “Çin pazarı” önümüzdeki yıllarda emperyalist tekellere tümüyle açılmış olacak.
2000 yılında yabancı sermayedarlar Çin’de 42 milyar dolarlık doğrudan yatırım yapmış durumda. Bu miktar ülkenin GSMH’sinin yüzde 4’üne karşılık düşüyor. Aynı yıl Çin’in GSMH’si yüzde 7.9 oranında büyümüş.10 Yani 2000 yılındaki büyümesinin yarısı yabancı sermaye girişinden kaynaklanmış! Buna 1979 yılından beri ülkede kurulmuş olan yabancı sermayeli şirketlerin GSMH’ye katkısı eklendiğinde muhtemelen Çin ekonomisinin geri kalan kısmının küçüldüğü sonucuna varılacaktır! Nitekim 1979 yılından bu yana yabancı sermayenin ülke ekonomisi içindeki payı her geçen yıl büyürken çok sayıda kamu işletmesi kapatılmış ya da üretimlerini azaltmış durumda.
Doğrudan yabancı sermaye yatırımları üzerinde bir miktar durmakta yarar var. Çünkü bu türden sermaye girişlerinin mali sermaye girişinden farklı olarak ekonomik büyümeye “reel” katkıda bulunduğu iddia edilir. Hele bu yatırımların önemli bir bölümü sanayie yöneliyorsa…
Mali sermaye kısa vadede yüksek faiz geliri elde etmek ister. Bir ülkenin geleceğine ilişkin kuşkular belirdiğinde ya mali sermaye kaçışı başlar ya da o ülkenin “risk primi” yani borçlanma faizleri yükseltilir. Ve özellikle ‘90’lı yılların dünyasında mali sermaye sanayi sermayesinin dünya ölçeğindeki ortalama kar oranından daha yüksek faiz getirileri peşinde koşar. Nitekim Türkiye devleti mali sermayedarlara uzun yıllar boyunca dolar bazında yüzde 20-30 ve daha yüksek getiriler sağladı.
Peki sanayi sermayesi daha mı “anlayışlı”dır Sanayici emperyalistler daha mı az sömürgendir Onlar sermayelerini insanlığın gelişimine mi vakfediyor
Sermaye sahiplerini “mali sermayedar” ve “sanayici sermayedar” diye ayırmanın pek fazla anlamı bulunmaz. Fabrikası bulunan bir kapitalist elde ettiği kârı fabrikasını genişletmek ya da yeni bir fabrika açmak için kullanmak zorunda hissetmez kendini. Taş üstüne taş koymadan da parasını büyütmenin yolunu bulduğunda hiç tereddütsüz bunu yapar.
Bir sermayedar sınai bir yatırıma girişmek için parasını faize yatırsa elde edebileceğinden daha yüksek bir kâr oranına ulaşıp ulaşamayacağına bakar. Bu yatırımı bir başka ülkede yapacaksa işin içine bir de “risk primi” katar.
Eğer bugün yabancı sermayedarların en fazla yatırım yaptığı ülkelerden biri Çin’se bunun ardında sosyalizm hayranlığı değil dünyanın diğer kapitalist ülkelerinde elde edebileceklerinden çok daha yüksek kâr oranlarına ulaşabilmeleri bulunmaktadır.
Bu kârların kaynağında neyin bulunduğunu sormaya gerek var mı Kimileri için olabileceğini düşünerek cevabı da verelim: Elbette her şeyden önce önemli bir bölümü açlık sınırında yaşayan Çinli emekçilerin karşılığı ödenmemiş emek güçleri! Buna bir de yağmalanan ülke kaynaklarını eklemek gerekiyor!
Bu arada Çin iki yıl önce dünya kapitalizminin “kale”leri arasında yer alan Hong Kong’u İngiltere’den geri aldı. Yine hatırlatmakta yarar olabilir: “Sosyalizm”e pek fazla ihtiyaç duymadığını düşünüyor olmalılar ki Hong Kong ekonomisine (ve bu arada Hong Konglu sermaye sahiplerinin üretim araçları dahil özel mülklerine) hiç dokunmadılar. Ne de olsa Çin önderliğinin hayali bütün Çin’in bir Hong Kong haline getirmek!
Bundan 6 yıl önce Gelenek sayfalarında şöyle yazılmıştı:
“Çin önderliği çok kısıtlı bir dönem haricinde ki bu dönem kabaca ÇHC’nin ilanından sonra Kültür Devrimi öncesine kadar uzatılabilir sosyalist kuruluşu gerçekleştirme yönünde toplumsal yapıyı zorlayıcı bir iradeye sahip olmamış bir önderliktir; Çin de devlet eliyle kalkınma girişimlerinde bulunmuş olan geç ve sancılı kapitalistleşen bir ülkedir.”15
Sosyalist olmasa bile “süper güç” olabilir mi?
İP çizgisinin Çin’deki düzenin niteliği konusunda aslında o kadar iddialı olmadığı da düşünülebilir. Nitekim bu konuyu uzun uzadıya tartışmıyorlar. Ama ısrarlı oldukları bir nokta var: Çin’in 2010 yılında (daha önce 2015 ondan önce de 21. yüzyılın ilk çeyreği diyorlardı) dünyanın en büyük ekonomik gücü haline geleceği. Ve diğer Asya ülkeleriyle birlikte Çin’in ABD’nin yerini alacak bir güç oluşturacağını söylüyorlar.
Gerek Asya Kaplanları gerekse Çin ekonomisinin niteliği ile ilgili olarak yukarıda söylenenlerden Asya’dan “yeni bir süper güç” çıkmasının bir hayli zor olduğu sonucuna varmak mümkün. Ama burada birkaç noktaya daha değinmekte yarar var.
Çin ekonomisi gerçekten de hızlı büyüyor. 1980-1990 döneminde yılda ortalama yüzde 10.1 ve 1990-2000 döneminde yılda ortalama yüzde 10.3 oranında büyüyen Çin’in11 GSMH’sinin belirli bir vadede ABD’nin GSMH’sini geçmesi gerçekten de ihtimal dahilinde.
Ama nüfusu 1 milyar 260 milyon olan bir ülkeden söz ediyoruz! Yani kişi başına düşen milli geliri 2000 yılında 870 dolar olan bir ülkeden! Yani kişi başına düşen gelir açısından Türkiye’nin bile bir hayli gerisinde kalan ve yoksullar sınıfına giren bir ülkeden! Çin ekonomisinin yıllık büyüme oranlarının 1999 yılından bu yana yüzde 8’in altında kaldığını bir yana bırakarak bu ülkenin yüzde 10’luk bir ortalama büyüme temposunu koruyacağını varsayalım. Buna ABD ekonomisinin hiç büyümeyeceği (1996-2000 döneminde yılda ortalama yüzde 4.1 oranında büyüdü) ve her iki ülkenin nüfuslarının hiç artmayacağı varsayımlarını ekleyelim. Bu durumda Çin’in kişi başına düşen milli gelir açısından ABD’yi yakalaması (yani kişi başına yıllık gelirin 35 bin dolar düzeyine yükselmesi) için gereken süre yaklaşık 40 yıl olacaktır.
Ancak ortada bir kısır döngü var: Çin’in hızlı büyümeye devam edebilmesi için başta ABD olmak üzere emperyalist ülkelerin de büyümesi gerekiyor! Çünkü Çin’in büyümesinin ardındaki temel dinamik ihracata yönelik yabancı sermaye yatırımları. Dünya Bankası’nın verilerine göre 2000 yılında Çin’in mal ve hizmet ihracatının GSMH’ye oranı yüzde 25.9’a ulaşmış durumda.
Ya teknolojik gelişme
Emperyalist ülkelerin yatırımları sayesinde ne kadar teknoloji transfer edilebilirse o kadar…
Çin’in ihraç ettiği ürünlerin yüzde 69’unu mekanik ve elektrikli aletler giyim eşyaları tekstil ürünleri iplik ve kumaşlar ayakkabı ve oyuncaklar oluşturuyor.12 Bunların dışında elektronik sektöründe de belirli bir “dinamizm” var: Sektörün emek-yoğun alt-sektörlerinde! İleri teknoloji gerektiren yatırım malları ve ara mallar ise ithal ediliyor. Nitekim Çin’in ihracatı ile birlikte ithalatı da düzenli bir şekilde artıyor.
“Süper güç” olamasalar bile dünya devrimine öncülük edemezler mi?
Herhangi bir coğrafyanın dünya devriminin merkezine yerleşebilmesi için ille de bu coğrafyadan bir “süper güç” çıkması gerekmez elbette. Dolayısıyla Asya’nın ya da Avrasya’nın dünya devriminin merkezine yerleşeceği iddiası ayrıca tartışılmayı hak edebilir.
Ama söz “devrim”den açıldığında ilk yapılması gereken “hangi özne” ya da “hangi özneler” sorusunu yanıtlamaktır. Ve eğer “dünya devrimi” ile kastedilen insanlığın sınıfsız topluma ulaşma mücadelesindeki bir uğraksa söz konusu özne ya da öznelerin sınıfsal niteliği ayrı bir önem kazanacaktır. Dünya devriminin merkezine Asya’nın yerleşeceğini iddia edenlerin bu kıtadaki hangi ciddi sınıfsal kalkışma dinamiklerini önemsediklerini de ortaya koymaları gerekir.
Bunu yapıyorlar mı?
Onların derdi bambaşka!
Rusya ve Çin’i yeniden sosyalizm rotasına sokacak devrimlerin gerçekleşme olasılığını değil bu ülkelerin bugünkü iktidarlarını ve bugünkü politikalarını önemsiyorlar. Onları ilgilendiren dünya devriminin merkezi olma yolunda ilerlediğini iddia ettikleri Asya ya da Avrasya’daki devrimci örgütler değil Şanghay İşbirliği Örgütü ya da Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü gibi kurumlar. Onların hayali Asya’nın emekçi halklarının kendi ülkelerindeki iktidarlara karşı sosyalizm için harekete geçmesi değil bir “Asya NATO’su”nun erleri olarak ölmeleri ve öldürmeleri.
Bugüne kadar emperyalist ya da kapitalist ülkeler arasındaki çelişkilere bel bağlayan pek çok “devrimci” örgüt çıktı. Ama söz konusu çelişkilerin taraflarından birini “devrimci” ilân etmek yola Sovyet düşmanlığıyla çıkan Maocuların “katkı”sı oldu.
Kapitalist ülkelerin kendi aralarında oluşturacağı her tür birliğin dünya emekçilerinin başına beladan başka bir şey getirmeyeceğini bilmek solculuğun en temel gereklerinden biridir.
Peki tüm bunları da bir yana bırakarak Avrasya ya da Asya’daki sınıf hareketlerinin dünya devriminin yolunu açıp açamayacağı üzerine tartışılamaz mı
Elbette tartışılabilir.
Ama kesin olan bir şey var: Dünya devrimine giden yol “Asyalılık” kimliğine dayandırılamaz. Asya kıtasını dünya devrimi açısından önemli kılan emperyalist-kapitalist sistemin çelişkilerinin yoğunlaştığı bir kıta olması. Ama bu çelişkiler arasında Asya’nın geri kalmışlığı da var!
Ekim Devrimi’ni gerçekleştiren Rus komünistlerinin gözlerini diktikleri coğrafya Asya değil dünya devrimi açısından vazgeçilmez kabul ettikleri Avrupa’ydı. Asya’nın emekçi halklarının mücadele potansiyelini küçümsediklerinden değil dünya devrimine giden yolu kısaltabilmek için.
Önümüzdeki devrim dalgasının Asya’da patlak vererek yine bu kıtada sıkışıp kalması da bir ihtimaldir. Bu ihtimalin gerçekleşmesi durumunda söz konusu devrim dalgasının kazanımlarını korumak ve ilerletmek için elden gelen her şeyi yapmaksa bir görev…
Biz dünya devrim süreci açısından kritik önem taşıdığını düşündüğümüz coğrafyayı şu şekilde tarif ediyoruz:
“Dünya devrim sürecinin yakın gelecekteki kritik bölgesi aynı zamanda emperyalist güçlerin üzerinde en fazla durdukları Doğu Avrupa bölgesidir. (…) Bölge aynı zamanda Yunanistan Kıbrıs Türkiye ve Rusya da dahil edilerek değerlendirilmelidir. Bu sayılanlar hem nesnel hem de öznel nedenlerle sınıf temelli bir sosyalist kalkışmanın güçlü dayanaklarına sahip olduğumuz zayıf halka adayı ülkelerdir.”18
Ancak devrim Doğu Avrupa’da da patlak verse Asya’da da komünistlerin gözlerini dikmesi gereken coğrafya Avrupa’dır. Dünya kapitalizminin ‘70’li yılların başından beri bunalımda olduğunu ve bu bunalımın öngörülebilir vadede aşılmasını sağlayacak dinamiklerin yokluğunu hesaba katarak…
Ve her şeyden önce işçi sınıfının devrimci potansiyeline güvenerek!
Dipnotlar ve Kaynak
- a.g.d. s.17-18.
- KAYNAK Güneş “Asya: Dünyada Ekonomik Dinamizmin Merkezi” Teori a.g.d.
- PATNAIK Prabhat “Capitalism in Asia at the End of the Millenium” Monthly Review C.51 S.3 Temmuz-Ağustos 1999.
- a.g.m. s.25.
- Turkish Daily News 16 Eylül 1996 www.ip.org.tr
- a.g.y.
- MA Jun “China’s Economic Reform in the 1990’s” Ocak 1997.
- “Survey: China” The Economist 6 Nisan 2000 www.economist.com
- Dünya Bankası’nın Çin ekonomisine ilişkin Mart 2001 tarihli altı aylık değerlendirme raporu www.woldbank.org
- “China at a Glance” www.worldbank.org
- a.g.m.
- Dünya Bankası’nın Çin ekonomisine ilişkin Eylül 2001 tarihli altı aylık değerlendirme raporu www.worldbank.org