Türkiye’nin içinden geçtiği siyasal süreci değerlendirmek herkes açısından fazlasıyla önemli. En gelişkin örgütlenme biçimi olarak tanımlayabileceğimiz siyasal partilerden, belki şimdiye kadar siyasetle hiç ilgilenmemiş “sokaktaki insan”a kadar hemen herkes ülkenin gidişatına dair doğru ya da yanlış akıl yürütmeye ve geleceği (belki de kendi geleceğini) görmeye çalışıyor.
Sosyalist İktidar Partisinin (SİP) değişik yayın organlarında bu süreci farklı boyutlarıyla ele alıp değerlendiren oldukça doyurucu incelemeleri bulmak mümkün. Genel olarak restorasyon başlığı altında yaptığımız değerlendirmelerde, bir taraftan bu süreci kurgulayan sermaye programını ve bu programın güncel adımlarını deşifre etmeye çalışırken, bir taraftan da komünist hareket açısından atılması gereken adımları saptamaya çalıştık 1 .
Bu yazıda ise, genel olarak restorasyon başlığını ele almayacağız. Yakın zamana kadar oldukça sık kullanılan bir cümle vardı: Kışlaya, camiye ve okula siyaset girmez… Restorasyon süreci boyunca, sanki birileri bu sözü kulaklarına küpe yapmış ve tam tersinden uygulamakta. Restorasyonun, özellikle ilk dönemlerinin belki de ana özelliklerinden birisi her yerden daha fazla camiye, kışlaya ve okula siyaset girmesi oldu. Bu yazıda konumuz okul, ama daha özelleşmiş bir alan olarak, üniversite.
Restorasyon sürecinin özel olarak üniversiteleri nasıl bir rotaya oturttuğunu tanımlamak görevi önümüzde duruyor. Bu rotada yol alırken en fazla etkilenen kesimlerden birisinin üniversite öğrencileri olması da çok doğal. Yaklaşık beş altı yıllık bir süreçten söz ettiğimize göre artık üniversite öğrencilerinin tamamının restorasyonun yarattığı ideolojik atmosferden ve siyasal süreçlerden bir şekilde etkilendiğini, “yeni” bir kuşak oluştuğunu düşünebiliriz. Üniversitelerdeki bu “yeni” kuşağa da kısaca değinmek istiyoruz.
Bu iki alt başlıktan sonra, son olarak da restorasyonun üniversitelerdeki ayaklarına, restorasyon sürecinin yarattığı rüzgarla yelkenlerini şişirip, onunla uyumlu bir siyasal kimlik oluşturarak yol almaya çalışanlara dair de artık birkaç laf etme vaktimizin geldiğine inanıyoruz. Nerelerden geldiklerine, ne söylediklerine, söylediklerini nasıl temellendirdiklerine bakarak, önümüzdeki dönem üstlenebilecekleri misyonları değerlendirmeye çalışacağız.
Restorasyonun üniversiteleri
Üniversitelerin toplumsal süreçlerden en çabuk ve en fazla etkilenen kurumlardan birisi olduğu zaten genel olarak kabul gören bir yaklaşımdır. Eklenmesi gereken önemli bir nokta ise, değişik süreçlerde ve farklı boyutlarda olmakla beraber üniversitelerin aynı zamanda etkileyen olabilme şansını da yakalayabildiğidir.
Özel olarak restorasyon süreci ele alındığında ise üniversite başlı başına bir hesaplaşma alanı haline gelmiştir. Bu süreçte dinci gericilik başlığında atılan adımlardan, en ciddi karşı karşıya gelişlerden birisinin, türban gündemi üzerinden yaşandığına dönük bir itiraz geleceğini sanmıyoruz. Bunun mekanının üniversiteler olması ise bir tesadüf değil, aksine bunun gayet planlı bir adım olduğu da fazlasıyla açık, örneğin üniversitelerdeki türban genelgesinin 28 Şubat 1998 tarihini taşımasının bir tesadüf olamayacağı gibi.
Ancak hemen eklemek gerekiyor ki restorasyon süreci boyunca üniversitelerde yaşanan değişimi sadece gerici hareket ile ilgili boyutuyla ele almak ise kesinlikle eksiklik taşımaktadır. Restorasyon sürecinde “Asker Partisi”nin kuyruğuna takılmayı tercih edenler, ısrarla bu başlığı gündemde tutarak meşruluk alanlarını genişletmeyi amaçlıyorlar. Kuşkusuz bu başlıktaki müdahaleye dair de söyleyecek sözümüz var, ancak müdahalenin daha kapsamlı boyutları olduğu ve üniversitelerin her geçen gün, sermaye lehine olarak tanımlayabileceğimiz bir değişimle karşı karşıya olduğu gerçeği, en az dinci gericilik başlığı kadar önemli bir başlıktır.
Daha üstü kapalı yaşanan bu değişimin, sürecin olağan akışıyla ya da genel hedefleriyle bir karşıtlık taşıması bir yana, gayet uyumlu bir çizgide ilerlediği açık. Ülke çapında sürdürülen yeniden yapılandırma çalışmaları üniversitelerde de ciddiye alınması gereken boyutlarda kendini göstermektedir.
Bu söylediklerimizin en somut göstergesi geçtiğimiz eğitim öğretim dönemininin sonunda önce gazete ve televizyonlara “Rektörlerden isyan” başlığıyla yansıyan, son olarak da üniversite öğrencilerinin ödemesi gereken harçların uygun bir zamanda 600 ABD doları sınırına çekilmesi isteğiyle hafızalarımızda yer tutan süreçtir. Ayrıca bunu tek başına harçların artırılmasıyla da sınırlandırmamak gerekir. Bu yükseköğretim başlığında önümüzdeki dönem yaşanacağı öngörülen sorunların kristalize boyutudur.
Şimdilik ve en azından araştırma fonlarının kaldırılması ile, üniversitelerdeki araştırma faaliyetlerinin bütünüyle bir kenara bırakılabileceğini söyleyebiliyoruz. Buradan doğacak boşluğun da üniversite-sanayi işbirliği denen sermayenin üniversitelerdeki denetim ve yönlendiriciliğini artıracak bir “çözüm”le doldurulmasının planlandığını öngörebilmek içinse fal açmaya gerek yok. Bunun bir diğer yansıması da devlet üniversitelerinin kısılan bütçelerinin özel vakıf üniversitelerine aktarılmasıdır ki, içinden geçtiğimiz günlerde bu başlıkta oldukça fazla örnek görülebilmektedir.
Sadece son iki yılın bütçe verileri incelendiğinde bile devletin eğitime bakışının nasıl bir niyet taşıdığı anlaşılmaktadır. 2001 yılı bütçesinde yükseköğretime ayrılan pay yüzde 2 olarak ilan edilmiş durumda, bu oran 2000 yılı bütçesinde yüzde 4’ün üzerindeydi. Sadece oran olarak bile yarı yarıya indirilen bütçe ödeneğine, bu iki yıllık zaman dilimi içinde ülkemizdeki üniversitelerin ve üniversite öğrencilerinin sayısındaki artış ve son bir yıldır yaşanan ekonomik krizin etkisi de eklenip birlikte düşünüldüğünde en az 4-5 katlık bir düşüşü gözlemlemek mümkün. Bununla birlikte, yeni yüksek öğretim yasası ile getirilen değişiklikler ve bu bütçenin devlet üniversiteleri ile vakıf üniversiteleri arasındaki bölüşümünün getirdiği handikap düşünüldüğünde devlet üniversitelerinin içler acısı durumu daha açık bir biçimde gözler önüne serilmektedir 2 .
Şunu açıkça ifade etmek gerekiyor ki, üniversite öğretiminde üniversiteye giriş sınavlarından başlayarak mezuniyet aşamasına kadar iğrenç bir oyun sahnelenmektedir. Son birkaç yıldır uygulanan yeni üniversite sınav sistemiyle, özellikle meslek liseleri olmak üzere devlet liselerinde okuyan öğrencilerin üniversiteye girme oranlarında ciddi bir düşüş yaşandığı biliniyor. Sadece son sınavın ardından açıklanan veriler bile bunu görmek için yeterlidir. Örneğin, her zamanki gibi ülkenin coğrafi olarak neredeyse yarısını oluşturan Kürt illerinden sınava girip “başarılı” olanların oranı, (dikkat edin sayısı değil oranı) İstanbul, İzmir gibi büyük şehirlerdeki oranın oldukça altındadır. Üstelik bu uçurumu tek başına bölgesel farklılıklarla tarif etmek de yeterli olmamaktadır. Bunun çok daha ötesinde bir uçurum da sınıfsal kökenler açısından gözlemlenebilir. Burada da üniversiteye giren insanların yaklaşık yüzde 65’inin özel ya da özel statülü liselerden mezun olması gibi matematiksel bir gerçekle karşı karşıyayız.
Eğitime ve özel olarak üniversitelere dönük olarak son dönemde alınan kararlarla ülkemizin hem bugünü hem de geleceği ciddi ölçülerde tehdit edilmektedir. Bugün devlet üniversitelerindeki toplam öğrenci sayısının yarısı, örgün eğitim öğrencisi olmak üzere, 750 bin civarında olduğu tahmin ediliyor. Yani alınan bu kararlar direkt olarak yarım milyondan fazla insanın hayatını etkilemektedir, bunun da ülkemizin geleceği olduğunu söylemek abartılı sayılmamalıdır.
Türkiye’de üniversitede okuyan bir öğrenciye bütçeden ayrılan ödeneğin 2001 yılı verileri ile bir yıllık toplamı yaklaşık 650 milyon lira civarındaydı. Buna özel üniversitelerin de dahil olduğu düşünülürse, kişi başına düşen gerçek payın bunun bile altında olduğunu düşünmek gerekir. Devlet üniversitelerindeki bu iç boşaltma ve yıkım uğraşının yanı sıra, özel vakıf üniversiteleri devletten aldıkları desteklerle tam anlamıyla “lale devri”ni yaşıyorlar.
Birincisi ve en önemlisi bu kadar fazla gündeme gelmelerine rağmen özel vakıf üniversitelerinde okuyan toplam üniversite öğrencisi sayısının en fazla 15 bin civarında olduğu tahmin ediliyor. Bütün üniversitelerdeki toplam üniversite öğrencisi sayısının 750 bin olduğu düşünüldüğünde sadece yüzde 2 gibi bir oranla karşılaşıyoruz ki, yüzde 98’lik bir toplam karşısında kararların bu yüzde 2 gözetilerek alınması devletin nasıl bir eğitim sistemi için ve kimin yararına kararlar aldığını yeterince açık biçimde sergilemektedir.
Özel vakıf üniversitelerinin kuruluşlarından bu yana bir bütün olarak üniversite eğitimine dönük bir saldırı misyonu üstlendikleri açık 3 . Üstelik son yapılan düzenlemelerle bütçeden bu üniversitelere ayrılan payın artırılmaya çalışıldığını da biliyoruz (Herhangi bir özel vakıf üniversitesi kendi bütçesinin yüzde 45’i kadar devlet desteği almaktaydı) 4 .
Üniversitelerdeki değişimle ilgili olarak şimdiye kadar oldukça az sayılacak verilerle örneklediğimiz bu iddiaların “ekonomi” ve istatistik ağırlıklı olması bahsettiğimiz dönüşümün küçümsenmesini getirmemelidir. Aksine üniversitelerdeki ideolojik şekilleniş bu yapıya uygun bir hal almaktadır. Bir taraftan bu yapıya uygun bir düşünce egemen olduğu için hiçbir karşı duruş yaşanmadan istendiği gibi at oynatılabiliyor, diğer taraftan süreç ilerledikçe de sorgulanamaz ve mutlak kabul görmesi gereken bir düşünce olduğu kanısı yaygınlaştırılıyor.
Bu sürecin en zorlu yanlarından birisi de budur. Bir parantez açalım, örneğin İstanbul Üniversitesi ele alındığında bazı kafalarda Kemal Alemdaroğlu’nu eleştirmek ile karşı devrimci olmak bir sayılmakta ve bunun yaygınlaştırılması için çalışılmaktadır. Oysa Alemdaroğlu, bırakın devrim sayılacak bir adım atmayı, kendi inisiyatifiyle reform kapsamında bile değerlendirilebilecek tek bir adım atmamıştır. Konumuz Alemdaroğlu olmadığı için uzatmayalım ama meraklı olan varsa araştırabilir.
Bu ara başlığı sonlandırırken geçtiğimiz dört beş yıllık zaman içinde üniversitelerimizin, düzenin ihtiyaçları ve gelecek perspektifi doğrultusunda ciddi bir yeniden yapılandırma sürecinin etkisini fazlasıyla hissettiğini söylemek gerekiyor. Birazdan üniversite öğrencileri başlığını açtığımızda tekrar değineceğiz ama, üniversite öğrencilerinin bu düzeyde geleceklerinden korkar hale geldikleri başka bir dönem daha herhalde yaşanmamıştır. Üniversiteler ile ilgili devletin attığı bu adımlar sonucunda, özellikle sosyal bilimler alanında okuyan öğrencilerin gelecekleri konusunda her şey şansa bırakılmış durumda. Mühendislik ve benzeri alanlarda eğitim gören öğrencilere ise, sermaye sahiplerine hizmet etmek dışında bir şans bırakılmamış durumda ve ancak bunu en iyi yapanın “geleceği olduğu”na inandırılmak isteniyorlar.
Bu sürecin ülkemiz emekçileri ve emekçi çocuklarının geleceği açısından hiç de olumlu özellikler taşımıyor oluşu, komünistler açısından bir mücadele başlığı olarak algılanması için yeterli. Bu konuda inandırılmak istendiği gibi bütünüyle şansız bir noktada değiliz ve ille bir yerlerine tutunmak ve kabul etmek gibi bir zorunluluğumuz ise kesinlikle yok. Fakat güçlü ve bütünlüklü bir karşı duruş gerçekleştirilmediği koşullarda bu sürecin hızlanarak ilerleyeceği olasılığını da kafalarımızdan çıkarmamak gerekiyor.
Restorasyonun üniversitelileri
Bu karşı duruşu gerçekleştirme ihtimali en kuvvetli olanların cephesine, üniversite öğrencileri cephesine bakmaya çalışalım. “Bu süreçte üniversite öğrencileri ne yapıyor” gibi bir soruyu tartışmaya çalışıyoruz. Biraz ilginç gelebilir ama bu soruya ilk elden verilecek yanıt, üniversite öğrencilerinin bir bütün olarak bu süreç karşısında aynı saiklerden etkilenmediği ve ortak tepkiler geliştirmediği olacaktır. Ama ille de genel bir değerlendirme yapmak gerekirse bu dönem herkes için bir konum belirleme çabasıyla geçti.
Eklemek gerekiyor ki, tek başına politik bir faaliyet içinde olan insanlardan değil bütün üniversite öğrencilerinden söz ediyoruz ve bu söylediğimiz de bu bütünü kapsamaktadır. Politik tavır alışların tamamını bu yazı içinde değerlendirmek yazının boyutlarını ve amacını fazlasıyla aşıyor. Fakat belki başka bir yazıda açmak üzere de olsa şunu söylemek istiyoruz: Bu süreç içinde karşımıza çıkartılan “tekil” gündemlere karşı takınılan tavır ile bütün olarak bu süreci değerlendirmek ve tavır alma arasında mutlak bir bağ olmasına rağmen ikisini bir ve tek başlık olarak değerlendirmemek gerekir.
Tekrar en genel anlamda bütüne baktığımızda görünenlere dönersek. Önce, dinci gericilik başlığıyla başlayalım. Şunu söylemek gerekiyor, özellikle büyük kentlerdeki üniversitelerde gerici örgütlenmelerin güçlerinden çok şey kaybettikleri gibi bir gerçekle karşı karşıyayız. Örneğin sürecin gericiler açısından tepe noktası diye tanımlayabileceğimiz “Türban eylemleri” sırasında toplanan, kimi zaman binlerle ifade edilen kalabalıkların bugün için toparlanabilme şansı kalmamıştır. Dolayısıyla gerici hareketin genç nüfusunun sokak gücü açısından bir zayıflama yaşadığından söz edebiliriz.
Özellikle imam hatip liselerinden gelen militan kesimin önünün kapanması nedeniyle önümüzdeki dönemlerde de böylesi bir toplamın üniversitelerde oluşması mümkün gözükmüyor. (Burada bir parantez açarak bu veri ışığında imam hatip liselerinin tümden kapatılmasının gerici tabanın daraltılması anlamında ne kadar önemli olduğunu hatırlatma ihtiyacı duyuyoruz.) Gericilerin ağırlıklarını ve meşruluklarını büyük ölçüde yitirmesi, komünistler açısından elbette sevindiricidir. Ancak tek başına bu veri ile hareket etmek hatalı sonuçlara götürecektir.
Birincisi, toplumsal dokuda kendisini var etmeye devam eden gerici ideoloji ve örgütlenmeler, mutlaka üniversitelerde de kendilerini var etmenin uğraşı içindeler, üstelik bugün artık daha sinsice ve daha dikkatli adımlar attıklarını akıllardan çıkartmamak gerekir.
İkinci ve en az bunun kadar önemli olan bir diğer husus ise, siyaseten ortaya çıkan bu boşluğun nasıl ve kim tarafından doldurulacağı ile ilgilidir. Üniversite öğrencileri ile ilgili kafa yorarken üzerinde asıl durulması gereken soru da budur. Örneğin gericilere dönük tepkisi artan ama “ne de olsa askerler bu işi halleder/hallediyor” diye düşünüp kenara çekilenlerin oranının hiç de az olmadığını göz ardı etmek mümkün değil. Dolayısıyla siyasetle ilgisi seyircilik ya da taraftarlık boyutunda olan bu anlamıyla siyasetin dışında diye tanımlanabilecek bir toplamdan söz etmek mümkün.
Yukarıdaki ara başlığın sonunda değinmiştik, üniversitelerin son dönemki yeniden yapılandırılmaları sürecinde üniversite öğrencileri açısından ortaya çıkan bir sonuç da kafalarda gelecek ile ilgili koskocaman bir soru işaretinin oluşması durumu. Bunu birkaç boyutta ele alabiliriz, örneğin yetmişli yıllarda çekilen pek çok Türk filminin ana karakterlerinden bir tanesinin köyünden çıkıp büyük kente okumaya gelen ve okulunu bitirdikten sonra doktor, öğretmen veya mühedis olup köyündeki insanlara hizmet etmek derdini taşıyan gençler olduğu bilinir. Özellikle 12 Eylül sonrası kuşak düşünüldüğünde bu eğilimin gittikçe hızlanarak yok olduğunu görüyoruz. “Benim memurum işini bilir” ya da “devlet malı deniz…” gibi “özlü” sözlerde kendisini ifade eden ideolojik atmosferde şekillenen köşe dönmeci düşüncenin hakimiyetindeki bir nüfustan söz etmek mümkündü. Bugüne baktığımızda ise, hâlâ bu “köşe dönmeci” düşüncenin yaygınlığı korunsa da “galiba köşeyi dönemeyeceğiz” tarzı bir düşüncenin -ya da endişenin- bu alanı zorladığı görülüyor.
Bir dönem için Anadolunun en ücra köşelerine birer seçim yatırımı olarak açılan “tabela üniversiteleri”nin mezunlarının yaşadığı üniversite sonrası işsizlik sorunu bugün çok daha büyük boyutlara ulaşmıştır. Hatta sayılı ve köklü üniversiteler olarak tanınan kimi üniversitelerin mezunlarının bile aynı durumda olduğunun geçtiğimiz aylarda gazetelerin manşetlerine yansıdığı hatırlanacaktır. Son dönemlerde oldukça yoğunlaşan bir eğilim de “kapağı yurtdışına atma” oldu. Geçmişte yüksek lisans ve benzeri amaçlarla, eğitimi sürdürme hevesinin ürünü olan Avrupa ülkelerine ya da ABD’ye gitme, artık üniversite bitirmiş olmasına rağmen vasıfsız çalışmayı bile kabul edebilen öğrencilerin de isteği haline geldi. Maalesef hızla yaygınlaştığını da gözlemliyoruz. Bunun en temel nedeni ülkenin içinde bulunduğu durumun en küçük bir ümit vermiyor oluşu ve diğer taraftan da yıllardır siyaset dışında tutulan bu genç kuşağın kendisini herhangi bir değiştirme kavgasının içinde göremiyor olmasıdır.
Bu söylenenlerin büyük bir kalabalığı oluşturan bir toplam içerisinde mutlaka istisnası vardır. Ancak istisnaları da akılda tutarak bir ortalama yakalamaya çalışıyoruz. Sapmalara dair ise, her düzeyde örnek vermek mümkün. Örneğin, herhangi bir üniversitede Sosyal Antropoloji, Klasik Arkeoloji ya da benzer bölümlerde okuyan öğrencilerle mühendislik, mimarlık ya da iktisat, işletme gibi bölümlerde okuyan öğrencilerin ülkeye ya da kendi geleceklerine bakışlarında elbette farklar var. Hatta aynı fakültenin makina mühendisliği ile endüstri ya da bilgisayar mühendisliği öğrencileri arasında da benzer farklı bakışlara rastlamak mümkün. Son söylediklerimizi destekleyen bir bilgi de 2001 ÖSS sınavı değerlendirmeleri arasından geldi. Bu değerlendirmelere göre halen herhangi bir üniversiteye kayıtlı olmasına rağmen ikinci bir üniversite kazanmak için sınava giren öğrencilerin sayısında ciddi bir artış var. Bunun tek bir açıklaması var. Lise biterken önce, “ne olursa olsun kapağı bir yere atayım” diye düşünen genç arkadaşlarımız bir iki yıl geçtikten sonra gelecek kaygısını daha yakıcı olarak hissetmeye başlıyor ve daha iyi bir üniversitede okumak için çaba harcıyor. Daha iyi bir üniversiteden bekledikleriyse, genellikle gelecekte kazanılacak daha çok para ve sınıf atlama hayalleri.
Önümüzdeki dönem üniversite öğrencileri arasında öncelikli olarak şöyle bir ayrıştırmaya gitmek mümkün olacak gibi görünüyor. Bir tarafta, memleketin içinde bulunduğu durumun da bir sonucu olarak kapağı dışarı atmak isteyenler. Ülkeyi ve gençliği bu duruma sokanın iktidar olduğunu da unutmadan, bu bencil anlayışı karşıya almak ve bu bakışı mahkum etmek gibi bir görevle karşı karşıyayız. Bunun dışında kalanları ise, mücadele etmek dışında bir şans olmadığına ikna etmek.
Restorasyon çocukları
Bir yılı biraz aşkın bir zaman önce soL Dergisi’nde yayınlanan bir yazıdaki tespitimizle başlamak faydalı olacak:
“Şu anda pek çok üniversitede Atatürkçü Düşünce Kulübü benzeri oluşumlara rastlamak mümkün ancak kalem kalem yazıldığında kalabalık gibi görünmelerine rağmen bunların etkin olarak çalışma yaptıkları bir güç oluşturdukları tek bir üniversiteden bile söz edilemez.
28 Şubat süreciyle birlikte yeniden örgütlenmeye çalışan Atatürkçü gençlik açısından önemli sorunlardan bir tanesi bu toplamı temsil edebilecek bir siyasal örgütlenmeyi yaratabilmek” 5 . [ALGÜN H. Meriç]
Yukarıdaki satırlar geçen yıl yaz başında yazıldı. Eylül’de okullar açılır açılmaz da “Atatürkçü gençlik”, merkezi örgütlenmelerini yarattı. Hem de bir değil iki ayrı örgüt, her ikisi de bu cephenin sözcüsü olduğunu iddia ediyor. Yazımızın bu kısmında yaklaşık bir yılı bulan pratikleriyle beraber bu örgütleri ve muhtemel geleceklerini ele almaya çalışacağız. Sözünü ettiğimiz örgütler; kısa adı ADKF olan Atatürkçü Düşünce Kulüpleri Federasyonu ve kısa adı UGB olan Ulusal Gençlik Birliği.
Elbette ki, ikisi de gökten inmedi ve ikisinin de bir geçmişi var, üstelik belli bir noktaya kadar da ortak bir geçmiş.
Önce ADKF ile başlayalım, bu “federasyon” örgütlenmesinin fikrini ve pratik temelini atanlar yaklaşık bir iki yıl öncesine kadar İşçi Partisinin (İP) gençlik örgütü olan Öncü Gençlikte çeşitli düzeylerde yöneticilik görevleri üstlenmişlerdi. Ayrıntısıyla inceleme olanağımız elbette ki yok ama İşçi Partisi bu isimlerin partinin içine sızdırılmış bir MİT ajanı ve bu kişinin etrafında hareket eden insanlar olduğunu söyleyerek partiden ihraç etti. Zaten o güne kadar İşçi Partisinin “kemalist-sosyalist ittifakı” projesine uygun olarak üniversitelerde kurulu olan Atatürkçü Düşünce Kulüpleri’nde çalışma yapan bu toplam bir süre sonra çalışma yaptıkları kulüpleri bir federasyon çatısı altında biraraya getirip ADKF adlı örgütü oluşturdular.
Diğer taraftan ise İşçi Partisi ile organik ilişkileri devam eden üniversite öğrencileri de, gençliğin en önemli sorunun ulusal ölçekte birleşmek olduğu fikri doğrultusunda, ulusal birliğini sağlayacak örgüt olarak UGB’yi ilan ettiler.
Örgütsel orijinleri bilmeyenler için ve sadece bir fikir vermesi için özetleme ihtiyacı duyduk, yoksa hiçbir oluşum tek başına örgütsel olarak nereden geldiğine bakılarak değerlendirilemez. Ancak burada önemsenmesi gereken bir iki noktanın da altını çizmek gerekiyor.
Birincisi, sosyalist olma iddiasındaki bir örgütün kemalist-sosyalist ittifakı önerisinin ardından bu ittifakın muhatabını bulamayarak kendisini kemalistleştirmesini, siyasi tarihimizin ilginç bir olgusu olarak kaydetmeyi gerekli buluyoruz. İkincisi de, ajanlık vs. gibi iddiaların her iki tarafı da zor durumda bıraktığını görmek gerekiyor. Örneğin İşçi Partililer, ajanlık iddiasını tek başına teknik bir mesele olmaktan çıkartmalı ve bu ajanlardan siyasal olarak nasıl ayrıldıklarının altını kalınca çizmelidirler. Aksi durumda “Niçin ajan-provokatörlerle aynı siyasal hatta yürüyorsun?” sorusu açıkta kalmaktadır. Aynı durumun ADKF kurucuları açısından da geçerli olduğunu eklemek gerekiyor. Eğer ajanlık iddiası yalansa böylesi bir iddiayı ancak provokatörler ortaya atar dolayısıyla bu durumda da “provokatörlerle” siyasal olarak farklılaşma farklı şeyler söyleme sorunu var.
Bu soruları kendilerine bırakalım ve “aile içi” sorunlardan sıyrılarak siyasal duruşlarını, söylemlerini ve bu söylemlerin üniversite Türkiye ve gençlik ilişkisinde oturdukları yerleri incelemeye çalışalım.
i) Ulusal Gençlik Birliği-UGB (Öncü Gençlik)
Ulusal Gençlik Birliği kurulduğundan bu yana bir yılı aşkın bir süre geçmiş olmasına rağmen ne “gençliğin ulusal birliğini” sağlama amacı noktasında herhangi bir adım atabilmiş, ne de üniversitelerde nasıl bir boşluğa oturduğu konusunda kendi üyeleri arasında dahi bir netliği sağlayabilmiştir. Bundan dolayı yapacağımız değerlendirmelerde muhatabımız UGB’nin siyasal olarak fikir babası olan ve bugün örgütsel olarak da bütününü temsil eden Öncü Gençlik olacaktır. Ulusal Gençlik Birliği’nin bugün için değerlendirmelerimizde kullanabileceğimiz net veriler sunmaması nedeniyle, UGB’nin oturduğu yeri genel olarak Öncü Gençlik’in kuruluşundan bu yana geçirdiği evrimle açıklamaya çalışalım.
Öncü Gençlik, 1994 yılında İşçi Partisi’nin gençlik örgütü olarak kurulurken “parti içindeki dağınık ve örgütsüz bulunan gençliği birleştirme”nin yanı sıra kendisine gençlik hareketine dair de bazı misyonlar biçiyordu. Aynı yıl toplanan İşçi Partisi 3. Genel Kongresine İstanbul İl Örgütü’nün hazırladığı rapordaki konuyla ilgili bölüme bir göz atalım.
“Gençlik kitleleri yılların ağırlığını üzerinden atıyor. Yeni bir anti-emperyalist hareket gençlik içinde filizleniyor. Gençlik kitleleri dar grupçu anlayışları dışlayarak kendisine yeni bir kanal açmıştır. Yer yer kendilerini kemalist olarak adlandırsalar da anti-emperyalist ve laik özellikleriyle ve sosyalizme açık olmalarıyla yeni bir ’68’in habercisi durumundadırlar. Bu hareketin önderliğini yapmak, gençlik içindeki birinci görevimizdir” 6 .
Burada tarif edilen o dönem için İşçi Partisinin yeni yeni telaffuz etmeye başladığı kemalist-sosyalist ittifakının üniversiteler ve gençlik hareketine uyarlanmasından ibaret. “Yer yer kendilerini kemalist olarak adlandırsalar da” sosyalizme açık ve ilerici yanlar taşıdıklarını düşündükleri grupları önemsiyor ve kendilerine öncülük ve dönüştürme misyonu biçiyorlar. Zaman içinde bu ittifakın ve öncülüğün gerçekleştirilemediği oranda, dönüşüm tam tersi yönde yaşandı. 2000 yılına gelindiğinde Öncü Gençlik, zamanında gençlik içinde “kemalist olsalar bile sosyalizme açık” bir yan olarak belirli bir ilericilik atfettiği konular olan anti-emperyalizm ve laiklik (gericilik karşıtlığı) konularında bakın ne diyor:
“Tam bağımsızlık yolunu ilk açan Mustafa Kemal, bu nedenle bugün de bizim mücadelemize esin kaynağı olmaktadır. (…) Gericiliğe karşı mücadelede de esin kaynağımız Mustafa Kemal’dir” 7 .
Restorasyon süreciyle beraber Öncü Gençlik, bu süreci, özellikle de 28 Şubat kararlarını kayıtsız şartsız destekledi. Siyasal olarak gericilik karşıtlığı üzerinden temellendirdiği bu tutum, reel olarak ise, hiçbir zaman bir destekçilikten öte olmadı. Ülke çapında tam boy bir ordu kuyrukçuluğu ile birlikte, üniversitelerde de en fazla Kemal Alemdaroğlu gibi restorasyon aktörlerinin destekçiliğini yapmak becerilebildi. Restorasyonun üniversitelerde gericilik karşıtlığı üzerinden attığı adımlara sahip çıkarken, yine restorasyona paralel olarak gündeme gelen eğitimin finansmanı ve benzeri başlıklarda aynı aktörlerin hayata geçirdiği uygulamaları ya görmezden geldi ya da göstermelik karşı çıkışlarla geçiştirdi. Yaşanmakta olan sürecin bütünselliğini hiçbir zaman görmedi veya işine gelmediği için görmezden geldi. Örneğin, Öncü Gençlik’in gericilik karşıtlığında bir zamanlar yere göğe sığdıramadığı Kemal Alemdaroğlu, Hukuk Fakültesi Anayasa Kürsüsüne Ferman Demirkol adlı tescilli bir çeteciyi hoca olarak alırken, onuruna sahip çıkan öğrenciler haftalarca bu çetecinin derslerine girmediler. Daha önce Aydınlık Dergisi’nde de adı geçen Ferman Demirkol derslere sokulmazken Öncü Gençlik sadece Alemdaroğlu ile karşı karşıya gelmemek için tam anlamıyla “üç maymun”u oynadı; görmedi, duymadı, konuşmadı. Bugün o çeteci yerleştirme operasyonunda Alemdaroğlu ile hareket eden ve Ferman Demirkol’a sahip çıkan tek öğretim üyesi olan “Prof.Dr.” Burhan Kuzu AK Parti kurucu üyesi oldu. Sanıyoruz ki, bu gelişme de, ne Alemdaroğlu’nu ne de taraftar grubunu pek ilgilendirmeyecektir.
Öncü Gençlikin restorasyon dönemini tahlili de oldukça ilginç.
“… Susurluk olayıyla, yıllardır Türkiye içinde faaliyet gösteren kontrgerilla halkın gözleri önüne serilmişti. Büyük bir halk hareketi başlamıştı. Toplum ışık söndürme eylemleriyle aydınlık bir Türkiye özlemini dile getiriyor, milyonlarca insan Cumhuriyet kutlamaları ve 10 Kasımlarda Cumhuriyet Devrimlerine olan bağlılığını gösteriyordu. Bu yıllarda toplumda, özellikle de gençlik içinde büyük bir bilinç sıçraması yaşandı… Öncü Gençlik işte bu dönemi çok iyi değerlendirdi. Gericiliğe karşı üniversitelerde verilen mücadelenin başında yerini aldı. Haziran ’97’de “Medrese değil 8 yıllık kesintisiz eğitim” kampanyası başlatıldı… Öncü Gençlik’in kampanyası büyük destek toplamış, eğitim 8 yıla çıkartılmıştı” 8 .
Ne denebilir ki, herhalde aynı ülkede yaşamıyoruz. Başkalarının attıkları adımları desteklemek ya da karşı durmak en nihayetinde bir siyasal duruştur. Doğru ya da yanlıştır; eleştirilebilir. Ancak yalan söyleyerek gerçekleri tersyüz ederek siyaset yapmaya çalışmak bizim siyasal kültürümüzde bir değer taşımamaktadır. Bir ihtimal psikoloji ile ilgilenenler açısından bir inceleme konusu olabilir. Biz geçelim, geçerken yukarıdaki alıntıda unutulduğunu düşündüğümüz bir cümleyi ekleyelim: “… Sonra küçük dağları da Öncü Gençlik yaratmıştı.”
Öncü Gençlik’in aldığı kararla geçtiğimiz yıl Ekim ayında çalışmalarına başlayan UGB’nin üniversitelerde ikili bir amacı var. Bir yandan restorasyona üniversitelerde bir toplumsal taban kazandırmak, diğer yandan bu kazanılan toplumsallığın Öncü Gençlik tarafından yönlendirilmesini sağlamak. UGB’nin bir yıllık deneyiminde bu iki amaç adına da bir şeyler yapabildiğini söylemek oldukça güç. Durum böyle olunca, bu siyasi açılım doğrudan Öncü Gençlik yöneticileri ve üyeleri arasında da ciddi bir tartışma konusu haline gelmiş durumda.
UGB programında yer alan kuruluş amacından başlayalım.
“Ulusal Gençlik, önümüzdeki döneme damgasını vuracak devrimci gençlik hareketinin adıdır. Önüne gençliğin kitle örgütünü kurmayı koymuştur… Ulusal gençlik örgütü, yükselebilecek öğrenci mücadelesine önderlik etme amacı taşımaktadır” 9 .
UGB kendisini bir kitle örgütü olarak tanımlıyor, ama pratikte bunun karşılığı bir yıl içinde ortaya çıkmayınca tartışma başlıyor. UGB’nin bir kitle örgütü olması gerektiğinde ısrarcı olanların yanı sıra, mevcut olan durumu teorize etmeye çalışanlar da var:
“UGB bir topluluk koordinasyonu olmamalıdır. Yani çatı örgütü diye tanımladığımız örgütlenme önderler örgütü haline gelmelidir… Kaldı ki süreç bizi gecikmeli olarak bu noktaya getirmiştir” 10 . [YILDIRIM Deniz]
Kısaca “madem kitle örgütü olmadı, biz de devrimci gençlik örgütü yaparız” denmektedir. Öncü Gençlik’in bir sonraki sayısında ise bu bakışın Öncü Gençlik’i gereksiz hale getireceği söylenerek UGB hakkında daha gerçekçi ve dürüst değerlendirmeler yer almakta:
“Aslında yapılan Öncü Gençlik’in adının değişip UGB olmasından ibaret. Yürüyüş sırasında bazı örgütlere sordum. Bu yürüyüşü Öncü Gençlik düzenleseydi, getirdiğiniz arkadaşlardan kaçını getirebilirdiniz. Birçok örgütümüzden aynı yanıtı aldım. Neredeyse tamamını” 11 . [KOÇ Serkan]
Buna da yanıt bir sayı sonra geliyor:
“UGB, gelecek olan dalgayı bekleyen bir sörfçü konumundadır” 12 . [ZİLELİ Irmak]
Gelecek olan dalgayı bekleyen sörfçü tanımı bir siyasi örgüt için, hele bir de devrimci olduğunu iddia ediyorsa, kabul edilemeyecek kadar edilgen bir tanımdır. Ayrıca dalganın sörfü tepe taklak edip etmeyeceği veya nereye sürükleyeceği tamamen belirsizdir.
Öncü Gençlik sayfalarındaki tartışmalara dair başlıklar rahatlıkla çoğaltılabilir ama -yukarıdaki alıntıların yazarlarının hepsinin Öncü Gençlik MYK üyeleri olduğu da dikkate alınırsa- bu kadarının örgüt içindeki kafa karışıklığını anlamak için yeterli olduğu düşüncesindeyiz.
Kendi iç tartışmalarının ötesinde asıl soru şudur; ne amaca hizmet ettiği hatta ne olduğu bile tam olarak anlaşılamamış olan Ulusal Gençlik Birliği neden kuruldu?
Birincisi, restorasyon gibi kapsamlı bir müdahalenin teorik olarak toplumun her kesiminde ve tabii ki üniversitelerde bir dinamik yaratmasını bekliyorlardı.
İkincisi, restorasyonun pratik olarak böyle bir dinamiğe ihtiyacı var. Öncü Gençlik de bunu kendisi için bir fırsat olarak görüyor ve restorasyonun bu ihtiyacını karşılama işini seve seve üzerine alıyor. Ancak evdeki hesap her zaman çarşıya uymuyor.
Restorasyonun motor gücü olan askerler başlangıçtan itibaren bir toplumsal tabana ihtiyaç duydular. Yukarıda Öncü Gençlik ve restorasyon başlığı altında yaptığımız alıntıda bahsedilen ve uzunca bir süredir İşçi Partisi’nin farklı yayınlarında neredeyse bir “halk ayaklanması” gibi yansıtılan olayların hepsi, bu ihtiyacı karşılamaya dönük tamamen planlı ve restorasyoncu güçler tarafından da yönlendirilen adımlardı. Ancak Öncü Gençlik istediği hedefe bir türlü ulaşamadı. Bunun nedenlerinden birisi, zaten hiçbir zaman tam anlamıyla bir ideoloji olmayı tercih etmemiş kemalizmin tarihsel olarak bir toplumsal hareket geleneğinin olmayışı. Bunda Cumhuriyet tarihi boyunca iktidarda olan kemalizmin böylesi bir şeye hiç ihtiyaç duymamış olmasının etkisi var. Bir diğer yandan, Türkiye burjuva sınıfı ve onun devletinin başlıca özelliklerinden olan kitle hareketi paranoyasının şüphesiz ki bunda etkileri büyüktür.
Bu toplumsallaşamama bahsini Öncü Gençlik ve UGB açısından ele aldığımızda, eklememiz gereken başka başlıklar da var. Bir siyasi hareketin kendisine toplumsal alanda yer açabilmesi için bir boşluğa oturması ve diğer siyasi aktörlerden farklarını ortaya koyabilmesi gerekir. Öncü Gençlik, ordunun destekçiliğine soyunurken, onun yarattığı siyasallaşmanın açığa çıkartacağı toplumsallığı gözüne kestirmiştir. Ancak göremediği şey, ordunun zaten bir siyasal parti haline gelmiş olduğudur. Asker Partisi siyasallaştırdığı, toplumsallığı zaten kendi çeperinde tutabilmektedir ve Öncü Gençlik’e pek bir şey düşmemektedir. Bunun yanı sıra, Asparti, ne Doğu Perinçek’e, ne İşçi Partisi’ne, ne de Öncü Gençlik’e kendi toplumsallıklarının bir kısmını dahi emanet edebilecek kadar güvenmemektedir.
UGB ile oluşturulmaya çalışılan bir ulusal gençlik örgütü olduğuna göre, bir bütünselliği ve temellerini oturttuğu net bir siyasal programı olmalıdır. Ne Öncü Gençlik ne de UGB bunu başarabilmiştir.
Maocu kökenden geldiğini düşündüğümüz bir ana çelişki-tali çelişki ayrımı tüm siyasetlerini belirlemektedir. Her zaman bir ana gündem vardır ve her şey onun üzerinden değerlendirilir. Örneğin, yaklaşık üç yıl önce bir üniversitede düzenlenen özelleştirmelerle ilgili bir forumda söz alan Öncü Gençlik üyesi, özelleştirmeye karşı oluşlarını şöyle gerekçelendirmiştir. “Eğitimdeki özelleştirme uygulamaları ile emekçi çocukları okuyamıyor ve tarikatların kucağına itiliyor. Şeriata karşı olduğumuz için özelleştirmelere karşıyız.” Bu bakış açısıyla 90’ların başında ana sorun demokrasidir ve türban eylemleri desteklenir. 98’de ana sorun laikliktir ve türbanın karşısında yer alınır. İşin ilginç boyutu, bunun Öncü Gençlik üyeleri tarafından sorgulanmıyor oluşudur; çünkü onlar bu siyaset tarzına alışmış, hatta siyasetin zaten böyle bir şey olduğunu ve bunun dışında siyaset yapılamayacağını düşünmektedirler ve asıl vahim olan budur. Sanıyoruz onlar “kendi yarattıkları küçük dağlarda” yaşıyorlar.
ii) Atatürkçü Düşünce Kulüpleri Federasyonu (ADKF)
Şimdi de “düşman kardeşler”den diğerini ele alalım. Ancak ADKF değerlendirmesine geçmeden bu bölüme dair bir açıklama yapma ihtiyacı duyuyoruz. ADKF’nin kuruluşunun ardından ADKF kurucularının başını çektiği, kendisini “gençlik ve siyaset dergisi” olarak tanımlayan “İleri” isimli bir yayın çıktı. İki ayda bir yayımlanan bu dergi ADKF’nin görüşlerinin sözcüsü durumunda. ADKF’nin siyasal görüşlerinin incelemesini yaparken bu dergide yayımlanan yazıları veri olarak aldık. Ancak bu dergi kendisini her ne kadar bir gençlik dergisi olarak tanımlasa da, daha ziyade tanınmış insanlardan alınan toplama yazıların yer aldığı heterojen bir platform dergisi görüntüsü veriyor. Bunun kendisi, incelememiz sırasında hangi görüşlerin ADKF’yi bağladığını hangilerinin bağlamadığını anlamak konusunda bir zorluk yarattı. Gereksiz değinmelerden kurtulmanın yolu olarak sadece “İleri” imzası taşıyan yazıları ve yazarının ünvanı kısmında “üniversite öğrencisi” ibaresi bulunanları veri almayı uygun gördük.
Şimdi başlayabiliriz. “Restorasyon çoçukları” diye bir başlık attığımıza ve 28 Şubat rüzgarıyla yol almaya çalıştıklarını iddia ettiğimize göre, önce bu konuyla ilgili olanlarla başlamak yerinde olur. Bizim literatürümüzde kuyrukçuluk olarak tanımlanan bu başlığa dair, ADKF’lilerin de hassas olduklarını ve bu iddianın gerçek olmadığını anlatmaya çalıştıklarını biliyoruz. Öyleyse 28 Şubatın ele alındığı İleri Dergisi’nin 3. sayısının Giriş yazısındaki bir değerlendirmede ne söylediklerine bakalım. Yön Dergisi’nin “her şeyi askere havale eden bir yanılgı” içinde olduğu eleştirisinden sonra şöyle devam ediyorlar:
“Yön dergisinin pek çok tahliline katılmakla birlikte, herkesin kendi işini en iyi şekilde yapması gerektiğini düşünüyoruz. Rahmetli Güven Erkaya’nın deyimiyle sivil kuvvetler de üzerine düşeni yapmalı. Yoksa herşey askerin üstüne kaldı mı, o da büyük baskı altında yıpratılıyor. Türkiye’de halkın örgütlü bir şekilde mücadele edebileceği önemli bir mücadele alanı yaratılmış durumda. Bu alanı sonuna kadar ve en iyi şekilde değerlendirmek gerektiğini düşünüyoruz” 13 .
Burada söylenenleri şöyle özetlemek mümkün: Her şeyi askere havale etmek yanlış, (ama) sivillere düşen onların açtıkları yoldan yürümek ve söylediklerini yapmak.
Biz kendi adımıza, atılan adımların tek başına askeri ya da sivil olması ile; doğru ya da yanlış, ilerici ya da gerici olması arasında bir bağ kurmuyoruz, ancak yukarıdaki cümlelerle ifade edilen siyasal kimliği tanımlamakta da zorlandığımızı itiraf etmeliyiz. Bir taraftan her işi askerlere bırakmanın yanlışlığından söz edilirken diğer taraftan da askerlerin açtığı yoldan yürümenin gerekliliğinde ısrar ediliyor. Üstelik bunu, bir dönem askerlerin sözcüsü olarak kabul edilen birinin ağzından aktardıkları bir cümleyle destekliyorlar. Siyaset bir yana, mantık sınırları içerisinde bile sorunlu bir önerme olarak değerlendirilebilir. Ancak yine de, kendimizi zorlayarak siyaset penceresinden değerlendirmeye çalışalım. Anlaşıldığı kadarıyla teorik olarak askerlerin çizgisinden yürümenin yetersizliği konusunda ikna olmuş görünüyorlar. Buna rağmen başka bir yol açacak bir perspektiften yoksun olmalarından dolayı, “mecburen” o yoldan yürümek zorunda olduklarını söylemek mümkün.
Bu koşulda ortada bir kafa karışıklığı olduğunu saptamamız gerekiyor, öyleyse ilk elden bu kafa karışıklığının net bir siyasal duruş çıkartamayacağını söyleyebiliriz, söylemeliyiz.
Bu karmaşıklığın tek başına 28 Şubat ve ordu başlığıyla sınırlı olmadığını görmek ise pek zor değil. ADKF’nin “İleri”si incelendiğinde bu konuda oldukça fazla örnek sunduğu görülecektir. Güncel politik gelişmelerden tarihsel süreç incelemelerine, üniversitelerin içinde bulunduğu durumun analizinden üniversitenin misyonunu tanımlamaya veya gençliğin ülke siyasetinde üstlenebileceği misyonların tanımlanmasına kadar pek çok başlıkta ortaya çıkan en önemli sorun bütünlüklü ve net bir bakış açısının oluşturulamamış olması.
Kuşkusuz herkesin bütünlüklü bir bakış açısına sahip olması gerekmiyor ve bu eksikliği da bir yere kadar, “telafisi mümkün” bir veri olarak ele alabilirdik. Ancak attıkları adımlar değerlendirildiğinde ve kendilerini “Türkiye’nin tek yeni siyasi hareketi” ve “Türkiye’nin ilerici ve devrimci geleceği” olarak tanımlamaları ile birlikte düşünüldüğünde pek toleranslı davranmamak gerekiyor.
Zira, bir taraftan tipik bir Milli Demokratik Devrim (MDD) versiyonu olarak aslında pek de yeni sayılamayacak bir konumu sahiplenip bir taraftan da içi boş iddialılık gösterileri sergilemenin oldukça sağlıksız bir tablo ortaya çıkardığını söylemek gerek. Üstelik daha tehlikeli olan, bir süre sonra kendi yarattıkları bir rüya alemi ile gerçekliği karıştırmaya başlamalarıdır. MDD teorisinin tipik sınıfsallıktan kopuk bakış açısının 2001 yılı versiyonunu biraz daha ileride ele almayı düşünüyoruz ancak kendileri açısından oldukça önemli olması gereken çıkış yazısından aşağıya aktardığımız bölümünün de dikkatli incelenmesi gereken bir örnek olarak sunulabileceğini düşünüyoruz.
“Gençlerin pek çok açıdan genç olması nedeniyle, daha devrimci, daha ilerici, daha yenilikçi, daha vicdanlı, daha akılcı olduğunu düşünüyoruz” 14 .
Bu alıntı, ajitasyon amaçlı herhangi bir konuşmadan yapılmış olsa bile yine de üstünde düşünmek gerekirdi, ancak teorik olma iddiasındaki bir dergide yayınlandığı düşünüldüğünde ziyadesiyle sorunlu bir kalkış noktası. Bu cümleleri sıradan bir burjuva politikacısının gençleri kandırmak için kullanabileceği cümlelerden ayırmanın pek kolay olmadığını iddia ediyoruz. İçinde “devrimci”, “ilerici”, “yenilikçi” gibi kulağa hoş gelen birtakım terimler olmasına rağmen bu iddiada bulunmak yadırganabilir ancak net olarak böyledir. (Buradaki devrimci, ileri ve yenilikçi sözcüklerinin tırnak içine alınmasındaki muradımız, bütün olarak değerlendirildiğinde her üç kelimenin de bizim anladığımız anlamlarıyla ADKF’lilerin anladıkları arasındaki farkın altının çizilmesidir.)
Sorun gençliğin siyaset açısından öneminin altının çizilmesi ile gençliğin tartışılmaksızın kabul edilebilecek birtakım pozitif özellikleri olduğunu iddia etmek arasındaki farktır. Bu fark tahmin edildiğinden çok daha önemlidir. Çünkü pragmatik kaygılarla kullanıldığı açık olan bu ifadelerin kullanılmasının birkaç nedeni vardır ve ADKF açısından düşünüldüğünde elbette bunların yazılması gerekir. Birincisi kendilerini önemli göstermek gibi bir dertleri var ve ikincisi bunun dışında dayanabilecekleri başka bir nokta yoktur. Oysa doğru olan, gençliğin de ülkenin siyasal durumundan etkilendiğini bir veri olarak kabul etmek ve önemli olanın, bu tartışmalarda gençliğin doğru bir konumlanış içinde olmasını ve etkin kılınması sağlamak olduğunun ifade edilmesidir. Ancak genel olarak varolan durumu görmek istediği gibi görmek ve kendi konumunu buna göre tanımlayıp önem kazanmaya çalışmak “siyasal” bir hastalıktır. Sonuçta yazılanlar ne kadar hoş görünse de beyhude bir çaba olarak kalmaktadır.
Burada Harun Karadeniz’e atıf yapmadan geçemeyeceğiz. “Olaylı Yıllar ve Gençlik” isimli kitabında” “68’li yıllar”ın bir muhasebesini yaparken konumuzla da ilgili olan, ilginç bir anısını aktarır. 1969’da 6. Filo tekrar Türkiye’ye geldiğinde yapılan protesto yürüyüşlerinden birisi Taksim’e geldiğinde birden Taksim-Şişli hattındaki Harbiye Orduevi’ne yürüme kararı çıkar. O yıllardaki MDD’ciler şimdikilerle kıyaslanamayacak kadar etkindirler. Yürüyüş boyunca bilindik sloganlar “Ordu-Gençlik elele”, “Milli Ordu” vs. atılarak Orduevi kapısına gelinir. Sonrasını onun yazdıklarından okuyalım;
“Komutanlarla görüşme talep edildi. Komutan bir heyetle görüşeceğini bildirince Mustafa Gürkan, Enver Nalbantoğlu, Mehmet Mehdi Başpınar ve ben görüşmeye gittik. 1. Ordu Kurmay Başkanı Necati İşcen bizi kabul etti. Ve sakin bir sesle ne istediğimizi sordu. Bazı arkadaşlar filo ve emperyalizm üstüne bir şeyler söylemeye başlar başlamaz komutan kararlı bir ses tonuyla ve oldukça sert biçimde:
Orduevi giriş kapısını derhal boşaltın. Ben görevli bir asker olarak size bunu söylüyorum. Hemen çekilip gitmezseniz müdahale ederim” 15 . [KARADENİZ Harun]
Bu fırçayı yedikten sonra dışarıda bekleyen kalabalığın yanına dönerler. Karadeniz, içerde olanları aktarmak yerine es geçmeyi tercih eden bir konuşma yaparak geri dönmeyi önerir. Ancak araya girerler.
“Fakat benden sonra söz alan Beşpınar ise: Komutanın çok memnun olduğunu ve bize Ah ben de sivil olsaydım da sizinle yürüseydim dediğini söyledi kalabalığa. Bu sözün gerçekle en ufak bir ilgisi yoktu” 16 . [KARADENİZ Harun]
Anlamak isteyen için tarihimiz ne kadar çok örnekle dolu, ama anlamak isteyen için…
Kuşkusuz ADKF’nin tavrını tek başına popülizm ve varolan durumu görmek istediği gibi görmek olarak tanımlamak da yeterli değildir. Daha önce de söylediğimiz gibi, aslolan, tutarlı bir çizgiye sahip olamamaktır. ADKF’nin kuruluş bildirgesindeki şu cümlelerle birlikte düşünürsek daha net kimi tanımlar yapabilme şansımız olacak:
“Kendimizi devrimci olarak tanımlamaktan çekinmiyoruz. Türkiye’nin sorunlarına çözüm sadece devrimci dönüşümlerle olacaksa devrimci olmak gerektiğini düşünüyoruz” 17 .
İnsanın “helal olsun ne kadar cesur çocuklar” diyesi geliyor. Ya da “bunu yazanlar bunu mu dedirtmek istemişler?” diye sorası. Ancak anlaşılan o ki, asıl sorunlu olan kısım ikinci cümlede ortaya konan. Yani “öyle olmak gerektiği için bunu yapıyoruz” kısmı. Bunu niçin yazdıklarını dahi anlamak mümkün değil, ancak ortaya çıkardığı bir gerçek var. Genel olarak ADKF hareketinin görünümüne dair oldukça önemli bir sonuçla karşı karşıya bırakıyor bizi. Tüm devrimcilik iddialarına rağmen düzenden ideolojik, siyasal ve örgütsel bir kopuşu gerçekleştirememe sorunu.
Tarihsel bir ironi olsa gerek, ancak bir dönem için kemalistlerin Osmanlı aydınına dair değerlendirmelerinde, en önemli eleştiri noktalarından birisi, yıkıcılık konusunda korkak davrandıkları idi. Gerçekten de Osmanlı aydını, uzunca bir dönem “Osmanlı İmparatorluğu’nu nasıl kurtarırım?,” sorusuyla uğraşıp durduğu için çıkışsız kalmıştır, tarihsel olarak aşılmış olandan kurtulmayı ve yeniyi kurmayı aklına getirememiştir. Anlaşılan bugün “Atatürkçü gençliği” temsil ettiğini söyleyen ADKF açısından da en önemli sorun budur kafaları hep varolanı düzeltmek ile meşguldür, başka bir şey olabileceğini daha iyisinin kurulabileceğini bir türlü görmek istemiyorlar ya da göremiyorlar.
Evet ufukları dardır, ufku olmayanın da yolu kapalıdır. Bu nedenle de, güncel politik gelişmelere dair değişik biçimlerde tavır alabilmelerine rağmen bunu bütünlüklü bir siyasal konumlanış haline getiremezler, getirme şansları da yoktur. Bunun bir diğer sonucu, güncel siyasal tartışmalarda çok farklı saiklerden etkilenerek tavır almalarıdır.
Bununla ilgili yakın bir örnek olarak Avrupa Birliği (AB) ve Türkiye ilişkilerinde takındıkları tavrı incelemek yerinde olacak. Yüzeysel bir bakışla ifade etmek gerekirse AB karşıtı olduklarını görmek mümkün. Ancak AB karşıtlığının temellendirilmesinde oldukça ilginç ve şaşırtıcı gelecek saiklerinin olduğunu görüyoruz. İleri Dergisi’nin 2. sayısında Özgür Erdem imzalı “Türkiye’nin Avrupa Serüveni” başlıklı yazı bu çevrenin Avrupa Birliği’ne bakışını da ifade ediyor. İşte yazıdan ilginç iki paragraf:
“Avrupalıların Türkiye’ye bakışını salt ekonomik çıkarlar doğrultusunda ele almak, tarihten gelen bu kin ve ırkçılığı gözardı etmek olacak ve bu yönüyle eksik bir değerlendirme olacaktır” 18 .
“… Doğu halkları binlerce yıl Avrupa’dan üstün bir uygarlık düzeyinde yaşamış ve kendi kimliğini yaratmıştır. Avrupa, Amerika ve Afrika kıtasını Hıristiyanlaştırabilmiş ama Doğu’nun dini ve milli kimliğini değiştirememiştir. Bu uygarlık temeli, Avrupa’nın Türklere ve diğer Doğulu uluslara karşı düşmanlığının kökenidir. Bu uygarlık yıkılmadan da Avrupa emperyalizmi Doğuyu ele geçiremeyeceğini bilmektedir. O nedenle ekonomik sömürü peşinde değildir, bu emperyalizmin genişlemesi için yeterli değildir, Doğu her düzeyde teslim alınmalıdır” 19 . [ERDEM Özgür]
Bu cümleleri okuyan her müslüman Türk gencinin Avrupa Birliği karşıtı olacağından şüphe etmemek gerekiyor!
Yukarıdaki cümleleri aktarmadan önce, bunların bütünlüklü bir bakış açısının yokluğundan kaynaklı olduğunu söylemiş ve örnek olarak sunmuştuk. Şimdi bir an için “Avrupa Birliği” başlığını değil de “şeriatçı hareketi” tartıştığımızı düşünelim, herhangi bir ADKF üyesinin bu durumda söylemesi gereken, gericiliğin Batı tarafından desteklendiği olacaktır. Dolayısıyla Batı’nın Türkiye’deki islamcı kimliği kullanarak ülkeyi bir şeriat devleti haline getireceği tezini savunacaktır. Peki bu durumda Batı, hıristiyan kimliğini neden geri çekmek ihtiyacı duymaktadır? Ya da neden örneğin Fethullah Gülen’e hıristiyan misyonerliği yaptırmıyorlar. Bunları yazarken acaba çok mu abartıyoruz, “bunu bile göremeyecek durumda olamazlar” dediğimiz pek çok noktanın olduğunu söylememiz gerekiyor. Ancak sanıyoruz ki, görememekten değil daha ziyade önümüze gelen gündemleri birbirinden bağımsız olarak ele almaktan kaynaklı olsa gerek.
Bu noktada ADKF’nin mücadele başlığı olarak tanımladığı iki noktaya ilişkin görüşlerine dair topluca bir çift laf etmek gerekiyor. Bu iki başlığı kendileri “emperyalizm” ve “şeriat tehdidi” olarak ifade ediyorlar. Ancak bunları bütünleştirmek ve devlet teorisini kavramaktaki eksiklikler sonucu pusulayı şaşırdıkları açık. Bozuk saat gibi, arasıra doğru zamanı göstermelerine rağmen özde bir sakatlık barındırıyor, örnekleyelim. Bu örneği seçtiğimiz yazının konusu 28 Şubat, dolayısıyla da şeriatçı hareket ve şu saptamaya dikkat:
“Gericiler ise akıllıca bir taktikle geri çekildiler. Ayaklanma deneyimi yerine ekonomik, siyasal, bürokratik güçlerini ve eğitim alanındaki mevzilerini korumayı esas aldılar. AB ve ABD yanlısı görünüm çizerek gelecekte yeni bir iktidar şansı için fırsat kolluyorlar” 20 . [ÖZSOY Ali]
Hemen altını çizelim “AB ve ABD yanlısı görünüm çizerek”, yani aslında öyle değiller ama öyle bir görünüm çiziyorlar. Galiba fazla haksızlık ettik; aslında bir tutarlılıkları da var. Avrupalı emperyalistler Türkiye’ye kendi dinlerini sokamadıkları için düşmanlar, Türkiye’deki gericiler de AB’ye aslında karşılar. Üstelik sadece gericiler mi?.. Türkiye’de karşı devrimci örgütlenmenin bir diğer adresi MHP de…
“MHP’nin başını çektiği milliyetçi sağ, özellikle Katılım Ortaklığı Belgesi’nin açıklanmasından sonra AB’ye karşı çıkmaya başladı. Bu karşı çıkışın temelinde Kürt sorunu ve Kıbrıs’tan kaynaklanan geleneksel milliyetçi reaksiyon yatıyor. Türkiye’nin bölünmesini en son isteyecek çevrelerden olan MHP, bu açılardan AB’ye karşı çıkarken AB karşıtlığı çerçevesinde Türk milliyetçiğini (hatta Türk ırkçılığını) fikirsel ve eylemsel alanda örgütlüyor.” 21 . [ERDEM Özgür]
Ülkemiz öyle ilginç bir dönemden geçiyor ki, bunları söyleyip ilerici ve devrimci olunabiliyor.
Ne diyelim, herhalde bu yazılanları, daha önce kullanılmış güzel bir benzetmeyle “liselerde mantık derslerinin kaldırılmasının” genç kuşak siyasetçilerin diline yansıması olarak okuyup, üzülmek dışında yapabileceğimiz bir şey yok.
Bu bölümün başında herhangi bir siyasal oluşumun tek başına örgütsel olarak nereden geldiğine bakılarak eleştirilemeyeceğini yazmıştık. Ancak bu satırları yazdığımız günlerde yayımlanan Teori ve Politika isimli bir dergide Aydınlık Dergisi’nin çeşitli dönemlerindeki siyasal duruşlarından örnekler verililiyor, bunlardan bir tanesini aktarmak istiyoruz. Doğu Perinçek’in yazdığı bir baş yazıdan küçük bir bölüm.
“Bugünkü MHP “Kahrolsun Amerikan ve Rus emperyalizmi, kahrolsun IMF” sloganı atıyor. Bu tutumu yalnız “göz boyamak” veya “halkı aldatmak” olarak açıklayabilir miyiz? Hayır. Çünkü MHP’nin Yunan düşmanlığı politikasıyla ABD’nin Kıbrıs ve Ege’de barışçı bir çözüm isteyen politikası çelişme halindedir” 22 . [PERİNÇEK Doğu]
Dolayısıyla bu analizleri öyle küçük dil sürçmeleri olarak görmek mümkün değil; olsa olsa “armut dibine düşmüş” diyebiliriz. Doğal olarak Perinçek biraz daha fazla saçmalamış, bir de ABD’nin bölgedeki misyonunu “barışçı çözüm istemek” diye tanımlamış. Sanırız, Doğu Perinçek de mantık dersi okumamış.
Bütün bu saçmalıkların temelinde sınıf kavramının reddedilmesi vardır. Evet, reddetmekle gözardı etmek arasında fark var ve bizce ADKF reddediyor. Çünkü böylesi tanımlardan bihaber olmaları mümkün değil, ancak ısrarla kullanmaktan kaçınmaktalar. Siyasal değerlendirmeler bir yana, ekonomik değerlendirmelerde dahi işçi ve emekçi gibi kavramlarını kullanmaktan kaçınmaları bir tercihin göstergesidir. Özellikle derginin son iki sayısındaki ekonomik kriz değerlendirmelerinde farklı saiklerden etkilenerek savundukları tezlerin kesinlikle temellendirmediği daha ileri sayılabilecek talepler sıralamalarına rağmen (Örneğin İşçi Partisi’nin iç borç faizleri on yıl ertelensin ya da taksitlensin gibi anlamsız önerilerine karşı tamamen aynı tezleri savunmalarına rağmen daha sol bir görüntü vermek için sonuç kısmında “iç ve dış borçların iptali” yazmaları gibi) sınıf kavramında takılıp kaldıkları gözlemleniyor.
Böylesi bir bakıştan sonra ne kadar sol göstermeye uğraşılırsa uğraşılsın askerlerin kuyrukçuluğu dışında bir duruş sergileyemezler; bağımsız bir siyasal hat oluşturamazlar. Ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar bütünlüklü bir siyasal analiz gerçekleştiremezler. Yapacakları en fazla birtakım verileri arka arkaya dizip, bilgisayar teknolojisinin yardımıyla kolaylaşan “kes-yapıştır” yöntemiyle, bir siyasal analiz görüntüsü vermektir.
“Nasıl olsa bu ülkenin gençleri okumuyor, okuyanı da anlamıyor öyleyse istediğimiz gibi yazarız” düşüncesinin taşıyıcılarından biri “İleri”dir. Ancak bu “İleri” ne ileridir, ne devrimcidir, ne de geleceği kazanmaya dair en küçük bir umut ifade etmektedir.
Sonuç
Restorasyon rüzgarı üniversiteleri de fazlasıyla etkilemiştir. Bu etkilenme üniversitelerin hem dışarıdan görünümünü hem de iç yapısını değişikliğe uğratmıştır. Bu değişimin en yalın biçimiyle ifade edilen sonucu, üniversitelerdeki sermaye hegemonyasının güçlendirilmesidir.
Bütün siyasal süreçlerde yaşandığı gibi restorasyon süreci de, kendisine koşulsuz bağlanmayı isteyen -henüz toplumsallaşamayan- bir kesim kazanmıştır. Bu kesimler arkalarında olduğunu düşündükleri bir rüzgarla yol almaya çalışıyorlar. Bugünkü verilerle geniş kesimleri etkileyen, harekete geçiren bir güç oluşturmaları oldukça zor. Kuşkusuz ortada bir siyasal boşluk var, dolayısıyla bir “Abdurrahman Çelebi” vakası ortaya çıkabilir. Ancak bunun bir süreklilik taşıması ve ülkemiz sosyalistleri açısından pozitif anlamda bir misyon ifade etmesi eşyanın tabiatına aykırıdır. Düzen içinden kimi müttefiklerle yol almaya çalışanların, değişmeyen kaderi mağlup olmak ve düzenle aradaki bağı güçlendirmek olur. Bunu tercih edenler olabilir ve bizim için gerektiğinde bir mücadele başlığı olmak dışında bir anlam taşımıyorlar.
Yazının sonunda bir değinmede daha bulunmadan bitirmeyelim. Öğrenci hareketi içerisinde belirli bir ölçekte örgütlülüğü olan ve bir “kitle örgütü” fikrine sahip olan hemen hemen bütün siyasi hareketlerde rastlanan bir hastalık var. Herkes kurmaya çalıştığı “kitle örgütü”nü bir şekilde 68’lilerin Dev-Genç’inin bir versiyonu olarak lanse ediyor. İfade etsin ya da etmesin, söylemleri ve pratikleri incelendiğinde böylesi bir özentiyi görmek mümkün. Dev-Genç deneyimi, bütün doğru ve yanlışlarıyla ortak tarihimize mal olmuştur, onu incelemek, ders çıkartmak ve eleştirmek kendisinde devrimci bir gençlik hareketini yaratma misyonu gören herkesin sorumluluğudur. Ancak akıllardan çıkartmamak gerekir ki, bugün sadece Dev-Genç taklidi yaparak siyasal arenada yer tutmak mümkün değildir. Örnek alınacak bir sürü yanı olmasına rağmen Dev-Genç yenilmiştir. Bundan sonraki taklitleri ise, o çok bilinen tanımlamayla bir komedi olmanın ötesine gidemeyecektir.
Dipnotlar ve Kaynak
- Restorasyon sürecini incelemek için şu makalelere ve kitaplara bakılabilirAsker Partisi Ne İstiyor?, Aydemir Güler-Kemal Okuyan, Gelenek yay..Son Kriz, Aydemir Güler, Gelenek yay..”Krizde Restorasyon Uğrağı”, Gelenek, S.54.”Marksizm ve Güncel Siyaset”, Cemal Hekimoğlu, Gelenek S.55.
- ARDAN Haluk, “Eğitime ve Bilime Topyekun Saldırı”, soL Dergisi, S.138, s.36-37.
- Vakıf üniversitelerinin etkileri ile ilgili daha ayrıntılı bilgi için: ALGÜN H.Meriç, “Üniversitelerde (de) Ne Yapmalı”, Gelenek, Ekim 2000, İstanbul, S.63, s.131-152.
- ARDAN Haluk, a.g.m., s.36.
- ALGÜN H.Meriç, “Üniversitelerde Kemalizm Tartışması”, soL Dergisi, S.92, s.10.
- KOÇ Serkan (akt.), “Bin Bıçak Darbesinden Korkmayan Gençlik”, Öncü Gençlik, S.53, s.16.
- Öncü Gençlik, Cumhuriyet Bize Emanet, Martı yay., 2000, s.8-10.
- KOÇ S., a.g.m.
- Ulusal Gençlik Birliği, Tüzük, Program, Etkinlikler, s.29
- YILDIRIM Deniz, “Devrimci Gençlik Hareketi ve UGB”,Öncü Gençlik, S.53, s.7.
- KOÇ Serkan, “Gençliğin Öncü Örgütü Öncü Gençlik’tir”, Öncü Gençlik, S.54, s.22
- ZİLELİ Irmak, “Öncü Gençlik ve UGB Rakip Değil”, Öncü Gençlik, S.55, s.9.
- İleri, İleri dergisi, S.3, s.8.
- İleri, İleri dergisi, S.1, s.3.
- KARADENİZ Harun, Olaylı Yıllar ve Gençlik, May yay., 2.Basım, İstanbul, Ağustos 1975, s.180.
- a.g.e.
- ADKF, “ADKF Kuruluş Bildirgesi”, İleri Dergisi, S.1, s.9.
- ERDEM Özgür, “Türkiye’nin Avrupa Serüveni”, İleri dergisi, S.2, s.20.
- a.g.m.
- ÖZSOY Ali, “Normalleşme Tartışmalaları Çerçevesinde 28 Şubat ve Demokrasi”, İleri Dergisi, S.3, s.39.
- ERDEM Özgür, a.g.m., s.26.
- PERİNÇEK Doğu, “Başyazı: Anarşinin Kaynağı ve Devrimci Siyaset”, Aydınlık, 3 Nisan 1978., (Aktaran: KARA Melik, “Aydınlık: Solun Günahlarının Kefareti mi Solda Bir serdüman mi?”, Teori ve Politika, S.23, s.80.)