Kentler ve kent olgusu, tarih boyunca toplumsal incelemelerin neredeyse temel dokusunu oluşturmuştur. Toplumsal süreçlere kaynaklık eden her olgu gibi kentleşme süreçleri ve kent mekanı da siyasal mücadelenin güncel ihtiyaçlarını karşılaması bakımından önemini korumaya devam etmektedir. Konuyu bizim açımızdan güncel kılan ise, ülkemizde hızla değişmekte olan kentsel yapı ve ilişkilerin sosyalist ideoloji açısından taşıdığı riskler ve olanaklar.
Toplumsal değişimin temel mekanı olması, kentlere, zaman içinde farklı sınıflar ve sınıfsal ilişkiler tarafından değişik anlamlar yüklenmesine neden olmuştur. Kimi anarşist ve kent karşıtı romantik akımlar dışarıda bırakılırsa, özellikle 19. yüzyılda liberal ve sosyalist ideolojilerin büyük bir bölümü ilerlemeyi, kentlerin kırsal alanlar üzerindeki zaferinde görmüştür. Ancak, kentlerin toplumsal mücadeledeki muazzam önemini ilk kavrayan ve yine buralardan beslenen kapitalizm olmuştur. Öyle ki, etimolojik açıdan incelendiğinde dahi ‘burjuvazi’nin kökünün Alman kentlerine verilen burger isminden geldiğini görüyoruz. Alman kentlerinin oluşum süreci ise iniş çıkışlarının yanında kapitalist kentleşme süreçleri açısından önemli veriler sunmaktadır. Ticari ilişkilerin feodal toplum yapısını sarsmaya başladığı bu dönem, kentlerin rolüne ilişkin değerlendirmelerin de artmasına neden olmuş ve “kent havası insanı özgür kılar”1 özdeyişinde ifadesini bulmuştur. Peki gerçekten kent havası insanı özgür kılar mı? Ya da kentlerin bu önemi temel olarak nereden kaynaklanmaktadır?
Eşitsiz gelişimin bir sonucu olarak kentler, özellikle kapitalist üretim ilişkilerinin boy attığı mekanlar olmuştur. Üretimin toplumsal nitelik kazanmaya başlaması yeni mübadele ilişkilerini doğurmuş, ticaretin gelişmesi için mekansal avantajlar da sağlayan kentler, kısa bir zamanda kapitalist üretimin vazgeçilmez mekanlarından olmuştur. İktisadi süreçlerin ürünü olarak kentlerin sosyal ve kültürel yapısı da değişime uğramış, zamanla kentler, üretimin ve sosyal yaşamın merkezi durumuna gelmiştir. Bu gelişmeler nüfus, çevre, ulaşım ve konut gibi sorunları da beraberinde getirmiştir. Ancak en önemlisi, artık kent mekanı dış etkilere ve değişim fikrine fazlasıyla açık hale gelmiş, sonraki dönüşümler için de öncü işlevi üstlenmiştir. Oysa ki kent ve kır ayrımı tarihsel bir sürekliliğe de sahiptir:
“En büyük maddi ve zihinsel işbölümü, kent ile kırın ayrılmasıdır. Kent ile kır arasındaki karşıtlık, barbarlıktan uygarlığa, aşiret düzeninden devlete, bölgesellikten ulusa geçişle birlikte ortaya çıkar ve zamanımıza kadar bütün uygarlık tarihi boyunca sürüp gider. (…) Zaten kent, nüfusun, üretim aletlerinin, sermayenin, zevklerin, gereksinmelerin bir merkezde toplanması olayıdır, oysa kır tam tersi bir olayı, ayrı ayrı olmayı ve dağınıklığı ortaya koyar.”2
Ulus devlet ölçeğinde gelişme gösteren kapitalizmin uluslaşma süreçlerinde de en önemli rollerden birini kentler üstlenmiştir. İktisadi ve sosyal yapı üzerindeki belirleyici güç gelişmiş bölgeler ve kentler olmuştur. Kapitalist kentleşme ilk evresini toplumun değişim dinamiklerini kontrolüne alarak tamamlamıştır.
Türkiye’de kentleşme ve yerel yönetimler
Kentleşme süreçleri hiçbir zaman kapitalist gelişme aşamalarından bağımsız olarak ele alınamaz. Kapitalist gelişme ve sermaye birikim aşamaları da hem merkezileşme eğilimlerinin güçlenmesini, hem de aynı oranda bir bölgeselleşme-yerelleşmeyi gerekli kılar. Keza belirgin olarak Tanzimat’la başlayan süreç, hem kapitalist merkezileşmeyi hem de yerel meclislerin güçlendirilmesini temel almaktadır.3
Yerelleşme girişimlerinin ulus devletin gelişim aşaması için bir tezat oluşturması paradoksal bir durum değil, bir gerekliliktir. Bu gerçek salt ülkemiz açısından değil, kapitalist gelişimini ilk tamamlayan Avrupa için de (ki yerel yönetim kuramlarının temelinde Avrupa merkezli liberal yaklaşımlar mevcuttur), yerel yönetim fakiri olduğu savlanan doğu toplumları için de geçerlidir. Rusya’daki zemstvo kurumları, yerel meclisler açısından özgün bir örnek teşkil etmektedir. İktidarların pekiştirilmesinde yerel yönetimler önemli bir işlev üstlenmiş, özerkleşmek ve bağımsızlaşmak yerine sistemin karakterize edildiği idari birimler olarak varlıklarını korumuşlardır.
Günümüzde büyükşehir belediyelerinin bulunduğu İstanbul, Ankara, İzmir gibi gelişmiş kentlerin, bu özelliklerinden dolayı sistemle bağlarının zayıfladığını iddia etmek kolay olmasa gerek. Oysa bu kentler kapitalist gelişimin motor gücü oldukları oranda “yerelleşmiş”, bu ise sistem açısından önemli avantajlar doğurmuştur. Elbette günümüzde belediye ve yerel yönetimlere yüklenen anlamla, Tanzimat sonrası Osmanlı yerel meclislerine yüklenen anlam arasında farklar büyüktür. Bu anlam farklarını, özellikle ‘80 sonrası kentleşme süreçlerine bakarken irdeleme fırsatı bulacağız. Ancak belirtmek gerekir ki, sermeye birikimi ve kentleşme olgusunu tekdüze bir yaklaşımla ve doğrusal bir çizgide ele almak materyalist tarih anlayışı açısından ciddi sakıncalar doğurmaktadır. Sivil toplumcu akımların bu kanallardan beslendiği akıllardan çıkarılmaması gereken bir gerçektir. Bu nedenle gelişim aşamalarının Marksist tahlilini yaparken bir de Boratav’a kulak kabartmak gerekiyor:
“Osmanlı, Jöntürk ve Kemalist dönemlerin klasik ve batı türü kılıfları içinde her şeye kadir olan, ancak toplumsal niteliği ve işlevleri açısından herhangi bir farklılaşma göstermeden tek yönetici sınıf olarak 14. (veya 15.) yüzyıldan 20. yüzyılın sonuna (veya ikinci yarısına) kadar varlığını sürdüren bu bürokrasi hikayesinin en büyük sorunu aşırı basitliğidir. Bu hikaye altı yüz yıllık bir tarih kesitini buldozer gibi tarar; bütün girintiler ve çıkıntıları düzleştirir ve her soruyu yanıtlar. Dolayısıyla her şeyi açıkladığı için hiçbir şeyi açıklamayan ve aslında gerçek bir içerikten yoksun olan o sihirli formüllerden birisi olarak karşımıza çıkar.” 4
Devletin merkezi ve yerel idari organları arasındaki işbölümünü belirleyen temel etken o toplumdaki ikincil bölüşüm ilişkilerinin doğasıdır. Daha önce el konan emek gelirlerinin yeniden paylaşıldığı ve aktarıldığı ikincil bölüşümün temel unsurlarından biri de yerel yönetim kurumlarıdır. En önemli yerel yönetim kurumu, üstlendiği görevler açısından belediyelerdir. Ülkemizde 1930 yılında yürürlüğe giren 1580 sayılı Belediye Kanunu bu konudaki kapsamlı düzenlemeleri içeren ilk yasal girişimdir. Cumhuriyetin ilk yıllarının “devletçi” ihtiyaçları doğrultusunda gerçekleşen bu düzenleme daha sonra TİP’in değerlendirmelerine de konu olmuş, düzenin “çağdaşlaşma ve kapitalistleşme özleminin ifadesi” olarak nitelendirilmiştir.5
Yerel yönetimler, kapitalist iktidarlar tarafından çizilen bu çerçevede etkinlik gösterirken mal, hizmet ve kredi alımı yoluyla kaynak aktararak, rant ilişkilerinin iç içe geçtiği fiziksel altyapı yatırımları yaparak sermaye birikimine dolaylı ya da doğrudan katkıda bulunurlar. En önemli işlevlerinden biri de işgücünün yeniden üretimini sağlayacak koşulları temin etmek olan yerel yönetimlerin kamu düzenini sağlama (yangın, afet, sivil savunma, sokak temizliği, çöp, gıda denetimi vs.) işlevi giderek önemsizleşmektedir.
“Sermaye birikimine katkı işlevi, asıl olarak belediyelerin kamu sabit sermaye varlığına kentsel ölçekte yaptıkları ek yatırımlarda ortaya çıkmaktadır. Planlama kararları ve altyapı yatırımları bu işlevin başlıca gerçekleşme biçimlerini oluşturmaktadır. Belediyeler bu faaliyetleriyle (1) Belli toplumsal tabakalara ve sermayenin belli gruplarına harcamalar aracılığıyla doğrudan kaynak aktarırlar; (2) Kullanıma sokulan yatırım ile sermayenin üretkenliğini ve kâr oranlarını artırarak sermayeye dolaylı yoldan kaynak aktarırlar. Çünkü gerçekleşen yatırımlar sermayenin “ödenmemiş üretim girdisi” olarak daha en baştan elde ettiği ek kârlardır; (3) Kentsel toprak rantı yaratarak ve bunları dağıtarak bir yandan kamu mülkiyetini çözerken bir yandan da mülkiyetin ve birikimin el değiştirmesine aracılık ederler.” 6
Türkiye’de kapitalizmin geçirdiği evrimler ile eş zamanlı olarak değişim gösteren idari yapı, bir yandan kentleşme süreçlerinin doğurduğu yeni sorunları çözmeye çalışırken, diğer yandan da uluslararası sermayenin yerel birimleri kuşatmasına aracılık etmektedir. Yerel yönetimlerin akçalı yapılarına göz attığımızda bu görev değişikliğini daha net kavrayabiliriz. Tam da bu nedenle kentleşme ve yerel yönetimler, güncel siyasal mücadelenin önemli bir konusunu oluşturmaktadır. Küreselleşme adı verilen sürecin günümüzde yerel yönetimlere biçtiği roller düşünüldüğünde, yıllarca Marksistlerce çok fazla önemsenmeyen bu konunun aslında ne denli kritik bir hal aldığı görülecektir. Çünkü bugün emperyalizmin en küçük idari birimlere kadar nüfuz etmesinin temel taşıyıcısı yerel yönetimler ve “parçalanan” kent yapısıdır. Öncelikle bu gelişimin nasıl bir seyir izlediğini yerel yönetimlerin mali yapılarından başlayarak gözlememiz gerekiyor.
Belediyeler ile il özel yönetimi gelirleri toplamı olan yerel yönetim gelirleri, 1929-1993 tarihleri arasında ortalama olarak genel bütçe gelirlerinin yüzde 18’lik bir bölümüne sahip olmuşlardır. Sadece belediyelerin payı yüzde 10 düzeyindedir. Zaman içinde il özel yönetimi gelirlerinin genel bütçe gelirlerine oranı düzenli ve hızlı bir biçimde azalma göstermiş, 1929 yılında yüzde 18 iken, 1993 yılında yüzde 3’e düşmüştür. İl özel yönetimi gelirlerindeki düşme, genel olarak yerel yönetim gelirlerinin genel bütçe içindeki oranında da azalmaya neden olmuştur. Belediyelerin genel bütçe gelirlerine oranla 1929 yılında yüzde 9 olan payı ise, 1993 yılında yüzde 14 düzeyindedir.
Elli yılı aşkın bir süre içinde belediye gelirlerinin ortalama yüzde 35’i devlet gelirlerinden belediyelere aktarılan paylardan, yüzde 18’i borç ve yardımlardan, geriye kalan yüzde 45’lik bölümü öz-gelirlerden oluşmuştur. Son otuz yıl ele alındığında yatırım harcamalarının yüzde 20’nin altına düşmediği görülür. Bu, belediyelerin Cumhuriyet dönemi boyunca en büyük daralmayı yaşadıkları 1970’li yıllar için de geçerlidir. Gelirlerin arttığı dönemlerde ise, her fazla birim yatırıma yönlendirilmiş görünmektedir. Ancak yatırım harcamalarının artışı, aynı zamanda büyük bölümü personelin ücreti olan cari harcamaların kısılması sayesinde gerçekleşmektedir.
1921 Anayasası ile yerel kamu gücünün kullanımına (Ekim Devriminin iktidara taşıdığı Sovyet örgütlenmelerinin de etkisiyle) özen gösterilse de 1924 Anayasası bu gücü merkezileştirerek eski düzenin ekonomik ilişkilerinden hızlı bir kopuşu öngörmüştür. 1930-1935 yılları arasında uygulanan “devletçilik” politikasına koşut olarak belediyelere verilen kamulaştırma yetkileri sınırlandırılmış, taşınmazların değer artışları vergilendirilmiş, imar görevi idari sözleşmeler ve ihale yoluyla düzenlenmiştir. Bu dönemde belediyeler, yerel feodal unsurların etki alanından çıkartılarak yeni aktörlerin denetimindeki pazar ilişkilerine adapte edilmeye çalışılmıştır.
1946-1960 yılları arasında Türkiye kapitalizmi yeni bir aşamaya girmiştir. İktidar, büyük toprak sahipleri ve sanayici-tüccar bağlaşıklığı üzerinde yükselen yeni bir yapıya kavuşmuş, sermaye birikimi özel sektörün belirleyiciliğine alabildiğine açılmış ve emperyalist dünyaya eklemlenme girişimleri yoğunlaşmıştır. 1950-1965 yılları arasında özellikle tüketim malları üretiminde kamunun payı yüzde 52’den yüzde 38’e düşerken, ABD “yardımlarıyla” tarım ve sanayi başta olmak üzere bir çok sektöre yabancı sermaye girişi gerçekleşmiştir.
1946’dan sonra gerçekleşen hızlı ekonomik değişmeye paralel toplumsal dönüşüm, kırdan kente göç olgusuyla kendini ortaya koymaktadır. 1950 yılında toplam nüfusun hâlâ yüzde 18,7’sini oluşturan kentsel nüfusun oranı 1960’da yüzde 26,3’e; kentlerde çalışanların toplam çalışan nüfusa oranı ise yüzde 18’den yüzde 21’e yükselmiştir. Bu dönemde kentsel nüfusun yıllık ortalama artış hızı yüzde 7 civarında seyretmiş, sanayi için yedek işgücü deposu olan “eski köylü-yeni kentli” kesim 1960 yılında 240 bin gecekondu ile kentsel dokunun temel unsurlarından biri olmaya başlamıştır.
Hızlı şehirleşme olgusu neticesinde 1960 yılında yüzde 32 olan şehir nüfusunun payı giderek artmış ve 1990 yılında yüzde 59’a yükselmiştir. Buna göre 1960 yılında 8,8 milyon olan şehir nüfusu 1990 yılında 33,3 milyona yükselmiştir. Bu otuz yıllık dönemde şehir nüfusu ortalama yüzde 4,4 artış göstermiştir.7
Görüldüğü gibi şehirlerde nüfus, Türkiye ortalaması olan yüzde 2,3 nüfus artış hızının bir misli daha fazla artış hızıyla artmıştır. Burada şehrin doğal nüfus artışı yanında kırdan kente göçlerin etkisi büyük olmuştur. Türkiye genelinde beş yaşın üstündeki nüfusun yüzde 29’u 5-14, yüzde 66’sı 15-64 ve yüzde 5’i 65 yaşın üstündedir. Bu üç ana yaş grubuna göre göç edenlerin yaş yapısı Türkiye geneli için verilen yüzdelerle mukayese edildiğinde; çoğunlukla 15-64 yaş grubunda yoğunlaştığı, yaşlı ve genç nüfusun daha az göç ettiği görülmektedir.8
Kırdan kente göç edenlerin sayısındaki muazzam artış ve göç olgusunun doğurduğu yeni sorunlar, kentin sosyo-kültürel dokusunu da önemli ölçüde değiştirmiştir. 1960-1980 döneminde sanayileşme sürecini derinlemesine ilerleterek yapısal dönüşümü güvence altına almaya yönelen merkezi ekonomik planlama yöntemi işlevini yerine getirmiştir. Geleneksel kentsel unsurlar tasfiye edilerek ya da küçük üreticilik, kapitalist ekonomik düzenin açtığı faaliyet alanlarına kaydırılarak yerel toplumsal güç ilişkileri değişime uğratılmıştır. Sermaye birikiminin merkezleri haline gelen kentler, tarımsal dönüşüm ile sanayileşme hızları arasındaki farklılık nedeniyle iç göç baskısı altına girmiştir. Bir yandan mevcut yerel kurumların yapısı, bir yandan da başlangıçta ekonomik katkısı düşük, maliyeti yüksek kentleşme süreci belediyelerin aleyhine bir işbölümünün yürürlüğe girmesine neden olmuştur.
‘80’ler ve “yeni sağ”
1980’li yılların başında, dünya çapında etkinlik göstermeye başlayan neoliberal politikalar, emperyalist dünya için hem bir sıkışma dönemini hem de bu sıkışmanın aşılmasına yönelik çabaları ifade etmektedir. Sıkışma, temel olarak merkez sermayenin güçlü olduğu bölgelerde de kendini göstermiş ve yeni sağ politikalar aracılığıyla aşılmaya çalışılmıştır.
Bu dönem, uluslararası planda yeni gelişmelerin yaşandığı ve özellikle Sovyetler Birliği’nin sürece yanıt üretmekte zorlandığı bir dönemi ifade eder. Hal böyle olunca liberal saldırının ideolojik argümanlarının taraftar bulması çok da zor olmamış, “yeni dünya düzeni” adı verilen ve bugünü de kapsayan süreç adım adım işlemeye başlamıştır. Bugün “küreselleşme/globalizasyon” adı verilen alan emperyalist yayılmacılık, özellikle, 1990’ların başında Sovyetler Birliği’nin önderlik ettiği sosyalist ülkelerin çözülüşünün ardından dünya üzerinde tek güç olduğunu ilan etmiştir. Tek başına açık bir saldırı anlamına gelen bu dönem, sermaye birikiminin önünü tıkayan mekanizmaların tasfiye edilmesini de gündeme getirmiş ve uluslararası sermayeye yeni kârlı yatırım alanları açılmasını sağlamıştır. Kamucu ideolojinin uluslararası planda aldığı darbeler “devletin küçültülmesi” adı altında kamu mallarının yağmalanmasını ve özel sektörün güçlendirilmesini kolaylaştırırken, merkez sermayeyi desantralize etmenin yeni yolları aranmaya başlandı. Bu aranışın sonucu olarak en küçük birimlere kadar sermaye girişinin gerçekleşmesi sağlanırken dönemin temel aktörleri de belirginleşmeye başlamıştır: Kentler, yerel yönetimler ve sivil toplum…
Ülkemizdeki belediyeler için bu yeni dönem başladığında, toplam nüfusun yüzde 38-44’ü kentlerde, yine toplam nüfusun yüzde 57’si belediye sınırları içinde yaşamaktaydı. 1980-1985 döneminde hiç yeni belediye kurulmamış, aksine kimi küçük belediyeler en yakınlarındaki büyük belediyelere bağlandığı için belediye sayısı azalmıştır. Bu gelişmelere paralel olarak belediyelerin üzerinde yükseldiği toplumsal zemin de değişmiştir. Eski düzenin ayrıcalıklı aktörleri olan küçük üreticilerin ekonomik varlığı büyük sanayici-tüccar sınıfının güdümüne girmiştir.
1980’li yıllar sabit sermaye yatırımlarında kamu payının gerilediği, buna karşılık özel kesimin payının yüzde 40’dan yüzde 57 düzeyine çıkarak genişlediği; aynı anda sabit sermaye yatırımlarında neredeyse yüzde 100 olan merkezi yönetim payının yüzde 90’ın altına düştüğü dönemdir.
Sabit Sermaye Yatırımlarında İller Bankası ve Yerel Yönetimler, 1981-19959
(cari fiyatlarla milyar lira ve yüzde olarak)
Kamu kesimi içinde payıToplam yerel harcamada payı
İller BankasıYerel Yönetimİller BankasıYerel Yönetim
19812553.31081.470.229.8
19859713.020686.431.968.1
19922.26002.98.525010.821.079.0
19956.70002.238.327012.614.985.1
Yerel yönetimlerin mali tablosundaki bu değişikliklerin de gösterdiği üzere yerel kurumlar merkezi idareye bağlı olmaktan çıkarılmış ve “çok aktörlü” bir yapı kazandırılmıştır. Sivil toplum örgütleri, yerli ve yabancı finans kurumları ve ihale koşullarını belirleyen Dünya Bankası, “yönetişim/govermance” adı verilen yeni sistemin temel aktörleridir artık. Çeşitli aktörlerin “sivil toplum örgütü temsilcisi” kimliğiyle yer alacakları yeni kurumlar, yerel karar mekanizmalarının yeni sahipleri olacaktır. Kaynağını 19. yüzyıldan alan liberal yerel yönetim kuramı, yetki ve kaynakların merkezden yerel yönetimlere aktarılmasını ve bu kurumlarda toplanmasını öngörmüştür. Günümüzün yeni liberal yerel yönetim anlayışı ise, merkezden yerele aktarmayı sürdürürken karar mekanizmalarının buralarda toplanmasını değil, kamunun dışına aktarılmasını öngörmektedir. Bu döngünün temel aracı da borçlanma mekanizması olacaktır.10
Yerel yönetimlerin yerli sermayeden borçlanması 1980’lerin ikinci yarısına rastlar. Daha önceleri düşük miktarlarda kullanılan yabancı kredilerin yoğun bir şekilde kullanımının başladığı dönem de aynı dönemdir.
Kullanılan dış kredi, uluslararası sermaye kuruluşları, devletler, ticari bankalar ve tahvil piyasaları kaynaklıdır. En çok kullanılan kaynak ticari bankalar ve ikinci olarak devletler olmuştur. Borçlanma ve borçlandırma sermayenin yerel yönetimler üzerinden kentleri işgalinin temel yöntemlerinden biri olagelmiştir. 1995 yılı sonunda Türkiye’nin dış borcu 73 milyar dolar iken, yerel yönetimlerin dış borçları 2,6 milyar dolar -yani toplam dış borcun yüzde 3,6’sı- büyüklüğündedir.
Dünya Bankası yaptığı kredilendirmeyi “yapısal uyarlama stratejisi” çerçevesinde kamu kesiminin tasfiye edilmesini ve kamu hizmetlerinin ticarileştirilmesini ya da özelleştirilmesini amaçlayan yönetim modelleri geliştirmek üzere yapmaktadır. Çukurova Kentsel Gelişme Projesi, Antalya ve Bursa Su-Kanal Projeleri Kredisi, Trabzon-Rize Kıyı Hattı Katı Atık Projesi gibi konulardaki krediler, teknik anlamda proje kredileri olmaktan uzaktır. Örneğin Dünya Bankası ile Bursa Büyükşehir Belediyesi ve Antalya Su ve Kanal İdaresi arasında imzalanan borçlanma anlaşmaları; işin yapımında ihaleciliği ve Dünya Bankası’nın belirlediği uluslararası ihale koşullarını, hizmetin yüksek oranda fiyatlandırılmasını, tamamlanan işletmelerin özel şirketlere devredilmesini gerektiren kuralları içermektedir.
Belediyelerin bayındırlık işlerinin de kapitalist pazar ilişkilerine sunulmasıyla birlikte yerli ve yabancı sermayedarın bu sektöre olan ilgisi artmıştır. Sanayi ve Ticaret Bakanlığı 1986 yılından itibaren her yıl “Belediye Araç ve Gereçleri Fuarı” düzenlemektedir. Koç grubu, otomotiv sanayiinin en güçlüsü olarak belediye tipi otobüs, hizmet amaçlı otomobil, arazi binek taşıtı, çekici ve büro-bilgi-iletişim araçları ile, Sabancı ve Çukurova holdingleri ise iş makineleri ile pazarda yerlerini almışlardır. Bazı büyük şirketler de doğan talebin türüne göre kendilerini ithalatçı firmalar olarak uyarlamışlar, örneğin Alarko kanal temizleme araçları ve toz toplama sistemleri Pekcan Holding çöp itfaiye ve arazöz araçları ile bu fuarları sürekli izlemişlerdir. İnşaat sektörünün devleri olarak bilinen STFA ve ENKA ise pazarda yerlerini çoktan almış durumdadır.11 Geçtiğimiz aylarda Adapazarı’nın bir ilçesine, o bölgede kurulu bulunan Kent-SA fabrikasının isminin verilmesi gündeme gelmiş, yöre halkının büyük oranda tepkisini çekmişti. Bu olay yerel yönetimlere kadar sirayet etmiş olan sermaye işgalini ironik bir biçimde yansıtmaktadır.
Yerel yönetim anlayışı kuramsal çerçevesini kapitalizmin ortaya çıkış döneminden almaktadır. Bu dönemin belirleyici temasını oluşturan bireyci liberal düşünce, kapitalist merkezileşmeyi sağlamak amacıyla yerel yönetim fikrini kullanagelmiştir. Bu nedenle günümüzde ciddi bir tekelleşmenin yaşanıyor olmasıyla yerel yönetimci anlayışların popülerlik kazanması bir tezat oluşturmamaktadır. Çünkü sermayenin güncel ihtiyaçları idari mekanizmaların bu doğrultuda şekillendirilmesini zorunlu kılmaktadır. Üstelik, bu bakış açısıyla demokrasi havariliği yapmak pek de kolay olmamaktadır:
“’Yerel yönetimler demokrasinin beşiğidir’; demokrasi uzun yıllar bu beşikte uyutulmuştur. Son yirmi yıldan bu yana, yerel yönetimlerin demokrasiyi uyutma işlevi ikinci plana düşmüştür. Yeni sağın küreselleştirme sürecini ilerletme araçlarından biri olarak yerelleştirme politikası, yerel yönetimleri hızlı bir şekilde toplumsal gelişmenin başlıca direnç noktalarından birine dönüştürmektedir. Günümüzde yerel yönetimler, anti-demokratik yapı ve süreçlerin kurucu unsurları olma kimliği ile öne çıkmaktadır.”12
Osmanlı’da imparatorluğun son dönemlerinde yaygınlık kazanmaya başlayan yerel yönetim fikrinin çeşitli biçimlerde bugünlere kadar uzandığını görüyoruz. Bu konuda ülkemiz liberal aydınlarınca ileri sürülen düşünce, “toplum olarak kendi kendini yönetme geleneğimizin olmadığı” ve bu nedenle batı kapitalizminden uyarlanmaya çalışılan bu modelin tam anlamıyla kötü bir taklit olduğudur. Avrupa ile entegrasyon adı verilen süreç, liberallerimizin yerelci duygularını harekete geçirmiş, sivil toplumculuk fazlasıyla rağbet görmeye başlamıştır. Kendi toplumunun gelişme dinamiklerine yabancı olan ve toplumsal kurtuluşa inançsızca yaklaşan bu bakış açısı, geçmişte de “mandacı” ve teslimiyetçi projelerin aydınlar arasında ilgi uyandırmasına neden olmuş, günümüzde ise emperyalizme koşulsuz teslimiyet biçimini almıştır. Bunun, bir davranış kalıbı olarak dikkate alınması ve sonuna kadar mücadele edilmesi gerekmektedir.
Metropollerin bugünkü durumu ele alındığında kentlerdeki sermaye işgalinin buralarda büyükşehir belediyeleri aracılığıyla gerçekleştirildiğini görüyoruz. Kent mekanının her anlamda ticarileştirilmesiyle başlayan süreç, patronaj ilişkilerinin yaygınlaşmasıyla birlikte yeni boyutlar kazandı. Bir dereceye kadar ipliği pazara çıkarılan gerici belediyeler bu ranttan en fazla payı alan kesimi oluşturuyor. Siyasi ve ticari ilişkilerin iç içe geçtiği belediye yönetimleri önemli bir rant kapısı olmaya devam ediyor. Akbil şirketi BELBİM AŞ, BEDAŞ, İGDAŞ, İSKİ ve daha birçok belediye kuruluşunda ortaya çıkan bu ilişki ağı buzdağının görünen ve yasal olan kısmını oluşturmakta. Hazine arazilerinin satışa çıkarılarak yağmalanması13 , şehir içi ulaşımının mafyaya ihale edilmesi, altyapı yatırımlarının kısa vadeli olarak planlanması ve gereksiz bir dizi “faaliyet” gibi yasal kılıfı uydurulmuş soygunların hesabını sormak ise restorasyoncuların boyunu kat be kat aşıyor.
Tarımın çökertilmesine yönelik kapsamlı AB ve IMF uygulamaları, tarım sektöründe çalışan yüz binlerce insanın kısa vadede işsiz kalmasına neden olacak. Geçimini sağlamak amacıyla metropollere göç etmek zorunda kalacak bu kesim, daha önce buralarda yaşamakta olan ve zaten önemli bir kısmı işsizlik sorunu yaşayanlarla birlikte ele alındığında ciddi bir toplamı oluşturmakta. Yoksullaşmayı en ağır ve hızlı şekilde yaşayacak ve yaşamakta olan bu kesim, kentlerin toplumsal dokusunun değişmesine neden olacaktır.
Kentlerin kendine has sorunlarıyla da tanışacak bu insanların açlık tehlikesiyle baş başa kalacaklarını söylemek hiç de abartılı bir değerlendirme olmayacaktır. Kapitalizmin gözden çıkardığı ve toplumun nicel olarak önemli bir kısmını oluşturan bu insanların sistem tarafından ideolojik olarak manipüle edilmeleri de kolay olmayacaktır. Bu noktada kentler siyasal mücadele alanları olarak yeni ve özel bir anlam kazanmaktadır. Sorun, bu tablonun emekçi sınıflar lehine nasıl çevrileceğidir.
Küba Devriminin önderlerinden Fidel Castro, geçmişte yaptığı bir değerlendirmede kentlerin devrimcilerin mezarlığı olduğunu söylemiştir.14 Latin Amerika ülkelerindeki devrimci mücadelelerin tarihi açısından bu değerlendirmenin temellendiği bir gerçeklik olduğunu kabul etmek durumundayız. Ancak sorun, emperyalizmin hüküm sürdüğü bir coğrafyada, kapitalizmin eşitsiz gelişiminin biriktirdiği çelişkilerin günümüzde devrimciler açısından nasıl yorumlanması gerektiğidir.
Tarih boyunca kentler, toplumun ideolojik olarak yönlendirilmesinde ve/veya teslim alınmasında önemli bir işlev sahibidir. Günümüzde ise işçi sınıfının metropollerde ve çevre illerde bulunmasının doğurduğu önem yanında, sistemi ayakta tutan toplumsal tabakaların hemen hemen tümünün kentlerde yaşadığını ve bu ideolojik manipülasyonun taşıyıcıları olduğunu gözlemekteyiz. Toplumun bütününü ilgilendiren kararlarda bu insanların da -dolaylı da olsa- imzaları vardır. İdeolojik mücadelede bu yapının sunacağı avantajlar dikkatlice değerlendirilmeli, bilerek veya bilmeyerek sistemin devamını sağlayan ara tabakaları da taraflaştıracak bir politik hat tercih edilmelidir. Bu düzenin değişmeyeceği yanılsamasının üretildiği tüm alanlara sosyalist siyaset nüfuz etmeli ve bu tabloyu değiştirmelidir.
Kent mekanının doğası gereği buralardaki sorunlar kapsayıcı toplumsal sorunlardır. Dolayısıyla sosyalist siyasetin topluma seslenme kanallarının en geniş ve etkili olduğu mekanlardır. Farklı toplumsal kesimlerin yaşadığı ayrı ayrı sorunlara, bütünsel çözüm projelerinin sunulmasını kolaylaştıran yerler kentlerdir.
Kapitalizm kent mekanını ve yerel birimleri sınıfsal çelişkilerin örtülmesinin aracı olarak da kullanmaktadır. İşgücünün yeniden üretimi ve ikincil bölüşüm ilişkilerinin planlandığı yerler olarak kentler, bu yönüyle sosyalistlerin de özel olarak değerlendirmesi gereken alanlardan birisidir. Sınıfsal çelişkilerin belli alanlarda yoğunlaşması, siyasette mekan ölçeğini önemli hale getiriyor.
Kentleri kazanma kavgasında aydınlanma mücadelesinin ise ayrı bir önemi vardır. Gerici ideolojilerin büyük kentlerde ciddi oranlarda toplumsallaşabilmesinin temelinde yukarıda sayılan nedenler vardır. “Adil Düzen” aldatmacasının geniş yığınlar nezdinde sempati kazanmasının belki de en önemli sebebi, bu söylemin kapsayıcı ortak sorunlara cevap olarak kurgulanmasıdır.
Bu gerici yapı kırılmadan, kentlerde mücadele vermenin ve örgütlenmenin önünde ciddi ideolojik engellerle karşılaşılacaktır. Yani bu iki başlık beraber ele alınmalı, kentlerdeki mücadele aynı zamanda gerici ideolojilerle ciddi bir hesaplaşmanın gerçekleştiği alanlar olarak kurgulanmalıdır. Özellikle büyükşehir belediyelerini ellerinde tutmakta olan gericilerin, bu yolla reklam ve propaganda yapmalarının önüne geçilmelidir.
Büyükşehir belediyeleri, özellikle de İstanbul Büyükşehir Belediyesi, yaptıkları her yeni faaliyetin reklamını yapıyor, hatta bu reklam faaliyetlerinin maliyeti yapılan işin maliyetini kat be kat aşıyor. Bu yolla belediyelerin sorunsuz ve mükemmel çalıştığı izlenimi yaratılıyor ve bu durum dışarıya “Büyükşehir çalışıyor” sloganıyla lanse ediliyor.
Fakat aynı zamanda yandaş şirketlerin kasaları düzenlenen naylon faturalarla dolduruluyor, belediye başkanlarının kendi reklamını yaptığı harcamalar belediye bütçesinin önemli bir kalemini oluşturuyor, taşıma hizmetleri hızla özel firmalara devrediliyor, büyükşehir sınırları içerisindeki hemen hemen tüm duvar ve geçitler reklam için özel şirketlere kiralanırken bu duvarlar devrimcilere yasaklanıyor, çevre düzenlemelerinden yol bakım çalışmalarına kadar her alanda yağma devam ediyor.
Büyükşehir gerçekten de “çalışıyor”. Her belediyenin yapmakla mükellef olduğu faaliyetler, sanki meziyetmişçesine olağanüstü bir durum gibi gösteriliyor. Trafik lambalarına bile açılış törenleri düzenleniyor ve bu böylece sürüp gidiyor. Yapılan reklam faaliyetleriyle, belediyenin çalıştığı görüntüsü veriliyor. Yani “koyunun olmadığı yerde keçiye Abdurrahman Çelebi derler” misali sosyalist planlamanın sözünün edilmediği yerde gerici belediyelerin “çalışmaları” alkışlanıyor.
Devrimci mücadelede somut hedef ve taleplerin de yeri önemlidir. Sosyalistlerin ulaşım, barınma, konut, sağlık, eğitim gibi başlıklarda somut ve güncel hedeflerle hareket etmeleri gerekmektedir. Ancak, yapılması gereken şey; şimdiden haritaları masaya yatırıp yeni imar planları hazırlamaya kalkmak değil, belki bu planların daha sağlıklı olarak hazırlanabileceği bir dönemi yakınlaştırmak için kolları sıvamak. Sosyalist adacıklar yaratarak kapitalizmle mücadele edilemeyeceğini bilmek zorundayız. Kapitalist devlet örgütlenmesinin ortaya çıkardığı kimi boşlukların sosyalistler açısından taşıdığı değer elbette küçümsenemez. Fakat yerel ölçekte elde edilebilecek başarılar tekil zaferler değil, nihai amaç açısından kalıcılığında ısrar edilmesi gereken geçici mevziler anlamını taşımalıdır. İnsana değer vermek, “herkes başının çaresine baksın” anlamına gelen bireyci-liberal anlayışlarla ciddi bir hesaplaşmayı gerektirmektedir. Bireyler, içinde yaşadıkları toplumdan ayrı düşünülemez ve diğer bireylerin sorunlarına dışsal kalamaz. Bu nedenle tarihin de tanıklık ettiği en insani sistem komünizmden başkası değildir.
Dipnotlar ve Kaynak
- HOLTON R. J., Kentler Kapitalizm ve Uygarlık, İmge yay., 1999, s.18.
- MARX-ENGELS, Alman İdeolojisi, Sol yay., 1992, s.76.
- Gülhane hattının ilanıyla başlayan Tanzimat devrinde ülke yönetimi problemi daha temelli olarak ele alındı. Ülke eyaletlere, eyaletler sancaklara, sancaklar kazalara, kazalar da köyleri içine alan nahiyelere bölündü. Eyaletlerin yönetimi valilere bırakılırken, her valinin yanına bölge kuvvetlerini komuta edecek bir muhafız ile mal işlerini yürütecek bir defterdar verildi. Ayrıca Fransa’daki departman meclisleri örnek alınarak bazı sancaklarda meclisler kuruldu. Valinin başkanlık ettiği bu meclislerde her tabakadan ahalinin nispi temsili öngörülmüştü. Merkez ve yerel arasındaki denge bu şeklide sağlanmaya çalışıldı.
- BORATAV Korkut, “Türkiye’de Devlet, Sınıflar ve Bürokrasi: Çağlar Keyder’in Kitabının Düşündürdükleri”, Marksizm ve Gelecek içinde, Kış 1990, s.67.
- Türkiye İşçi Partisi, Demokratikleşme İçin Plan, 1978-1982, İstanbul, 1978, s.483.
- GÜLER Birgül Ayman, Yerel Yönetimler-Liberal Açıklamalara Eleştirel Yaklaşım, TODAİE yay., 1998, s.201.
- KOCAMAN Tuncer – BAYAZIT Sema, Türkiye’de İç Göçler ve Göç Edenlerin Sosyo-Ekonomik Nitelikleri, DPT Sosyal Planlama Genel Müdürlüğü yay., Haziran, 1993, s.1.
- a.g.e., s.21.
- Maliye ve Gümrük Bakanlığı, Yıllık Ekonomik Rapor, 1995.
- 1996 yılındaki zirvesi İstanbul’da yapılan HABITAT toplantılarının temel işlevi de budur: Kentlerde yaşanmakta olan sorunlara, yerel ve uluslararası sermayenin sivil toplum örgütleri aracılığıyla ya da doğrudan müdahalesiyle “çözüm” üretilmesi. Toplantının yapıldığı bölgede neredeyse sıkıyönetim ilan edilirken, toplantı sonucunda -uluslararası sermayenin ülkemizdeki yerel yönetimlerle kurduğu işbirliğini saymazsak- kentsel sorunların çözümüne yönelik sadece tavsiye kararları alındı.
- GÜLER B. A., a.g.e., s.214.
- GÜLER B. A., “Yerelin Ulusaşırı Anlamı”, İktisat Dergisi, Nisan 1999, s.56.
- Bu konuda İstanbul Büyükşehir Belediyesinin çıkarmakta olduğu İstanbul Bülteni’nin 150.sayısında “Belediyelere yeni kaynak” başlığıyla yayınlanan haberde, hazineye ait taşınmaz malların satışının görüşüldüğü toplantıdan notlar aktarılıyor. Maliye Bakanı Sümer Oral, hazineye ait arsa ve arazilerin satışından elde edilecek gelirin bir bölümünün büyükşehir, ilçe ve belde belediyelerine aktarılacağını dile getiriyor. İşsizlik nedeniyle yaşanan göçe dair herhangi bir merkezi çözüm önerisi olamayan devlet, hazine arazilerine yapılan gecekondular için imar affı öngörüyor. Bu yolla “işgal edilen” araziler oturanlara satılacak ve bu da yeni girişimleri meşrulaştıracak. Bir başka ifadeyle “taşı sıkıp suyunu çıkarmayı” düşünüyorlar. Aynı toplantıda belediye sınırlarındaki hazine arazilerini kâr kapısı olarak gören Büyükşehir Belediye Başkanı Ali Müfit Gürtuna ise konuya bakışını şöyle ifade ediyor: “Belediyemizin ciddi bir gayrimenkul portföyü var. İmar yetkilerinin de belediyelere ait olduğu düşünülecek olursa, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin Gayrimenkul Yatırım Ortaklığı uygulamasına etkin bir biçimde katılımıınn sağlayacağı faydaları tahmin etmek güç olmasa gerekir.”
- HOLTON R.J., a.g.e., s.42.