Havaların ısındığını duymayan kalmamıştır herhalde. Bildiğimiz havaların sonunun geldiğini duymayanınız kaldı mı? Sadece bihaber olanların değil, bu durumu bir vakıa olarak kabul etmeyenlerin oranı da düşüktür, olasılıkla. Yaklaşık 20 yıldır dünyanın ve az gecikmeyle Türkiye’nin gündeminde rutin bir şekilde yer alıyor küresel ısınma konusu. Diğer deyişle “iklimsel değişiklik” veya “iklimsel ısınma.” Denebilir ki, ilk kez bir gezegen, insanı sollayarak medyatiklikte birinci sıraya oturuyor.
Küresel iklim değişiklikleri zengin bir konu. Hollywood filmleri içinse biçilmiş kaftan. Veya bunun tersi de söylenebilir: Önünü ardını araştırmadan konunun tellallığını gönüllüce üstlenmişlerin söylemine şöyle bir bakmak yeterli; “Havalar çıldırıyor”, “Isınıyoruz”, “Denizler 50 yıl içinde 50 santim yükselecek”…
Felaketçi söylem medyada düzenli ve abartılı bir şekilde yeniden üretiliyor. Diğer çevre sorunlarını fark etmeyen, sadece “ısınma”ya endeksli bir dikkatle hazırlanmış haberler, kitle iletişim araçlarının tüm mecralarında aynı üslupta kullanılıyor. Felaket senaryosunun başrol oyuncuları ise hep aynı. Güney kutbu kıyılarından kopan dev buzul parçaları yavaşlatılmış çekimlerle tekrar tekrar ekrana getiriliyor. Yeryüzünün en soğuk dönemlerinin yaşandığı Büyük Buzul Dönemi’nde dahi bu sahnelerin aynı sıklıkta oluştuğu gerçeğinin pek önemi yok. Fırtınalar gösteriliyor tüm canlılığıyla. Dünyada her gün 50 bin fırtınanın yaşandığı ve bunun doğal bir şey olduğunun da önemi yok. Bunları bilse bilse birkaç bilim adamı ve konunun meraklısı kişiler biliyor zaten.
Bilinen ve kesinliği kabul edilen bir gerçeği göstermede kullanılan meşru ve masum yalanlara çok kızmamak gerekir. Evet, kesin bir olgu bu: Topyekun ısınıyoruz.
Su götürmez kesinliğin başka kanıtları da var. Yeryüzünün hemen her bölgesinde gün geçmiyor ki sular, seller yerleşim bölgelerini yerle bir etmesin. Burnumuzun dibindeki son örnek Mersin felaketini de gördükten sonra kim söyleyebilir iklimlerin değişmediğini Neydi o El Niñolar, La Niñalar? Peru açıklarındaki bu olayın etkisi ta Hindistan’da görülmedi mi? Fransa’da 1999 yılında yaşanan fırtınada 60 milyon ağacın yıkılması da mı ikna edici değil? Yaşanan kuraklıklar, şaşıran mevsimler, bu mevsimlerin şaşkına çevirdiği ağaçlar, hayvanlar, kuruyan göller, taşan nehirler… Hepsi bir şeylerin eskisi gibi gitmediğini göstermiyor mu?
Çevreyle ilgili korkuya dayalı reflekslerin temelinde yükselen bir kitlesel hezeyana dönüştürüldü küresel ısınma konusu. Dinsel kıyamet inancının müspet bilimdeki karşılığı şeklinde algılatıldı. Sadece bu değil, tüm çevresel sorunlar için geçerli oldu bu durum. Artık, metropollerde oturan ve üniversite okumuş ve kazara çevre felaketçiliği söylemiyle tanışmış bir kesim, sütten ağzı yanmanın tepkisiyle bu dünyaya çocuk getirmenin bile büyük bir ayıp, günah ve de düşüncesiz bir girişim olduğuna inanmaya başladı. Dünya bu şekilde ısınırsa, ki tersine girişimlerin hiçbir umut kapısı araladığı yok, buzullar erir ve denizler yükselirse, türler yok olur, ormanlar yok edilirse, birçok coğrafya çöle dönüşürken geri kalanlar da ne yapacağını bilemeyecek kadar suya batarsa, ortada ne umut kalır ne yaşama sevinci, ne de yaşatma. Belki, enerji kırıntısı olarak kalsa kalsa, asar-ı atika muğlak sol düşüncelerle şekil vermeye çabalanan bir Amerikan karşıtlığı kalır. O ABD değil mi ki, Kyoto sözleşmesine imza koymadı!
En ileri derecede karmaşık yapıya sahip olan iklim konusu bir oldubitti şeklinde kesinlik kazanmış durumda: Isınıyoruz.
Kimi bu iddiayı şimdilik ABD “karşıtlığı” içermesinden dolayı kabullendi, kimi ateş olmayan yerden duman çıkmaz diye, kimi ise çıkarları gereği. Çokuluslu şirketler ise yaratılan panik ortamıyla birlikte açılan alanda pazarlıkları kendi lehlerine çevirmek için yarışıyorlar.
ABD’nin ısrarla karşı durduğu bir konunun doğru olma olasılığı, eşyanın tabiatı gereği yüksektir. Bu konu iklim ve küresel ısınma olunca, durum değişiyor. Küresel ısınmanın varlığının özellikle kültürel seviyesi görece yüksek kesimlerde bu kadar tartışmasız bir şekilde kabul görmesinde bu doğru mantığın etkisi azımsanamaz.
Durmuş bir saatin bile günde iki kez doğruyu göstermesi gibi, ABD’nin politikalarına gerekçe oluşturan veriler de kimi zaman doğru olabiliyor. Veri derken, bilimsel verileri kastediyoruz. İklim konusunda tesadüfi bir uyum bu. Yine de, özel olarak güdülenmiş çalışmalar az değil.
Bu tartışmada temel sorun “ısınıyoruz” veya “ısınmıyoruz” taraflarından hangisinde yer aldığımız değil. Tartışmada ayrıntıya indikçe, çevrecilerin politikalarını ve örgütlenmelerini, çevre sorunları adı altında gündeme getirilenlerin altında yatan niyetleri, tarafların asıl kaygılarını, bilim dünyasının bağımsızlık durumunu deşmek gerekiyor.
Şimdiden şunu söyleyelim: İklimle ilgili olarak bilim dünyasında hali hazırda görüşler çok çeşitli. İklimlerin değişmesi, bu değişimlerdeki sayısız etken, bunların önem sıralaması ve en can alıcısı bu değişikliklerde insanın payına ilişkin araştırma ve tartışmalar hâlâ sürüyor. “Isınıyoruz, bunun müsebbibi de insanoğlu” taraftarlarının çokluğu veya çokmuş gibi gösterilmesi, diğer görüşlerin yabana atılmasına yol açmamalı.
Aslolan çevre, gerisi beyhude
Bir mantıksal çerçeve kuralım. Birinci önerme: Çevreci söylemler, çevrenin sorunlarını merkeze alır. İkinci önerme: Çevrenin büyük sorunlarının olduğu tartışılmaz bir olgu. 1 Üçüncü önerme: Kapitalizm paranın hakimiyeti üzerine kuruludur. Dördüncü önerme: Kapitalizm gayesini gerçekleştirirken çevreyi tahrip eder.
Tüm bunlar değişik şekillerde birleştirildiğinde ortaya çıkması muhtemel ilişkilerden biri şu olacaktır: Ne şekilde olursa olsun, çevre sorunlarının gündeme getirilmesi kapitalizmin marifetlerinin ifşası değerini taşır. Veya çevre sorunlarından söz etmek, örneğin “küresel ısınmaya karşı olmak” kapitalizm karşıtlığı içerdiği için, militanlığı yapılmasa dahi karşı çıkılmayacak bir söylem veya tavırdır. Ya da, küresel ısınmaya inanmamak, çevre sorunlarını hafife almaktır. Bu da sağ bir söylemdir. Dolayısıyla küresel ısınmada bitaraf olmak, bertaraf olmanın yolunu açmak anlamına gelecektir. Küresel ısınma konusunda telaşa kapılmayan kişi herşey iyiye gidiyor tezinin savunucusu konumuna düşecektir…
Fazla karikatürleştirilmiş bir tablo olsa da, çevreci söylem bu mantıktan haylice yararlanıyor. Çevreci yaklaşımın harcı alem şeklinin kabul görme alanına görece ilerici olarak adlandırılan kesimlerin de girmesinde bu durumun büyük payı var. ABD’nin iklim konusundaki bugünkü tutumu da çevreci-ilerici buluşmasında cesaret verici bir etki taşıyor. Böylece insan kökenli küresel ısınmanın tartışılmazlığı kesinleşmiş oluyor. Bunlardan öteye gidemeyen bir sezgisel yaklaşım şimdilik ABD’nin olmasa da aynı kaba işeyen diğer ülkelerin ve çok uluslu şirketlerin işine geliyor. Bu konuya aşağıda değineceğiz.
Bu otomatizm çok sayıda önemli noktanın atlanmasına neden oldu, olmaya da devam ediyor.
Küresel ısınmada ve diğer çevresel konularda, çevrecilerin önünü ideolojik bir fluluk yaratarak açan başka etkenler de var.
Biraz önce değindiğimiz mantığın birçok öğesinde kapitalizm karşıtı gibi görünen yaklaşımlar, çevrecilere göstermelik bir muhaliflikten öteye gidemeyen bir görüntü, dolayısıyla dokunulmazlık bahşediyor. Bu sihirden, perestroyka sonrası çark edişleri saymazsak, ne mutlu ki sosyalistler muaf. 2 Ancak solun hitap ettiği kesimlerin ve buradan gelebilecek kazanımların önüne geçen bir etki gösteriyor.
Muhalif görüntüye ilaveten, çevreciler kendilerine tüm gezegeni kurtarma iddiasının gücüyle geniş bir alan açıyor. Toplum içindeki ilişkilerde çarpıklıklar, sömürü olgusu, bir sistemin yıkılıp yerine insani bir sistemin getirilmesi, sosyalizm için mücadele… Çevreci yaklaşım ve panik için bunların hepsi beyhude. Belki de, dünya yanıp kül olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmasaydı anlamlı olabilirdi. Ama gelin görün ki:
“Temel çevresel göstergeler artan bir şekilde olumsuzluğa gidiyor. Ormanlar azalıyor, su kaynakları tükeniyor, topraklar erozyona uğruyor, sulak alanlar ortadan kalkıyor, balıklar ölüyor, otlak alanlar yok oluyor, nehirler kuruyor, sıcaklıklar artıyor, mercan resifleri ölüyor ve bitki ve hayvan türleri ortadan kalkıyor.” 3
Dünya halinin bu vahameti çevrecileri sosyalistlerin yaptığı gibi boş işlerle uğraşmaktan alıkoyuyor. Çevreci ideolojinin en önemli yönü bu. Toplumsal olarak yapabilecekleri en ileri misyon, “mazlum insan toplulukları”nın sözcülüğüne soyunmak. Bu da tüm siyasal içeriği temizlenmiş bir şekilde yapılıyor. Hiç de zor olmayan bir şekilde edindikleri gezegen kurtarıcı imajı onları ideolojiler üstü mertebeye yükseltiyor. Felaketçilikle, kıyamet senaryolarıyla taşları özenle örülmüş bir korkunun üzerinde canlandırılan çözüm arayışlarında kendilerini tek alternatif olarak gösteriyorlar. Bu korku her şeyin ötesine geçiyor; görüntüde tüm diğer kötülükleri, pislikleri aşan bir içerik zenginliği atfediyor çevreci düşünceye. İçlerinde sömürünün varlığını yadsımayanlar yok değil; ama bunun üzerine odaklaşmaktan daha önemli ve acil işler var.
“Çevre elden gidiyor! Hatta küresel ısınma öyle boyutta ki toplum düzeltilse bile iş işten geçti artık, gezegen şimdiden sizlere ömür.” Çevrenin yok olmasına yönelik “bitti bitecek” alarmı, politik mücadeleyi beyhude kapsamına sokarak önem sıralamasını yeniden yaptırıyor gözlerde. Sadece toplumsal yapıyı düzeltmekle uğraşmak yerine, onlar gezegenin kurtarılmasının peşinde. 4
Kamuoyunun çevrecilerin terörize edici bombardımanına karşı koyması pek kolay değil. Bin bir çevresel sorun arasında kimileri cımbızla seçilerek öne konulurken, kimi hayati noktalar es geçilebiliyor. Hangi konunun ne kadar ağırlıkta, ne kadar gündemi işgal ettiği, güç ve çıkar ilişkilerine bağlı tümüyle. Her sorun, önceden de değindik, yeni bir olanak anlamına geliyor aslında. Buradaki ilişki tam tersten de doğabilir. Yani, belirlenmiş kimi yeni olanakların arayışı, onlarla ilişkili çevresel sorunların organize bir şekilde gündeme getirilmesine yol açabilir. Çok akılcı bir işleyiş. Sermaye ve birçok çevre kuruluşu bunun farkında.
Dolayısıyla çevre temelli sorunların ele alınışı tümüyle güdülenen, yeniden ve daha yüksek verimle kâr hanesine sokulan elastikiyete sahip. Kapitalizm kendi pisliklerini de metalaştırıyor ve çevre sorunlarından hareketle kendine yepyeni alanlar açmayı sürdürüyor. Çevreyi altüst etme fiilinin fazlasıyla farkında olarak, bu verili durumu kâra dönüştürmenin ustalıklı mekanizmalarını yaratıyor. Hem suçlu hem güçlü deyiminde olduğu gibi suç güce gerekçe oluşturuyor. Bunun biraz ayrıntılı bakış gerektiren örneğini ozon tabakasının incelmesinde ve CFC gazlarında buluruz. Ozon ve küresel ısınma konularına aşağıda değineceğiz. Önce bu akılcı işleyişin günlük yaşamda daha iç içe olduğumuz örneklerine değinelim.
Kirliliğin ticareti
Çok doğru, sermaye kirletir. Üstelik fütursuzca yapar bu işi. Yollar, köprüler yapılır otomobiller satılsın diye. Otobanlar özgürlüğün sembolü olarak ilan edilir. Otomobiller petrol pazarını ayakta tutar. Benzin havayı kirletir. 5 Kentlerdeki havanın içerdiği kurşun miktarı hesaplanır. Sonra bu soruna kafa yorulur. Çözümü bulan sermayenin halkla ilişkiler ajansı gibi çalışan bir çevre kuruluşu başlatır kampanyayı. Türkçesiyle kurşunsuz benzin, kimi dillerdeyse yeşil benzin önerilir çözüm olarak. Bunun için ise, tüm otomobillere katalitik koymak gerekir. Otomobil pazarında katalitik normlaştırılır. Milyonlarca otomobil, milyonlarca katalitik demek. Bu da çok değerli bir rahatlama anlamına gelir pazar için. Nasıl olsa çevreciler favori renklerini isim olarak almış yeşil benzine alkış tutarak senaryosu tümüyle belli olan filmde üzerlerine düşen rolü yerine getirmişlerdir. Otomobil firmaları, markalarını “doğa dostu” sloganıyla pazarlar. Belediye otobüsleri yeşile boyanır. Sıradan tüketiciler ise, kendi cenahlarında süper veya normal benzin yerine doğayı daha az kirlettiğine insanlara çok daha az zararlı olduğuna inanılan kurşunsuz benzini tercih ederek, doğaya ve topluma karşı sorumluluklarını yerine getirdiklerine yönelik inancın rahatlığıyla kullanırlar araçlarını. 6
Mutlu tüketicilere kötü bir haberim var: Katalitiklerin içindeki, nükleer atıklarla yarışacak kadar zehirli ve uzun ömürlü maddelerin dönüşümü sorunu henüz çözülemedi ve çözülebilecek gibi de değil. Ayrıca büyük kent çocuklarının kanları incelendiğinde, alüminyum oranının yüksekliği dikkat çekmektedir. 7 Uzun sözün kısası, kurşunsuz benzin çevre dostu değil, insan dostu hiç değil. 8
Sermayenin ortaya çıkardığı pisliği ayrıca pazarlamasının birçok örneği var. Suyun yarımşar, birer litrelik pet şişelerde tüketime sunulması önemli çevre sorunları doğuruyor. 9 Aynı şekilde meşrubatların pazara sunulduğu teneke kutular, çılgınca tüketimin her alanındaki plastik ve diğer inorganik maddeler kirliliği artırıyor. Çözümü basit. Öneri yine sermayeden geliyor: Geri dönüşüm mekanizması. Bu, yeni bir endüstrinin doğmasının yanı sıra, çevrim amblemini ürününe koyan her markanın çevre dostu izlenimini yaratmasını sağlıyor. 10
İşin ilgi çekici yanı, “çevre dostu” ürünlerin üreticilerinin bir önceki çevreyi kirleten ürünü üreten firmayla aynı olduğunun çok sayıda örneği bulunmaktadır. Her türlü pazarlama tekniği kullanarak, isim değiştirerek, hatta buna bile gerek görmeden, önceki ürünle ilgili karşı kampanya başlatmakta bile beis görmeyerek yapmaktadırlar bu işi. Bunun en tipik örneği Du Pont firması.
Suçlu, güçlü
“İnsanoğlunun marifeti” olarak dünyanın sonunu getirmeye aday bu olayın ilginç bir öyküsü var. Ozon tabakasındaki incelmelerin bulunması, bunların uluslararası toplantılara ve dolayısıyla kararlara konu olması, bu kararlarda hangi ülkelerin ve firmaların etkili olduğu, ozon tabakasının zayıflamasından kimlerin kârlı çıktığı; çevreyle ilgili pazarlıkların ne şekilde yürütüldüğüne ilişkin güzel bir örnek oluşturuyor.
Ozon, insanların yaşadığı irtifalarda bulunduğunda son derece zararlı bir madde. Ancak bunun aksine troposferdeki ozon tabakasının yeryüzündeki yaşam açısından büyük yararları var. Güneşten gelen ültraviyole yani morötesi ışınlar herhangi bir filtre tarafından süzülmedikleri taktirde yaşamsal önem arz eden kimyasal bağlantıları parçalayabilecek bir etkiye sahip. Bu ışınları süzme işini ise ozon tabakası üstleniyor.
Aslında insan ürünü kimi gazların ozon tabakasını incelttiği iddiası ilk olarak bazı bilim adamları tarafından 1970 yılında dile getirildi. Ozon tabakasını gözlemlemek üzere 1978’de NASA tarafından uzaya bir uydu yerleştirildi. Hemen ardından bir yıl sonra tabakada bir delik saptandı. Ozon tabakasındaki zayıflamanın mevsimsel bir çevrimi izlediği ve güney yarımkürenin ilkbaharında kendini gösterdiği bilinmediği için, bu mevsimden önceki ölçümlerin gösterdiği iyimser tablodan dolayı, uydunun verileri pek yankı uyandırmadı. Hatta ölçüm aletlerindeki hata paylarına atfedildi. Birkaç yıl, bilim dünyası kendi içerisinde tartıştı konuyu. Ta ki, 1985 yılına gelinceye kadar.
British Antarctic Surveyde çalışan fizikçiler 1985 yılında Antarktika’da yaptıkları bir araştırma sırasında Halley Körfezi’nin üzerindeki ozon tabakasında 1977 ile 1984 yılları arasındaki süre için yüzde 40’lık bir yoğunluk azalması olduğunu gözlemlediler. 11 Ozon tabakasının delinmesi olarak lanse edilen, ancak doğru tanımın “tabakanın incelmesi” olması gerektiği bu fiziksel olay üzerine çalışmalar sürdürüldü. 12 Zira bu sonuç yeryüzünde kaydedilmiş en düşük ozon yoğunluydu.
İki yıl sonra Şili’deki Punta Arenas’ta düzenlenen bir bilimsel çalışma (National Ozone Expedition) ağustos ile ekim ayları arasında ozon yoğunluğunun yarıya indiğini, hatta kimi noktalarda sıfıra yaklaştığını gözlemledi. Tabakadaki en ince merkezin güney yarım küredeki yerleşim bölgelerine doğru hızla ilerlediğini çıkardılar ortaya.
Ardından tabakadaki değişimlerle ilgili araştırmalar yürütülmeye başladı ve art arda rakamlar yayımlandı. Örneğin, ozon tabakasında yüzde birlik bir azalmanın, cilt kanseri vakalarında yüzde dörtlük bir artışa neden olacağı söylendi bilim çevrelerince. Yüzde onluk bir azalmanın, kötü huylu kanser vakalarında yüzde otuzluk bir artışa neden olacağı açıklandı. Bağışıklık sistemini etkilediği bulundu. Gözde körlüğe kadar varan ciddi hastalıklara neden olduğu çıktı ortaya. Her şeyden önemlisi, canlı hücrelerin DNA yapısını bozduğu açıklandı. İlk olarak denizlerdeki mikro organizmaların bozulmasıyla başlayan etkinin, zinciri takip ederek her alana sirayet edeceği belirtildi.
Ozon tabakasının incelmesinde insanın atmosfere yaydığı gazlar sorumluydu. Başta ChloroFloroCarbure sorumlu tutuldu. Onu azotoksit türevleri izledi. Termonükleer denemelerin atmosferdeki akımlara yönelik bozucu etkisi de olasılıklar arasındaydı. 13 Bir de ozon tabakasındaki delinmeleri doğal olayların çevrimine bağlanan bir kısmı var. Bazı bilim adamları ise, tabakadaki incelmelerin tümüyle doğal bir çevrimin sonucunda gerçekleştiğini iddia ediyor. 14 Güneşten ve uzaydan gelen diğer etkiler nedeniyle ozon tabakasındaki zayıflamanın baştan beri var olduğunu belirtiyorlar.
Günlük yaşamın birçok alanında spreylerde, klima sistemlerinde,buzdolaplarında, elektronik devrelerde, süngerlerde kullanılan CFC gazlarıyla ilişkili 1987 yılında 43 ülke bir protokol imzaladı. Bunu izleyen toplantılarda gazların üretiminin düşürülmesi programına imza atan ülke sayısı arttı. Programa göre CFC gazlarının üretiminin 2000 yılına kadar tedrici olarak azaltılması ve sıfırlanması öngörülüyordu. Diğer bazı gazlar için ise süre 2005 yılına uzuyordu.
Ozon konusuyla ilgili toplantıların küresel ısınma toplantılarından farklı bir yanı vardı. CFC’lerin üretiminin durdurulmasına ve yasaklanmasına yönelik kararlar görece sorunsuz bir şekilde ve hızla kabul gördü. Bunu, söz konusu gazların üretiminin tekel niteliğiyle açıklamak mümkün. Tüm dünyada üretilen CFC gazlarının dörtte birini tek başına bir firma üstleniyor: Du Pont de Nemours. Yönlendirip yönlendirmediğini bilmiyoruz ancak CFC gazlarının zararlarına yönelik araştırmaları son derece yakından izleyen Du Pont firması yetkilileri büyük bir erdemlilik ve açık yüreklilikle şunları söylüyorlar: “CFC’lerin ozona zarar verdiği kanıtlanırsa, üretimimizi derhal durdururuz.” 15
Bu toplantıların ilginç bir yanı daha var. O da Birleşmiş Milletler tarafından ülkeler arasında düzenlenmesine rağmen, toplantılardaki pazarlıkları şirket yöneticilerinin yürütmüş olması. İdari açıdan zorunlu bir aksesuar konumundan öteye gidemeyen diplomatların görevi ise sadece imza atmak. CFC gazlarının üretiminde dünya çapında başı çeken firmalardan biri de Elf-Atochem. Fransa’yı toplantılarda bir diplomatın yanı sıra bu şirketin araştırma müdürü temsil ediyor. 16
Ozon tabakasıyla ilgili verilerin NASA’daki konuyla ilgili kurum olan OTP (Ozone Trends Panel) tarafından araştırmacılara sunulmadan önce basına dağıtılması, konunun çok da masum bir uluslararası pazarlık olmadığını gösteren örneklerden biri.
Pazarlıklara katılan politikacılar ve onların temsil ettiği (!) şirketler, CFC’lere alternatif normlarda belirleyici olmak için çabalıyorlar. Tabii her biri kendi gücü çerçevesinde müdahale ediyor. Kazanan tarafların başındaysa, ozona zararlı olmayan yeni bir gazın araştırılması için büyük yatırımlar yapan Du Pont firması geliyor. 17
Özetin özeti, ozon tabakasını delen CFC gazlarını dünyada en çok üreten firmayla, CFC’lerin yasaklanmasından en kârlı çıkan firma aynı: Du Pont de Nemours. Yeni normlara herkesten önce o hazır durumda. Pazardaki tekel konumunu iyice güçlendiriyor. Bunun üzerine bir de tüm CFC içeren buz dolaplarının ve klimaların değiştirilmesi gibi bir uluslararası norm getirilse ne iyi olur. Deymeyin Du Pont’un keyfine.
Bir yandan bunlar cereyan ededursun, diğer yandan marketteki raftan deodorantı seçip arkasına bakan ve “ozon tabakasına zararlı değil” ibaresine gören tüketici, bu yeni gazı icat eden ve piyasaya süren firmaya duyduğu gönül bağını iç huzura dönüştürebiliyor: Toplumsal sorumluğu geçtik, gezegensel sorumluluğunu yerine getirmiş oluyor gösterdiği bu özenle. 18
Yeşil ideoloji
ABD’de Idaho Fallstan bir lise öğrencisi, Nathan Zonher, çevre konusunda kendi başına bir kampanya başlatıyor. Amacı “insanların çevre konusundaki korkularının derecesini” ölçmek. Hayli iddialı bir metinle, hidrojen protoksit adlı maddeden söz ediyor ve etkilerini sıralıyor. “Gaz halinde yanmaya neden olabilir. Asit yağmurlarının temel bileşenini oluşturur. Erozyonun en önemli nedenini oluşturur. Otomobillerin frenlerinin etkisini azaltır. Kazara ciğerlere çekilirse öldürür. Kanserli hücrelerde varlığına rastlanmıştır.” Bu muzip öğrencinin kampanyası, çevre felaketçiliğine ve panikçiliğine ne kadar teşne olunduğunu gösteriyor. Kampanya boyunca temasa geçilen kişilerin yüzde 76’sı bu maddenin ortadan kaldırılması talebine imza atıyor. Sadece yüzde 15’lik bir kesim söz konusu “zararlı” maddenin su olduğunun farkına varıyor. Metinde söylenenlerin hepsi doğru: Su gaz halinde yanmaya neden olabilir, her yağmurda olduğu gibi asit yağmurlarında da temel bileşeni oluşturur, erozyonun baş aktörüdür, fren diskleri ıslandığında daha kötü tutar, ciğerlere dolduğunda öldürür ve sağlam hücrelerde olduğu gibi kanserli hücrelerde de bulunur. 19
Korku, bireysel yaşama yönelik tehditler ve toplu olarak yok olma kaygısı çevre kampanyalarının sacayağını oluşturuyor. Neyin ne olduğunun tam olarak kamuoyu tarafından bilinmesi çoğu zaman mümkün değil. Rekabete dayalı sistemde, firmalar güçlerinin izin verdiğince rakiplerinin ürününe karşı çevreci kaygılar üzerine oturtulmuş bir kampanya başlatmakta hiç zorlanmayabiliyorlar. Nasıl olsa, bu konuda fason olarak kendisine iş verilmesini bekleyen ve maddi kaynağının büyük bölümünü bu tür desteklerden bulan çok sayıda çevre kuruluşu var.
Hepsi böyle olmasa da, çevreci kurum ve kuruluşlar, varlıklarını ve çalışmalarını kapitalist sistemin gereksinim duyduğu ve yarattığı bir istihdam alanının gereklerine göre ayarlamış durumdalar. Fabrikalar, endüstri devleri, çokuluslu enerji şirketleri, lobiler kendi aralarında çekişirken çevre kuruluşlarının desteğini almaya büyük özen gösteriyorlar. Bu kuruluşların birçoğu yaptıkları fason işlerle önemli “bağışlar” topluyor. Birkaç veya birçok bilim adamı istihdam edip, gönüllüler toplayıp, bunlarla birlikte çalışacak bir vakıf veya dernek veya enstitü kurup ad olarak “doğal”, “vahşi”, “yaşam”, “deniz”, “dağ”, “koruma”, “hayat” vb. gibi sözcüklerin uygun bir eşleşmesini seçip bu yeni alanda business yapmak çok da fazla hüner istemiyor. Türkçeleriyle Doğa Koruma, Çevre Koruma Vakfı, Ulusal Park Vakfı, Deniz Koruma Merkezi, Yeryüzünü İzleme Enstitüsü, Ulusal Vahşi Yaşam Enstitüsü, Geleceğin Küresel Koalisyonu, Dünya Kaynakları Enstitüsü, Dünya Vahşi Yaşam Vakfı, Erozyonla Mücadele Araştırmaları Vakfı, Doğal Hayatı Koruma, Dünya Vahşi Yaşam Vakfı gibi kuruluşlara bağış yapmak için sırada bekleyen ulusal veya uluslararası enerji, kimya, otomotiv, ecza devleri az değil çünkü: Du Pont, General Motors, Chrysler, Mobil, Phillips, Petroleum, Enron, Exxon, Atlantic Richfield, Koç, Sabancı, Bayındır, Garanti…
Çevre korumacı görünen bir iş üstlenmek veya bir işe destek olmak iletişim stratejilerinde her geçen gün daha yoğun kullanılıyor. Birçok çevre kuruluşu da bu iletişimin “halkla ilişkiler” ajanslığını veya “müteahhit”liğini yapıyor. 20 Greenpeace başta olmak, üzere birçok çevre örgütünün eylemlerini medyatik sansasyona endekslemesi verilebilecek en tipik örnek.
Başka birçok alanda olduğu gibi çevreyle ilgili konularda da gerçeğin yarısını söylemenin düpedüz yalan söylemekle eşdeğer olduğunu gösteren birçok örneğe rastlamak mümkün. Benzin konusuna yukarıda değindik. Soluduğumuz havadaki kurşunun zararlarından söz etmek peşin olarak kurşunsuz benzini aklamak anlamına gelir. Oysa kurşunsuz benzinin özgün zararları diğerini aratmayacak boyutta. Hatta kurşunlu benzine göre daha fazla olduğu bile iddia ediliyor.
Endüstri ve enerjiyle ilgili hangi konu olursa olsun çevre ve ekolojiyi olumsuz ilgilendiren bir çıktısının olmaması mümkün değil. Her konunun olumsuz olduğu kadar avantajlı veya olumlu yanları da var. Sorun bunların hangisinin ağır bastığına, alternatiflerinin avantaj-dezavantaj bilançosunun karşılaştırmasıyla birlikte karar vermek. Ancak bundan daha önemli olan bir nokta var. O da, verili üretim modellerini, kapitalist toplumun organizasyonunu, tüketim modellerini doğru ve tartışılmaz kabul edip etmeme sorunu.
Otomobillerde kurşunlu benzin mi, kurşunsuz benzin mi kullanılması tartışmasından önce, otomobil üzerine kurulan bir yaşam şeklinin sorgulanması gerekiyor. Siyasal yapı değişmeksizin ve bugünden yarına gün yüzü görebilecek bir hayal değil bu elbette. Ancak bu hülyayı tümüyle bir tarafa bırakan bir tercihle karşı karşıya kalmak, önerilenleri kökten sorgulamaksızın sunulan çözümlerden birinin, yani en az zararlının ulaşılabilecek en iyi nokta olduğunu kabul etmeyi gerektiriyor.
Çevrecilik bu nedenlerden dolayı hayal kurmayı beceremeyen öznelerin sahiplendiği bir ideoloji. Çevreye ve insana zararlı olmayan bir toplum, çevreci ideolojinin kabul ettiği bir hülya değil. Tatminin sağlandığı çizgi görecelik üzerine yerleşmiş. Çevreye daha az zarar vermek yeterli. Tüm çabalar ve mücadeleler buna yönelik.
Tüketici konumundaki insanların manevi tatmini yaşayacakları yer olarak gösterilen nokta da bu. Bir sonraki aşamada, endüstri devleri için ekonomik açıdan rantabl olduğuna karar verildiğinde ortaya çıkacak olan elektrikli otomobiller birçok kişi tarafından alkışlanacak. Elektrik, petrol tüketen araçlarla kıyaslandığında çok daha temiz görünüyor. Oysa bu araçlarda kullanılacak piller, egzoz gazlarından çok daha kalıcı ve zarar boyutu çok daha ötelerde kirlilik yaratacak.
Tam bir karmaşa görünümü sunan, doğru bilgilenmenin son derece güç olduğu bir durumla karşı karşıyayız çevre konusunda. Doğru bilgilenme gerçekten çetrefil bir iş. Zira pazar normlarını değiştirecek her yeni gelişmede, bunun çevreye yönelik çıktıları hakkında söz söyleyen kişi, kurum ve kuruluşların söyleminin gönül rahatlığıyla referans alınması mümkün değil. Zira çevre örgütlerinin çok azı bağımsız.
Çevreyle ilgili bir sorunda ihaleyi almak için çıkar çatışmalarını, lobi faaliyetlerini, uluslararası mahkemeleri izlemek yeterli. Örnek bir petrol kuyusunun protesto edilmesi olsun. Bunun için petrolün zararlarından dem vurulabilir. Böyle bir kampanyanın arkasında da pekala bir nükleer lobi yer alabilir. Az rastlanan bir durum değil. Veriden, malzemeden kolay ne var. Petrolün zararları biliniyor. Bunlar derlenir, allanıp, pullanır, basının ilgisinin nasıl çekileceği zaten pekâlâ biliniyordur. Özenle eğitilmiş militanlar petrolle gezegenimizin kuyusunu kazanları bir güzel ifşa ederler. Bu arada, otomobil denen insanlık dışı aracın, kapitalist sanayiinin ve tüketim modellerinin eleştirilmesi akıllara bile getirilmez.
Tüketici yönelimlerinin bu şekilde eksik ve/veya yanlış bilgilendirmeyle yapılması da çok kolay. Çevreci ideolojinin yarattığı bilinç bulanıklığının sorunsuzca üstesinden gelebileceği bir iş bu. Kötülüklerin kendilerine sunduğu ortamda, ne söylesek kabul görür rahatlığıyla pazarlıklar ortasında kendilerine çok verimli alan açan çevre kuruluşu az değil. 21
Kullanılan araçların arasında en işlevli olanı sorunların felaket boyutunun abartılmasıdır. Her şey yok olmak üzeredir. Acilen hareket etme zorunluluğuyla karşı karşıyayızdır. Yoksa dünyadaki ormanların yarısı birkaç on yıl içinde ortadan kalkacaktır… Rakamlar şişirilir. 22 İstatistiklerle yalan söylemek sıkça kullanılan bir yöntemdir. Dünya bir mikado oyunu misali, dokunsan yıkılacak bir hassas denge üzerindedir. Bu panik yayılırken, müsebbibi olarak da insan gösterilir. Tüm sosyal boyutundan arındırılmış bir insan kimliğidir bu. Tüketen, yanlış tükettiği için kirleten… Bu yüzden, tüketimdeki değişikliklerle yapılacak düzeltmeler önerilir sürekli. Diş fırçalarken suyun açık bırakılmamasından, pazara giderken evdeki fazla poşetleri kullanmaya kadar önerilere çok rastlanır.
Poşet bolluğunun da, su kıtlığının da, yaşam alanlarının kirlenmesinin de, nedeni, akla gelebilecek her çevre kötülüğünün nedeni insandır. Bu insan kökenli kavramı çevreci jargonun ve ideolojinin özgün yanını oluşturur. Şerrin kaynağının insan olarak gösterilmesi, çevre sorunlarının sosyal kimliğinden bağımsız insana yüklenmesi; sorunun temeli, oluşum şekli ve dolayısıyla çözümü konusunda üzerinde istenildiği gibi at oynatılan bir muğlaklık yaratıyor. Çevre konularının siyasal özelliklerinden arındırılması çevre kurumlarının iyi business yapabilmeleri açısından kritik bir öneme sahip.
TEMA’ya göre örneğin, dünyadaki tüm kötülüklerin kaynağında toprak erozyonu bulunmaktadır. Erozyonunun “insanın” marifeti olan bir bölümü var elbette. Ancak, her yüksekliğin potansiyel enerji nedeniyle aşağı düşme akma veya kayma eğilimiyle açıklanabilecek tümüyle doğal bir seyri de var. İnsanın sorumlu olduğu kısmının sorumlularından biri olan Bayındır Holding’in TEMA’yı ayakta tutması çok şey değiştirir mi? 23
Dünyanın hali malum. Ancak çevreci söylemin kötülüğü yansıtma derecesi umut erozyonu yaratacak vahamette. Vahşi kapitalizm dönemini gölgede bırakacak uygulamaları yoğun bir şekilde yaşayan bir coğrafyadayız. Ancak, çevre sorunları ve küresel ısınma, çevreci kuruluşların da yoğun çabasıyla basında ve diğer medya kuruluşlarında olumsuz yanlarına dayanarak sorgusuz sualsiz kabul gören umutsuz karamsarlığıyla alıcı buluyor. Bu haberleri felaket tellallığı şeklinde yayan gazetecilerin ise, sosyalist düşünceyle kıyısından köşesinden bir zamanlar tanışmış ancak siyasi yaşamdaki başarısızlığını umutsuzluğa dönüştürmüş ve bu umutsuzluğu paylaştığı oranda rahatlayan kişiler olduğu da çok açık.
Bu dünyada hiçbir şey doğru değil. Her şey kötüye gidiyor. Buraya kadar doğru. “Dolayısıyla kötüye gittiği söylenen bir durum veya olayla ilgili haber veya bilginin doğru olma olasılığı yüksektir” mantığıyla kabul görüyor çevre sorunları. Çevrecilerin gördüğü ilgi de önemli ölçüde bu mantığa dayanıyor. Çevreci politika bu mantığın kendisine açtığı yolu ideolojisinin parçası haline de getiriyor. Onlara ideolojiler üstü görüntüyü kazandıran nokta bu. “Zaten tüm gezegence hapı yutmak üzereyken, toplumsal yapıları değiştirmeye uğraşmak yerine, çevreyi kurtarmalıyız” yaklaşımı, umudunun tüm kırıntılarını yitirmiş eski solcularda “zaten tüm gezegence hapı yutmuşuz; baksanıza ne sorunlar varmış, toplumu değiştirmeye gerek yokmuş”a dönüşüyor. Mutlak çevreci ideolojinin sosyalist mücadeleye karşı tahrip edici yanı bu.
Çevreci ideolojinin, yeni üretim normlarına ve pazar politikalarına resmi bir dayanak ve güvence oluşturma gibi bir işlevinin olduğunu, bu görevini yerine getirirken kendi iktidar alanını da kolayca genişlettiğini söyleyerek bu bölümü bitirelim.
Hafıza-i beşer, iklim ve basın
Hafıza-i beşerin geçmiş ve gelecek açısından kısa erimli çalışma şekli, yaşanan zamanı ve koşulları gün, ay ve bazen de yılla sınırlar. Bu kışı Türkiye’de soğuk geçirdik. 24 Mart ayında yurdun birçok yerinde kar yağdı. Soğuğun hakimiyeti psikolojiye de yansıdı hemen. Bir türlü sıcaklar gelmedi dendi. Gelecek kış da böyle geçse, küresel soğuma ve yeni buzul çağının gelişi söylemi için alan açılmış olacak belki de. Bu durumda kamuoyu, küresel soğumanın zararları ve bundan korunmak için yapılması gerekenler başlığında önerilenleri kabullenmeye hazırlanacak. Medya, bin yıllardır süre giden insan için uç ancak doğa için olağan meteorolojik olayları seçerek, istatistiklerle yalan söyleme işine ortak olarak üzerine düşen rolü yine hakkıyla uygulayacak.
Oysa değil iki kış, yirmi hatta iki yüz kışın bilgisi dahi mevsimlerin değişimi konusunda bir sonuç üretmek için yeterli değil. Anlamlı ve doğru bilgi binlerce, on binlerce, yüz binlerce yılın bilgisinde yatıyor. Bu bilgiye bugünkü yetersiz haliyle dahi olsa bir şekilde ulaşmış olan bilim dünyası ise iklimleri yöneten mekanizmayla ilgili olarak kesin bir yargıdan uzak olduğunu, insanın iklim değişikliklerine katkısı konusunda son derece mütereddit olduğunu itiraf ediyor. 25
İklim konusundaki tartışma yaklaşık 20 yıl önce başladı, artan bir hızda sürüyor. Konunun gündeme gelme sıklığında da artış var, ele alınışındaki yoğunlukta da.
İklim, ileri düzeyde karmaşık bir konu. Gelecekteki iklimlerin öngörülebilmesi neredeyse mümkün değil. İklimsel değişikliklerin etkenleri hakkında çok şey söylense de, belirleyici önemdeki mekanizma hâlâ bilinmiyor. Küresel ısınma konusunda bilim dünyasında görüşler çok çeşitli. Küresel ısınmayı kabul edenler arasında ise, insan etkisinin düzeyini önemseyen bilim adamı sayısı kamuoyuna yansıtılanın tersine o kadar çok değil. Örneğin, iklim konusunda dünya çapında önemli araştırmalar yapan Max Planck Meteoroloji Enstitüsü’nün yaptığı bir ankete göre yanıt veren bilim adamlarının sadece yüzde 6’sı iklim değişikliklerinde insanın marifetine inanıyor. 26 Bir araştırma da American Geophysical Union ve American Meteorological Society’ye bağlı 400 kurum bünyesinde yapılmış. İnsan kökenli küresel ısınmaya inananların oranı bu kez yüzde 19.
Bu yazı hazırlanırken, BBC kanalıyla tüm dünyaya geçilen haberde Antarktika’da büyük bir buzul parçasının koptuğu söyleniyordu. 27 Kıbrıs adası büyüklüğündeki 12 bin yıllık buzulun bir ay gibi kısa bir sürede kopması haberin en dikkat çekici bölümünü oluşturuyor. Sıradan bir okurun dünyayla ilgili tüm umutlarını en ufak kırıntısına kadar yok edecek denli iç karartıcı bir tablo çıkıyor ortaya. Haberin devamında bilim adamlarının görüşlerinden alıntılara da rastlanıyor. Karmaşıklığı bilim adamlarını çileden çıkartacak boyuttaki gelişmelerin çözümlenmişliklerine kuşku düşürmeyecek yalınlıktaki seçme sözler genel olarak kötümser havayı daha da koyultacak cinsten. Ancak bir bilim adamı bu kopuşu açıklayamadıklarını belirtiyor: “Bu işin suçlusu olarak insan kökenli sera gazlarını göstermek ilgi çekici olabilir ancak mekanizmasını açıklamaksızın bunu iddia etmek yüzeysel kalacaktır.” 28 Antarktika’nın bu yarımadası bölgede görece sıcak hava akımlarının olduğu ve bunların üst enlemlere doğru çıktığı bir bölge. İnsanı hararete boğan bu haberin yanı sıra, birkaç ay önce, Antarktika’nın merkezinde ölçüm yapan bir istasyonun raporları ise sıcaklık düşüşüne işaret ediyordu. Bitmemiş bilimsel çalışmaların seçilmiş bölümleriyle kamuoyunu sıcak ve soğuk arasında zatürreeye götürecek kadar yoğun bir haber bombardımanı var.
Gelelim dış haberler sayfasının yüzde yüzünü çevirilerle yapan yerli basına. Radikal haberi “kaybolan kıta” başlığıyla vermiş. Cumhuriyet ise “12 bin yıllık buzul 35 günde eridi” başlığını koymuş. Üst başlık ise yargıyı tartışmasız bir gerçek gibi ilan ediyor: “Küresel ısınma yüzünden kütlenin önemli bölümü yok oldu.” 29 Üst paragrafta alıntıladığımız bilim adamının sera gazlarına ve küresel ısınmaya çekince koyan sözleri ise bu haberin Reuters kaynağından alıntılandı. Cumhuriyetin haberi veriş şekli gazetecilik kurallarına uygun gibi görünüyor ilk bakışta. İklim konusuna aşina olmak gerekmiyor biraz dikkatle okunduğunda bir çelişkiyle karşılaşıyor haberde. “Kıtadaki buzul erimesinin devam etmesinin denizlerin seviyesinin yükselmesine neden olacağı”ndan söz ediliyor. Bunu belirtenler Amerikalı uzmanlar. Haberin son paragrafında aktarıldığına göre aynı uzmanlar: “… bu buz kütlelerinin erimesinin, dünyadaki tüm denizlerin seviyesinde hemen bir etkiye neden olmasının küçük bir olasılık olduğunu…” belirtmişler. Bu çelişki haberi yapan daha doğrusu çeviren kişinin dikkatsizliğine verilebilir. Ancak küresel ısınma konusunun ele alınış yönteminin karakteristik özelliklerini iyi yansıtan bir dil sürçmesi de diyebiliriz buna.
Bir başka taze BBC haberindeyse, 30 bir zooloji doktora çalışmasının sonucuyla iklim raporları arasında aritmetik bir bağlantı kurulmuş: “Sadece bir derecelik bir sıcaklık artışı dahi Yeni Zelanda’da yaşayan yaşayan fosil tuatara kertenkelesinin sonunu getirebilir.” Tuatara’ların yumurtalarının bir derecelik ısı farklılığına dahi duyarlı olduğu belirtiliyor. Bu fark onların sonunu hazırlayabilir sonucu çıkıyor ortaya. Açıklamanın kaynağı araştırmacı zoolog. Bu kişi iklim tartışmalarına uzaktan tanık olsa gerek. Zira, dünyada iklimler oluşalı beri, sürekli değişim halinde. Bu bilgiye sahip olsaydı “yaşayan fosil” ismini hak edecek kadar eski bu hayvanın bu değişiklikler sırasında nasıl hayatta kalmayı becerdiği sorusunun yanıtını araştırırdı kuşkusuz. Ama, haberi veren BBC, iklimlerin değiştiğini çok iyi bilen bir yayın kuruluşu.
Diğer birçok konuda olduğu gibi, küresel ısınmada da, işin içinde yer alan tüm aktörlerin ve rollerin çok ayrıntılı bir şekilde düzenlenmiş, eşgüdüm içinde dağıtıldığı bir senaryonun parçaları olduğunu söylemek mümkün değil. Bu anlamda, BBC’dekini bilemeyiz ancak en azından Cumhuriyet’te çeviriyi yapan muhabir ve haberi verme hassasiyeti taşıyan dış haberler sorumlusu, ozon ve CFC olayında olduğu gibi klimatokrasiyle 31 bağlantı içinde değildir. O kişiler için önemli olan, iklimle ilgili haberin peşin “olumsuz” karakteridir. Bunu “Kötü haber genellikle iyi bir hikayedir” 32 mantığıyla özetlenen bir gazetecilik refleksi olarak açıklayabiliriz. İklim kötüye gitmektedir. Dünya genelinde kötüye giden diğer birçok konuda olduğu gibi. Ciddi olma iddiasındaki basın, radyo ve televizyon kuruluşlarının iklim konusuna çok ilgi göstermesi rastlantı değil. Dünya kötüye gidiyor karamsarlığının tüm alanlarda örneklerini sergileme işinin umutların yitirildiği aşamasını oluşturuyor, genel olarak çevre ve özel olarak iklim konusu. Bu umutsuzluk ortamı, buna karşı yapıldığı iddia edilen her türlü girişimin önünü açıyor. 33
Buraya kadar söylenenler, “yoksa ısınmıyor muyuz?” sorusunu getirecektir akla. Öncelikle şunu söyleyelim, bilim adamları dahi bu konuda çok çeşitli görüşlere sahip. Ancak, kesin olan bir gerçek varsa, o da iklim konusunun ileri düzeyde karmaşık yapısı. Her ne kadar güme giden bir gerçek olsa da, iklimlerin bugüne kadar sürekli değişiklik gösterdiğini söyleyerek, konunun teknik boyutlarına girelim.
Eski iklimler
Orta Amerika’nın en önemli kültürünü oluşturan Maya’ların çöküşü arkeologlar arasında çok tartışılan bir konu olsa da, nedeni büyük ölçüde El Niño’nun da etkisiyle yaşanan büyük kuraklığa ve iklim değişikliğine bağlanır. 34 Tarih, iklimlerin toplumlar üzerindeki etkisini anlatan birçok örnekle dolu. İnsanın yeryüzünde ortaya henüz çıkmadığı dönemler de iklimlerin egemenliği altında yaşanmıştır. Kimi yaşamış, kimi bir daha ortaya çıkmamacasına tükenmiştir.
Çağlar boyunca taşkürenin ve buzkürenin şekli tümüyle değişti, okyanusların seviyesi sürekli indi, çıktı. Bundan 18 bin yıl önce, Kuzey Akdeniz’e kıyısı olan şehirlerdeki ortalama sıcaklık bugünkünden yaklaşık 12 derece daha soğuktu. Sibirya’daki permafrosta yakın koşullar yaşanıyordu. Bulgular örneğin Ren geyiklerinin bir zamanlar bugünkü İspanya’nın coğrafyasında dolaştıklarını söylüyor. Norveç ve Grönland denizleri tüm yıl boyunca buzla kaplıydı. Buz tabakalarının sınırı İrlandaya kadar iniyordu. Ortalama olarak yeryüzü 5 ila 6 C derece daha soğuktu. Denizler ise 2 ila 3 C derece. 35 Okyanusların seviyesiyse 100 metre kadar aşağıdaydı. Buzul dönemlerinde çekilen sularla kara parçası haline gelen Bering boğazı, örneğin mamutların Asya’dan Amerika’ya geçişine olanak sağlıyordu. Bir sonraki buzul döneminde Amerikaya geçen yeni mamutlar yaklaşık 100 bin yıl sonra Amerika kıtasının koşullarına göre boyları kısalmış, şekli biraz değişmiş akrabalarıyla karşılaştılar.
Buzul dönemlerinde eskimoların tekneleriyle İskoçya’ya kadar geldikleri de bilinen bir olay.
Dinozorların son döneminde ise, yani bundan 65 milyon yıl önce, Antarktika’da buzul yoktu. Bu topraklar Güney Amerika’daki gibi kayın ağaçlarıyla doluydu. Okyanusun seviyesi bugünkünden çok daha yukarılardaydı. O dönemki yüksek sıcaklığın nedeni hâlâ çok iyi açıklanamıyor. 36 Denizlerdeki canlılar bu dönemden sonraki soğumayı çok kötü bir şekilde yaşadı. Milyonlarca yıldır sıcak bir gezegende yaşayan canlılar kısa süre içerisinde 37 soğuk suyla karşılaştılar. Faunanın büyük bölümü ortadan kalktı ve yerine sıcağa uyumlu yeni bir fauna geldi. 12-13 milyon yıl önce, iklimler hâlâ sıcakken, Antarktika’da yavaş yavaş buzullar oluşmaya başladı. Bu dönem 5-6 milyon yıl sürdü.
Velhasıl yeryüzü, yeryüzü olalı beri iklimler sürekli değişiklik gösterdi. Bu değişiklik belli periyodlarla gerçekleşti. İlk buzul çağı izlerine bundan 2 milyar 300 milyon yıl öncesinde rastlanır. Yerbilimcilerin ikincil dönem dedikleri daha yakın dönemde yeryüzünün iklimi genel olarak yumuşak ve nemliydi. İşler, 50 milyon yıl öncesinden başlamak üzere karıştı. 1 milyon 800 bin yıl içinde 104 buzul dönemi yaşandı. En yoğunları ise bir milyondan kısa bir zaman içerisinde oluştu.38 İklimler buzul çağları adı verilen dönemlerde genel olarak soğuk geçmeye başladı. Ortalama 100 bin yıllık sürelerdi söz konusu olan. Bu dönemler arasında kısa buzularası dönemler geçirildi. Bu kısa süreler ise 10-12 bin yılla sayılıyor. Buzul döneminden buzularası döneme geçişler ise bin, iki bin yıllık sürelerle hesaplanıyor. Şu an dünya hâli hazırda buzularası dönemi yaşamakta. Yaklaşık 15 bin yıldır hüküm sürmekte olan yumuşak iklimin benzerini 125 bin yıl geriye gittiğimizde yeniden görebiliyoruz.
Bunlar çok genel ve ortalama süreler. Genel dönemlerin içerisinde on yıllardan yüz yıllara kadar değişen ve o dönemin genel karakterinden apayrı alt iklim dönemleri de saptanıyor. Örneğin 400 yıl önce büyük bir soğuk hava dalgası insan için uzun, ancak dünya için çok kısa bir süreliğine birçok coğrafyaya yerleşti. Bu döneme Küçük Buzul Çağı denir.
İklim arşivleri
İklim karmaşasının içinde çok sayıda belirleyici etmen var. Dünyanın yörüngesi, ekseninin açısı, güneşteki lekeler, okyanuslar, dip akıntıları, kutuplardaki buzullar, yeryüzündeki farklı her dokunun gelen ışınları yansıtma özellikleri, atmosferdeki gaz bileşimleri, bulutlar, rüzgâr, ozon tabakası… Sorun sadece bu etmenleri saptamakla ve tek tek her birinin iklim üzerindeki etkisini belirlemekle kalsaydı, şu ana kadar tüm sırlar çözülmüş olurdu. Ancak, söz konusu etmenler arasında yine çok karmaşık etkileşimler ve hatta etkileşimlerin de kendi aralarında etkileşimi var. Dolayısıyla, iklim ve iklimlerdeki değişiklikler bilim dünyasının hâlâ çözemediği ve çözmekte hayli zorlanacağı karmaşıklıkta bir konu.
Çalışmalar her alanda ayrı ayrı yürütülüyor. Her geçen gün yeni bir bulguyla karşılaşılıyor. Bulguların konunun çözümüne yaptığı marjinal katkının yüksek oluşu, yani yeni bir bulguyla birçok bilginin yeniden gözden geçirilme ihtiyacı, ne kadar ilerlenmiş görünürse görünsün, konunun ne kadar başında olunduğunun da kanıtı.
Bazı alanlardaki çalışmalar diğerlerine göre çok daha kritik öneme sahip. Örneğin okyanus diplerindeki tortuların analizinden, akımların ayrıntılarına kadar yapılacak çalışmalar iklim bilmecesini çözmede diğer alanlardan çok daha önemli veriler sunacak bilim dünyasına. BBC, 26 Aralık 2001 tarihli haberinde sıcaklık ve diğer bazı ölçümleri yapmak üzere okyanusun iki kilometre dibine kadar bırakılacak bir aletten söz ediyor. Haberde Southampton Okyanusbilim Merkezi’nden Brian King’in sözlerine yer verilmiş: “Uzun vadeli okyanus kayıtları, yeryüzünde herhangi bir küresel ısınmanın etkilerini anlamamız için temel bir öneme sahip. Meteorolojik kayıtlar yüzyıllarla sayılan bir geçmişe uzanırken, okyanus kayıtları sadece on yıllar kadar geriye gidiyor.”
Ayrıntılı sıcaklık ölçümleri yaklaşık 150 yıl kadar geriye gidiyor. Bu ise bin, 10 bin, 100 bin yıllık periyodların söz konusu olduğu buzul çağlarının ve iklimlerdeki uzun süreli değişim eğrilerinin anlaşılması için son derece yetersiz. Gerçi eldeki verilerin çok daha gerisine gitmek mümkün. Ancak dolaylı yöntemlerle. Antarktika’daki, Grönland’daki buzullar delinerek, diplerden buz örnekleri toplanıyor. Antarktika’da şu ana kadar en derin buz örneği 3 bin 623 metreden çıkartıldı. Bu da 400 bin yıl öncesinin hava örneklerine ulaşılması demek. 39 Her sene yağan az miktardaki karla birlikte o dönemin havası da taneciklerin arasına sıkışarak hapsoluyor. Ne kadar derine inilirse, o kadar geriye giden dönemlerin buz, dolayısıyla hava örnekleri toplanıyor. Bunlar buzulbilim laboratuarlarında incelenerek o dönemin ortalama sıcaklıkları, atmosferdeki karbondioksit, metan gibi gazlar ve sülfür ve benzeri tanecikler bulunuyor.
Benzer çalışma okyanus diplerinde de yapılıyor. Diplerdeki çökeltiler karbon 14 ve bunun yetersiz olduğu durumlarda radyoaktif testlere tabi tutuluyor ve dedektifvari yöntemlerle eski çağların iklimlerine ilişkin bilgilere ulaşılıyor. Tabii, bu bilgiler dolaylı ve çok kaba sonuçlar çıkartıyor ortaya. Hatta bir dönem, okyanusbilimcilerle, buzulbilimcilerin bulgularının çeliştiğini belirtelim. 40
Bunların dışında çok yaşlı ağaçların halkaları incelenerek de iklim değişiklikleriyle ilgili veriler toplanabiliyor. Bu bilgilerden yola çıkarak çok kesin yargılara varmak da sakıncalı. Zira, ağaçlar bölgesel düzeyle ve gündüzle sınırlı bilgiler sunuyor.
Tartışma bu işin neresinde
İklimlerin değişmesinin doğal bir seyri olduğu herkesçe kabul edilen bir gerçek. Ayrıntı üzerindeki tartışma ise sürüyor. Ancak sadece bilim adamları arasında. Kamuoyunu ilgilendiren bölüm ise biraz daha farklı.
Dananın kuyruğu son dönemde, yani endüstri devriminden bu yana küresel ısınmaya insanın neden olup olmadığı konusunda kopuyor. İnsan kökenli küresel ısınma tezinin en önemli bileşeni sera gazları. Bu nedenle, sera etkisi küresel ısınma tartışmalarıyla birlikte çokça duyduğumuz bir söz.
Nedir bu sera etkisi?
Sera etkisi köken itibariyle tümüyle doğal bir olay. Aslen çok farklı olsa da bildiğimiz seraların çalışma prensibine benzeyen yönlerinden dolayı olaya bu ad verilmiş. Seralarda dış ortamdaki hava soğuk olsa bile içerisi sıcaktır. Güneş ışınlarının görünen kısmı camdan tümüyle geçer. Topraktan ve bitkilerden yayılan kızılötesi ışınlar ise camdan geri yansır. Bu nedenle gece dışarıdaki soğuğa rağmen içerisi sıcağı korur. Camlar güneşin ışınlarının bize kadar gelerek ısıtmasını engellemez, ancak oluşan ısının dış ortama kolayca yayılmasını önler.
Uzaydan dünyaya bir bölümü insan gözü tarafından algılanan, bir bölümü görülemeyen ışınlar gelir.
Mutlak sıfır sıcaklığı (0 Kelvin derece = eksi 273 C derece) geçen tüm maddeler ışın yayar. 41 En soğuk madde radyo ışınları yayar (uzay cisimlerinde olduğu gibi). Sıcak maddelerse kızılötesi ışın yayar. Çok daha sıcak maddelerin yaydığı ışınlar ise bir ampulün 2 bin 700 derece sıcaklıktaki telinin yaydığı gibi insan gözünün görebildiği ışık şeklinde dışa vurur.
Güneşten dünyaya gelen ışınlar ise kabaca üç bölümden oluşur. Büyük bölümü atmosferdeki ozon tabakası tarafından tutulan yüzde 10’luk morötesi ışınlar; yüzde 40 görünen ışın, yani ışık; yüzde 50 kadarıysa kızılötesi.
Kertenkelenin vücut sıcaklığını sabit tutmaya yarayan bir iç ısı kaynağı yoktur. Üzerine güneş vurmadan önce vücudu soğuktur. Dünya da bir bakıma öyle. Güneşin yokluğunda 42 yeryüzü tek başına olsaydı, yeryüzünün sıcaklığı eksi 243 C derece olurdu. 43 Güneşin varlığı yeryüzünü ısıtmasına ısıtıyor. Ancak, güneşin tüm sıcaklığı geldiği şekliyle kalsaydı, yeryüzünde her şey yanıp kavrulurdu. Böyle olmamasını, üzerine gelen ışınları dünyanın geri yansıtmasına borçluyuz. Yansıma işinde yeryüzünü mat bir aynaya benzetebiliriz. Yansımanın, yani ışınları geri göndermenin yeryüzü ortalaması yüzde 30 dolaylarındadır. Farklı yeryüzü dokularının yansıtma oranı da farklıdır. Ormanlar ışınların yüzde 5 ila 10’unu, denizler yüzde 30 ila 40’ını geri yansıtır. Kar ve buz ise, ışınların çok büyük bölümünü geri gönderir (yüzde 75 ilâ 95). 44 Yeryüzünün mat bir ayna olmasının bildiğimiz bir örneği de ay üzerinde görünür. Hilal şeklindeki ayın karanlıktaki kısmının hatlarını, güneş ışınlarının dünyadan aya yansıyan bölümü sayesinde fark edebiliriz.
Işınların geri yansımayan kısmına sıra geldiğinde kertenkele örneğinden uzaklaşıyoruz. Yeryüzü, gelen ışınların bir bölümünü yansıtarak insan gözü açısından görünür hale geliyor. Geri kalan bölüm ise yerkürenin ısınmasını sağlıyor. Bu sıcaklık, gece boyunca da saklanıyor. Yani, yeryüzünün güneş görmeyen bölmeleri de bir ışın yayıyor. İnsan gözünün görmediği bir ışın bu. Güneşin altında kaportası yanıp kavrulan bir otomobilin, kapalı bir garaja girdiği zaman yaydığı enerji gibi. Burada söz konusu olan ışın arıların ve gece görüş dürbünlerinin görebildiği kızılötesi ışınlardır.
Özetin özeti, güneş morötesi, görünen ışık ve kızılötesi ışınlar yayarken, dünya düşük sıcaklığı nedeniyle sadece kızılötesi ışın yaymaktadır. Mekanizmanın sadece bu şekilde işlemesi durumunda, dünyanın ortalama sıcaklığı eksi 18 C derece olur. 45 Oysa dünyada ortalama sıcaklık artı 15 C derece. Aradaki bu 33 derecelik farkı kapatan şey ise meşhur sera etkisi.
Bazı gazlar bu kızılötesi ışınların bir bölümünü tutarak uzaya geri göndermemekte ve atmosferin ısınmasına neden olmaktadır. Kendi içlerinde tutmaları da, moleküler yapıdaki hareketliliğin artması sonucu sıcaklıklarının yükselmesine neden olmaktadır. Gaza ve ışının türüne bağlı olmak üzere, gazların ışınlara geçirgenliği değişmektedir. Ozon ültraviyoleyi tutar. Röntgen aletlerinde kullanılan X ışınını ise birçok katı madde bile tutamaz. X ışını (kurşun ve benzeri haricinde) katı maddeleri deler geçer. İnsan gözünün gördüğü ışın ise katı cisimleri geçemez. Geçseydi, “çekil önümden, televizyonu göremiyorum” demezdik.
Dünyanın geceleri kızılötesi olarak yansıttığı ışını tutan sera gazlarının başlıcaları, önem sıralamasına göre su buharı (H2O), karbondioksit (CO2) ve metandır (CH4) (bkz. şekil 1). Bu gazlar kızılötesi ışının enerjisini yutar ve ısınırlar. Ancak bu etki doğrusal bir çizgi izlemez. Doygunluk gibi bazı özellikleri nedeniyle, üzerlerine gelen ışının artışıyla ısınma sonucu arasında doğrusal bir ilişki yoktur.
Tartışmaların başladığı noktaya gelmiş olduk.
İnsan kökenli küresel ısınmanın varlığını iddia edenler, tezlerini sera etkisi prensibine dayandırıyor. İnsan bu üç maddeyi de çeşitli şekillerde ve oranlarda atmosfere yaydı ve artan hızda yaymayı sürdürüyor. Bu yayma işi özellikle sanayi devriminden sonra kütlesel bir hale geldi. Dolayısıyla bu gazların atmosferdeki miktarına yaptığı katkıyla, insan yeryüzünün ortalama sıcaklığını artırıyor, iklimleri değiştiriyor. Paniğin ete kemiğe büründüğü yaklaşımın özeti bu. “(Bu oranlardaki -U.Y.) değişikliğin büyüklüğüne göre tüm gezegenin ikliminin az veya çok, ama bir şekilde altüst olma riski bulunmaktadır.” 46 Ortalama sıcaklığın artışı buzulları eritmekte, eriyen buzullarla birlikte denizlerin seviyesi artmaktadır. Hatta bu artış onlarca metreye ulaşacak, böylelikle deniz kenarındaki birçok yerleşim bölgesi sular altında kalacaktır.
Son derece açık gibi görünen ve popüler grafiklerle desteklenen bir görüş. Tarihöncesi iklim verilerinin ayrıntılarına bakıldığında da ilk görünüşte bu yaklaşım doğrulanıyor gibi bir durum çıkıyor ortaya.
Aşağıdaki şekil iklimlerin değişimiyle sera gazlarının değişimini bir arada gösteriyor.
Şekil 2: 400 bin yıl geriye giden kayıtlara göre karbondioksit (en üstte) metan (ortada) oranlarının ve ortalama sıcaklığın değişimini (altta) gösteren tablo. Aradaki paralellik ilk bakışta dikkat çekiyor. Ancak ayrıntıya girildiğinde sıcaklık artışlarının sera gazı oranlarındaki artışlardan önce olduğu görülüyor. Sera gazlarındaki oran değişikliklerinin yeryüzündeki iklimleri belirleyen temel etken olması bilimin bugün sahip olduğu bilgiler arasında.
Farklı tezler
Küresel iklim değişiklikleriyle ilgili kamuoyuna tek yanlı bir şekilde yansıyan ve herkesçe kabul edilmiş gibi gösterilen görüşün yanı sıra, sayılması gereken başka yaklaşımlar da var. Öncelikle şunu söyleyelim, bilim dünyası iklim konusunda kesin bir sonuca varmış değil. İklimlere yön veren ve değiştiren temel etkenler konusunda tatmin edici bir sonuca ulaşamadığını önceden belirtmiştik. Bu bilinmezlik ortamında, bilim adamları iklim değişiklikleri hakkında da kesin bir yargıyı dile getirmekten kaçınıyor.
Yeryüzündeki doğrudan sıcaklık ölçümlerinin yapıldığı 150 yıllık bilgiyle iklim bilmecesini çözecek bir formül oluşturmak mümkün değil. Bu süre, iklimler için çok kısa. Dünya için bir buçuk asır, insan ömrü için bir buçuk dakika demek.
Üstelik, 150 yıl boyunca biriktirilenler, insan yerleşimlerinin bulunduğu yerlere çok yakın istasyonlardan alınan, dolayısıyla yanıltıcı olabilecek ölçümler. İstasyonların yeryüzü coğrafyasına dağılımı da çok eşitsiz. Büyük bölümü karada ve kuzey yarımkürede. Okyanusların yeryüzünün yüzde 70’ini kapladığı düşünülürse, eksiklik daha iyi anlaşılır. 47
Ondan önceki sıcaklık ve iklim bilgilerine ise buzul ve okyanus diplerinde yapılan yukarıda anlattığımız dolaylı ve çok kesin olmayan yollardan ulaşılıyor.
Konunun bu ve benzeri yanları, iklim değişikliklerinde insanın etkisini tartışmalı bir hale getiriyor. En azından, kesin bir yargıyı olanaksız kılıyor.
Yakın dönem sıcaklık kayıtları yüzyılın ilk yarısında ısınma olduğunu gösteriyor. 40’lı yıllardan 70’li yıllara kadar soğuma var. 70’lerden sonra ise genel eğilim ısınmaya işaret ediyor.
“İklimsel ısınma vardır ancak bunda insanın rolü yoktur veya ihmal edilebilir” kesinliğinde konuşan bilim adamı sayısı hiç de azımsanmayacak sayıda. Yanı sıra, küresel ısınmayı kabul edip bunun iyi, dünya ve insanlık açısından hayırlı bir gelişme olduğunu savunanlara da rastlanıyor. Bu görüşün savunucularına göre, insanlık büyük mimari eserlerden, keşiflere kadar birçok gelişmeyi iklimlerin sıcak olduğu dönemlerde kaydetti. Üstelik, atmosferdeki karbondioksit, bitki ve ağaç örtüsünün gelişmesi için son derece uygun koşullar sunuyor. Havaların soğuk geçtiği dönemler için insanoğlunun çok sayıda sorunla karşılaştığını, örnek olarak salgın hastalıkların özellikle bu dönemlere rastladığını gösteriyorlar.
Sonuçta iklimlerin değişiminin doğal yönü herkes tarafından kabul edilse de, bunda insanın rolü üzerine kesin veya en azından bilim dünyasını rahatlatan kesinlikte kanıtlar henüz yok.
Yumurta-tavuk, iklim-karbondioksit
İnsanın atmosfere özellikle fosil yakıtların tüketimiyle karbondioksit yaydığı kesin. Kapitalizmin doğayı hiçe saydığı ve tahrip ettiği de yadsınamaz. Ancak bu tahribatın boyutları ve hangi kollardan ne oranda, hızda ve etkide geliştiği konusunda tatmin edici nesnellikte bilgilere sahip değiliz. Doğaya bırakılan bir plastiğin kaç yüzyılda çözündüğü hesaplarıyla ulaşılabilecek bir bilgi değil bu. Doğa çevreci ideolojinin gösterdiğinden çok daha güçlü. 48
Atmosfere insanın yaydığı karbondioksit, atmosferdeki doğal miktarın yüzde üçü kadar. Bu miktarın yarısı doğa tarafından tolere edilebilmiş (tolere eden kaynaklara kuyu deniyor). Bunun ise, çok basit bir enerji hesabıyla dahi örneğin buzulları eritecek bir ısınmaya yol açmasının mümkün olmadığı çıkıyor ortaya. Tüm bu süreçlerde okyanuslar çok büyük roller oynuyor. Örneğin, yeryüzünün akciğeri özelliğini ormanlar değil, okyanuslar gösteriyor.
Şekil 2′deki grafikler ilk bakışta gazların oranlarındaki artışın sıcaklıkları da artırdığı gibi bir izlenim doğuruyor. Oysa farklı olası etkenlerle değişen iklimler ve artan azalan sıcaklıklarla birlikte, yeryüzünün yüzde yetmişini kaplayan okyanusların atmosferle arasındaki karbondioksit alışverişi de artıyor. Toprağın, bataklıkların yaydığı metan gazı oranları da yükseliyor. Bir nevi yumurta tavuk hikayesi. Tübingen Üniversitesi’nin Avrupa Çevre İşleri Akademisi Başkanı Profesör H. Metzner gibi birçok bilim adamı altını çizerek belirtiyorlar:
“Yeryüzünde tüm sıcaklık değişiklikleri atmosferdeki karbondioksit seviyesinin değişimlerinden birkaç ay önce oluşur. (…) Okyanuslardaki su sıcaklığının son 40 yıl içerisinde yarım santigrat derece artmasından dolayı, okyanuslar büyük miktarlarda karbondioksit yaydı. Bu, bugün itibariyle ölçülen büyük değişikliği açıklıyor: Bremerhaven’deki Alfred Wegener Enstitüsü’nün yaptığı ölçüm sonuçlarının gösterdiği gibi, karbondioksit seviyesinin artması okyanus sularının sıcaklığındaki artışların sonucudur.” 49
Bu görüşlere temel oluşturan ve sera gazlarının iktidarı konusundaki kuşkuları güçlendiren en önemli olgu okyanusların yeryüzünün yüzde yetmişini oluşturması. Sera gazlarındaki ufak artışların bu kütlenin sıcaklığını değiştirmesi kolay değil. Değiştirmesinin mümkün olduğu kabul edilse dahi, bunun birkaç yıl sonra değil, onlarca yılla sayılan süreler sonunda kendini göstermesi gerekiyor. Oslo Üniversitesi’nden Profesör Tom V. Segalstad şunları söylüyor:
“İklim öncelikle okyanuslarda depolanmış devasa enerji ve kutup buzullarındaki gizli enerji tarafından yönetilmektedir. Yoksa atmosferdeki karbondioksit tarafından emilen az miktardaki enerji tarafından değil.” 50
Okyanuslar iklimleri yönetmede sera gazlarının gücüyle kıyaslanamayacak büyüklükte bir öneme sahip. Okyanus dibi akımlar, tuzluluk oranları, Gulf Stream, değişik sıcaklıklardaki akımların yönleri, hızları, çevrimleri, debileri gibi olgular iklimleri belirliyor. Örneğin, defalarca gerçekleşmiş bir olgu olan Gulf Stream’deki bir aksama veya durma, Kuzey Avrupa’ya buzul çağını yaşatacak kadar soğutabiliyor.
Okyanusların termik eylemsizliği iklimleri her şeyden çok etkiliyor. Buz pistinde kayarken çarpışan iki kişi düşünelim. Biri 150 kiloluk bir suomo güreşçisi, karşısındaki ise narin yapılı bir balerin olsun. Çarpışmadan hangisinin nasıl etkileneceği çok açık. Sera gazlarındaki artışın okyanusların sıcaklığını değiştirdiğini iddia etmek ise, balerinin bir parça kilo alarak suomo güreşçisini çarpışma esnasında çok daha fazla etkileyeceğini söylemekle eşdeğer.
İklimlerin belirlenmesinde okyanuslar kadar önemli bir diğer etken ise buzküre. Sırp bilim adamı Milankoviç’in iklim değişiklikleriyle ilgili astronomik teorisi buzulların önemini de vurguluyor.
Uzay ve Milankoviç
Yeryüzü, üzerindeki yaşamı güneşe borçlu. Her şeyi belirleyen o. Dolayısıyla, iklim değişikliklerinde güneşin etkisinin de az olmaması, hatta çok belirleyici olması akla yatkın bir düşünce.
Sırp matematikçi Milutin Milankoviç 30’lu yıllarda kendi adıyla anılan bir buluşa imza attı. Yerkürenin güneş etrafındaki dönüşünü, eksenini, bu eksendeki oynamaları hesaplayınca, başlarda bilim dünyasını inandırmakta zorlandığı sonuçlar elde etti. Bulduklarını özetlemek için dünyayı bir topaca benzetelim.
Şekil 3: Yeryüzünün eksen açısındaki değişiklikler 41 bin yıllık periyodlarla gerçekleşir.
Dünya bir topacın dönme eksenindeki değişikliklere benzer salınımlar yapar. Yerkürenin eksen açısı 221 ila 245 derece arasında değişir. Bu salınımın periyodu 41 bin yıl. Yeryüzünün açısındaki değişiklik güneş ışınlarını görece dik alan ekvator ve yakınındaki hat boyunca çok hissedilmez. Değişikliğin etkisi en fazla kutuplarda hissedilir. Eksenin eğik olması, kutupların altı ay boyunca güneşli veya tam tersine güneşsiz olmasına neden oluyor. Dik olsaydı, kutupların ikisi birden hiç ışık almayacaktı. 55 derece olsaydı, yeryüzünün hemen her yeri homojen bir şekilde aydınlanacaktı. Dolayısıyla bu açıdaki oynamalar kutuplardaki güneşlenmeyi (insolation) fazlasıyla etkiliyor. Buzulların artışında veya azalmasında bu değişiklik çok önemli. Kutuplardaki değişiklikler de iklimler açısından belirleyici. Zira iklimleri yöneten olgu, 65 derece kuzey enleminin yukarısına gelen güneş enerjisi. Okyanustaki ve atmosferdeki akımlar kutuplardaki enerjiyi yeryüzünün diğer bölgelerine yayıyor.
Açının farklılığı kuzey ve güney kutuplarını farklı etkiliyor. Güney Kutbu yalıtık bir kıta olduğu için burada birikebilecek buzulun miktarı sınırlı. Yağışın fazlalığı durumunda artan buzlar, eğimi takiben denize dökülecek ve dev buzdağları kıtadan ayrılarak okyanusta yüzecektir. Diğer yandan, kuzey kutbu kıtalarla çevrili. Burada biriken buzul, buzul dönemlerinde çokça kalınlaşabilir. Bundan 18 bin yıl önce, örneğin Belçika 3 kilometre kalınlığında buzulla kaplıydı. 51
Dünyanın bir başka salınımı daha var (bkz. aşağıdaki şekil). Topacın ekseninin dik duruma göre yaptığı açının yanı sıra sürekli döndüğünü biliriz. Bu dönmenin periyodu ise 19 ve 23 bin yılla ölçülür. Buna göre bundan 11 bin yıl sonra aralık ayı kuzey yarım kürede yazın ortasına, güney yarımkürede ise kışın ortasına rastlayacak.
Şekil 4: Dünyanın dönme ekseninin salınımına göre kuzey ve güney yarımkürelerdeki mevsimlerin zamanı periyodik olarak değişir.
Üçüncü değişim ise, yeryüzünün güneşin etrafında çizdiği elips yörüngenin şeklinde görülmektedir. Elips 100 bin yıllık periyodlarla görece uzunlaşmakta veya yuvarlaklaşmakta.
Bu üç olgunun her biri yeryüzüne gelen güneş enerjisini farklı şekillerde etkiliyor. Enerjideki en büyük fark ikinci sırada saydığımız, dönme ekseninin salınımı. Buradaki ortalama periyod ise 20 bin yıl. Bu da, ortalama 100 bin yıl olarak ölçülen buzul çağı periyodunun bölenidir.
Sırp matematikçinin iklimleri belirleyen astronomik etkiye yönelik iddiasının özeti böyle. Bunun dışında son yıllarda yürütülmekte olan bir çalışma güneşin bir başka etkisine dikkati çekiyor.
Kozmik ışınlar ve bulut
Güneşteki hareketleri astronomlar yüzyıllardan beri kaydediyor. Örneğin 16. ilâ 19. yüzyıllar arası güneşteki lekelerin önemli ölçüde azaldığı kayıtlara geçenler arasında ilgi çekiyor. Güneşin üzerindeki leke sayısı yaklaşık 11 yıllık bir periyod izleyerek değişkenlik gösterir. Güneşten atmosferin en üst bölümüne gelen ışınlarda bu lekelerin sayısına bağlı olmak üzere binde birlik bir fark oluşur.
Bu fark, ilk hesaplara göre iklimler üzerinde etkili olmak için yetersiz görünür. Ancak, tarihi kayıtlara ve leke sayılarındaki olağandışı değişikliklerle iklimlerin ilişkisine bakıldığında bir paralellik çıkıyor ortaya. Örneğin, Maunder Minimum’u olarak da adlandırılan ve 14. ila 19. yüzyıl arasında hüküm süren Küçük Buzul Çağı süresince güneşteki lekeler sıfıra yakın. 52
Şekil 5-Milankoviç’in astronomik teorisine göre, dünyanın eksen ve yörüngesindeki periyodik değişiklikler, güneşlenmede değişikliklere neden oluyor. Bu da iklimleri belirlemede önemli bir etki anlamına geliyor.
Son 100 yıldır ise güneşteki hareketliliğin çokça arttığı kaydedildi.
Bu noktalardan hareketle Danimarkalı bilim adamları Henrik Svensmark ve Eigil Friis-Christensen, güneşteki hareketlilikler ile bunların yeryüzüne etkisi üzerine araştırma yaptılar. Güneşten gelen ışınları, bunlardaki değişiklikleri, güneşteki lekelerin sayılarını, bu sayıların değişim periyodlarını inceleyen ilk bilim adamı onlar değildi. Onların çalışmasının yöneldiği özgün yan, aslında 7 ilâ 14 yıl arasında değişen periyoddaki oynamalarla, bunların atmosferdeki bulut oluşumlarına yaptıkları etkiydi. Bilim adamları arada ilginç paralellikler keşfettiler. Yeni keşif bulutların oluşumunun iklimleri belirlemede önemli bileşenlerden biri olduğunu gösteriyordu (Şekil 6). Aşağıdaki grafikte de görüldüğü gibi, paralellik çok çarpıcı. Burada bulutlarla ilgili not edilmesi gereken bir nokta var: Bulutlar güneş ışınlarını geri yansıtarak daha çok atmosferi soğutucu etki yaparlar ve öngörülemezlikleriyle gelecekteki iklimleri bulmaya yönelik kullanılan modellemelerin de baş belasıdır.
Şekil 6 : Güneş lekelerinin çevrimindeki değişiklikler ve kuzey yarımkürenin ortalama sıcaklığı.
Gelinen noktanın dikkati çekiciliği henüz mekanizmayı kendi başına açıklamaya yetecek kapsamda olmasa da, alan üzerinde çalışmalar hızla sürüyor. Atmosferdeki su buharının yoğuşmasıyla (condensation) ilgili mikrofizik bilimindeki ilerlemeler bu anlamda ilişkileri açıklamaya yardımcı olacaktır.
Bunca yaygara niye?
Tartışmalara yeniden dönelim. Önce bir alıntı.
“Grenoble’daki Buzulbilim ve Çevre Jeofiziği Laboratuvarı’nda sorularımızı yanıtlayan buzulbilimci Louis Reynaud’ya göre konuyla ilgili (iklimle ilgili, -N.G.) bilinmeyenler bilinenlerden çok daha fazla. (…) Alpler’deki buzulların eriyerek geri çekilmesini sorduğumuzda, Louis Reynaud bunun yeni bir olgu olmadığını söylüyor: Buzullar 180 yıldan beri eriyor. Bu erime sera etkisiyle hiçbir şekilde kıyas kabul etmeyecek derecede büyük ve önemli bir enerji gerektirir. Reynaud değişimin kaynağının doğal olduğuna dikkat çekiyor. Bu erimenin sera etkisinden kaynaklandığını söylemek zor. Bunu söyleyenler var. Çünkü medyatik açıdan bakıldığında buzullar eriyor hava ısınıyor demek çok daha ilginç. Isınma var ama bu doğal bir olgu.” 53
Aynı kaynakta Reynaud’nun insan kökenli ısınmayı savunanlarla ilişkili sözleri de aktarılıyor:
“Gerçeği unutup rüyada yaşamaktır. Evet, belki sera etkisini azaltma yoluna gidilebilir. (…) İklimsel ısınma gelecekse, buna karşı hiçbir şey yapamayız. Alışmak zorunda kalacağız. Bu sorun yaratacak elbette. Reynaud doğal olduğunu vurguladığı bu sürece karşı koymayı şizofreni kapsamına sokuyor.” 54
Louis Reynaud, Antarktika’nın, Grönland’ın ve Alpler’in buzullarında çalışan, buradaki örnekleri laboratuarda inceleyen, alanında tanınmış bir bilim adamı. Bilim dünyasında bu görüşü savunanların sayısı yaratılmak istenen izlenimin tersine o kadar az değil.
“ABD ve İngiltere’den bir grup bilim adamı, bu kuşkuculuğu taşıyan bilimcilerin sayısının çok az olduğunun bir medya yalanı olduğunu iddia ettiler.” 55 Aynı grup iklim değişikliğiyle ilgili kamuoyuna yansıtılanların kanıtlanmamış düşünceler olduğunu belirtiyor. Sera etkisi gösteren gazlardaki artışın küresel ısınmanın temel etkeni olmadığını söylüyorlar. Londra Üniversitesi’nden biyojeografi profesörü Philip Stott, iklim konusuna kuşkucu yaklaşanlardan. Kyoto Protokolü’nün merkezine yerleştirilen sera etkisine ilişkin sözleri bir kızgınlık da içeriyor. İklimin bilinen en karmaşık sistemlerden biri olduğunu, sera gazları emisyonu gibi küçük çaplı bir etkenin kontrolüyle sağlanabileceği iddiasını düpedüz yalan söylemek olarak adlandırıyor. 56
Öyleyse, birçok bilim adamının sözleriyle, kamuoyuna yansıtılan paniğin kaynağındaki “sera gazları küresel ısınmaya yol açıyor” tezi arasındaki karşıtlık nereden kaynaklanıyor?
Sera etkisi gösteren gazların birincisinin su buharı olduğunu belirtmiştik. Miktar olarak ikinci sırada yer alan ise karbondioksit. Görece az miktarda olsa bile, sera etkisi dışında çevreye verdiği zararlar açısından çok daha “suçlu” insan kaynaklı gazlar da var. Örneğin halokarbürlerin küresel ısıtma gücü, karbondioksidin binlerce katına kadar varıyor. Metan ise karbondioksidin 21 katı. 57 Buna karşılık karbondioksit, atmosferde 120 yıl kalırken, metan için bu süre 12, halokarbürler için 50 bin yıl. Bunların dışında bir de karbondioksidin doygunluk nedeniyle, fazla kızılötesi ışını bünyesinde barındıramama, dolayısıyla sera etkisinin artan oranla birlikte azalması gibi bir etken de var, ki bu çok hesaba katılmıyor. Bu bağlamda, miktar etkinin kapsamını bire bir belirleyen bir değişken değil.
Bunlara rağmen karbondioksidin başa konmasında çok anlaşılır bir neden var. Karbondioksit, insanın atmosfere yaydığı gazlar arasında doğrudan doğruya enerji sektörünü ilgilendiriyor. Fosil yakıt olarak adlandırılan petrol türevlerinin, kömür ve doğal gazın kullanımında, atmosfere, ürüne göre değişen oran ve miktarda karbondioksit yayılıyor. Üstüne üstlük, “insan” ormanları büyük bir hızda yok ederek karbon kuyularını, yani atmosferdeki karbonu yutan kaynaklardan birini de azaltıyor. 58
Sera gazlarında başı çektiği ve ortalama sıcaklıkları 59 arttırdığı iddia edilen karbondioksit; enerji ve dolayısıyla tüm sektörleri ilgilendiren bir pazarlık konusunu oluşturuyor. Kötü niyetli düşünüldüğünde akla neler gelmiyor ki. Energy Policy adlı periyodik yayında, iklim pazarlıklarını siyasi olarak yürütenlerin başında iklim araştırmacıları, rüzgâr enerjisi üreticileri ve çevre bürokratlarının olduğu iddia ediliyor. 60 Küresel ısınma konusunda görüş dile getiren her kişi ve kurum, karşı tezin içerisinde çevrecilerin de olduğu siyasal savu(nu)cuları tarafından x lobisinin adamı veya sözcüsü olmakla suçlanıyor. Kimin elinin kimin cebinde olduğunun bilinmediği ilişkilerin olduğu bir pazarlık yürütülüyor iklim konusunda.
Klimatokrasi
“Kutup buzulları daha hızlı eriyecek; denizlerin seviyesi yükselecek; o güzelim Florida Everglades veya Louisiananın şeker kamışı tarlalarının sular altında kalma tehlikesini yaşayacağız; adalarda yaşayan uluslar kelimenin tam anlamıyla ortadan kalkacak. Su baskınları arttıkça, sıcaklık dalgaları çoğaldıkça, fırtınalar ve genel olarak uç hava koşulları arttıkça örneğin tüm ABD’nin iklimi değişecek. Ve toplumun sağlık sorunlarında artış olacak. Örneğin, bugün Afrika’da sıtma vakasını her geçen gün daha yüksek irtifada görebiliyoruz. Oysa, yüksek irtifa sivri sineklerin yaşaması için fazla soğuk bir yerdir. Çok kötü, çok daha dramatik hava koşulları yaşanacak. Tarımsal üretimde değişmeler görülecek. …” 61
Yukarıdaki uzun alıntı, dünyanın bu halinden sorumluluk duyan bir kişiye ait. Değiştiği için baş belası haline gelen iklimin dünyanın geleceğini tehdit etmesine yönelik derin üzüntü duyan, iklim değişikliğinin yaratacağı toplumsal sorunlara kafa yoran bir kişiye ait. Sözlerin sahibi ABD’nin eski başkanı Bill Clinton. Kyoto Protokolü’ne onay vermeyen ve her türlü engeli çıkartan ABD’nin başkanı bu sözleri söyleyebilir mi?
Clinton söyler de, George W. Bush söylemez diyenler olabilir. Birçok çevre örgütünün ve pazarlıkta taraf oluşturanların yaptığı gibi ABD’nin Kyoto’ya koyduğu kayıt sıkça Bush’la sınırlanıp ona atfedilir. Ne Bush’un bugün söyledikleri ne de ABD’nin Kyoto’ya karşı çekincesi küresel ısınma tartışmalarında ABD’nin ve onun başta enerji olmak üzere, büyük birçok şirketinin ve çevre kuruluşlarının oynadığı rolü gizleyemiyor. İklim tartışmasını körükleyenlerin başında NASA gelmiyor mu zaten?
Uzay mekiği Challenger’ın 1986’daki kazasından sonra NASA bütçe telaşına kapıldı. Uzay çalışmalarına yönelik bütçenin kısılması için bu kaza geçerli bir neden oluşturuyordu. Bunu kolaylaştıran diğer noktalar ise artan uluslararası rekabetle birlikte mekikler için harcanan astronomik paralar. Yves Lenoir olayı şöyle anlatıyor:
“Bu durumda, ozon deliği ve iklimsel ısınma kartlarını ısrarla sürdüler öne. Bunun sonucunda, çalışmalar yeryüzü ve atmosfer incelemelerinin yeniden ele alınması gibi bir yarar doğurdu; iklim konusundaki bilimsel çalışmaların gelişmesini sağladı ve özenle koşullanmış bilgilerin büyük çevreci kuruluşlara doğru (WRI, WWF, Friends of the Earth International, NRDC, EDF …) akışını sağladı. Bu stratejik başarı şapka çıkartılacak türden. Beladan fazla hasar almadan kurtuldular. NASA bu işte büyük olasılıkla çevrecilerin sosyal açıdan meşru desteğini aldı. Ozon tabakasına ve sera etkisine karşı mücadele etmenin nedenlerini popülarize etme amacıyla büyük medyatik yaygaralar kopartan ve politik baskılar yapan çevrecilerin bu desteğinin onlar için hiçbir parasal maliyeti yoktu.” 62
NASA’nın başkanı James Hansen 1988’de Kuzey Amerika’da sıcak ve kuru geçen ilkbahar sonrasında kongreye “sera etkisi ve küresel ısınma” üzerine bir panik metni sundu. Lenoir, bu temasın aynı yıl BM bünyesindeki IPCC’nin (Intergovernmental Panel of Climate Change – Hükümetlerarası İklim Değişikliği Grubu) kuruluşu öncesinde psikolojik olarak uygun bir ortam yarattığını söylüyor. 63
İklim konusundaki pazarlıkları bugüne kadar büyük ölçüde IPCC yönetti.
Çevre ekonomisi adlı bilim dalı çevre sorunlarının ve bunlara karşı alınacak tedbirlerin organizasyonunun çeşitli ekonomik yönlerinin analizine dayanır. Bu anlamda, büyük ölçüde karbon emisyonlarının kısıtlanması temelinde yürüyen ve ilk kez dünya çapında “karbon vergisi” adı altında bir vergiyi öngören Kyoto Protokolü’nün hazırlanmasında çevre ekonomistlerine büyük görevler düştü. Aslına bakılırsa, küresel ısınma ve insanın marifeti sorgusuz sualsiz kabul edilse dahi, Kyoto’yla uygulanmaya çalışılan önlemler insanın ısınmaya katkısını hayli utangaç bir oranda azaltmayı hedefliyor. Kyoto’ya tam olarak uyulduğunda ve tüm ileri tahminlerin yapıldığı 2100 yılı gelip çattığında o güne kadar hiçbir şey değişmezse (!), yeryüzünün ortalama sıcaklığı sadece 0,15 C derece daha az artmış olacak. Diğer bir hesapla, küresel ısınma sadece 6 yıl durdurulmuş olacak. 64 Üstelik bunlar iyimser rakamlar.
Kyoto’nun daha çok ekonomik yönü öne çıkıyor. Küresel ısınmanın maliyetleri, karbon kısıtlamasının birçok şirkete, fabrikaya, enerji sektörüne ve ülkelere getirdiği ekonomik yükler ayrı bir çalışmanın konusu. Burada sadece, işin ekonomik yönünün açtığı kapıların verimliliğinin, çok sayıda çokuluslu şirketin, birçok ülkenin, gelişmekte olan birçok sektörün iştahını artırdığını belirtelim. Tipik bir örnek vermek gerekirse açık sözlülükle hedefini sergilemekten çekinmeyen, hatta bunu sloganlaştıran bir kurumdan söz edilebilir: Pew Center on Climate Change. Sloganlarında şunu söylüyorlar: Working together… Because climate change is a serious business. Türkçesiyle, “Birlikte çalışalım, çünkü iklim değişikliği ciddi bir iştir.” İşin ticaret anlamına geldiğini web sayfalarında açıklıyorlar. Uluslararası sera gazları pazarına yönelik ciddi önerileri var bu kurumun. 65
Çevre kuruluşları da, bu pazarda ve karbonun açtığı diğer alanlarda kabarmış iştahın doyurulmasında fason iş yaparak gerek organizasyonel, gerekse kamuoyu oluşturma ve PR görevini yürütme aşamalarında boy gösteriyor. Kamuoyu ve PR söz konusu olunca, medya işe ayrılmaz bir parça olarak ekleniyor. İnsanların korkularını oluşturmaktan, onları geliştirmeye ve yönetmeye kadar birey ve toplum psikolojisi bilimlerinin sahip olduğu tüm bilgiler ustaca uygulamaya konuyor. Ulaştıkları başarı çok da zorlanmadıklarını gösteriyor.
Medya bu konuda yardıma hazır. Üzerine düşeni fazlasıyla yerine getiriyor. Bilim adamlarının yaptığı çalışmaları IPCC yeniden ele alıyor ve politikacılara yönelik özet raporlar hazırlıyor. Bu hazırlık aşamasında, bilimsel çalışmaları dramatik etkiyi artıracak bölümlere özen göstererek değerlendiriyor ve kötümser tabloları üretiyor, sonrasında basın, IPCC’nin kötümser tablolarının en kötümser bölümünü yayımlıyor.
Tüm enerji lobileri at koşturuyor küresel ısınma pazarlıklarında. Nükleer lobi kendi enerjilerinin iklimleri değiştirmediğini iddia ediyor. Kömür ve petrol lobileri her “küresel ısınma” söylemini duyduklarında tir tir titriyorlar. Başta küresel ısınma tartışmalarını körüklemede hiçbir beis görmeyen ABD, büyük ölçüde petrole dayalı ekonomisiyle birlikte pazarlıkların bugünkü durumunun kendi aleyhine dönen bölümüne ısrarla karşı çıkıyor. Bir taraftan iklim araştırmalarına astronomik paralar harcarken, diğer taraftan küresel ısınmanın insan için yararlı olduğuna dair kampanyalar düzenliyor. İş böyle olunca, “küresel ısınma”nın varlığına karşı çıkan her söylem, kömür veya petrol lobisinin, hatta Amerikancı söylemin bir piyonu olmakla suçlanabiliyor kolaylıkla. 66 Veya, önceden üzerinde durduk, Amerika karşıtı olma savındaki kişiler, savlarına kanıt bulma sevinciyle “küresel ısınma”ya karşı duruyor ve buna karşı mücadele ediyorlar. 67 Dünyanın değişmesine yönelik hiçbir umudu kalmamış bir kesim ise, kötümser psikolojinin etkisinin başkalarıyla paylaşıldığında azalması ilkesinden hareketle kıyamet tellâllığına soyunurken iğreti solculuğuna çevreciliği ekliyor. Küresel ısınma konusuyla Amerikan karşıtlığı yaptığına inanan kesimler, bu kez diğer emperyalist ülkelerin işine gelen politikaları savunduklarının, bir tuzağa düştüklerinin farkında değiller.
Lobiler arasında, bir de yenilenebilir enerji kaynaklarının her bir lobisini saymak gerekiyor. Su kaynaklarının enerji amaçlı kullanımı, rüzgâr enerjisi, güneş enerjisi bunların başta gelenleri. İlk bakışta çok daha akılcı gibi görünen bu kaynakların birçok olumsuz etkisi de var. Ancak, petrol ve kömür başta olmak üzere, atmosfere karbon yayan kaynaklara karşı kullandıkları koz, böyle bir günahla ilişkilerinin olmaması. Karbondioksidin baş suçlu ilan edilmesi, etkisi, artış hızı ve atmosferde kalma süreleri bakımından daha suçlu diğer sera gazlarının geri planda tutulması ise asıl derdin atmosfer ve çevre olmadığı, bu yeni alanın sunduğu ekonomik ve politik iktidar alanları olduğu kuşkusunu güçlendiriyor.
ABD iklim konusuna önem veriyor. Ancak, şu an yapılan uygulamalı bilim çalışmaları özellikle atmosferdeki karbonun nasıl ortadan kaldırılacağına dönük. Okyanus diplerine demir levhalar yerleştiriliyor. Bunların karbon emme sığaları deneniyor. Yerin altına okyanus pompalama çalışmaları, bu yöntemi Kyoto’nun koyduğu karbon vergisinden çok daha ucuza getirecek düzeye şimdiden erişti.
Bu arada çok sayıda bilim kurumu da bütçelerindeki hayal edemeyecekleri artış olanakları karşısında bayram ediyorlar doğal olarak.
Lobilerin at koşturduğu bu alan gerçekten de inanılmaz boyutta verimli. Karbondioksit demek, enerji sektörü demek. Dolaylı olarak da diğer tüm sektörler… Bu da, üretimle ve pazarla ilgili yepyeni normların oluşturulması demek. Avrupa normlarına göre benzinli arabaların tüm egzoz sistemlerinin katalitikli olması gibi yakın gelecekte birçok fabrika üretimde kullandığı araçları, enerji kaynaklarını, filtre sistemlerini değiştirmek zorunda kalabilir. İklim değişiklikleri konusu yeni sömürgeciliğin yöntemlerini yaratma potansiyeline sahip. Bunun için kampanyalar şimdiden başladı.
Kamuoyu yoğun bir şekilde yeni getirilecek normlara alıştırılıyor. Yayılan panikle birlikte, “bir şeyler yapmalıyız” telaşı yaratılıyor. Yeni getirilecek her norm için, kamuoyunda hiçbir muhalefetle karşılaşmayacak bir serbest alan açılıyor.
Koyunların bağırsaklarından daha az metan çıkartan yemi üretecek bir firma, bunu pazara norm olarak getirterek tekel olmanın önünü açacak avantaja sahip şimdiden. Söz konusu olan karbondioksit, dolayısıyla enerji sektörleri olunca, normlar teorik olarak hemen her alana getirilebilir. Türkiye gibi kuru fasulyeyi bolca tüketen ülkelere de, atmosferi kirletmeme sorumluluğu altında kısıtlamalar getirilirse şaşırmamak lazım. 68 En çok metan üreten alan olan çeltik tarlalarının kısıtlanması önerileri duyulmuyor değil. Pirincin milyarlarca insanın besin kaynağı olduğunu hatırlatalım bu arada.
Küresel ısınmaya karşı mücadele etmek gibi bir politika uluslararası planda kabul ettirildiğinde, pazara bu mücadeleye katkıda bulunan mallar sürmek için kolları sıvamış firmalar kârlarını kaça katlayacaklarının hesaplarını yapıyorlar (Du Pont de Nemours örneğinde olduğu gibi).
Kampanya yürütenlerden biri de İngiliz yayın kurumu BBC. Soru güdümlü: “Küresel ısınmaya karşı mücadele etmek için gerektiği kadar çaba gösteriliyor mu sizce?” Yanıt seçenekleri ise evet ve hayır şeklinde. Yani BBC’ye göre küresel ısınmanın olduğu kesin. Bunda insanın oynadığı rol de öyle. Ve yine BBC’ye göre, buna karşı mücadele etmek gerekiyor. Yanıtlar arasında telaş hakim. Ancak, son derece akıllıca yanıt verenler de yok değil. 69
Modellemenin karavanaları
Panikçi yaklaşımların sıkça baş vurduğu IPCC raporları bilim adamlarının çalışması sonucu oluşturuluyor. Sıkça söylenen ve güç alınan sav, bu raporları hazırlamak için 2000 bilim adamının çalışıyor olması. Oysa, ana metinleri hazırlamada çalışan bilim adamı sayısı sadece 80. İklim modelleri üzerinde çalışan kişiler ise bunların küçük bir bölümünü oluşturuyor. Kaldı ki, 2000 bilim adamının çalışmalarından yararlanılması tümünün raporlarda söylenenleri harfi harfine kabul ettiği anlamına gelmiyor. Bu bilim adamlarının çalışma alanları iklim konusunu ortalamada dolaylı olarak ilgilendirdiği için bu bilim dallarından hareketle iklim konusunda referans niteliğinde bir yargı oluşturmak mümkün değil. 70
Kaldı ki, IPCC’nin sonuç raporlarına bilim adamlarından gelen itirazlar hiç az değil. Küresel İklim Değişikliği kitabının yazarı F. S. Singer’in, IPCC için çalışan bilim adamları arasında yaptığı anketten çıkan sonuçlardan biri ilginç: Ankete katılanların yüzde 40’ı kuruluşun sonuçları kullanma yönteminin yanlışlığına inandıklarını belirtiyor ve kuruluşun rapora eklediği “uygulamaya yönelik özet” bölümleri de eleştiriyorlar.
Reuters’in IPCC ile ilgili bir sorusuna Reading Üniversitesi’nden Keith Shin’e şu sözlerle karşılık veriyor:
“Biz bir belge üretiyoruz ve politikacılar onu satır satır inceleyip sunuluş biçimini değiştiriyorlar. (…) Verileri değiştirmeseler de, sunuluş biçimini değiştiriyorlar. Bilimsel bir raporda neler yazılacağı konusunda son sözün politikacılara ait olması çok ilginç bir durum.” 71
IPCC tüm politikalarını ve politika uygulayıcılar için öneri metinlerini modellemecilerin çalışmaları üzerine kuruyor. Modelleme; bilim dünyasının verileri, bilgileri, formülleri ve mekanizmaları test etmesi için birçok alanda kullandığı bir yöntem. Ancak söz konusu iklim olunca, işin rengi biraz değişiyor.
Bilim dünyasının hâlâ buzul dönemleriyle buzulların neredeyse tamamen eridiği dönemler arasındaki uç iklimsel salınımlarda, doğanın buna nasıl ayak uydurduğunu, iklimlerin nasıl oluştuğunu, dengeyi nelerin sağladığını dahi çözemediği, sadece bazı ipuçlarına sahip olduğu düşünülecek olursa gelecekteki iklimleri tahmin etmenin yanlışlığı gün gibi açık.
Modellemenin iklimbilimde nasıl kullanıldığını şu şekilde açıklayabiliriz: Yerkürenin üzerini bir film tabakası gibi düşünelim. Ve biz de filme önce yakından, sonra uzaktan, yani uzaydan bakacağız. Film tabakası grenlerden oluşur. Grenlere büyüteçle baktığımızda, her birinin özelliklerini inceleyebiliriz. Resmin bütününü ise ancak uzaktan bakarsak görebiliriz. Her bir gren arasındaki mesafe 300 kilometre, grenin kalınlığı ise 1 kilometre. Çekilen filmdeki görüntü ise yarım saatte bir alınan karelerin bir araya getirilmesiyle oluşuyor. Grenler için ölçülmek istenenler ise nem oranı, sıcaklık basınç gibi değerler.
Filmin banyosu ve montaj işlemi son derece gelişkin bilgisayarlar tarafından yapılıyor. Yani her yarım saatte bir on binlerce noktadan toplanan veriler, uç karmaşıklıkta denklemlere yerleştirilerek hesaba alınıyor. Tüm bir sene boyunca veriler biriktiriliyor. Sene sonunda ardışık değerlerin bir fikir oluşturması için bilgisayarın tüm verileri hesaba katması birkaç günü alıyor.
Bu işlemden sonra ortaya çıkan filme uzaktan bakarak ve elde edilen görüntüyü bir senaryoya dahil ederek gelecekteki iklimler tahmin edilmeye çalışılıyor. Senaryoyu 72 oluşturanlar modellemeciler. Modelden modele tahminler çok değişiyor. Her bir modelin bir iyimser, bir de kötümser öngörüsü oluyor. Bunlar arasındaki fark bile örneğin 50 yıllık bir süre için sera gazlarının enerji etkisinin 30 katına kadar çıkabiliyor.
Senaryoyu belirleyen şey filmin içerisindeki rollerin dağılımı. Yani hangi parametrelerin işin içerisine ne şekilde sokulacağı. Senaryonun dramatik yapısını bunlar belirleniyor. Senaryoların kamuoyuna yansıyan kısmında ise, tahmin edileceği üzere, CNN, BBC, The Times ve Time gibi büyük medya kuruluşları, dahi tabloların sadece en dramatik yönünü yansıtıyorlar. Örneğin, 2100 yılı için yapılan bir sıcaklık artışı öngörüsünde en alt değer 1,5 C, en üst değer 5,8 C derece iken, tüm bu ciddi (!) basın ve televizyon kuruluşları sadece en üst değerden yani 5,8”lik artıştan söz ediyorlar. 73
Senariste göre senaryo da değişiyor doğal olarak. Ancak hiçbir senaristin geleceği öngöremeyeceği biliniyor. Bu öngörünün imkansız ve abartılı olduğunu ise, öngörüyü yaptığı tarih yaklaştıkça ve geçen her zaman diliminde öngörüler gerçekle kontrol edildiğinde, olayların bambaşka bir yöne gittiğinin ortaya çıkmasıyla anlıyor. Şöyle ki, bilimdeki yeni bulgular zaman içinde eski öngörülerle sınandığında sürekli gözden geçirilen formüller ve parametreler tekrar tekrar işleme sokulduğunda, kötümserlik düzeyinde azalma görülüyor. Örneğin IPCC 1990 yılında, 2050 için ortalama sıcaklığın 1,5 ila 4,5 C derece artacağını söylerken beş yıl sonra 2100 yılı için yapılan tahmin 1 ila 3,5 C dereceye düştü. Deniz seviyelerine ilişkin tahminler de sürekli revize edilmek zorunda kaldı. Örneğin atmosferdeki karbondioksidin iki katına çıkması halinde denizlerin seviyesiyle ilgili 1985 tahminlerinde 20 ila 165 santimetreden dem vurulurken 1990’da 7 ila 23 santimetreden söz edildi. 74
Bir örnek daha verecek olursak, 1960 yılında benzer modellemelerle öngörüler yaparak 1990’daki durum tahmin edilmeye çalışılsaydı ne olurdu? 1960’a kadarki sıcaklık eğrisi devam ettirilse 1,2 C derecelik bir ısınma çıkacaktı ortaya. Oysa sadece 0,1 C derecelik bir ısınma oldu. 75
İklim konusunda, bilimsel çalışmalara yapabileceği katkılar açısından modellemenin yararları ayrı bir konu. Burada eleştirilmesi gereken nokta, güvenilirliği tartışmalı ve açmazları fazla olan modellemenin, IPCC’nin uygulamayı yapacak olan politik öznelere dönük hazırladığı sonuç metinlerinin eksenini oluşturması. Fransız Ulusal Meteoroloji Okulu eski müdürü Guy Dady sayısalcı mantık olarak değerlendirdiği bu yaklaşıma dayanarak belirtiyor: “Meteorolojinin bir kültürel devrime ihtiyacı var.” 76 Üstelik Dady, Fransız meteorolojisinde sayısal yöntemi uygulamaya koyan kişinin bizzat kendisi. Dady bu yöntemin uygulanmasını bir nevi yangından mal kaçırmak olarak adlandırıyor.
Modellemenin birçok bilim adamınca öne sürülen önemli açmazları var. Örneğin, okyanuslar, atmosferin değişik tabakalarındaki dinamikler, güneş gibi çok yavaş değişim gösteren değişkenler denklemlere konulamıyor. Su buharının esrarengiz troposferik (atmosferin en alt tabakası) yolculuğu da modellerin işini zorlaştıran noktalardan biri. Okyanuslar modellenmeye çalışılsa da burada çözümü çok zor olan birçok problemle karşılaşılıyor. Bunlardan en önemlisi okyanustaki akıntıların ve türbülansların birkaç kilometre boyutunda ve yüz metre dolaylarında kalınlıkta cereyan etmesi. Oysa bizim filmimizdeki grenin boyutu 300 kilometre.
Modellemede baş belası konulardan biri de fraktal yapılarından dolayı bulutlar. Bulutlar ve havadaki parçacıklar yani aerosoller yeryüzüne gelen ışınları geri yansıttıkları için atmosferi soğutuyorlar. Bulutların oluşumu da modellemenin ölçeğine göre çok küçük ve düzensiz. Bunların hesaplara katılması neredeyse imkansız. Önde gelen iklim modellemelerinden Britanya’daki Hadley Center atmosferdeki karbondioksidin iki katına çıkması durumunda sıcaklığın 5,2 C derece artacağını öngörmüş. Aynı modellemede, programcılar bulutları da parametre olarak hesaba kattığında aynı koşul için öngörülen artış 1,9 C dereceye düşmüş. 77 Üç kat fark var. Bu bilinmesine rağmen IPCC hâlâ bulutların soğutucu etkisinin hesaba katılmadığı eski verileri kullanmayı sürdürüyor. 78
Aerosollerin soğutucu etkisi biliniyor. IPCC 1990 yılında kullandığı bilgisayar modellerinde aerosollerin etkisini hesaba katmamış. Daha sonra 1996 yılında, kendi metinlerinde bunun nasıl bir hataya yol açtığını itiraf ediyorlar. Aerosollerin hesaba katılmadığı durumda 2000 yılı için 0,91 C derecelik bir sıcaklık artışı öngörülürken, hesap doğru yapıldığında 10 yıl için yarım derecelik bir hata çıktı ortaya. Yarım derece az gibi görünse de, 10 yıllık bir süre için çok büyük bir hata. Öngörüler 2100 yılı için yapıldığında, sadece sera etkisi gösteren gazlarla yapılan hesapta ortalama sıcaklık artışı 4 C, derece bu gazlara aerosollerin soğutucu etkisi de katıldığında neredeyse yarıya düşerek 2,1 C derece oluyor.
Tüm bunlardan çıkan sonuç bize parametrelerdeki en ufak bir oynamanın senaryonun tüm dramatik yapısını değiştirmesi ve filmin sonunun acıklı yanını pekiştirmesi. Modellemelerin sonuçlarını kullanan IPCC, uygulamaya yönelik raporlarında modellemelerin sonuçlarından daha kötümser sayılar yayımlıyor. 79 Örneğin, 1990’lı yıllarda karbondioksit artışı yılda yüzde 0,43 iken, 1990 ile 2100 arasındaki dönem için, tüm öngörülerde bu rakam yılda yüzde 0,64 olarak veriliyor. Aradaki farklar yüksek görünmese dahi, yüz yıllık vadede ciddi bir yekun tutuyor. İlk rakama göre atmosferdeki karbondioksidin ikiye katlanacağı süre 154 yıl sonrasıyken, IPCC için bu süre 109 yıl.
Bilim ama nasıl?
İklim konusu çok sayıda bilim kurumunun bütçesinde büyük artışlara vesile oldu.
Bazı kurumlar sadece bu alanda, güdülenmiş çalışmaları yürütmek için kuruluyor. Bilimsel çalışmalarda başı çeken ülkelerde artık büyük projelerin desteklenmesi için iklim konusuyla ilişkilendirilmesi neredeyse şart.
İklim konusunda panik ne kadar yayılırsa, bilim dünyasının bundan sebeplenme olanağı da artıyor. Massachusetts Institute of Technology’den bir profesörün belirttiği gibi: “Sera etkisi, kamu finansmanı için altın yumurtlayan tavuk. Felaketçi söylem ne kadar artarsa, araştırmalar (…) için devletten o kadar çok para geliyor.” 80
Bilim dünyası iklim konusunun salt araştırma ayağını oluşturmuyor. Bilim politikası ve bilim felsefesi konularına örnek olay babında bir çalışma alanı oluşturuyor iklim araştırmaları. İklim konusundaki bilinmezlerin çözülme hızını, çalışmaların hangi alanda ne kadar yoğunlukta sürdürüldüğü ve sürdürüleceği belirliyor. Bu anlamda, örneğin nükleer denemelerin iklimler üzerindeki etkilerine ilişkin son derece zor ve politik nedenlerden dolayı da yapılamayan araştırmalar, diğer çalışmaların inandırıcılığını azaltıyor. Okyanusbilim alanındaki çalışmalar da çok pahalı ve zor. Her alandaki çalışma, çıkar gruplarının işlerini kolaylaştırdığı oranda ve o grubun gücüyle orantılı bir şekilde uygulama olanağı buluyor. Bu çok sadeleştirilmiş bir tablo elbette. Bağımsız veya doğrudan doğruya güdülenmemiş bir şekilde yürütülen çalışmalar da yok değil. Ancak buradan çıkan sonuçlar arasında pek de arzu edilmeyen şeyler olduğunda, bunlara karşı önlem alma işi ihmal edilmiyor. 81
Yazının başında sözünü ettiğimiz British Antarctic Survey, kısa adıyla BAS, Britanya’nın yayılmacı politikasının coğrafi anlamda uç noktasını temsil eden bir kurum. 82 Antarktika yeryüzünün en uzak, en kurak (Antarktika Sahra Çölü’nden daha kurak bir yeryüzü parçasıdır), en soğuk, en rüzgârlı yeridir.
Bilimle emperyal hedeflerin çok net olmayan, görmek için özel bir bakış açısına ve bilim ahlakına sahip olmayı gerektiren bir ilişkisi var. Antarktika’daki değişimler, yeryüzü gezegeninin sırlarının çözülmesi, iklimbilim, okyanusbilim gibi konularda çalışmaların yürütüldüğü bu kurumun verileri ilk bakışta tümüyle bilimsel. Ancak, örneğin iklimle ilgili yapılan araştırmaların kullanımı ve bu araştırmaların bilinçli bir şekilde özel olarak yönlendirilmesi, sonuçlarının daha farklı kaygılarla kullanıldığı kuşkusuna kanıt oluşturuyor. Bilimsel çalışmalardan çıkması temenni edilen sonuçlar ülkeye, koşullara, konjonktüre göre değişse de, belirli. Bu belirli sonuçlara ulaşmanın yolu da, tek başına bilimsel çalışmaları çarpıtmak çok kolay olmadığından, bu sonuçların doğmasını sağlayabilecek bir düzenek yaratmak. Bu düzenek bilim dalları arası eşitsizlik şeklinde çıkıyor ortaya. Bilimsel çalışmaların finansmanı bilim kurumlarının belirleyebildiği bir şey değil. İstenen sonuçları yalanlama potansiyeline sahip verilerin bulunduğu alanlara destek pek verilmiyor.
İklim konusunda konuyu somutlaştıracak olursak, modellemelere ayrılan bütçeler çığ gibi büyürken, okyanusbilim gibi çalışmaların son derece güç olduğu alanlardaki ilerlemeler eşitsizliği kanıtlayan bir zayıflıkta. Zira gelecekteki iklimleri tahmin etme amacını taşıyan modellemeler, kötümser tabloların çıkmasına en elverişli alan. Üstelik manipülasyona da son derece açık. Verilerdeki en ufak bir oynamanın, katsayılardaki en küçük değişikliğin, değişkenlerdeki en küçük hatanın tahminlerin sonuçlarına hayli katlanarak yansıdığına yukarıda değindik.
Modelleme bilimini avantajlı hale getiren bir etken de, tümüyle bilgisayar sektörüne dayanıyor olması. “Modelleme” uygulama bilimi maddi bolluk içinde yüzerken, kozmik ışınlara, okyanus diplerine yapılacak araştırmalar ağır aksak ilerliyor.
Tüm bunlardan çıkan bir sonuç da, konunun bilim politikasıyla ve ayrıca bilim etiğiyle doğrudan ilişkili olduğu.
Sonsöz
We must act now… Derhal harekete geçmek zorundayız… Yani kaybedilecek hiç zamanımız yok… İnsan dünyayı yerle bir etmeyi sürdürüyor… Eyleme geçin… “Geri dönüşümlü” amblemi taşımayan ürünleri almayın… Cam şişeleri evde biriktirin ve kumbaralara atın… Pet şişeleri de öyle… Hangisini hangi bölmeye atacağınızı sakın şaşırmayın… Daha az kağıt tüketin… Cosmopolitan, Elle, Playboy, Hafta Sonu, Bluejean, Şamdan, Gala veya her ne olursa olsun derginizi okuduktan sonra kağıt kumbarasına atın… Atın ki daha az ağaç kesilsin… Banyoda başınızı sabunlarken musluğu az açın… Dünya elden gidiyor… Kaçacak yerimiz yok… Tüm bunların müsebbibi insan… Arka arkaya söylenince mizahi yönü daha iyi çıkıyor ortaya. Yoğun, bunaltıcı bir panik havası bu. Tüm kollardan inandırıcılığı artırılıyor. İyi vatandaş ve iyi dünyalı olmanın ölçütü az kirleten markayla çok kirleten markayı iyi ayırt edebilmek haline getiriliyor. Ayrım sembollerle pekiştiriliyor ki hata yapılmasın.
Oluşturulan alışkanlıkların tümü bu yönde. Çeltik tarlasında doğan, pirinçle büyüyen, pirinçle yaşayan insanların tarlalarından çıkan metan gazının atmosferi ne kadar ısıttığının ölçümlerini yapıyorlar. “Zavallı” gelişmekte olan ülke insanıysa kendini savunmak zorunda bırakılıyor: “Batının gaz emisyonları lükse dayalı. Bizimkisiyse hayatta kalmaya.” 83
Çevreci besin kaynağını küresel hararet paniğinin de serpilip geliştiği terorize edici çevreci ideolojiden alan kişiler Anadolu’ya Ortadoğu’ya Uzak Doğu’ya ve Afrika’ya gittiklerinde, büyük olasılıkla yemeklerini tezek ateşinde pişirenleri ve maaile tezek ateşiyle ısınanları ayıplıyordur. Sera gazı, diyorlardır, hepimizi öldürecek. Bir de yeni bir motor yapsalar, doğayı hiç kirletmeyen. Buldozerler onunla çalışsa. Yeni otobanları yaparken, gecekonduları yıkarken bunları kullansak da sera etkisini azdırmasak. Ama bir yandan da, eko köyler kurup, ekolojik ürünler yiyip komün halinde yaşamanın yollarını araştırıp mutlu olsak.
Serseri mayın şeklindeki çevreci telaşın yarattığı bu gülünç psikolojinin üzerine yeni pazarlar kurulmaya başlanır çok yakında. Ürünler daha bir çeşitlenir, yenilenir. Yenisini satmanın çevreci gerekçeleri için yeşil renkli kurum ve kuruluşlara ihaleler açılır. Bu yeni ürünleri, tüketenler dünyanın sonuna dair umutsuzluklarının acısını derinden hissetseler de toplumsal sorumluluklarını yerine getirmenin huzurunu duyarlar. Her şey kapitalizmin kuralları çerçevesinde yürüyor. Sermaye önce kirletir. Ardından, temizlemenin ihalesine girer. Üçüncü dünya ülkeleri üzerinde yeni sömürgeci politikalarına bir olanak olarak azdırır küresel ısınma telaşını. “Globalleşen dünyada”, global harareti yüksek bu iklim tartışmasının deşilmesi gereken daha çok noktası var.
İster ısınma olsun, ister soğuma… Dünya toplumlarının hali vahim. Yapılar kırılgan, şehirler çarpık, coğrafi dağılım insanlık, dışı her şey anarşi üzerine kurulu. İklimlerdeki en ufak değişiklik, ister doğal, ister yapay olsun, kapitalizmin anarşik yapısını katlayacak bir etki taşıyacak. Burada sorun siyasal özelliklerinden tümüyle arındırılmış, desteksiz ve göstermelik bir Amerikancılıktan cesaret bulan iklimsel ve çevresel paniğe kapılıp kapılmama şeklinde çıkıyor ortaya. Doğa kirlenmiş dahi olsa, her zamanki haşmetli, güçlü, yapıcı ve yıkıcı doğa. Kırılganlaşan ise toplumların yapısı. Kire bulanan da aynı yapı.
Dipnotlar ve Kaynak
- Ancak bir o kadar da ayrıntı üzerinde tartışılması zorunlu. Eksik bırakılmış, bu yüzden de üzerinde farklı bir bakışla, çevre sorunlarının pazara endeksli olmayan, büyük firmaların çıkarlarından ve çevreci ideolojiden bağımsız bir şekilde doğru tarifinin yapılması gerekiyor. Bunun, salt çevreci söylemlerden yola çıkılarak, dolayısıyla çevreci örgütler tarafından yapılabilecek bir iş olmadığı çok kesin. Konuya siyasal yaklaşım, doğru tarifin olmazsa olmaz koşulunu oluşturuyor.
- Şevarnadze ve Gorbaçov istisnaları hariç. 1988 yılının Aralık ayında BM Genel Oturumu’nda Gorbaçov çevre sorunlarından söz ederken şunları söylüyor: “Bügün dünyanın ilerlemesi sadece, bu süreç boyunca yeni bir dünya düzeninin arayışına yönelik evrensel bir kosensus ile devam edilebilir.” (GASPARI Antonio-IRSUTI Roberto, Troppo Caldo o Troppo Freddo? I Libdi di Kronos, Milano, 1999, s.113-4) Konuşmasını, çevre sorunlarına ve dünyayı tehdit eden tehlikelerin el birliğiyle bertaraf edilmesine yönelik düşüncelerle sürdürüyor. Yeni dünya düzeninde çevre sorunlarının, sınıf mücadelesini ikame edici gücünü keşfedenler arasında perestroykacılar da var.
- BROWN Lester ve diğerleri, State of the World 1998, Worldwatch Institute, New York.
- Bu tavrın karşı cenahında ise, komünistlerin çevre sorunlarını es geçmesi var. Kolaycı tavır, marksist doğruların sihirli gücünün sınıf mücadelesine doğrudan dokunmayan konulara burun çevirmeyi kolaylaştırabiliyor. Çevresel sorunları hafife almak şeklinde somutlaşan bir hata değil bu. Çevreci ideolojinin siyasal tahribatını ortadan kaldırmak için çevre sorunlarının teknik açıdan da doğru çözümlemesini yapmak şart. Bir kolaylaştırıcı etken ise çevrecilere ve çevreci kurukuşlara yönelik haklı olarak beslenen antipati. Bir de, tüm sorunları genel çözüme havale etme hatasını saymak lazım. Elbette, reel tüm pisliklerin müsebbibi kapitalizmin bizzat kendisi. Ancak bu gerçek, nelerin devrim sonrasına bırakılacağı, nelerin öncesinde çözülmesi gerektiği ayrımını silikleştirmemeli. Yoksa çevrecilerin birçoğunu karşı devrimci görmek insanı şaşırtır. Çevre sorunlarının doğru belirlenmesi, neyin ne oranda doğayı kirlettiğinin bilinmesi, çevreci kuruluşların önemlice bir bölümünün sermayeyle kurduğu yakın bağların da ortaya çıkarmasına yarayacaktır. Ancak, bir yerde el kol bağlanıyor.
- Benzinin atmosferi kirletmesiyle, yerleşim yerlerinin havasını kirletmesi arasında çok büyük fark var.
- Buna bir çeşit günahlarından arınmak da denebilir. Sermaye, çevrecilerin katalizörlüğünde, insanların iç huzurlarını sağlayıcı oyunlar icat eder. Bir taşla iki kuş vurmaktır bu. Hem yeni kar alanları açılır hem de insanlara bu hassasiyetler taşıtılarak sorumlulukların yerine getirildiğine yönelik inançla uykuya derin bir şekilde dalmak için gereken gıda verilmiş olur. Tüketilecek ürünün seçiminde uygulanmak için ölçütler üretilir. Spreylerde ozon tabakasına zararlı madde yoktur ibaresi, ambalajındaki geri dönüşüm amblemi, geri dönüşümle “kazanılmış” kağıtların kullanımı… Geri dönüşüm kutusuna atılacak piller de öyle, tetrapak kutuları da… Çevre konusu pazara çıkışın ve kârı arttırmanın o kadar ayrılamaz bir parçası olmuştur ki, çevreyi daha az kirletme iddiası, ürünün tanıtımının sacayağı haline gelmiştir. Tüketimin alışkanlıklarındaki ufak değişikliklere yön vermede toplumsal psikoloji ve buradan türetilecek tüketici psikolojisine yönelik bilgiler çok önem taşımaktadır. Sağlığa zararlı, dolayısıyla bireysel yaşamın tehdit eden ürünlerden kaçış özel olarak yaratılan ve beslenen korku sayesinde büyük ölçüde kolaylaşmaktadır. Kaçışın öte yanında, istenilen ürünlere yöneltme bulunmaktadır. Korku olgusu, bireysel boyutu aşan ve gezegensel boyuta yükselen bir “yok olma” olasılığı konusunda da göstermektedir kendini. Küresel ısınma konusunun kamuoyunda bu kadar kolay kabul görmesinin arkasında böyle bir kolaylaştırıcı etken de var.
- GASPARI-IRSUTI, a.g.e., s.26.
- Bu konuyu, arabanın insanlık dışı yönlerine kadar ayrıntılandırmak gerekiyor.
- Yarattığı sorunların sosyal boyutlarının, çevre sorunlarını aşan boyutta olduğuna inanıyorum. Doğal kaynakların kitlesel kullanımına dönük değil, firmaların çıkarlarına dönük kullanılması nedeniyle. Ayrıca, suyun pet şişelerde pazarlanmasının ideolojik bir yönünün olduğu düşüncesindeyim. Bu şişeleri ilk gördüğümde çok garipsemiştim. Dünyanın en doğal şeyi olan su nasıl olurda yarım litrelik şişelerde satılabilir diye. Hala da alışamadım. Oysa yeni bir çok kuşak pet şişe ortamında doğdu. Doğadaki suyun bu şekilde metaya dönüştürülmesinin, bunun kanıksatılmasının, sermayeci ideolojinin yaygınlaştırılmasında birim oluşturduğuna inanıyorum.
- Doğayı en çok kirleten firmalardan biri olan Tetrapak, geri dönüşümü bir kampanyanın merkezine koyarak imajını tümüyle değiştirmeyi başarıyor. Son derece pahalı bir girişim olan Tetrapak kutularının geri dönüşümünü göstermelik bir şekilde yaparak, çocuk temasını da işin içine katarak, kutuların cüzi miktarını kitaplık, masa ve sandalyeye dönüştürüyor. Tüm bunlar, doğaya zararlı ürününü pazarlamasındaki olası engelleri ortadan kaldırmak amacıyla yapılıyor. Hayli başarılı oluyor Tetrapak.
- Söz konusu ozon tabakası, deniz seviyesindeki koşullara (sıcaklık ve basınç) getirildiğinde, ortalama olarak sadece 3 milimetrelik bir tabaka oluşturacak miktardadır.
- Araştırmalar ozondaki yoğunluğun Antartika’nın 12 ila 20 kilometre üzerinde 20 ila 30 günlük bir süre boyunca yüzde 60 kadar azaldığını gösteriyor.
- Termonükleer denemelerin doğa üzerindeki olumsuz etkilerinin araştırılması büyük finansman gerektiren boyutta. Bilim kurumları ise araştırmalarını buraya yöneltecek bir bağımsızlığa sahip değiller. Bugünkü koşullarda bilimin sermayeye göbekten bağlı olmasının sonuçları ozon, küresel ısınma vb. gibi çevreyle ilgili konularda öne sürülen her teze karşı kuşkuyla yaklaşılması gibi bir sonuca neden oluyor. Kaçınılmaz bir sonuç bu. Zira hangi alanda, ne kapsamda araştırma yapılacağını belirleyen öğe, finansman oluyor. Yapıla(maya)n araştırmaların bu haliyle dahi, termonükleer denemelerin etkisinin kısa erimli(bir kaç yıl) olsa da, ozon tabakasındaki zayıflamayı yüzde 5 kadar etkilediği çıkıyor ortaya.
- Harun Taziyef gibi. bkz. GASPARI-IRSUTI, a.g.e., s.115.
- LENOIR Yves, Climat de Panique, Ed.Favre, Lausanne 2001, s.202
- a.g.e., s.202. Diğer büyük CFC üreticisi şirketler: Imperial Chemical, Höchst, AKZO…
- Bu gazlar HCFC(Hydro Chloro Fluoro Carbure) ve bir süre sonra kloru tamamen ortadan kaldıracak olan HFC(Hydro Fluoro Carbure). Bu gazların tüketimi sırasında karşılaşılabilecek (yanıcı özellikleri gibi) başka dezavantajları var.
- Ozon tabakası, küresel ısınma ve çevreyle ilgili öne çıkan diğer konulardaki kuşkucu ve “kötü niyetli” yaklaşımın ulusal ve uluslararası çapta ilaç sanayiine yönelik de yürütülmesi gerekiyor.
- GASPARI-IRSUTI, a.g.e., s.24-25.
- PR, imaj, tanıtım, halkla ilişkiler için yarattığı olanaklardan dolayı çevre sorunlarının varlığına şükredenlere en mizahi örnek ise nesli tükenmek üzere olan bir hayvana manevi annelik veya babalık yapan aktris veya aktörler. Bu arada, seçilen hayvanın sevimli olması gerektiğini hatırlatalım. Şana, şöhrete sempatik bir insani boyut katıyor.
- Bunların başında Greenpeace geliyor. Ayrı ve önemli bir inceleme konusu olan Greenpeace, tüm eylemlerini medyaya endekslemiş bir örgüttür. Ülkeler ve şirketler arasındaki çıkar çatışmalarını çok iyi takip eder ve hesaplar. Öne çıkartılacak konuda belirleyici olan, çevre sorunları açısından önemli değil; medyatik, parasal ve güç olarak getirisidir. Tümüyle marka imajı temelinde çalışır bu örgüt.
- Ormanların azalmasıyla ilgili istatiklerden yok olan canlı türlerine kadar, dünyanın en büyük çevre kuruluşlarının verdikleri rakamlarda abartmalara, çarpıtmalara, hatta yalanlara raslanmaktadır. Örneğin, Worldwatch her yıl 16 milyon hektar ormanın yok olduğunu söylerken, bunun yerini ne kadar ormanın doldurduğundan söz etmez. Bu rakam herhangi bir araştırmaya dayanmamaktadır. Örneğin, BM’nin rakamları 11,26 milyon hektarı gösterir. Ormanlaşan alanlardan söz etmemek ise, istatiklerle yalan söylemek anlamına gelir bu örnekte. Kaldı ki, ormansızlaşma konusunda dünya ölçeğinde, 1950 ile 1994 arasında dünyadaki ormanlık alanın yüzde 0,85 arttığı FAO verilerinde yer alamaktadır. Bu konudaki ilginç ve sıradışı yaklaşımıyla yayımlandığından beri büyük tartışmalara neden olan çok ilginç bir kitap var: Lomborg Bjorn, The skeptical environmentalist, Cambridge University Press, 2001. İlişkisinin hala devam edip etmediğini bilmiyoruz, ancak Lomborg bir Greenpeace üyesi. Kitabı Greenpeace ve diğer çevre kuruluşları çapında büyük bir nefret uyandırdı. Lenoir da eski bir Greenpeace üyesi. Bu kişilerin Greenpeace’le ilgili yaklaşımları ayrıca incelenmeye değer.
- Çevrecilik mizahi örneklerle dolu. Tüketiciye markette TEMA’nın ekolojik cevizlerinden ekolojik ıhlamuruna ürünler sunuluyor. En azından Türkiye’de bu ürünlerin kimyasal gübreyle tanışmışına ve ilaçlanışına çok az rastlanıyor. Bunlar olsa olsa, TEMA’nın bir sermaye kuruluşu olduğunu kanıtlıyor.
- Dünyanın başka bir çok bölgesindeyse, bu kış metorolojk tabirle “mevsim ortalamasının üzerinde seyretti.”
- Burada farklı bir benzetme yapmak istiyorum. Toplumsal hareketliliğin verili durumu, sosyalist ülkelerdeki çözülme, gericiliğin kazandığı ivme, vahşi kapitalizmi geride bırakan bir barbarlığın dünyada hakim olması gibi yaşanmışlıklar insanı karamsarlığa itebiliyor kolaylıkla. Ancak sosyalist geleceğe olan inanç, temel besinini tarih bilincinden alıyor. İklimler yüzbinlerce yılla sayılan sürelerle değişiyor. Toplumlar da yüz veya bin yıllarla sayılabilecek sürelerle. Yaşanan iki ardışık kurak mevsim, kendiliğinden bir günü ve koşulları mutlaklaştırma psikolojisiyle, “İklimler ısınıyor” düşüncesine uygun bir ortam yaratabiliyor. Birkaç yıla veya on yıla rengini veren gericilik ise, “kapitalizm baki”, “geri kalan her şey fani” düşüncesini yeşertiyor. Doğruda durmak iklim konusunda bilime itibar etmeyi ve bilimsel bakışı, toplum konusundaysa tarih bilincini gerektiriyor.
- GASPARI-IRSUTI, a.g.e., s.37.
- BBC, 19-20 Mart 2002.
- BBC, 6 Eylül 2001.
- Cumhuriyet, 21 Mart 2002.
- BBC, 27 Mart 2002.
- Yves Lenoir, panik iklimi kitabında küresel ısınma paniğinde buluşan enerji lobilerini, uluslararası kuruluşları, bu işten ekmek yiyen bilim kurumlarını, medyayı, politikacıları ve çevre kuruluşlarını klimatokrasi olarak adlandırıyor.
- A good story is usually bad news.
- BBC’nin bu kez 7 Haziran 2001 tarihindeki haberinde, Avusturyalı bilim adamlarının, koyunların bağırsaklarından çıkan metan gazını azaltacak bir aşı geliştirdiklerini yazıyor. Bu kötüye gidişi frenlemede koyunların arkasından çıkan gazın azaltılmasına sevinmeyecek olan var mı?
- FAGAN Brian, Floods Famines and Amperors, Pimlico, Britanya, 2000,s.140.
- DUPLESSY Jean-Claude, “Les Inattendus de la Climatologie”, Pour la Science, Temmuz 1997, s.237.
- DUPLESSY, a.g.m.
- Yerbilimlerinde kısa süreler bin, yüz binli yıllarla sayılır.
- DUPLESSY, a.g.m.
- GÖKTAŞ Fidan, “Yeryüzünün Buzlu Arşivi, Antartika”, Atlas Dergisi, Ekim 2001, S.103.
- LAMBERT Gérard, La Terre chauffe-t-elle?, EDP Secience, Fransa, 2001, s.55.
- Gece görüş dürbünleri insan vücudunun sıcaklığından dolayı yayılan kızılötesi ışınları algılama prensibiyle çalışır.
- Diğer değişkenlere dokunmadan, seçilmiş öğelerin durumunu incelemek üzere yapılan bu tür varsayımların yanıltıcı yanları kuşkusuz var. Güneşin olmadığı bir varsayımın kaçınılmaz sonucu, yeryüzünün de olmamasıdır.
- Yani uzaydakinden biraz daha yüksek (-270 C derece). Aradaki fark jeotermik akı denilen iç kaynaktan gelir. Bu da kayaların radyoaktivesinden kaynaklanır (uranyum, toryum ve temel olarak potasyum-40 olmak üzere çeşitli radyoaktif izotoplar).
- Bu rakamlardan hareketle şöyle bir öneride bulunulabilir mi: “Ormanların azalması ve yerine boş arazilerin çıkması, yeryüzünün güneş ışınlarını yansıtma oranını artıracaktır. Bu da sıcaklıkları düşürme gibi bir etki doğuracak. O halde ormanları yok edelim.” Bu karikatürü yetersiz veriyle yola çıkılması durumunda, nerelere varılabileceğine örnek olarak çizdik. Ancak, bu kadar vodvilvari çıkarsamalar ve öneriler yapılmıyor değil. Konunun devamında kuru fasulye ve pirinç örneklerine değineceğiz.
- Sera etkisi olmadığı varsayımında eksi 18 C derecelik ortalama yeryüzü sıcaklığı, bilim dünyasında kabul gören görüşü oluşturuyor. Ancak, bunun tam tersi görüşlere de rastlamak mümkün. Örneğin, “Panik Havası” adlı kitabında Yves Lenoir böyle bir varsayımın taraflı olduğunu ve bazı gerçekleri saptırmak amaçlı yapıldığını söylüyor ve kendi yaptığı hesaplarla ortalama sıcaklığın artı 175 C derece olacağını iddia ediyor. Küresel ısınma tartışmasında hemen her şeyi değiştiren bir sonuca yol açan bir görüş farklılığı bu. Biz burada genel kabul gören ve küresel ısınma olduğunu iddia eden görüşlere temel oluşturan ilk yaklaşımı veri alacağız. Buna dayanarak dahi “küresel ısınma” tartışmasının altında yatan niyetleri ortaya çıkarmak mümkün.
- LAMBERT, a.g.e., s.103.
- Çok yeni olan uydu teknolojisiyle yapılan ölçümler, yerden yapılan ölçümleri birçok noktada yalanlıyor. Örneğin uydular ’80’li yıllar için yapılan ölçümlerde atmosferin yerden üç kilometre yüksekteki bölümünde 0,05 C derecelik bir soğuma olduğu söylerken; yerde yapılan ölçümler ise 0,15 C derecelik bir ısınmaya işaret ediyor.
- Doğanın gücüne depremle ilgili bir örnek verebiliriz. Depremin etkisiyle Hiroşima’ya atılan atom bombasının enerjisi kıyaslandığında ortaya ilginç sayılar çıkıyor. Rihter ölçeğine göre 7,5 şiddetindeki bir depremin enerjisi 175 tane atom bombasının enerjisine eşit. Depremin şiddeti 8 olunca, buna denk düşen atom bombası sayısı bin’e çıkıyor. (Kaynak:TAYMAZ Tuncay, TAN Onur, Seminer notları, İTÜ, Sismoloji Ana Bilim Dalı).
- akt.GASPARI-IRSUTI, s.45.
- akt.GASPARI-IRSUTI, s.46.
- LAMBERT, s.90.
- Avrupa’da şarabın mahzenlerde donduğu yıllar bu döneme rastlıyor. Nehirlerde sıkça görülen donma da tarihin bize aktardıkları arasında. Yazlar serin ve nemli geçiyor, mahsuller bu koşullardan etkileniyordu o dönemler. İklimdeki değişikliklerin etkisi genel kıtlığa kadar varıyordu. Kral 19.Louise döneminin sefaletinde de iklimsel koşulların olumsuzluğunun etkisi bir çok eserde aktarılır.
- ULUOCAK Uğur, “Sıcak mı Soğuk mu?”, Atlas Dergisi, Şubat 2002, S.107, s.139.
- a.g.m., s.141.
- BBC, 25 Şubat 2002.
- a.g. haber.
- Bu verilerin de tartışmalı yanları var. Sadece örnek olarak veriyoruz. Yoksa, birincisi eksik istatistik hata doğurur. Karşılaştırmaların tümünün bir arada değerlendirilmesi gerekir ki bu çok teknik bir konu. İkincisi, aynı küresel ısınma gücüne sahip iki gazın sera etkileri sonuçta farklılaşabiliyor. Tüm bu veriler ve küresel ısıtma güçlerinin karşılaştırılmasında karbondioksidin birim olarak belirlenmesinin bilinçli bir politika olduğuna yönelik kuşkular var.
- Ormanlar yeryüzünün akciğeri olarak bilinir. Bu tartışılmaz gibi görünen gerçeğe karşı da kuşkularını dile getirenler az değildir. Örneğin Yves Lenoir ormanların karbon döngüsünün kendi içerisinde bir dengeye oturduğunu, ormanın içerisinde organik olarak çözünen maddelerden çıkan gazların çevrimini kendi içerisinde sağladığını, bunun dışında kendi dışından karbon çözme konusunda söylenen rolü üstlenmediğini iddia edenlerden biri. Bir diğer kişi de Roma “La Sapienza” Üniversitesi’nden profesor Luciano Caglioti(Gaspari, Irsuti, s.121)
- İklim gibi ileri derecede karmaşık, sonsuz bileşkenli bir olguyla ilgili tartışmalarda, oluşturulan politikalarda, öngörülerde, analizlerde ortalama sıcaklık gibi bir kavramı kullanmak bilimsel yöntemin kabul edemeyeceği bir yanlış. Yeryüzünün ortalama sıcaklığı değişmeden iklimler değişebilir. Veya ortalama sıcaklıklardaki değişiklik, iklimlerdeki değişikiğin ne yönde ve nasıl olduğunu tek başına açıklamaz. Bazı coğrafyalar soğurken, bazılarında ısınma görülebilir ve bunların oranları farklı olabilir. Örneğin, ortalama sıcaklık değişimlerine 1950-80 dönemi için baktığımızda Atlantik Okyanus’nda, Büyük Okyanus’un Japonya ve Kanada arasında kalan bölümünde, Akdeniz’de, Himalayalar’ın ve Pamirler’in kuzey yüzünde, Çin’in kuzeyinde soğuma görülüyor. Amerika’nın ve Büyük Okyanus’un batısı, Alaska, Hint Okyanusu, Sahra, Sibirya’nın merkezindeyse tam tersine ısınma hakim.
- LOMBORG Bjorn, The Skeptical Environmentalist, Cambridge University Press, 2001, s.38.
- LOMBORG Bjorn, a.g.e., s.259.
- LENOIR, a.g.e., s.55.
- a.g.e., s.55.
- LOMBORG, a.g.e., s.318.
- http://www.pewclimate.org/
- Yves Lenoir iklimle ilgili sıradışı iki kitabı olan bir Fransız araştırmacısı. Popüler alanda,”küresel ısınma” taraftarı olmayan kitap oranı diğerlerine göre çok düşük. Yine bir Fransız olan Jean-Marc Jankovici, yakın zaman önce, Lenoir’ın son kitabına karşı saldırgan bir üslüpla bir eleştiri yöneltti. Siberalemde devam edilen tartışmanın geldiği bugünkü nokta, Janokvici’nin nükleer lobinin bir adamı olduğu ortaya çıktı. Lenoir, bir panel için mart ayında İstanbul’daydı. Bu kez kendisine ve diğer konuşmacılara karşı çıkan Greenpeace’den bir kişiydi. Greenpeace’in söyledikleriyle Jankovici’nin söyledikleri arasındaki benzerlik ise dikkat çekiciydi.
- Mücadele adına çevreci eylemin ortalama olarak gidebildiği en ileri nokta kampanya düzenlemek. Ufak bir örnek, 2000 yılının Ağustos ayında iklimle ilgili bir uluslararası toplantı öncesi, WWF bir web sitesi aracılıyla toplantı öncesi, AB üyesi 15 ülkenin devlet ve hükümet başkanlarına küresel ısınma karşıtı halka ait 10 milyon mesaj göndermeyi planlıyor.
- Burada iki öneri getirilebilir: a) Kuru fasülyenin genetik yapısı değiştirilerek gaz üretmemesi sağlanabilir. b) Türkiye’ye mantar yardımı yapılabilir.
- http://news.bbc.co.uk/hi/english/talking_point/newsid_1883000/1883325.stm
- LOMBORG, s.411.
- GASPARI-IRSUTI, a.g.e., s.89.
- Film bir analoji. Ancak senaryo sözcüğü, modellemenin jargonunda yer alıyor.
- LOMBORG, a.g.e., s.322.
- LENOIR, s.178.
- LENOIR Yves, La Vérité sur I’Effet de Serre, La Découverte, Paris, 1992, s.137.
- LENOIR, s.37.
- LOMBORG, a.g.e., s.270.
- a.g.e., s.271.
- a.g.e., s.272.
- GASPARI-IRSUTI, a.g.e., s.70.
- Örneğin,Danimarkalı bilim adamlarının sözünü ettiğimiz kozmik ışınlara yönelik çalışması IPCC tarafından görmezden geliniyor. Oysa, 9 ülkeden 17 bilim kuruluşu tarafından destek görüyor. bkz.LENOIR, a.g.e., s.128.
- Bilim çalışamalarıyla emperyal kaygılar arasındaki ilişkiyi yayılmacılığın bir iki yüz yıl önceki şekilleri daha iyi örneklemekte. English East India Company dört asır önce Uzakdoğu’yu ve zenginliklerini keşfetmek amacıyla kurulmuş bir kurum. India Company’nin görevlilerinin çalışma mekanlarından biri de Himalayalar’dı o dönem. Sir George burada çalışan yerbilimcilerden biriydi. Yaptığı işle ülke yönetiminin bekledikleri arasındaki bağlantıyı kurmaya gerek görmeyen kör bir bilim aşkıyla yanıp tutuşuyordu Sir George. Bu arada belirtelim. Bu şahsın soyadı Everest’ti. Soyadını dünyanın en yüksek zirvesine verdiler ölümünden sonra.
- Hindistan Çevre Bakanı Kamal Nath’ın Kyoto görüşmeleri sırasındaki sözü, London Review of Books, 21 Haziran 2001, s.6.