Türkiye solunun burjuva siyasetine hediye ettiği kavramlara son haftalarda yenileri ekleniverdi. Bırakın uzununu, başı sonu, öznesi fiili belli olan cümleleri tamamen bir kenara koyarak her birisi birer kod haline sokulan sözcüklerle yetinen siyasetçi için “onur” ve “teslimiyet” fazlasıyla doyurucuydu. Yalnızca Kürtleri değil Türkleri de dilsiz kılmaya yeminli tekelci basınımızın yardımıyla şubat ayını onur ve teslimiyetten türeme haberlerle geçirdik: Onurlu üyelikten yanayız, teslimiyete karşıyız, onurumuzla gireriz, onurlu çıkış, teslim alamazlar, aramızda teslimiyetçiler var, onurumuzu çiğnetmeyiz…
Neden “onurumuzla teslim oluruz” demediler ya da Serdar Turgut bunu yazdı da ben mi okumadım bilemiyorum. Bildiğim tek şey, Avrupa Birliği’ne üyelik konusunda şu ana kadar komünistlerin henüz etkili olmayan çabaları dışında geniş yığınlara ilk kez “taraf olun” mesajı gitmiş olduğudur.
Komünistlerin tarafına daha sonra geleceğim, ancak burjuva siyasetinde ortaya çıkan taraflaşmaya (ne yapalım buna kamplaşma diyemiyoruz) biraz daha yakından bakmakta yarar görüyorum.
Bu yazıya son noktayı koymak üzereyken Orgeneral Tuncer Kılınç “Avrupa Birliği’ne alternatif aramak gerek” deyiverdi. Bu nedenle son nokta yerinde kaldı da, aralara birkaç cümle eklemek zorunlu oldu.
Ecevit’in merak ve ısrarı
Kılınç’ın konuşmasını bütün Gelenek okurları izlemişlerdir. Zaten Kılınç, Harp Akademisi’nde düzenlenen toplantıda yerinden söz alarak birkaç cümleden ibaret bir çıkış yapmış, bu birkaç cümle televizyon kanalı başına ortalama onar kez yayınlanmıştı.
Daha az yayınlandığını düşündüğüm bir başka haberde ise Bülent Ecevit CNN’de yanılmıyorsam Nuri Çolakoğlu’na “ben ABD, Rusya, İran diye duydum” diyordu.
MGK Genel Sekreteri Kılınç “ABD’yi göz ardı etmeden Rusya ve mümkünse İran ile…” yeni bir arayışa girmek gerektiğini söylemişti. CNN’de kendisine buna ilişkin düşünceleri sorulduğunda Başbakan “ABD de var” diye diklenmişti. Belli ki oraya takılmıştı ve ısrar ediyordu: “Yanlış duymadıysam ABD de vardı!” “Efendim onu da hesaba katarak gözeterek dendi” uyarısı önemli değildi: ABD’den de söz etti…
Kılınç’ın ABD’den de söz ettiği, hatta son derece kritik birkaç haftaya girilirken, AB’ye “ABD bizi bölgeye taşıyacak” dediği açıktı. Ancak Ecevit’in Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı olarak düştüğü durum başka bir şeye de açıklık getiriyordu:
Türk dış politikası 11 Eylül sonrasında oldukça iyi kullandığı çok yönlülük görüntüsünden yorulmaya ve Amerika Birleşik Devletleri’ni joker olarak daha sık kullanıma sokmaya başlamıştı.
Ancak sorun yalnızca Ecevit’te değildir. Tuncer Kılınç’ın konuşması, hiç kuşkuya yer bırakmayacak bir biçimde ABD’nin bölgesel açılımlarına daha fazla önem vermek gerektiğine işaret etmektedir. Zamanlama mükemmeldir. Türkiye ABD’nin iki numarasının ziyareti öncesinde kendi “önceliği”ni oldukça yetkili bir ağızdan dile getirmektedir.
Kılınç’ın konuşması, daha önce genelkurmayın üst düzey kadroları tarafından yapılan açıklamalardan farklı bir biçimde algılanmalıdır. Bu türden bir konuşmanın üst düzey komutanların mutabakatı olmaksızın yapılabileceğini hiç kimse düşünmemelidir. Ne var ki bir stratejik alternatif her gün gündeme getirilmez. Dolayısıyla bu türden bir açıklama sırasında askerlerin kelimeleri son derece titiz seçeceği, hatta yazılı bir metni tercih edeceği hesaba katıldığında, “alternatif”in özellikle muğlak kalmasının arzu edildiği anlaşılabilir.
Zaten Kılınç’ın konuşması 1996’dan beri bir üst düzey komutanın yapmış olduğu konuşmalar içerisinde başka öznelerin konumlanışlarını belki de en az etkileyeni olmuştur. Cumhurbaşkanı Sezer, Başbakan Ecevit, Mesut Yılmaz, TUSİAD yönetimi ve daha birçok kişi Kılınç’ın hemen ardından “AB’nin alternatifi yok bu yoldan geri dönmeyiz” vurgusunu yapmışlardır.
Onurlu ve onursuz AB üyelikleri arasındaki farkı bir kenara bırakırsak, Kılınç’ın “ABD ile giderek daha iyi geçinmeye başlayan” Rusya’yı merkeze koyan ve mümkünse İran’ı da kapsayan “yeni alternatifi”ten kastettiği şeyin ne olduğunu daha iyi anlamak isteyenler Harp Akademileri’ndeki toplantı henüz yapılmadan önce Türkiye’nin ABD ve AB ile ilişkileri konusunda sık sık yazı yazdırılan ve yazmayıp yazdırıldıkları için belli bir önem taşıyan üç “gazeteci”ye bakmalıdırlar. Uzun uzun aktarmaya gerek yok, Avrupacı Tuncay Özkan ABD’nin Türkiye üzerindeki baskılarının Ankara’da ani bir kopuşa neden olabileceğini, Türkiye’nin sürekli diyet isteyen Beyaz Saray’a elini kesip fırlatabileceğini yazmıştır 1 . Bir diğer Avrupacı Hadi Uluengin ise Türkiye’nin AB’ci değil, tamamen ABD’ci bir yörüngeye kaymaya başladığını ileri sürerek, “ABD refah getirir ama demokrasi asla” diye hayıflanmıştır 2 . ABD’den bildirimde bulunan Yasemin Çongar ise, Washington’un müttefikleri üzerindeki baskıları artırdığını ve bu durumun ciddi sorunlar yaratmaya başladığını vurgulama ihtiyacı hissetmiştir.
Söz konusu yazıların ABD Büyükelçisi Pearson’ın son derece yüzsüz bir biçimde “ABD vatandaşlarının vergilerinin bir bölümü Türkiye’ye akıyor” demesi ile ilgili olduğu açıktır. Ne var ki, son yıllarda Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne yanaşması için oldukça gayretli görünen ABD’nin önceliklerinde bazı değişiklikler olduğu da benzer açıklıktadır.
Türkiye’de hemen her şeyi “güvenlik konsepti” açısından ele alan ordunun AB karşısında daha kuvvetli bir ele sahip olmak için ABD’nin önceliklerini değerlendirmekte olduğunu anlamamak için çocuk olmak gerekiyor.
Evet, Irak’a dönük bir askeri operasyon sözünü ettiğimiz “güvenlik konsepti”ne kolay kolay sığmıyor. Ancak Türkiye’de bu meselenin “uzmanları”nın Avrupa Birliği’ne baktıklarında Türkiye’nin artmaya başlayan iştah ve ihtiyaçlarını karşılayacak bir perspektif göremedikleri de muhakkak. Bu nedenle dönüp dolaşıp geliyoruz ABD’ye…
‘Biz başka şeye karışmayız’ mı?
Yeri gelmişken askerlerin Türk dış politikasına dair değerlendirmelerinde neredeyse tek parametre olarak ortaya çıkan şu “güvenlik” meselesine tekrar değinmek gerekiyor. Bilindiği gibi Kılınç’ın “alternatif”e işaret eden konuşmasıyla aşağı yukarı aynı sıralarda Genelkurmay Başkanı Kıvrıkoğlu, Avrupa Birliği üyeliğinin Türkiye açısından “jeopolitik bir zorunluluk” olduğunu vurguluyordu. Uluslararası dinamiklere sadece “güvenlik” penceresinden bakarak siyaset üretmenin bir sınırı var. Bu nedenle “yüzümüzü şuraya dönelim”, “buraya açılalım” gibi önermelerin Türkiye kapitalizminin sistem içerisindeki yerini tayin etmek açısından önemi abartılmamalı. Ayrıca verili bir ülkenin askeri alandaki açılımları ile iktisadi ve siyasi alandaki gerçekliği arasında birebir örtüşme olması gerekmemekle beraber, bu alanların birbirinden bağımsız hareket edebilmeleri de mümkün değil.
Belki de bu başlıkta askerlerin ciddi bir mesleki deformasyon içine girdikleri söylenebilir. Hemen her konuya “güvenlik” açısından yaklaşmak, en azından görünüşte “güvenlik”ten sorumlu misyonlar üstlenen bir kurum açısından yadırganmayabilir. Ne var ki, TSK ülkenin ağırlıklı öznesidir ve bu ağırlığı iyice hissettirdiği 1997’den bu yana iktisadi meselelerle olan bağlantısı ekonomik programlara destek vermek ve bu işin “uzmanları”ndan brifing almanın ötesine kesinlikle geçmemiştir.
Burada yalnızca özelleştirmeci ya da şu nefretlik kavramı kullanacak olursak “küreselleşmeci” bir kurumla karşı karşıya değiliz. Ekonomik alana ilişkin iddiasızlık aynı zamanda son derece pragmatik bir konumlanışa işaret etmektedir. Hem kestaneleri ateşten çıkarma konusunda elini bile kıpırdatmayan hem de jeopolitik konularda daha rahat hareket eden bir kurumun konumlanışıdır bu.
Bir halkın en doğal haklarından birisi, anadilini koruma ve geliştirme hakkına karşı son derece “uyanık”, lakin ülkenin emperyalist tekeller tarafından yağmalanması karşısında alabildiğince metanetli!
Bu nedenle Orgeneral Kılınç’ın alternatifine “olur mu öyle şey” diyenler samimidir. Türkiye burjuvazisi Avrupa sermayesinden kopup İran ya da Rusya’ya açılmaya karar verdiğinde, bir kez daha Avrupa sermayesiyle karşılaşacağını bilecek kadar olgunlaşmıştır. Örnek olsun İsrail Türkiye’nin “güvenlik” kaygılarında oldukça merkezi bir yere sahip olmuştur, ancak silah sanayiindeki kapsamlı işbirliğine rağmen bu ülkeyle olan iktisadi ilişkiler askeri alandakine benzer bir önem kazanamamaktadır. Oysa “stratejik işbirliği”ne bakarak pekala ABD-İsrail-Türkiye üçgeninin AB’ye alternatif olduğu bile söylenebilir ve buna ABD-Rusya-Türkiye (mümkünse İran’ı da alabiliriz!) modeli eklenebilir.
Ne var ki söyleyemiyor ve ekleyemiyoruz.
Soros’un “en iyi ihraç malınız ordunuzdur” lafı önemsenmeli, nefret uyandırmalı ancak kesinlikle abartılmamalıdır. Türkiye kapitalizmi askerlerin siyaset tekelinden sonra ekonomik alanda da tam bir tekel gibi davranmasına, daha doğrusu ülkenin büyük ölçüde militarist bir yeniden yapılanmaya gitmesine izin vermeyecek özelliklere sahiptir.
Bir başka deyişle, jeopolitik kaygılar yalnızca askerlere değil, bir bütün olarak sermaye sınıfına ait olsa bile, burjuva egemenliğini bu kaygılara indirgemek mümkün değildir.
Sosyalizmi hedeflemeden AB’ye karşı çıkmanın anlamsızlığı
Yanlış okumadınız. Gerçekten bir anlamsızlık var. Ya da bir başka noktadan bakarsak eğer, ciddi bir anlam kayması. Sosyalizm hedefi olmaksızın Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğine karşı çıkmak bilimsel temeli çürük, siyasi açıdan ise oldukça “boş” ve aynı anlama gelmek üzere içi dilediğince doldurulabilir bir tavırdır.
Sonucu söyleyerek devam edebiliriz: Türkiye’de komünistler sadece “Avrupa Birliği’ne karşı olmak” üzerinden şekillenebilecek bir “ittifak”a sıcak bakamazlar. Bir referandumda “AB üyeliğine hayır” görüşünün güçlenmesi için çaba gösterirken, hiç ilgi ve yakınlığınız olmayan başka siyasi öznelerin de aynı yaklaşımı sergilemelerini dert etmeyebilirsiniz ve etmemelisiniz de. Ancak AB üyeliğine karşı çıkarken “bu son derece önemli bir konudur, bu konudaki konumlanışlar siyasi yelpazeyi belirler” diyerek başka özneleri bu kriter üzerinden tarif edemezsiniz.
Çünkü bizim kriterimiz anti-emperyalizmdir. ABD’ci ya da NATO’cu güçlerle, faşistlerle AB konusunda hiçbir ortaklığımız olamaz. Böyle bir izlenimin ortaya çıkmaması için bugüne kadarki titizliğimizden asla taviz vermeyeceğiz.
Bütün bunları ABD’ci ya da NATO’cu güçlerin veya faşistlerin AB karşıtı olduklarını kabul ettiğim için değil, meramımı daha iyi anlatmak için yazıyorum.
Konu önemlidir, çünkü Türk ve Kürt emekçilerine Avrupa Birliği konusunu anlatırken, onları eylem ve tutum almaya çalışırken gelişigüzel kavramlarla hareket edemeyiz. Emekçi sınıfların bugünkü kapitalist Türkiye ile AB’ye üye ülkeleri karşılaştırarak tutum belirlemek zorunda olmadığı açıktır. Öyle bir niyeti kesinlikle olmasa da, diyelim ki Orgeneral Kılınç AB üyeliğine karşı ve geniş yığınların ilgiyle izlediği bir kişi olarak kısa bir mesaj vermek istedi. “Alternatif mi yok, al sana Rusya, al sana İran…” Bu neye yarar?
Mevcut düzenin savunuculuğunu yapanların Rusya ve İran’a baktıklarında ne gördükleri açıktır. Görünen köyde emekçi yığınların, yoksul halkın çilesi filan yoktur. Ne de emperyalizmin marksizm tarafından ele geçirilmiş, deşifre edilmiş kanunları…
Doğrudur, işçi sınıfının bütününe, geniş halk kesimlerine Avrupa Birliği’nin ne anlama geldiğini bütün boyutlarıyla anlatmak güç hatta imkansızdır. Ancak zorluklar aşılmak, en azından zararsız hale getirilmek içindir. Komünistlerin “onurumuzu satacağımıza sefalet içinde ölürüz” türünden bir çaresizliğe mahkum olduğunu, bu çaresizliği kitlelere dayatmak ahmaklığına mecbur kalacağını kesinlikle düşünmemek gerek.
Bu anlamda Kılınç’ın açıklamasının AB’cilerin elini fazlasıyla güçlendirdiğini hatırlatmak istiyorum. Jeopolitik saplantılarla alternatif üretilemeyeceğinin kanıtı askerlerin her konuşmasından sonra mosmor bir yüz ifadesiyle ortalıkta dolanan Mesut Yılmaz’ın kendisini “bu en fazla bir kabus olabilir” diyecek kadar rahat hissetmesidir.
Zaten gerçek anlamıyla AB karşıtı olmayıp da, AB ile pazarlıkta el kuvvetlendirmeye çalışanların veya sosyalizm perspektifi olmaksızın AB’yi sorgulayanların son dönemde tanık olduğumuz bütün atakları, AB’ci lobinin işine yaradı.
Bu nedenle Avrupa Birliği’ne ve Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyeliğine karşı duruşumuzu anlamlı hale getiren tutamak noktasının bizim sosyalizm programımız olduğunu hiçbir zaman unutmamalıyız. Bu programa dostça bakan öznelerle AB karşıtı her tür ortaklığa, ittifaka evet! Sosyalizm hedefimizi yalayıp yutmamıza neden olacak, bizi ırkçılarla, militaristlerle, hatta gericilerle saf tutmaya itecek her tür esnemeye koskoca bir HAYIR!
Bela geliyor…
“Bela geliyorsa aç kapıyı…” Yanlış hatırlamıyorsam bu bir Rus halk deyişi. İyi demişler. İyi demişler de, bütün halk deyişlerinde olduğu gibi başka halk deyişlerine güvenmişler, deyişe yüklenecek değişik anlamların kolektif aklın gücü sayesinde makul hale geleceğini düşünmüşler.
Yani atalarımız!..
“Ayağını sıcak kafayı serin tut” dedikten sonra “kafayı üşütmek”ten söz etmek de halkımızın doğru yolu bulma yeteneği ile ilgili olsa gerek.
Ya bela?
Bela gelince kapıyı açmak her zaman işe yarayacak mıdır?
Anladığımız kadarıyla Dick Cheney’nin gelişi (bazı okurlarımız için bela gelmiş olacak ne yazık ki) onun dostlarında bile bir tedirginlik yaratmıştır. Nihayetinde “ticaret”e gelmektedir. Teklifler, alacak-verecek hikayeleri. Üstelik emperyalist sistemin tepesinde durmaktan kaynaklanan bir gücü temsil edecek. Şunu yapın bunu yapın diyecek.
Bir bela yani…
Ancak Türkiye’nin politikalarına yön verenler ve onlarla birlikte egemen sermaye sınıfı bu belaya kapıyı ardına kadar açmaya kararlılar. Zaten son dönemde kapıları açmak konusunda ilginç bir tarz geliştirdiler. NATO’da da böyle davranıyorlar. “Açık kapı politikası” 11 Eylül saldırılarından sonra gözle görülür bir canlılık kazandı. Türkiye bakanlarıyla, askeriyle, cumhurbaşkanıyla NATO’nun genişlemesi için hummalı bir faaliyet içerisine girmiş durumda.
Bu ne demektir? Bu Türkiye’nin NATO’nun doğuya doğru genişlemesinde ABD tarafından özel bir misyonla donatılmış olduğunun çıplak bir kanıtı demektir.
Peki NATO’nun genişlemesi somut olarak ne gibi bir anlam taşıyor?
Avrupa Birliği yıllardır “ordusu”nu tartışma platformundan pratiğe aktaramazken, hâla ABD belirlenimli olmaya devam eden eli kanlı bir örgüt faaliyet ve kurumsallık alanını genişletiyor. Barış İçin Ortaklık (BİO) anlaşması çerçevesinde NATO’nun yanında kümelenen onlarca ülke, birer birer ABD’nin bölgesel açılımlarına taşeron olarak kaydoluyorlar.
Arnavutluk, Romanya, Bulgaristan, Baltık Cumhuriyetleri, Azerbaycan, Gürcistan… Sonra Orta Asya’daki eski Sovyet cumhuriyetleri… Rusya’nın adım adım NATO’ya çekilmesi ya da onun tarafından kuşatılması…
Özbekistan artık NATO tatbikatlarında bayrak gösteriyor. Bölgenin en önemli askeri güçlerinden birisi olan bu ülkenin çöllerindeki Hanabad hava üssü öteden beri “kritik” olarak değerlendirilen stratejik bir noktaydı. Şimdilerde ABD bu üste yalnız savaş uçaklarıyla değil, aynı zamanda binin üzerinde askeriyle yığınak yapmış durumda.
Bu örnek özellikle ilgi çekicidir, çünkü 11 Eylül sonrası eski Sovyet cumhuriyetleri içerisinde en fazla öne çıkan, deyim yerindeyse aradan sıyrılan Özbekistan’ın askeri malzeme tedarikinde ve subay eğitiminde Türkiye’nin rolü her geçen gün artıyor. Yine bölgenin en iyi örgütlenmiş anti-terör timlerinin yetiştirilmesinde Türk uzmanlar görev alıyor.
ABD’ye rağmen mi?
Ben marksist olmaya çalışıyorum ve her geçen gün komplo teorilerinden uzaklaşmak için daha fazla özen gösteriyorum.
Evet Orta Asya Cumhuriyetleri’nde ilginç şeyler oluyor.
Kafkaslar’da olup bitenlerin bir farkı yok. ABD’nin Gürcistan’a yerleşme hesaplarına Rusya’dan gelen itirazlar bizzat Putin’e ait olan “ABD’nin bölgedeki askeri varlığı bir trajedi değil” yorumuyla susturuldu.
Jeopolitik saplantısı bu meseleleri asla açıklayamaz. “Karar vericiler”in hareket yeteneğinin abartılması burada tipik bir durumdur. Dahası, tek tek ülkelerin karar mekanizmalarında yalın anlamıyla “memleket çıkarları”nı gözetenlerin bulunduğu hesaba katılır ve çoğunlukla yanıltıcı sonuçlara ulaşılır.
Peki nedir memleket çıkarları? Sınıf egemenliğini aşan bir “memleket çıkarı” tarifi yapılabilir mi? Putin iktidarının Rus kapitalizmine çeki düzen vermeye dönük müdahaleleri, Rus ekonomisinin atar damarlarının ABD, Almanya ve İsrail tarafından denetlendiği gerçeğini değiştirir mi? Evet, nedir Rusya’nın çıkarları?
Neden Yeltsin ABD’ci olabildi de, Putin’e bu türden bir ihanet yakıştırılmıyor? Neden Putin’in tercihlerini belirleyen faktörler arasında sadece ve sadece “Rusya’yı yeniden büyük bir ülke haline getirmek” idealine yer veriliyor? Böyle bir ideale Pakistan’ın Müşerref’i veya bir başkası neden sahip olmasın ki? Rusya’nın büyük kaynaklara sahip olduğu gerçeği, bu kaynakların on yılı aşkın bir süredir Rus burjuvazisi ama özellikle emperyalistler tarafından yağmalandığı gerçeğini neden değiştirsin?
Bu yağmaya izin verenler Rus değil miydi? Memleket çıkarları nerede başladı, nerede bitti?
Bütün bu soruların yanıtı tek ve açıktır. Rusya’da kapitalist restorasyon son derece kozmopolit bir biçimde ve daha baştan “paçayı kaptırarak” yol almıştır. Bu yolun Putin etabında anti-emperyalist bir yönelime girilmesi için bir neden yoktur.
Zaten süreç başka türlü işlemektedir. 11 Eylül’den sonra ABD’nin izlediği stratejinin merkezinde Rusya ve Hindistan yer almaktadır. Türkiye’nin Rusya ile askeri ve siyasal (ve ekonomik) alanda işbirliğini geliştirmesinin ABD açılımlarına bir alternatif oluşturduğunu düşünenler “jeopolitik” gözlükleri çıkartıp, sınıf gözlüklerini takabilselerdi sürecin başka türlü işlediğini kolaylıkla kavrayabilirlerdi.
Bugün Türkiye’nin askeri alandaki bütün ilişkileri (bazı silah kalemlerinin tedariki dışında) NATO’ya endekslidir.
Biliyorum bir yerden sonra bütün bunların değeri kalmıyor. Jeopolitik saplantısı insana pekala Türkiye’nin NATO’daki nüfuzunu geliştirerek “bağımsız” bir güç haline geleceğini ileri sürdürebiliyor.
Halbuki NATO giderek daha da tehlikeli bir örgüt haline geliyor. Hiçbir kural tanımayan, tamamen güç ilişkilerini veri alan bir karşı-devrim ittifakı. Oysa bakıyorum Cumhurbaşkanı Sezer hiç istifini bozmadan “NATO’nun genişlemesi için elimizden geleni yapıyoruz” diyor. Sanki UNESCO’dan, ne bileyim AIDS’le mücadele kuruluşundan söz ediyor.
Belaya kapı açıyorlar. Ardına kadar. Ekonomi nasılsa Avrupa’ya bağlanmış. ABD’den biraz daha fazla ayrıcalık talep edecekler, iş bitecek. Güvenlik meselesinde ise tek dertleri emperyalist “güvenlik” mekanizmalarının dışında kalmamak. Tekrar ediyorum, en son Kıvrıkoğlu tarafından dile getirilen “AB bizim için jeopolitik bir zorunluluk” sözünü ben değişik kişilerden yüzlerce kez okudum ya da dinledim. Yani işin ekonomik kısmına dair zaten bir gündem bile yok, stratejik konularda ise “mahkumuz” diyen bizzat askerler.
Kılınç’ın sözlerindeki “alternatif arayışı” ise bu koşullarda yalnızca bir pazarlık unsuru olarak değerlendirilmeli. Bir de ABD tarafından güncel görevler konusunda sıkıştırılan Türkiye’nin bu görevler üzerinden AB’ye karşı daha güçlü bir konum elde edebileceğini düşünüyor olabilirler.
Ancak modelin ana hatları son derece belirgin. Birincisi, Türkiye ABD ve AB’nin askeri yapılanmasının bütün unsurlarına dahil olacak. İkincisi, komşu ülkeler içerisindeki NATO üyelerinin sayısı mümkün olduğunca artırılacak. Üçüncüsü, yeni NATO üyesi yapılacak bölge ülkelerinin NATO’ya olan ilişkilerinde özel misyonlar üstlenilecek. Dördüncüsü, istikrara kavuşmayan bölge ülkelerinin (burada açıkça Ermenistan ve Irak’ın adı zikredilmektedir) stabil hale getirilmesi konusunda müttefiklerle işbirliğine gidilecek.
Bela geliyor… Türkiye burjuvazisinin Irak’ın parçalanmasından korktuğu doğrudur. Ancak daha büyük bir korku devre dışı kalma korkusudur. Irak’la savaş alternatifini sona bırakmak isteyen Türkiye’nin emperyalizme bağımlılığı, onu savaşa doğru çekmektedir. Ekonomisi dibe vurmuş, IMF’ye neredeyse her ay birkaç milyar dolar daha borçlanan, tarımını Amerikalılara, Japonlara ve İsraillilere teslim eden ve bütün bunları gıkı çıkmadan yapan bir ülkenin jeopolitik gözlükler takınca emperyalist projelerin dışında kalabileceğini düşünmek için bizzat o gözlüklerden takmak gerekiyor.
Halbuki biz marksist gözlüklerimizden hoşnutuz.
Gerçek bir alternatif için…
Gerçek bir alternatif için önce belaya kapıyı kapatacağız. Dick Cheney ile başlamak istiyoruz. Sonrası gelecek. Öyle jeopolitik saplantılarla değil. Dosdoğru sınıf siyasetiyle…
Peki Türkiye diyelim ki sistemden koptu. Koskoca dünyada bir başına ne yapacak? O zaman jeopolitik uzmanı kesilmek zorunda kalmayacak mıyız?
Bir başka deyişle, kapitalist Türkiye’de “oraya çık oraya da girme” diyen komünistler gerçekçilikten uzak, iktidar sorumluluğunu bir kenara koyan kolaycı bir yaklaşım içerisinde olmuyorlar mı?
Eğer devrimi statik, daha da önemlisi yalıtık bir olgu olarak ele alırsak bu sorulara içimizi rahatlatacak bir yanıt vermekte zorlanırız. Gerçi kuşatılmış bir sosyalist ülkenin ekonomik, siyasal, hatta askeri alanda kendi kimliğini koruyan kısa ya da uzun erimli çıkış yolları bulabildiğini tarihsel olarak biliyoruz. Ne var ki bu da çözücü, netleştirici bir yanıt olamaz.
Yanıtımız devrim süreçlerinin yayılmacı ve ateşleyici karakterini hesaba katmak zorundadır. Hele hele Türkiye gibi ülkelerde devrim süreci ne yakın coğrafyaların itkisi olmadan yapabilir, ne de belli bir olgunluk düzeyinde komşu ülkeleri etkilemeden…
Bu etkileşimin sonuçları elbette önceden kestirilemez. Ancak, gerçek devrim süreçleri zincirin sadece zayıf halkasını kopartsa da, diğer halkalarda şu veya bu tepkimeyi ortaya çıkarır.
Dünya devrim süreci tanımlaması, yalnızca tek tek ülkelerdeki mücadelenin birbirine bağlılığını göstermesi ve nihai hedefi işaret etmesi bağlamında değil, aynı zamanda bu tepkimeler bağlamında da önemli ve açıklayıcı bir tanımlamadır.
Uluslararası devrimin sosyalist iktidarla tanışan unsurlarının ne denli yalıtık kalacakları, bölgesel kuruluş denemelerine evrilip evrilemeyecekleri, onların dış politika alternatiflerini büyük ölçüde belirleyecektir. Ancak bundan böyle, yola çıkacak sosyalist kuruluş süreçlerinin kendi kopuşlarına izin veren evrensel yükselişe daha fazla ihtimam göstermeleri, kapitalizmin nefes almasını güçleştirici bir mücadele çizgisinin sürekli kılınmasına yardımcı olmaları gerekmektedir.
Bu anlamda sosyalist Türkiye’nin jeopolitik çıkarları öncelikli olarak bölgesel (hatta uluslararası) devrimci dinamiklerde aranacaktır. “Gerçekçi” dış politika pratikleri ancak ve ancak bu önceliğin üzerini örtmedikleri sürece anlamlı ve sonuç alıcı olacaktır. Dolayısıyla Türkiye’de sosyalist iktidar hedefi için mücadele eden komünistleri ülke sınırları dışında bugünküyle aynı, hatta benzer bir dünyanın beklemeyeceği bilinmelidir.
Bu nedenle hemen yanı başımızda Putin değil, Rus işçi sınıfıdır muhatabımız. Orta Asya’da ülkelerini birer aşiret reisi gibi yöneten ABD yalakaları değil, yavaş yavaş siyaset sahnesine çıkmaya başlayan emekçi sınıflardır müttefikimiz. Yarın iktidardayken de, şimdi kurtuluş için mücadele ederken de…