Türkiye Komünist Partisi, mücadele ettiği toprakların sunduğu olanakları asla hafife almayan, bu toprakların sosyalizm açısından yeterince verimli olmadığını, bu nedenle sosyalizm değil de başka hedeflere kilitlenmek gerektiğini ileri sürenlerle yollarını başından beri ayıran bir parti. Doğal olarak siyasal kimliğini, örgütsel yapısını şekillendirirken yalnızca sınıfsız sömürüsüz bir dünya şiarını ve bu şiarı ete kemiğe büründürecek evrensel mücadelenin ilkelerini değil, üzerine bastığı nesnel zeminin özelliklerini de veri almaktadır.
Parti, komünizm mücadelesinin belli bir yerellikteki öncü öznesi olarak, söz konusu nesnel zemini hangi araçlarla dönüştüreceğini ve bu dönüştürme fiilinin ana hatlarını hem teorik hem de siyasal açıdan bugüne kadar ayrıntılandırmış durumdadır.
Hiç kuşku yok, bütün bu söylenenler işçi sınıfı partilerinin değişmez kalıplarla hareket edebileceği ve TKP’nin de mücadele ettiğimiz topraklara dönük müdahale araçlarını sabitlediği anlamına gelmemektedir.
Tam tersine, sosyalist iktidar mücadelesi, toprağın dinamik karakterini, daha da önemlisi toprağın hiçbir durumda dünya sisteminden yalıtık olmadığını hesaba katmak zorundadır. Ayrıca burada öznel faktör olarak tanımladığımız öncü parti ve bu partinin dayanacağı sınıfsal dinamikler de toprağın bazı özelliklerini baskın kılacak, bazılarını ise silikleştirecektir.
Bu nedenle sosyalizm mücadelesinin verili bir yerellikteki siyasal ve örgütsel araçlarını belirlemek, bir kez gerçekleşecek bir işlem olamaz. Komünist partiler, nesnelliğe müdahale araçlarını sınıf mücadelesinin ihtiyaçları doğrultusunda sürekli olarak gözden geçirmek durumundadırlar.
Burada tutarlılığı sağlayacak olan program, ilkeler ve uyanık bir kadro birikimidir.
Bu açıdan Türkiye Komünist Partisi geleceğe umut ve güvenle bakmaktadır.
Mücadele edilen toprağın bugünkü baskın özelliklerine gelince…
Her şeyden önce Türkiye burjuvazisinin sistemi restore etmeye dönük çabalarına değinmek gerekiyor. Kapitalist bir ülkede, toprağa dönük müdahaleler açısından şanslı özne bizzat egemen sermaye sınıfının kendisidir. İşçi sınıfının, burjuvazi iktidarda olduğu sürece toprağın temel karakterinde herhangi bir değişikliğe gitmesi mümkün değildir. Bizim leninizm’in merkezine iktidar vurgusunu yerleştirmemizin asıl nedeni de bu yasallıktır.
İşte bu bağlamda, 1990’ların ortalarından itibaren sermaye sınıfı, emperyalist merkezlerin destek ve bazı başlıklardaki yönlendirmesiyle, Türkiye toprağını kendisi açısından daha güvenilir kılmaya dönük bir operasyon başlatmıştır.
Bu operasyonun daha önce sayısız kez ele aldığımız kritik başlıklarına burada değinmek istemiyorum. Üzerinde durmamız gereken restorasyon sürecinin sonuçlarıdır.
Gelişmelere kulaklarını ve gözlerini tıkayanların tarzı gerçekten ilginçtir. Onlara göre Türkiye’de sermaye egemenliği açısından hiçbir şey değişmez, sorunlar, çelişkiler ve sermaye iktidarının öncelikleri büyük ölçüde aynı kalır. Solda bu türden bir kayıtsızlığı besleyen bir dizi faktör vardır. Şablonculukla başlayabilir, teorik kısırlık, tembellik ve dar grupçulukla devam edebiliriz. Belki kimi psikolojik sıkıntılardan da söz etmek gerekebilir; yeni koşulların ortaya çıkaracağı yeni dertlerle yüzleşmekten korkmak gibi…
Tüm bunların ortak çıktısı olan siyasi saplantı ise şudur: Türkiye’de burjuva demokrasisi asla söz konusu olamaz.
Bu pek devrimci sanılan saplantının altından çıkacak şey de bellidir: Burjuva demokrasisine öykünmek.
Gelenekte burjuva demokrasisinin gerçek anlamı, onun bir burjuva diktatörlüğü olduğu, faşizm ya da başka devlet biçimlerinden keskin sınırlarla ayrılamayacağı konusunda çok sayıda yazı çıktı. Daha da önemlisi, Türkiye Komünist Partisi ve partiyi bugüne taşıyan siyasi gelenek hiçbir zaman sermaye egemenliğinin herhangi bir kesit ya da ülkedeki biçimine işçi sınıfı açısından olumluluk atfetmedi; “daha iyi bir kapitalizm”i devrimci mücadelenin hedeflerinden birisi olarak göstermedi.
“Daha iyi bir kapitalizm”in Türkiye burjuvazisinin temennisi olduğunu söylemek ise, marksistler için son derece gereksiz. Hemen her ülkede kapitalistler sömürü çarkının daha az şiddet kullanılarak dönmesi, artı-değer makinesinin mümkün olduğunca piyasanın gücüne yaslanmasını ister. Zaten kapitalizmin doğasında böylesi bir ekonomik tahakküm ve özgürlük anlayışı vardır.
Toprağımızın egemenlerinin nesi eksik? Onlar da ellerinden geldiğince daha huzurlu bir ortamda kâr etmek istiyorlar!
Elbette restorasyon sürecini besleyen yalnızca bu “arzu” değil. Süreç oldukça karmaşık ve birbirleriyle geçişken iç-dış dinamiklerin ürünü. Sözünü ettiğimiz “arzu” bu dinamikler el verdiğince hayata geçirilebiliyor, bu dinamiklerin çizdiği sınırlar içerisinde kendisini hissettirebiliyor.
Bu “arzu”yu yok sayarak strateji belirleyemezsiniz. İç ve dış dinamiklerin bu türden bir “arzu”yu tamamen boğduğunu ve boğmaya devam edeceğini peşinen söyleyerek yön tayin edemezsiniz.
Konumuzla ilgili bir dizi örnek var. Türkiye’de ortalama solcu, “bu ülkeyi mümkünü yok Avrupa Birliği’ne almazlar” kolaycılığı ile hareket etti. Aynı kafa “Türkiye Kıbrıs konusunda asla masaya oturmaz” diye kestirip attı. Burada yer vermek istemediğim kimi hassas başlıklarda da Türkiye solcusu burjuvaziden çılgınca davranışlar bekledi.
Devrim için karşıt sınıfın devrimi besleyecek ahmaklıklar yapmasını mı bekleyeceğiz?
Asla…
Türkiye burjuvazisi deney sahibidir. Ekonomik kısıtlarını siyasal yetileriyle kapatmaya çalışmaktadır.
Türkiye toprağı bereketlidir. Bu toprağı köreltmeye çalışan burjuvaziye ve emperyalist çürümeye rağmen, Türkiye devrime gebedir.
Restorasyon süreci ekonomik açıdan zaten Avrupa’ya mahkum Türkiye’yi siyasal ve hatta ideolojik açıdan kıtaya, kıtanın emperyalist birliği AB’ye ciddi bir biçimde yakınlaştırmıştır. TKP bu yakınlığı Türkiye burjuvazisi cephesinden ele aldığında, “güvenli su arayışı” olarak adlandırmıştır. AB’ye üyelik söz konusu olsun ya da olmasın, Türkiye kapitalizminin emperyalist-kapitalist dünyadaki yeri, restorasyon sürecinin öznel ve nesnel etkileri sonucunda belli bir değişime uğramıştır. Bu değişimin Türkiye burjuvazisini tatmin edip etmemesinden bağımsız olarak, şunu söylemek zorundayız:
Restorasyon süreci, yalnızca AB’ye olan yakınlaşma başlığında değil, ama onu da içine alan bütünlüklü bir proje olarak, komünistlerin üzerinde mücadele ettikleri toprakta bazı kaymalara, yer değiştirmelere neden olmuştur. Önümüzdeki dönemde sarsıntı-yerleşme diyalektiği işlemeye devam edecek ve işçi sınıfı hareketinin önüne yeni veriler yığılacaktır. Ancak bütün bunlar, Türkiye burjuvazisinin dikensiz gül bahçesi yaratma sevdası söz konusu olduğunda herhangi bir anlam taşımamaktadır.
Bazı sorunlarını çözmese de, kontrol altına alan bir Türkiye’nin devrimden uzaklaşacağı düşüncesine TKP’de asla yer yoktur. Bu kesinlik, ne bizim imanımızdan ne mezarlıkta ıslık çalmayı tercih ettiğimizden, ne de “komünist dediğin iddialı olur” ön kabulümüzden kaynaklanmaktadır. Türkiye toprağının bereketi bizim öznel tercihlerimizden öte, bizzat toprağın olmazsa olmaz özelliklerinden gelmektedir.
Doğal olarak, Türk ve Kürt komünistleri de bu toprakların ürünüdürler; bereketli toprakların…
Onlar bilirler ki, Türkiye kapitalizminin güvenli su arayışı, her şey bir yana, ekonomik düzlemde mutlak kısıtlara sahiptir. Türkiye burjuvazisinin öznel tercihleri, emperyalist ülkelerin kollayıcı yaklaşımları ne olursa olsun, kapitalizmin bu topraklardaki geniş yığınlara kısa, orta veya uzun vadede verebileceği pek az şey vardır. Sistemin bu türden pozitif bir değişime girmesi mümkün olmadığı gibi, restorasyon sürecinin de bu konuda hedefleri oldukça gerçekçidir: Türkiye burjuvazisi yoksullaşmış ve aç bırakılan bir Türkiye’de işleri daha az kafa göz yararak idare etmenin siyasal ideolojik yollarını aramaktadır.
Kapitalizmin nüfusun yüzde doksana yakınını gözden çıkardığı bir ülkede, mutlu çoğunluk olmaz.
Mutsuzluğu siyasi ve ideolojik mekanizmalarla kontrol etme ya da emekçi sınıflara mutsuzluklarını hissettirmeme konusundaki yeteneğin geçmişte olduğu gibi, bugün de işe yaraması için ise pek uygun bir döneme girilmediği açıktır.
Avrupa Birliği Yunanistan, İspanya ve Portekiz’de sistemi geçici bir süre ihya etmiştir. Oysa şimdi AB’nin genişlemesi, dengelenmeye ya da gizlenmeye gerek duyulmayan bir emperyalist motife sahiptir. Dolayısıyla yalnız Türkiye değil, kapsanmak istenen ülkelerin birkaç istisna dışında, neredeyse tamamı düşük beklentilerle yetinmek zorunda kalacaklardır.
Türkiye açısından hâla sahip olma özelliğini koruyan ABD’nin hiç de kısa sürede sonuçlanmayacak olan bölgesel açılımları da, Türkiye kapitalizmine kitlelerdeki açlığı ve yoksunluğu unutturmak için uygun koşullar yaratmayacaktır. Militarist misyonlara sahip talan edilmiş ekonomisinde ur gibi sırıtan silahlanma çılgınlığına teslim olmuş bir kapitalist ülkede ekonomik zaafları ideoloji ve siyasetle kapatmak için eldeki araçlar sınırlıdır: İçerde kontrollü bir gerilim halini sürekli tutmak siyasetin alanını darlaştırmak ve savaş…
Bunlar devrimi bu topraklardan uzak tutmaya yetebilir mi?
Bu soruya şartlı bir ”hayır” diyoruz.Şartlı bir hayır çünkü, sermayenin ve emperyalist ülkelerin çabaları zincirin bu zayıf halkasını kopma noktasından uzaklaştırmaya dönük olacakken; işçi sınıfı ve onun öncü örgütlenmesi bu güzel ülkeyi her tür çirkinliğin kaynağı olan kapitalizmden azat etmeye çalışacaktır.
Nihayetinde bu soylu devrimci çabalar, yalnızca sosyalist iktidarı somut bir gerçek haline getirmeye değil, daha yakın planda ülkemizin patronlar açısından daha güvensiz bir ülkeye dönüşmesine de yarayacaktır.
TKP bu toprakların bereketine güvenmektedir.TKP bu toprakların bereketine, sermaye sınıfının her tür manevrasına, restorasyon ya da reform girişimine rağmen, güvenmektedir.
TKP’nin bizzat kendisi bu bereketin kanıtıdır…