Bugün, dünyanın neresinde olursa olsun komünistlerin önünde duran görevlerin başka tarihsel dönemlere göre daha güç ve karmaşık olduğunu kabul ederek başlamak gerekiyor.
Söylenen, ilk bakışta, öteden beri vurguladığımız belirli gerçeklere ters düştüğü izlenimi verebilir. Öyle ya, sosyalizm alternatifinin zorlayıcılığından kurtulan kapitalizm kendi çıplak yüzünü artık daha pervasızca sergilemiyor muydu? Son on yılda birbiri ardına patlak veren krizler uluslararası sistemin ve ülke ekonomilerinin ne kadar kırılgan olduğunu ortaya koymamış mıydı? Milyonlarca insan piyasa fetişizmi adına açlığa ve yoksulluğa itilmiyor muydu? Emperyalist saldırganlığın, “karşıt sistemin” varlığından kaynaklanan geçici bir olgu olmadığı gözlere sokulmamış mıydı? Bütün bunlar, birikmiş ve daha da birikeceğe benzeyen anti-kapitalist tepkilerin sosyalizme taşınması için özgün olanaklar sunmuyor muydu?
Sosyalist görevleri güç ve karmaşık kılan, az önce sıralanan gerçeklerin miadını doldurması değildir. Bütün bunlar yadsınamaz, üstelik hiç de gelip geçici olmayan gerçeklerdir ve komünistler bunları vurgulamaya devam edeceklerdir. Sorun, günümüz dünyasına damga vuran gerçeklerin, olguların, eğilimlerin ve yönelimlerin, özdeki bütünlüğe karşın, aşırı parçalı ve sanki parçalar arası ilişkisizliği çağrıştıran bir görüntü vermesidir. Bu görüntüde, en filisten demokrasi söylemleriyle apaçık otoriter yönelimleri; ideolojik-kültürel bütünleşmenin uç örnekleriyle kendi yalıtık alanlarında daha da keskinleşen eğilimleri; dizginsiz piyasacılıkla orasından burasından diriltildiği izlenimi verilen “sosyal devlet” anlayışını; merkezileştirmenin dik alasıyla yerelleştirme çabalarını; çeşitlilik edebiyatıyla düzleyici bir monolitizmi bir arada bulmak mümkündür.
Belki de hepsinden önemli olan, işçi ve emekçi sınıfların somut, gündelik deneyim ve duyarlılıklarıyla, uluslararası ve ulusal ölçeklerdeki genel gidişat arasındaki açının kimi yerlerde daralırken başka yerlerde büyüyebilmesidir. Daha açık bir deyişle işçi-emekçi sınıflar, gündelik yaşamlarında acısını fazlasıyla çektikleri gelişmelerle, uluslararası ve ulusal ölçekte başat durumda olan yönelimler arasındaki örtüşme ve tutarlılıkları her zaman ve her başlıkta net biçimde görememektedirler.
Sosyalist çizgi, hiçbir zaman ve hiçbir yerde, bu parçalılığın her bileşeni için ayrı, o bileşene uygun konumlar ve politikalar geliştirilmesi biçiminde düşünülemez ve düşünülmemelidir. Adını koyacak olursak, eklektizm kendini teorik alandan çok pratik politika alanında gösterir. “Parçaya göre konum” yaklaşımı, sosyalizmin mutlaka uzak durması gereken bir eklektizmi de beraberinde getirecektir. Eklektizmin alternatifi ise, genel çizginin ve politikaların, bütünlüklü bir uluslararası eğilim-yönelim analizinden türetilmesidir.
O halde, gündemdeki soru şudur: Günümüz dünyasında gözlediğimiz, oraya buraya serpişmiş, ilk bakışta herhangi bir mantığa oturmuyor görünen veri ve olgu çeşitliliğinin ortasına hangi kalın çizgi yerleştirilmeli, bu dağınık noktalar hangi ana eğilime göre değerlendirilmelidir?
Bu sorunun yanıtı çok açık olmalıdır: Dünya kapitalizmi bugün herkesin ciddiye alması gereken otoriter bir yönelim ve aranış içindedir. Adının, klasik dağarcığa başvurarak mutlaka “faşizm”, “neo-faşizm” vb. olarak konması gerekmiyor; ama bugün uluslararası kapitalizmin başta ABD’si ve AB’siyle otoriter bir “müessese” özlemi içinde olduğu açıktır.
Bu özlemin ya da aranışın, güncel olarak somut ve ses getirici bir sınıf hareketliliğine, şu ya da bu coğrafyadaki sosyalist yükselişe tepki biçiminde ortaya çıkmadığı açıktır. Aranışın birbirine bağlı iki itici gücü vardır.
Birincisi: Uluslararası kapitalizmin 80’li yıllarla gündeme gelen “yeniden yapılanma” sürecinin başındaki ya da ortasındaki niyet ve perspektif çeşitliliği ne olursa olsun, bugün gelinen aşamada kapitalizmin, iyiden iyiye azan piyasacılık ve serbestleştirme tutkularıyla, daha da derinleşen krizlerden kurtulamayacağı, nüfusun daha geniş kesimlerinin yoksullaşmasını önleyemeyeceği, göze daha çok batan eşitsizlikleri törpüleyemeyeceği net biçimde kavranmıştır. Solculardan, sosyalistlerden ve komünistlerden söz etmiyoruz; bu gerçekler özellikle son birkaç yıl içinde kapitalizmin ideolojik-politik-ekonomik merkezleri tarafından da iyi kavranmış, kabul edilmiştir.
İkincisi: Dünya kapitalizminin geldiği bu noktadan geriye dönmesi, ufak tefek rötuşların ötesinde “sosyal devleti” yeniden baş tacı etmesi mümkün değildir. Öyleyse, girdiği yolda yürümeye kararlı kapitalizmin kendini sınırsız bir sosyalizm ve kamuculuk düşmanlığıyla tahkim etmesi kaçınılmazdır. Üstelik, sosyalizm ve kamuculuk düşmanlığının salt “ekonomik rasyonalite”, “verimlilik” ve “maliyet etkinliği” gibi klişeler çevresindeki medeni tartışmalarla yürütüleceğini sanmak için de çok saf olmak gerekir. Bütün bunlar, insanlara, ama “yerel projelerle”, ama kamu reformu yasalarıyla, ama “Anayasalarla” dayatılacak, üstelik hepsinin başına bekçi de dikilecektir.
Özüne dönen kapitalizm
Kapitalist merkezlerin depremlerle ilgili yaygın bir deyişten esinlenmiş olmaları güçlü bir olasılıktır: “Depremi önleyemezsin; onunla yaşamayı öğrenmen gerekir.” Liberalizmin ideologlarına göre piyasanın serbest işleyişi de adeta deprem gibi bir doğallık içerir. O halde, “krizleri ve yoksulluğu önleyemezsin; bunlarla birlikte yaşamayı öğrenmen gerekir!” Gerçekten de, başta Dünya Bankası olmak üzere uluslararası kuruluşların son birkaç yıl içinde gündeme getirdikleri bütün yenilikler ve politika rötuşları insanlara “yoksullukla birlikte yaşamayı” öğretme amacını taşımaktadır.
Burada, eski bir tartışmanın güncel uzantılarını değerlendirmek durumundayız. Günümüzdeki standart tanımıyla “demokrasi”, batı dünyasında elbette kapitalizmle birlikte tarih sahnesine çıkmıştır, ama bu sahneye çıkış kapitalizm sayesinde değildir. Tarihsel kökenlerine bakacak olursak, kapitalizmin piyasacı “doğal düzen” mantığının “plebyen” kesime, daha açığı halka, halkın isteklerine ve yönetimine her zaman rezervi olmuştur. Sonuçta, kapitalizmle “biçimsel demokrasi” arasında bir ilişki kurulacaksa, bu ilişkinin piyasa dinamikleri değil tam tamına sınıf mücadeleleri kanalından kurulması gerekir. Başka bir deyişle, bugünkü demokrasi, kapitalizmin işleyiş biçiminin mantıksal bir uzantısı değil, sınıf mücadelelerinin tarihsel bir sonucudur.
Bu durumda, son 10-20 yıllık süreçte giderek “özüne dönen” kapitalizmin, üzerine örttüğü ya da örtmek zorunda kaldığı “demokrasi” örtülerinden de kurtulmak istediğini söyleyebilir miyiz?
Bu soruya, doğrudan ve rezervsiz değil, ama inceltilmiş ve açımlanmış bir “evet” yanıtı vermemiz gerekiyor. İnceltme ve açımlama zorunluluğu, kapitalizmin “refah devletinden” geriye, piyasacılıkta ise ileriye gitme arzuları ile, “çoğulcu demokrasiden” geriye, otoriterlikte ileriye gitme arzuları arasındaki tam boy örtüşmenin olanaksızlığından kaynaklanıyor. Daha açığı, piyasanın her tür dizgin ve frenden kurtarılması anlamında vahşi kapitalizm yolunda alınan örneğin 5 birimlik mesafeye, otoriterlik yolunda gene 5 birimlik mesafenin eşlik etmesi mümkün değildir. Bunun nedeni kuşkusuz kapitalizmin demokrasi aşkı değildir. Neden, böyle bir gözü karalığın kapitalizm için büyük bir siyasal risk içermesidir. İnsanların üzerine üzerine gitmenin de bir sınırı vardır ve kapitalizm de bu sınırı gözetmek zorundadır.
Sonuçta, kapitalizmin otoriterlik aranışının, biçimsel demokrasinin tümüyle askıya alınmasıyla değil, özel olarak korunmuş, her tür eleştiri ve tartışmanın dışına taşınmış kutsal dokunulmazlık alanları yaratılmasıyla sonuçlanacağını söyleyebiliriz. Yakın geleceğin kapitalizminde insanlar gene siyasal parti kurabilecek, bu partilere üye olabilecek, oy verebilecek, başta “sivil toplum kuruluşları” olmak üzere derneklerden dernek beğenebilecek, çeşitli kültürel etkinliklere katılabilecek, “yurttaş” olarak örneğin kent düzeni konusundaki hoşnutsuzluklarını dile getirebilecek; ancak sahip olduğu temel hak ve özgürlükleri örneğin özelleştirmeye, esnekleştirmeye, istihdam politikalarına, toplam kalite kontrolü uygulamalarına, “performans ölçümüne”, salt rekabet üstünlüğü sağlamaya yönelik bir eğitim ve öğretim düzenine ve benzerlerine karşı zinhar kullanamayacaktır. Buraları, kapitalizmin özel koruma alanlarıdır. Günümüz kapitalizminin mantığı ve söylediği kabaca şudur: “Bunlara ve buralara dokundurtmam; diğer alanlarda istediğin gibi oyalan!”
Güncel yönelimin özel koşulları
Kapitalizmin bu yöneliminin belirli bir konjonktüre denk gelmesi ilginçtir. Bu konjonktürün en belirgin özelliklerinden biri, sosyalist sistemin çöküşünü izleyen dönemde yaratılan iyimserlik ortamının, bu ortama özgü model ve vizyonların sonuna gelinmiş olmasıdır. İkincisi, yeni yönelim, orta sınıf aydınların ve teknik entelijansiyanın, hatta kimi siyasal liderlerin uluslararası finans kuruluşlarına ve “küreselleşmenin sonuçlarına” yönelik eleştirilerinin dozunu yükselttikleri bir dönemde şekillenmektedir. Üçüncüsü, özel koruma alanlı otoriterliğe giden yolun taşları, ABD saldırganlığının en ileri düzeye vardığı bir ortamda döşenmektedir.
Bu üç veriyi mantıki bir bütünlüğe oturtmak hiç de güç olmasa gerek. Bu mantıki bütünlüğe bir üst başlık bulmak gerekirse, “savunma refleksi” demek doğru olacaktır. Bugün kapitalizmi tehdit eden güçlü bir sınıf hareketinin olmaması kimseyi yanıltmamalıdır. Kapitalizm, elbette ideologları, siyasetçileri ve teknik kadrosuyla, son derece pimpirikli bir sistemdir. Yaygınlaşan ve derinleşen yoksulluğun, hem uluslararası planda hem de ülkeler bazında artan eşitsizliklerin, bu arada izlenen politikalara ve yaşanan süreçlere ilişkin olup üstelik “tam da karşı safta” sayılmayacak çevrelerden gelen eleştirilerin huzursuzluğa ve yeni savunma hattı belirlemelerine yol açmaması mümkün değildir. Otoriter yönelim, işte bu huzursuzluğun sonucudur ve yeni savunma hattı da sözünü ettiğimiz koruma alanlarıyla çizilmektedir.
Özellikle belirtmek gerekirse, kapitalizmin bu yöneliminin tek başına belirli bir merkeze (örneğin ABD’ye) atfedilmesi ciddi bir yanılgı olacaktır. Kapitalizmin günümüzdeki uluslararası eklemlenmesinde AB’ye daha özel ve ayrıksı bir yer biçenlerin bilmelerinde yarar vardır: Eğer söz konusu olan kendini özel koruma alanlarıyla sağlama almak isteyen neoliberalizm ise, AB bu sürecin eklentisi değil tam tersine baş aktörlerinden biridir. AB’nin, aslında gerek ekonomik-sosyal politikalar alanında, gerekse uluslararası siyasal ilişkilerde ABD’den farklı bir yerde durduğu halde salt ikincisinin gücü ve dayatmalarıyla teslim bayrağını çekmek zorunda kaldığı yolundaki görüşler de yanıltıcıdır. Birincisi, az önce de değindiğimiz gibi AB, özel koruma alanlı neoliberal yönelimin kuyruğuna takılmak şöyle dursun, bu yönelimin şampiyonluğunu yapan bir merkezdir. İkincisi, özellikle vurgulamak gerekirse, ABD’nin uluslararası politikalarında fazlaca “çuvallayıp” kabuğuna çekilmek zorunda kalması, sanıldığının tersine, AB’nin uykularını kaçırtacak bir “yalnızlaşma” anlamına gelecektir. Üçüncüsü ABD’nin şu ya da bu içerikteki dayatmaları olsa bile, bu ülkenin pompaladığı “terörizm tehdidinin”, neoliberal otoriterliğin gerekçelendirilmesi bakımından hayli işlevli olabileceğini AB de görmüştür.
“Kim yaptı, arkasında kim var, amaç ne?”
Yeri gelmişken, “terörist eylemler” ve “terörizm tehdidi” gibi konulara ilişkin birkaç değinmede bulunabiliriz.
“Konspirasi” adı verilen fesada dayalı gizli işbirliği ve eylemlilik türü tarihin hemen her döneminde olmuştur. İlginç olansa şudur: Solun kendi dışında cereyan eden bu tür düzenleme ve eylemlere yönelik ilgisi ile sınıf mücadelesindeki ivme arasında genellikle birbirine ters bir ilişki vardır. Başka deyişle, sınıf mücadelesinin ve örgütlü sosyalist hareketin görece geri kaldığı uğraklar, solun konspirasiye olan merakının arttığı dönemlerdir. Bundan kastedilen, “kim yaptı, neden yaptı, arkasında kim var, asıl amaç ne?” türü soruların ve olası yanıtların solda adeta sınırsız bir gündem yaratmasıdır. Oysa yapılması gereken, bu “serbest atış alanına” sınırlar çizilmesi ve belirli anlamlandırma referanslarıyla bu işin bitirilmesidir.
Önce 11 Eylül’ü, sonra İstanbul’daki son bombalama olaylarını ele alacak olursak, sözünü ettiğimiz anlamlandırma referansı ne olabilir?
Bu sorunun bir tek yanıtı vardır: Daha önce sözünü ettiğimiz, dağınık ve ilişkisiz gibi görünen noktalardan geçen kalın çizgi ya da trend. Referans olarak bu kalın çizgi (kapitalizmin güncel otoriter yönelimleri) alındığında, kim, neden, nasıl sorularına ilişkin istihbarat ayrıntıları önemini yitirmekte, nesnel durum apaçık ortaya çıkmaktadır: 11 Eylül’den günümüze ve İstanbul’a uzanan eylemler, nesnel olarak kapitalizmin güncel otoriter yönelimleri için son derece elverişli, deyim yerindeyse adeta “cuk oturan” bir ortam yaratmaktadır.
Eski bir deyimle “ifrat ü tefrit” burada özel bir önem kazanmaktadır. Deyimin anlamı, birbirinin tam zıddı olan iki aşırı uç olarak verilebilir. 11 Eylül ve İstanbul’daki son bombalama olaylarının yorumunda komünistlerin özellikle uzak durmaları gereken, ifrat ü tefrittir. Daha açığı, söz konusu eylemlerin baştan sona ve herhangi bir “dış karışma” olmaksızın uluslararası fundamentalist odakların kendi bağımsız hatları doğrultusunda tasarlandığı ve gerçekleştirildiği yorumu da, aynı eylemlerin yukarıdan aşağıya ve kendi ajanlarıyla uluslararası emperyalist merkez(ler) tarafından düzenlendiği yorumu da sosyalistlerin mutlaka kaçınmaları gereken yaklaşımlardır.
Bu tür eylemlerin çizilen genel trende referansla yerli yerine oturtulması, basit de görünse, en sağlıklı ve üstelik pratik uzantılara da sahip yoldur. Çünkü bir tek bu yol uluslararası kapitalizmin yeni yönelimlerine karşı mücadele gerekliliğiyle gericiliğe karşı mücadele gerekliliğini aynı bütünlük içinde birbiriyle buluşturmaktadır. Çünkü bir tek bu yol komünistleri “işin arkasında CIA var” türü kestirmeciliklerle, “terörizmi biz de lanetliyoruz” türü sıkışmaların yarattığı ikilemlerin dışına taşımaktadır.
Yüklenme alanları
Başlarken, komünistlerin önünde duran görevlerin güç ve karmaşık olduğu söylenmişti.
Konu, siyasetin temel ilkeleri açısından ele alındığında hemen belirtilmesi gereken şudur: Genel gidişata ilişkin saptama ne kadar önemli ve yerinde olursa olsun, bu saptamanın, belirli bir ülkedeki örgütlü mücadelenin vizyonunu, stratejisini, politik araçlarını ve örgütlenmesini birebir etkiyle ve radikal biçimde değiştirmesi gerektiğini düşünmek tehlikelidir. Kapitalizm ne kadar kararlı olursa olsun, güncel yöneliminde ancak hayli sancılı biçimde yol alabilecek, kırıp döktüğü kadar kendisi de kırılıp dökülebilecektir. Dolayısıyla dönem, bir köşeye çekilip güncel yönelimin net sonuçlarını bekleme dönemi değildir. Dönem, bu yönelimin getireceği süreçlere aktif biçimde müdahil olma dönemidir.
Süreçlere aktif biçimde müdahale edilmesi ise, komünistlerin “siz buralarda oyalanın” denilen alanlara itibar etmeyip doğrudan doğruya kapitalizmin özel koruma alanlarına yüklenmelerini gerektirmektedir.
GELENEK