Yazının başlığı ilk bakışta bir kitap incelemesi için oldukça iddialı ve çok kapsamlı gibi görünebilir. Ancak başlıktaki tırnakların ilkini hem inceleme nesnemiz olan romanın adına, hem de bir yanıyla genel anlamda kültürel çalışmalar yapmak diğer yanıyla da işçi sınıfının oluşumunu incelemek için büyük bir karmaşık zenginlik taşıyan, geç modernleşen ve kültürel yapısında doğu-batı ikilemini iliklerine kadar hisseden Türkiye coğrafyasına gönderme yapmak için kullandım. İkinci tırnağı ise kapitalizmde, özellikle geç kapitalistleşen ülkelerde işçi sınıfının kendine has, saf bir kültüre sahip olamayacağını düşündüğüm için kullandım. Bu nedenle diyebilirim ki başlığın çağrıştırdığı herhangi bir iddialılığın tersine, burada kitabın dışına taşarak etraflı bir biçimde bu konulara değinecek değilim. Nitekim böyle bir çaba başlı başlına birkaç ayrı çalışmanın konusu olabilecek kapsamdadır. Söz konusu roman ise kanımca bu tür çalışmalarda gönderme yapılabilecek bir eser niteliği dışında böylesi çalışmaların sahip olması gereken bütünselliği ifade edebilecek nitelikte değildir.1 Ancak, Orhan Kemal’in “Bereketli Topraklar Üzerinde”2 isimli romanını bir kültür incelemesi için seçmemin de nedenleri, bu romanın modernleşme ile beraber işçi sınıfının doğum sancıları çekerken nasıl bir kültürel dönüşüm, eklemlenme, belirlenme içerisinden geçtiğine dair veriler sunmasıdır. Sanırım bu tek paragraflık giriş, kitabı incelerkenki bakış açımın gönyesinin ne olduğunu açıklamaktadır.
Orhan Kemal ve “Bereketli Topraklar Üzerinde”nin Sahnesi Hakkında
“Bereketli Topraklar Üzerinde”yi girişte belirtilen amaç etrafında incelemek için önce Orhan Kemal’in (1914-1970) yaşam öyküsünü değil ama onun eserlerine yön veren genel perspektife ve bu perspektifin oluşumuna kısaca bakmak gerekli.
Orhan Kemal, 1920-23 yılları arasında milletvekilliği yapan babasıyla ailesinin Suriye’ye zorunlu göçü nedeniyle, ortaokulu bırakmak zorunda kalmasından sonra bir süre Beyrut’ta yaşayıp daha sonra Adana’ya dönerek fabrika işçiliği yapmış. 1939 yılında yapılan bir TKP operasyonu sonucu beş yıllık cezaevi yaşamında Nazım Hikmet ile tanışarak toplumcu edebiyat anlayışından etkilenmiştir. Yazar, hikayelerinden oluşan ilk kitabını 1949 yılında “Ekmek Kavgası” adıyla yayınlamış. Genel olarak yapıtlarında güç yaşama koşulları içindeki “küçük insanlar”ı, onların geçim sıkıntılarını canlandırmış. Eserlerinde esas ilgiyi nesnel ve önyargıdan uzak olan anlatıma yöneltmiştir. İşlediği konularla hem Çukurova’daki tarım ve fabrika işçilerinin sorunlarını hem de İstanbul’da kenar mahalle insanlarının, işçilerin dünyasını yansıtırken aynı zamanda gecekondu mahallelerinde yaşayanların geleneklerinin ve anlayışlarının dünyasını da yansıtmıştır. Orhan Kemal’in eserlerine, geç modernleşen-sanayileşen bir ülkenin içinden geçtiği bu geçiş döneminde, köyden kente göçle beraber gittikçe niceliksel olarak genişlemeye başlayan işçi sınıfının yaşadığı çeşitli sıkıntılar, fabrikalar çevresinde kurulan mahallelerde verilen yaşam mücadelesi yön verir.
Bereketli Topraklar Üzerinde ise edebi özelliklerinin ve yetkinliliğinin dışında, sanayileşmeye başlayan Türkiye’de köyden kente göç ile işçi sınıfının oluşumunun kimi yanlarını gözler önüne sermesiyle de önemli bir romandır. Romandaki olayların hangi yılda geçtiği kesin olarak belli değildir; ancak romanın ilk basım yılının 1954 olması bize romanın Demokrat Parti iktidarının başlarındaki zaman diliminde geçtiği hakkında ipucu sunmaktadır. Esasında olayların hangi yılda geçtiği özellikle bizim için pek de önem taşımamaktadır, çünkü burada yapacağımız şey işçi sınıfının oluşum süreçlerinin bir kesitinden hareketle “işçi sınıfının kültürü”nün nasıl biçimlendiği, kapitalizmde üretim tarzlarının eklemlenmesinin yarattığı kültürel atmosferin işçi sınıfına nasıl yansıdığını görmeye çalışmak olacaktır. Yine de romanın yaşandığı sahne hakkında kimi akıl yürütmelerde bulunabiliriz, sahne, özelikle devlet destekli olarak sanayileşmeye çalışan bir Türkiye’nin asker-bürokrat, aydınlanmacı, elitist bir siyasal hat ortaya koyan, özellikle köylüler ile arası açık olan CHP’nin tek parti iktidarından, özel sermayedarların, toprak ağalarının, muhafazakar-dindar kesimlerin ve köylülerin desteğini alarak çok partili sistemle beraber iktidara geçen DP iktidarının ve “hür teşebbüs”ün atılımlar üzerine atılımlar yaparak sermaye birikimini artırmaya çalıştığı sahnedir.
Bundan sonraki bölümde roman içinden yer yer alıntılar da yaparak ve mümkün olduğunca romandan kopmayarak, çözümleme yapmaya imkan sağlayacak verileri görmeye çalışacağız.
Roman Üzerinden3
Roman köyde kışın yapacak iş olmadığı için, erkeklerin, her yılki gibi köyleri içinden iş bulabilecekleri bölgelere çalışmak için dağılmalarıyla başlar. Erkeklerden İflahsızın Yusuf, Pehlivan Ali, Köse Hasan Çukurova’ya gitmek için yola çıkarlar. Çok genel olarak bakılınca roman bu üç köylü arkadaş aracılığıyla fabrikalardaki, inşaat işlerindeki, buğday tarlalarındaki çalışma şartlarını tüm çıplaklığıyla gözler önüne sermeyi amaçlamaktadır. Ancak bunu yaparken de genişleyen sınıfın yapısının nasıl oluştuğuna, şekillendiğine dair çeşitli veriler de sunmaktadır.
Romanın temel üç kişisinden yalnızca İflahsızın Yusuf, Sivas’ta iki ay kadar cer atölyesinde hamallık yapmıştır, zaten görülen diğer kişilerin de neredeyse tamamı bir ayakları köyde olan yarı-işçilerdir. Bu durumun dışında olan yalnızca iki kişi klasik olarak tanımlanan işçi sınıfından gelen iki batöz ustasıdır (ustalardan biri, çalışırken sürekli küfürlü konuşmakta, çok kitap okumakta, bir piyano almayı düşlemektedir ve bir Beethoven hayranı olup, onu dinlerken ağlamaktadır). İnşaat işlerinde çalışan ve devamında İflahsızın Yusuf’a da işini öğreten duvar ustası Kılıç Usta dahi açıkça kır bağlantılarını korumaktadır. Ancak, ustalık her durumda önemlidir. Nitekim amele çavuşları ya da ırgatbaşları olsun, müteahhit ya da ağa olsun nitelikli işçiye hem muhtaçtırlar hem de onlardan çekinmektedirler: “…Bu giderse bir başkası gelecekti ki, ustalar, ‘usta milleti’, ne hikmetse hem ağadan, hem de başkalarından çok daha akıllı oluyorlardı”.4
Yusuf’un eve dönmek için Adana garında trenini beklerken, bir kondüktör ile yaptığı konuşmada, emmisinin, şehir yerinde insanların sakalına göre tarak vurması gerektiği gibi öğütleriyle Kılıç Ustaya nasıl “yarandığını” ve şimdi bir usta bile olamamış emmisinden daha iyi durumda olduğu gibi sözleri romanda sık sık karşılaşılan ikiyüzlülük örneklerinin en trajik olanıdır. Bu konuşmada dikkati çeken bir diğer nokta da kondüktöre onların işlerinin rahat, kendilerininkinin ise zor olduğu yönündeki “sataşma”sıdır. Bu sataşmanın altında ise kol ve kafa emeği, üretim ve hizmet sektörlerindeki emek-emekçi ayrımı gibi uzun zaman işçi sınıfı tanımlamaları yapma konusunda ortaya çıkan temel bir sorun sezinlenmektedir.
Hızla sanayileşen ve kentlerle bir biçimde ilişkisi artan köy yerinde statü kazanmanın da yolları değişmiştir. İflahsızın Yusuf’un Çukurova’ya çalışmaya giderkenki hayallerinden birisi de diğer iki arkadaşının isimlerini dahi bilmedikleri (Yusuf ne de olsa şehir görmüş birisidir ve bunu arkadaşlarına sürekli bir egemenlik unsuru olarak hatırlatmaktadır ki esasında bu durum onu grubun lideri haline getirmiştir. Diğer yandan aslında hayata karşı diğerlerinden daha saf-temiz yaklaşmaktadır. Sürekli emmisini ve emmisinin avradının ne kadar Osmanlı bir kadın olduğunu hatırlatırken, arkadaşları onun emmisinin karısıyla yaşadıkları ilişkiyi hatırlayarak gülüşmektedirler) gazocağı almayı istemektedir. Ancak statü kazandıracak olan şeyler esas olarak kullanım değerinden dolayı değer kazanmaktadır halen: “-…gazocağının pompası var. Bastın mı ateş püskürür, hem de yılan ıslığı gibi seda verir…yemek mi pişireceksin? Koy üstüne tencereyi, su mu ısıtacaksın? Koy tenekeyi…”(s. 9).
Hemşehrilik bağlarına duyulan güven ve bu bağların işçileşme sürecinde sanayi kentinde tutunum aracı olarak kullanılması olgusu eserin ilk bölümlerinde ön plandadır. Hemşehriliğin metropollerde yeniden canlanmasına sosyo-psikolojik, kültürel, ekonomik faktörlerin (işbulma, konut edinme-barınma) yol açtığı bilinmektedir. Bizim kahramanlarımız açısından hemşehrilik ilişkilerinin kullanılmasına dönük ihtiyaç ekonomik faktörlerden kaynaklanmaktadır. Oysa sosyo-psikolojik ve kültürel faktörler ise kahramanlarımızı önsel olarak güven duyguları geliştirmeleri açısından belirlemektedir. Öyle ki, üç arkadaş Çukurova’ya gittiklerinde yakın köyden bir hemşerilerinin fabrikasında çalışarak para biriktirmeyi düşünmektedirler: “-Hemşeri demek hısım demek. Ben kendi nefsime, hemşerim şurda dururken, yazının şehirlisini niye işe alayım? Sen olsan alır mısın Köse?” (s. 11)
Hemşehrilik kavramının taşıdığı anlamlara dönük bu iyimserlik ve güven, kırsal alandan taşınan bir etkidir ve bu etkide hemşehriliğin bir tür akrabalık, hısım ilişkisi olarak anlaşılması ve anlamlandırılmasından kaynaklanmaktadır5 . Türk köylerinde, kırsal alanın politik ve ekonomik anlamda daha geniş topluma bağımlı olması bir yana bırakılırsa, kırsal alan için hane dışında tek ve en önemli ilişkiler grubu akrabalık ilişkileridir ve aktivitelerin çoğu da akrabalık aktiviteleridir. Genel bir kural olarak akrabalar birbirlerine yardım eder ve destek olurlar-olmakla mükelleftirler6 . Dolayısıyla hemşehri olarak tanımlanan kişi de aynı derecede yardım ve destek olma konusunda sorumludur.
Sonunda Çukurova’ya inen üç arkadaş, hemşehrilerinin fabrikalarını bulunca ilkin hemşehrileriyle görüşmek için fabrikanın kapı bekçisine bir paket sigarayı yeyimlik (yani rüşvet) olarak vermeyi denerler. Bekçi bu teklifi sert biçimde geri çevirir. Bunu takip eden sahnede belki de kitabın anlatmak isteği temel durum ortaya çıkar. Anlatılan bu yarı-işçilerin henüz kapitalist sömürü bilinci yoktur. Öyle ki, bir patronun neye benzeyebileceğini dahi bilememektedirler.
Onlar için o güne kadar karşılaştıkları tek şey valisi, vergi memurları ve jandarmasıyla birlikte devlete karşı olan kulluk ilişkileridir. Nitekim, üç arkadaşın hemşehrileri olan fabrikatörü ilk olarak lüks siyah arabasıyla fabrika önünde gördüklerindeki yorumları şöyle şekillenmiştir:
“Siyah otomobil hızla geldi, yavaşladı, fabrika kapısından ağır ağır girerken, kapıcı yerlere kadar eğilerek ağasını selamladı. Üç arkadaş, top ağacın altında ayağa kalkmış, kasketlerini çıkarmışlardı. Otomobil içeri girip gözden kaybolduktan sonra, Yusuf: -Valiydi! dedi…” (s. 44)
Sonunda üç arkadaş da hemşehrileri tarafından işe alınırlar.
Sömürü ve sınıf bilincinin olmaması en başından beri hepsinin kurtuluşlarını bireysel olarak algılamalarını-aramalarını, birbirlerine karşı içten içe duydukları bir güvensizliği de beslemektedir. Varolan bilinçlilik düzeyleri, romanda görülen tüm işçiler için nesnel şartların belirlediği düzeydir. Bu nedenle romandaki tüm işçiler fabrikada sınıfsal bir çatışmayı değil de, sadece amele çavuşunun aldığı haraç ya da ırgatbaşının kırk beş işçi yerine patozda otuz iki işçi çalıştırması üzerinden bir haklı-haksız çatışmasını görebilmektedirler. Öte yandan kadercilik de romandaki karakterlerin çoğunda hakim olan bir duygu düşüncesidir. Bunun da bir tek istisnası vardır: Duvarcı Kılıç Usta.
İnşaatta çalışırken bir başka işçinin (Ömer Zorlu) devlet nikahı olmayan karısıyla (Fatma) ilişkiye girerek kaçıran Pehlivan Ali’nin ırgatlık yaptığı tarım işletmesinde, ırgatbaşı kumar oynatıp “mano” alırken, kumar oynatmak için faizle para verir, esrar satmak için işçileri esrara alıştırır. Aynı tarım işletmesinde bu kez, Fatma’yı rahat çalışma ortamında bırakacakları yalanıyla Pehlivan Ali’nin elinden alırlar. Sonunda bir gün patozda çalışırken aşırı çalışmadan dolayı dengesini yitirerek makineye bacağını kaptıran Pehlivan Ali, ağanın, arabasını kirletmesinden çekindiği için onu arabasına almaması nedeniyle kan kaybından ölür. Ali’nin öldüğü günün gecesi harman yeri Kürt Zeynel7 tarafından yakılır. Bu yakma eylemi de sınıfsal bir kinin ürünü olan tepki değil, bireysel bir tepkinin ürünüdür. Çünkü ırgatlar arasında yemekleri beğenmeyip oyun bozanlık yapan Zeynel, ırgatbaşı tarafından haksız yere işten çıkarılmıştır. Bu durumda da Zeynel “…Eli boş dönmeyeceğine göre, bir şeyler yapmalıydı. Şöyle, hıncını alabileceği, yüreğini soğutabileceği bir şeyler…” (s. 376). Ama insan yine de kendini, yüreğine, eline sağlık Zeynel demekten alamıyor.
Romanda kimi bölümlerde ön plana çıkan kadın-erkek ilişkileri, daha çok kadının metalaşmasına vurgu yapmaktadır. Yine aynı zorluklar içeren nesnel şartlar bir biçimde, insanlara ve özellikle kadınlara bu durumu kanıksamalarını dayatmaktadır. Açık şekilde bizlere, işçilerin ya da işçileşenlerin kadın-erkek ilişkisini salt bir cinsellik üzerinden kurmalarının, bu sınıfa ait bir kültürel yapılanma olmadığını; ancak kapitalizmin yarattığı yaşam koşullarının bunu dayattığı gösterilmeye çalışılmaktadır.
Eserde dikkati çeken bir diğer ilginç nokta, kimi karakterlerde lakaplar kullanılırken, kimilerinde sadece isimlerin, kimilerinde ise soyadlarının kullanılmasıdır. Lakap kullanımı kırsal bağları daha sıkı olanlarda kullanılırken, soyadları, onlara nazaran biraz daha uzun süre kent yaşamında bulunanlar için kullanılmıştır. Bu, ilk bakışta doğal gibi görünmektedir; ancak soyadı öne çıkan örneklere bakarsak hoş bir ironi görülür. Kapitalizmin kentleri, insanı öyle bozmaktadır ki kişilerin kırsal kökenden gelen (kırsal kökenden gelişi soyutlama düzeyinde ele alıyorum) soyadlarıyla tezatlar oluşturur. Örneğin Ali’nin, eşini elinden aldığı inşaat işçisi Ömer Zorlu, kültürel yozlaşmayla kumar batağına batmış bir işçidir ve hatta daha sonra eşinin taşeron patrona satılmasını bile görmezlikten gelecektir. Ya da Kemal Cesur. İspiyoncu, dalkavuk vb. olan bu işçi, Kürt Zeynel karşısında tüm korkaklığını gösterir ama yine de onun işinden atılmasına neden olacak olan tezgahın bir parçası olur; son sahnede ise harman yerinin yakılmasından sonra patoz ustasının ırgatları kışkırtıp harmanı yaktırdığını söyleyerek ağanın lehinde jandarmaya ifade verir. Kılıç Usta’nın lakabı göze çarpıcıdır. Usta’nın ailesi köydedir; fakat kendisi yılın 10-11 ayı gurbettedir, dürüstlüğü kılıç gibi keskindir ve işten çıkarılınca da keskin bir kılıç gibi bir anda sahneden çekilir gider. İlginç olan bir şey de Aptal Kızı dışında ne geneleve satılan kadınların, ne de işçi kadınların lakapları ya da soyadları olmamasıdır. Kanımca bu iki nedene dayanabilir, birincisi ataerkil ilişkileri içinde kadının kapitalizmde daha da önemsizleştirilmesi gerçeği, ikincisi, belki de kadının kapitalizmdeki tek önemi olan ucuz emek kaynağı olarak kapitalizmin üretim ilişkileri içerisine yeni yeni giriyor olmasıdır.
Sonuç Yerine: “İşçi Sınıfı Kültürü” Sorununa Değini
Türkiye’de modernleşme hareketleri hakkında çeşitli görüşler ortaya konsa da üzerinde hem fikir olunan bir nokta vardır ki, o da modernleşme sürecinin Cumhuriyet öncesine kadar uzandığıdır. Kemalist burjuva devrimi modernleşmenin özünü koruyarak sürdürmekle beraber aynı zamanda kendisinden önceki dönemden de bir kopuştur. Modernleşmenin bu topraklarda her adımda kültür, din, siyaset, eğitim gibi üst yapısal öğelerde başladığı görülür ki bu da aslında geç-modernleşme süreçleri yaşayan uluslar için görülen ortak eksendir. Kapitalist üretimin ve onun yarattığı ilişkilerin ilk olarak ortaya çıktığı coğrafyalara bakıldığı zaman orta ve büyük ölçekli kent sayılarının bu üretimin ve ilişkilerin gelişimine bağlı olarak hızla arttığı görülür ve modernleşme tüm bu bütünsel işleyişe eşlik eden üst yapısal dönüşümler olarak cereyan etmiştir. Aksine, üst yapısal dönüşüm ve “dönüştürmeler”in üretim yapısından önde gittiği Türkiye gibi örneklerde ise kentleşme daha çok göç olgusu üzerinden gerçekleşmiştir. Kanımca bu nedenle kapitalizmin çocuğu olan işçi sınıfı ise oluşurken iki kültürel belirlenim altında kalmıştır. Birincisi köyden-kırsaldan getirdiği kültürel olgular, ikincisi göç ile içine bir anda düştüğü kapitalist ilişkilerin ürettiği kültürel olgular. Bu bence çok genel planda geç-modernleşen coğrafyaların genel karakteridir de.
Söz konusu romanın yazıldığı dönemlerin penceresinden ilk görülecek olan şey kırdan getirdiği tanrısına inanacaktır işçi sınıfı üyeleri, ancak allahına da, kitabına da, kuluna da küfredecek, yalan söyleyecek, ikiyüzlülük yapacak, esrar da çekecek, geneleve de gidecek… cek, cek, cekdir. Fakat bu aslında içinde bulundukları bir kültürel buhrandır; kapitalist sistem tüm metaları ürettirecek, her şeyi metalaştıracak, onun çıkarsız kadın-erkek ilişkilerini dahi, onların sırf yaşamda kalma uğraşlarını kullanarak çürütecek ve “ahlaksızlık” olarak yaftalayacaktır. Kapitalizm, üretici güçlerini, onlara ürettirdiği metaların tüketimlerinin kültürü içine hapsedecektir. Tarihsel hareketlilikler içinde sınıf olma farkındalığına varan sınıf üyeleri de, kapitalist sistemin onlarsız yapamadığı toplumsal formasyonun bütünündeki egemen kültürel-ideolojik yapının eşitsiz ve bileşik unsurlarından hareketle yaşamlarının her alanında kendilerine yönelttiği kültürel ve ideolojik bombardımana maruz kalacaklardır. Sözünü ettiğim bu eşitsiz ve bileşik unsurlar işçi sınıfının da taşıdığı din, milliyetçilik, şovenizm, belki de tek taşıyıcısının işçi sınıfı olduğu hemşehricilik vb. gibi unsurlardır.
Kapitalizm bir dönem pek de ihtiyaç duymadığı hemşehrilik gibi bağlara, bugünkü koşullarında sınıfı darlaştırıcı, atomize edici unsurlardan birisi olarak ihtiyaç duymaktadır. Kimi bağlamlarda sınıfın tarihsel köklerinde bulunan hemşehricilik gibi kültürel olgular, kapitalizmin yeni ihtiyaçlarıyla uyumluluk bulduğu ölçüde sistem açısından edilgenleştirici bir unsur olarak, hatta post-modernizm bağlamlı ideolojik manüpilasyon aracı olarak da kullanılabilmektedir..
Dipnotlar
- Bu durumun nedeninin Orhan Kemal ve eserinden kaynaklanmayıp, romanın en nihayetinde bir sanatsal uğraş olduğundan kaynaklandığını düşünüyorum.
- Orhan Kemal, Bereketli Topraklar Üzerinde, İstanbul, Tekin Yayınevi, 2000.
- Bu bölüm, inceleme nesnemiz edebi bir metin olunca haddimizi aşmamak ve zorlama yorumları törpülemek için Fethi Naci’nin eleştirisine dayanarak kontrol edilmiştir: Fethi Naci, 50 Türk Romanı, İstanbul, Oğlak Yayıncılık, 1997.
- Orhan Kemal, Bereketli Topraklar Üzerinde, Tekin Yayınevi, İstanbul, 2000, s. 222. Bundan sonra söz konusu romandan yapılan tüm alıntılar için yalnızca parantez içerisinde sayfa numarası kullanılacaktır.
- Şunu da belirtmek gerekir ki “hemşehrilik” ve akrabalık ilişkilerinin nitelikleri, anlamı ve işlevi göçedenlerin geldikleri yerdeki kültürel birikimlerine, toplumsal konumlarına ve kentteki deneyimlerine bağlı olarak çeşitlilik gösterebilmektedir. Bkz. Sema Erder, İstanbul’a Bir Kent Kondu: Ümraniye, (1996) İstanbul, İletişim Yay. 2001
- Paul Stirling, Turkish Village, New York, John Wiley(6)Sons Inc., 1965
- Burada insanın aklına birkaç soru geliyor. Neden tepkisini çat diye ortaya koyan, mert olan, tabiri yerindeyse “kodumuydu oturtturan” tipoloji etnik kimliğiyle tanımlanan Kürt Zeynel’dir de; çakır bakışlı, sünepe görünümlü, yine tabiri yerindeyse “muaviye tipli”, örneğin Ömer Zorlu gibi doğulu olmadığı su götürmez birisi değildir. Acaba Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’nin yaşanmış tarihine kadar horlanmaya, ezilmeye, haksızlığa karşı (sömürüye demiyorum) başkaldırının, isyanın sergilenmesinin, dışa vurumunun geleneksellik içerisinde kültürelleşmesine dönük bir gönderme yazar tarafından yapılmaya mı çalışılmıştır?