Türkiye solunun yakın geçmişinde iç içe giren kimi yönelimler ayırt edebiliriz. Bu yönelimlerin alt evrelere damga vuracak etkinliğe kavuştuğunu ise söyleyemiyoruz. Damga vuracak etkinlik derken sol içi perspektif tartışmalarını değil, toplumsal ölçeği kastediyorum. Bu durumda böylesi bir niteliğe kavuşan en önemli sol damarın Kürt hareketi olduğu saptanmalıdır.
Tabiatı gereği Kürt hareketi Türkiye solunun haritasının tamamını dolduramazdı. Ancak bir yandan Kürt hareketinin solun üzerine kalın bir gölge düşürdüğü, diğer yandan da Kürt hareketine bakış açıları farklı olan tüm sol kesimlerin, en azından bu hareketi başlıca değişkenlerden biri olarak gündemlerine aldıkları açıktır. Bu saptama, Kürt sorununun çözümünü liberal demokrasi projesinin ana halkası mertebesine taşıyan liberal sol, Kürt hareketiyle dayanışmayı temel siyasal açılım sayan kesimler ve Kürt karşıtlığını temel karakteristiklerinden biri haline getiren ulusal sol için geçerlidir. Sosyalist ya da komünist sola gelince, bizim bakış açımızda ne Kürt dinamiği siyasal hedeflerimizin anahtarı, ne de dayanışma görevi ile bir ortaklık zemininin kurulması ihtiyacı siyasal açılımlarımızın kaldıracı olmuştur.
Bugün solda tablonun Kürt dinamiğinin etkisiyle biçimlenen bölmeleri derin bir değişimi yaşamış bulunmaktadır.
İkinci olarak, damga vuracak toplumsal etkinliğe ulaşmasa da, “dalga” oluşturan çıkışlardan söz edilmelidir. Gazi Mahallesi döneminde kalan devrimci demokrasinin parlak günlerine kadar geri dönmeyeceğim. Burada akla gelen, “birlik” teması merkezinde yaşanan yapılanmalar ve özel olarak ÖDP’nin 1996 çıkışı olmalıdır. Farklı renkleri olmakla birlikte ana yönelimi itibariyle liberal ve demokratik bir Türkiye vizyonuna denk düşen ÖDP’nin dalgakıranı aslında 1999 seçimleri olmuştur. Sonra deyim yerindeyse uzatmalar oynandı. Bugün ÖDP adlı ne bir toplumsal olgudan, ne de bu yönde bir gelişim olasılığından söz edilebilir. Türkiye solu 1980 öncesinin ana akımlarına, Dev-Yol ÖDP ile, Kurtuluş SDP ile geri dönmüşe benziyor.
Sendikalara vuran daha az etkili bir dalga olarak EMEP’in de aslına rücu ettiği, ancak bu arada çok uygunsuz bir zamanda Kürt dinamiğinden “kaldıraç” üretme hayaline kapıldığı görülüyor.
Bu fazla somut manzaraya getirilen analitik bir formülasyonu Birikim dergisinde görebiliriz. Yılın ilk iki ayında Birikim’in ana başlıkları şöyle: Ocak, “ ‘Sosyalist sol’ – Bir bozgunun arka planı” ve Şubat, “Bir bozgunun arkaplanı – Tartışmalar”. Ortadaki bozgunun üstünü örtmekten başka işe yaramayan bu yayıncılık ne yaparsa yapsın, bugün Türkiye solunda sınıf mücadelesi ekseni ve bunun aracı olarak sınıf partisi dışında kalan açılımlar için durum gerçekten karanlıktır. Genel olarak “yeni sol” diyebileceğimiz bu arama-tarama çalışmalarında tılsımlı kavram olarak birlik, her bir bileşenin aslına dönmesi ile tükenmiştir. Bu elbette başlı başına bir bozgundur. Kürt faktörünü temel unsur sayan Kurtuluş çizgisi, perspektifini hayata geçireceği bir örgütsel forma tam kavuşmuşken, söz konusu faktör soldan kaçıp uzaklaşmıştır. Enternasyonalizm adına iş neredeyse Irak’a “Türkiye girmesin, ABD girsin” tezine vardırılmak üzeredir. Diğer tarafta EMEP, solun değil de işçilerin (işçi sınıfının da değil) birliği biçiminde yaptığı denemede tam anlamıyla geri püskürtülmüş bulunuyor.
Peki Birikim hangi bozgundan söz etmektedir? Genel Yayın Yönetmeni Ömer Laçiner’in “Ya… Ya…” başlıklı makalesi işe 3 Kasım 2002 seçimlerinden başlamakta, somut ve güncel değerlendirmelerden hareketle ana tezi gerekçelendireceği sanılırken, birden başımıza bildiğimiz şey gelmektedir. 20. yüzyılın başına doğru çok hızlı bir yolculuk yapılıp fatura Lenin’e kesildikten sonra çıkış yolu gösterilmektedir: “…geleneksel sosyalizmin zihnimize ve ayaklarımıza doladığı bağları artık kesinlikle geride bırakmalı…”1 Laçiner’in solun yukarıda adı geçen bütün birbirine benzemez kanatlarını “geleneksel sosyalizm” kategorisine doluşturduğuna mı yanalım, yoksa bir TV reklamını anmakla mı yetinelim… Hani her vesileyle aynı ürünü hatırlayan şahıs “hiç aklımdan çıkmıyor ki” der ya… Kısaca yeni solun geleneksel solu hedef tahtasına oturtması için özel bir gerekçeye ihtiyaç duyulmamaktadır.
Ama ortada bir bozgun gerçekten vardır. Bu bozgun şimdilik sol haritada bir hareketlenme, öznelerin yer değiştirmesi biçiminde sonuç vermektedir. Arada, kimi temalar, örneğin birlik, işçi sınıfının özündeki güç vs. sessizce kapı önüne terk edilmektedir. Bunlar yenilgi sendromlarıdır. Yenilgi sendromu kendini yeni siyasi temalar ve tezlerden ziyade psikolojik bir ortamla dışa vurmaktadır.
Genel olarak sol kendini “savunma mevzisinde” hissetmekte, bazen adını telaffuz etmekten korkarak, bazen de mazoşistçe tekrarlayarak “yenilgi”den söz edip durmaktadır.
Şimdi Türkiye’nin siyasal gündeminde sol ile yakın ilişkili kimi başlıklarda biraz dolaşacağız. Daha sonra toparlamak üzere…
Kürt faktörü
Gelenek’in geçen sayısında Kürt dinamiğine ilişkin bir yazım yayınlanmıştı. Geçtiğimiz haftalarda televizyonda 32. Gün programında HADEP’li yetkilileri izledik. Yeni ve eski yöneticilerin, Kürt siyasetinin başka noktalarında yer tutan kişilerin anlaştıkları bir nokta vardı: Yenilgi.
“Türkiye Partisi” olamamışlardı. Söylenenlerden, Türkiye partisi olabilmek için sağa gitmekten başka çare çıkmıyordu.2
Savunma mevzisi ifadesi Kürt cenahı için hafif bile kaçıyor. Siyasetin bu kanalında artık bir ciddiyetsizlik göze çarpıyor. Irak’taki ABD saldırganlığını önce onaylayan Kürt siyasetçileri, sonra fillerin dövüşünden bir fayda çıkmayacağından olsa gerek, tutum değiştirmeye yöneldiler. Bir tarafta KADEK ateşkesin sonu için tarih ilan etmekte, ama tarihler gelip geçmektedir. Öcalan’ın tecridine karşı oluşturulmaya çalışılan gündem sansürün duvarlarına çarpıp geri gelmektedir. Mücadelenin halk/kitle faktöründe düşüş barizdir.
Bu arada diplomasi alanında hareketin tarihindeki en etkisiz noktaya gelinmiştir. Tecrit sürerken İsveçli bir bakan Diyarbakır’a gitmesi için çıkan izinle tatmin olmakta, başka bir şey de olmamaktadır.
Diyarbakır yakınlarında patlayan silahlar Ankara’ya yetmemiş olacak, Türkiye’de artık kuzeyli değil güneyli Kürtlerin oluşturduğu tehditten söz edilmektedir.
Görünen o ki, Kürt hareketi düşürüldüğü açmazda siyasetsiz ve çaresiz, şu günlerin geçmesini bekliyor. Kürt hareketi adım atmadığı sürece gündemden düşmekte, tabanı daralmakta ve inisiyatif geliştirme yeteneği iyice zayıflamaktadır. Ama adım attığı anda da, düzeni tehdit etmekten yalnızca belli bir radikal formu anladığı için, Ankara’nın “düşük yoğunluklu Kürt tehdidi” ihtiyacına denk düşmektedir.
Hiçbir savunma mevzisi bu kadar çaresiz olamaz.
Kürt dinamiği, Türkiye’de düzen için içsel bir kriz dinamiği niteliği taşımaktan ve dolayısıyla mücadele edilmesi gereken bir taraf olmaktan çıkartılmaya başlamıştır. Kürt dinamiği, Türkiye egemen güçleri için bölgesel politikalar çerçevesinde yönlendirilebilir bir dış faktör haline getirilmektedir. Bu tablo Kürt emekçileri ve yoksulları için son derece trajiktir.
Bu koşullarda solda, verili siyasetsiz ve sağa kaymış Kürt hareketi ile dayanışma rüzgarlarının etkili olması da mümkün değildir. Solda bu yönde gösterilen çabaların, doğu kaynaklı bir cazibeden çok batıda işlerin iyice kesat gitmesine bağlanması yerinde olur.
Öte yandan düzen içi süreçler tam tersine ısınacağa benziyor. Gazeteci Tuncay Özkan’ın önce Akşam gazetesinde sonra da kitabında yayınladığı Talabani ile Türkiye Dışişleri’nin 1992 tarihli görüşme tutanakları3 oldukça ilgi çekicidir. Talabani düpedüz Güney Kürdistan’ın Türkiye’ye iltihak etmesini veya Türkiye tarafından ilhak edilmesini önermekte, karşılığında başka şeylerin yanı sıra Kürt sorununun “bitmesini” vaat etmektedir. Gerçi yılda birkaç kez taraf değiştirmekle ünlenen ve Barzani tarafından “herkesin ajanı”, Rafsancani tarafından ise “Ortadoğu’nun fahişesi” diye anılan bir kişiliğin sözü Ankara için hafif kaçmaktadır, ama burada önemsenmesi gereken, bahsi geçen belgelerin tam da şimdilerde ortaya dökülmesidir. Türkiye’de düzenin önündeki bir ciddi olasılık savaşla birlikte şu veya bu diplomatik formül altında Irak Kürdistanı’nda askeri ve siyasi “alan tutmak” olacaktır. Bu durumda Ankara, Kürt faktörünü bir bölgesel etkinlik enstrümanına dönüştürme şansını arayacaksa, bedeli bugüne kadar Irak’ta yaşam alanı bulmuş kimi dinamiklerin artık biraz da “Türkiyeli” hale gelmeleri olacaktır.4
Bu arada, 1960’lardaki Türkiye KDP (ve bunun dışında bir ikinci deneme olarak Türkiye’de KDP) girişimlerinden sonra, sanırım ilk kez, burjuva partilerinden ve devlet organlarından özerk bir Kürt sağının, siyasal anlamda önünün açıldığı görülmektedir. Kürt siyasetinin soldan kaçışı, ilk aşamada önemsizleşme anlamına gelmektedir. Ancak sürecin bir sonraki adımında ille de böyle olmak zorunda olduğu düşünülmemelidir.5
Düzen zeminindeki siyasal üretimin olası canlanması, ulusalcı “sol”un anti-Kürt pozisyonlarından da farklılıklar içerecektir. Yukarıda değinilen “araştırmacı gazetecilik” (!) kitabı, bu açıdan da işaretler veriyor.
ABD’ye ve genel olarak batı dünyasına kuşkuyla bakacaksınız, bu alanı anti-emperyalist sol girdilere kapatacaksınız, Türkiye devletinin çıkarlarının merkezde tutulduğu bir Kürt kardeşliği modeli üzerinde çalışacaksınız…
Irak Savaşı sonrasında, Güneyli Kürt hareketleriyle ilişkilerde kontrolsüz bir düğümlenme yaşanmaz ise Türkiye’de böyle bir “sol kolu” olan “ulusalcı” bir çizginin rağbet bulması mümkündür.
Komünist hareketle ilgili bir boyuta ya da göreve bu noktada değinebiliriz: Kürt hareketinin toplumsal etkinliğinin sol üzerine kalın bir gölge düşürdüğünü söylemiştim. Bu maddi durumun artık iradi olarak ortadan kaldırılması gerekliliği açıktır. Ama tersi mutlaka olmalı, sol tarafından ihmal edilmemelidir: Kürt dinamiğinin üzerine sosyalizmin gölgesi düşürülmek zorundadır. Bu ortam sağlanmaksızın söz konusu kaynaklardan ilerici, solcu, devrimci bir gelişim beklemek için ortada herhangi bir neden kalmamıştır.
Solda tasnif: Ulusal sol
Ulusalcılara temas etmişken; kanımca solda mevcut kategorilerin bir tanesi olarak ulusal ya da milliyetçi solun “düşürülmesi”nin zamanı gelmiştir. Ulusal bir sol yorumun burjuva milliyetçiliğinden farkı olması gerekir. Türkiye’de yakın geçmişin bu kategorisinin ise farkı kalmamıştır. Ulusal da olsa adına “sol” denecek ise, faşistlerle benzeşmenin mutlak bir sınırı olması, hiç olmazsa sahiplerini rahatsız etmesi, utandırması gerekir. Bunlar bitmiştir. 3 Kasım sonuçlarında oylarının düşüklüğünü Genç Parti faktörü ile açıklayan, MHP ve BBP ile kol kola yürümekten yüksünmeyen İP’ye sol denmesi yanlıştır ve gereksiz bir lükstür.
Ancak bir gereksizlik olmanın ötesi var. Türkiye’de siyasette ulusal tonlamaların geleceği, 12 Eylül paşalarının Amerikancılığı örtmeye bile hizmet edemeyen demagojileri ile MHP’nin Kürt karşıtı ırkçı pratiği bir kenara bırakılırsa, önümüzdeki dönem, uzun yıllardır olmadığı ölçüde açık olacaktır. Bu öngörünün önemli çıktıları vardır.
Ulusal tonlama denen olgu, burjuva siyasetinin merkez kulvarlarında kaçınılmaz olarak daha az zemin bulacak. Nedeni doğrudan, merkezi tutan büyük sermayenin “gayrı milli” kimliği. Sermayenin “küreselleşmesinin” doğrudan ürünü, tek tek ülke sermaye sınıflarının kendilerini ulusal pazar, ülkenin üretici güçleri, ulusal kaynaklar vb. faktörlerle değil, uluslararası sermayeyle ortaklık ilişkisi aracılığıyla tanımlar hale gelmeleridir. Borsanın ABD ile uyuma paralel olarak değer kazanması, patron kuruluşlarının düzenin en pervasız militarist ve Amerikancı kanadını oluşturmaları rastlantı değildir. Bu durum liberal, merkezci muhafazakar veya sosyal demokrat akım ve siyasi partilerin “ulusal çıkarlar” başlığına yeterli yığınak yapmalarını imkansız hale getirir.
Peki egemen sınıfın ulusal çıkarlardan kaçışı veri ise ve sürecekse, siyasette bu tür temaların önemlerinin de peşi sıra azalması gerekmeyecek midir? Doğrusu, kapitalizmin liberalleşmesi, burada aynı anlama gelmek üzere “küreselleşmesi”, Türkiye için Avrupa Birliği bağlantılı reform süreci ve (burjuva) demokratikleşme doğrusal bir hattı temsil etseydi, sorunun yanıtı evet olurdu. Oysa evrensel ve ülke ölçekli örneklerini verdiğim bu süreç, derin çelişki ve mücadeleler vaat etmektedir. Sol ve sağ liberallerimizin özgür bireyleri galiba hep düşlerde ve atışın serbest olduğu televizyon açık oturumlarında kalacaktır.
Çelişkinin yatağı bir kolektif belgede formüle edilmiş bulunmaktadır:
“Türkiye egemen güçleri bölgede yaşanan her gelişmeden ülkenin stratejik öneminin daha da azaldığını okumakta ve huzursuzluk biriktirmektedirler. (…) egemen güçlerin huzursuzluk birikimi patlamanın eşiğine gelebilir. (…) Boyutları nereye varırsa varsın, Türkiye’de ‘ulusal çıkarlar’ temasının siyasete damga vuracak bir eksen oluşturması muhtemeldir.”6
Büyük burjuvazi ne hissederse hissetsin, düzenin ulusal çıkarlar başlığını terk etme olanağı olmayacaktır. Bu tablo, nesnel olarak bir yarılma durumudur. Türkiye’de büyük sermaye ile burjuvazi adına egemenlik mekanizmalarını çalıştırmayı üstlenmiş olan egemen güçler arasında ciddi bir mesafe açılmaktadır. Bu mesafe kendi başına önemlidir. Sosyalizmin ağırlık koyarak devreye girdiği bir durumda çok çok önemli hale gelecektir.
Konumuza dönersek, ulusalcı temaların siyasetteki yeri daralmak yerine genişleyecek, bu eğilim burjuva düzeninin ilgili kurumlarında giderek bir şizofreniye dönüşecektir. İçinde bulunduğumuz konjonktürde düzenin başlıca kriz dinamiği burada yatmaktadır.
Solda bu tabloyla ilgili boşluk bir “ulusal/milliyetçi solculuğu” göreve çağırmak zorunda değildir. Yukarıda söylediğim gibi ulusal solun burjuva milliyetçiliğine iltihak etmesiyle bu alanın ciddiye alınır bir adayı da kalmamıştır. Ancak ileriye kritik bir görev devrolmuştur: Komünist hareket ulusal değerler başlığında yalancı temsilcileri devre dışı bırakacak cesur bir kimliği acele geliştirmelidir.
Komünistlerin “gerçek yurtseverler” oldukları doğrudur. Her egemenlik gibi işçi sınıfı iktidarının da kendisini “ulusun temsilcisi” olarak sunmayı gerektirdiği Marx’ın Alman İdeolojisi’nden bu yana bilinmektedir. Ancak açıkça kabul edilmelidir ki, Türkiye solu, ulusal çıkarları temsil iddiası açısından, siyaset arenasında, 1970 öncesinde fazla hata yapmış, 1970’lerden bu yana ise düpedüz yaya kalmıştır. Bu çarpıklığın düzeltilmesi için gerçekten cesur hamlelere ihtiyaç vardır. Bu görev yerine getirildiği ölçüde ulusal sol alana yeni birilerinin girmesinin önü alınacak, solculuktan çoktandır feragat edenlerin kendilerini böyle yutturmaları olanaksızlaşacak, asıl önemlisi siyasal ve ideolojik düzlemlerde düzenin artan kırılganlığına seslenmek ve müdahale etmek mümkün hale gelecektir.
Solda tasnif: Liberal sol
Büyük Washington Yürüyüşü’nü duydunuz mu? Dünya medyasında yapılan (kelimenin gerçek anlamıyla söylüyorum) eylem reklamında son sözcükler “without leaving home” (“evden çıkmaksızın”) idi.
Biz Türkiye’de, bu adamlar ve kadınlar neden böyle zıplıyorlar, anlamaya çalışırken, elin liberali “aşmış” da, haberimiz yokmuş! Evden çıkmadan yapılan yürüyüş telefon ve e-maile dayanıyor. Beyaz Saray’dakilerin ne denli dehşete kapıldıklarını düşünmek bile istemiyorum. Sığınaklara saklandıklarını tahmin ediyorum!
Şaka yaptığıma bakmayın, o bile insanın içinden gelmiyor. İnsanların yüzlerle, binlerle ölecekleri bir savaşın arifesinde liberal solun veya orta sınıf tepkiselliğinin yaratıcılığı asap bozucudur.
Öte yandan sayısız kent, toplamı on milyonlara varan ve hiç de “sanal” olmayan eylemlere sahne olmuştur ve bu eylemler de kuşkusuz orta sınıf tepkiselliğinin damgasını taşımaktadır. İçeriği, hedefleri ve biçimleriyle… Orta sınıf tepkileri, hele barış temasıyla yükseldiğinde karşımıza ideolojik siyasi ve biçimsel açılardan kaotik bir fotoğraf çıkması kaçınılmaz oluyor. Bu kaotik fotoğrafın sürüp gitmesinde ciddi kısıtlarla karşılaşılması da kaçınılmazdır. Ancak bir ana ton olarak kendini hissettiren sol liberalizmin berraklık getirmeye ne olanağı ne niyeti olabilir. Tersine söz konusu belirsizlikler liberalizmin nefes alıp vermesi için elverişli ortamı sunmaktadır. Dolayısıyla halinden memnun görünen orta sınıf tepkiselliğinin ömrünü kendi dışındaki faktörler tayin edecektir. Uluslararası komünist hareket ve işçi sınıfı karakterinin baskın faktör haline gelmesi bir olasılıktır.
Yukarıda bir uç örnek verdim. Anlatmak istediğim şu: sol liberalizm bir genel doğrultu olarak bugünkü “küreselleşme karşıtı” dalgayı sanallaştırma eğilimindedir. Bu eğilimin mantıksal sonuçlarına varması elbette mümkün değildir. En liberal veya liberter muhalif bile sokaksız yapamaz. Ancak hangi aşamaya varırsa varsın, bir gerilim olacak. Gerilim söz konusu eylem çizgisinin emperyalizmin başvurduğu araç ve yöntemlerle denk olmamasından kaynaklanıyor. İlk bakışta sanılanın tersine, bu dönemin dünya çapında sol liberalizmi beslediği çok doğru değildir. Olsa olsa beslenme dengesizliğine bağlı bir dizi hastalığa açık bir yapı vardır karşımızda.
Türkiye bu açıdan batı ülkeleri kadar bereketli değil. Bizdeki sol liberal çizginin toplumsal etkinlik açısından bir eşiği geçme şansı, kanımca bulunmamaktadır. Yeni toplumsal hareket “kadrolarının” medyatikliği buna yetmeyecektir. Sonuç olarak, mücadele ciddiye bindikçe verili liberter atmosferin emekçi karakterine yer açmak üzere yeniden biçimlenmeye açık olacağını düşünüyorum. Bu çizgi kendi varlığını anlamlandırmak açısından sorunludur. Örneğin “ışık kapatma” eylem önerisinin Susurluk günlerinden farklı olarak kitlesellik kazanamayışının arkasında, bu yatmaktadır. Türkiye’de liberal solun örgütlü karşılığı olarak ÖDP’nin içinde bulunduğu konum kısıtlılığı perçinlemektedir.
Şimdi burada nakarat gibi aynı vurguyu yapacağım. Sınıf karakterinin öne çıkabilmesinin başka herhangi bir şeyle ikame edilemeyecek ön koşulu komünist önderliktir.
Sol liberalizmin potansiyellerine ilişkin kötümserliğimin bir kaynağı emperyalizmin silahların denkliğini bozması ise, bir diğeri burjuva ideoloji ve siyasetindeki yeni reformist arayışlardır. Oyunbozanlık daha ziyade ABD’nin faşizan militarist ve kaba emperyalist politikalarından örneklerle düşünülebilir. Bu politikalar sol-liberalizmin alanını daraltmaktadır. Yeni reformist arayışlar veya Metin Çulhaoğlu’nun geçen Gelenek’te kullandığı kavramla “küreselleşme reformizmi”7 bir başka cepheden alan daraltıcı etkide bulunmaktadır. Küreselleşme reformizmi, sol-liberalizmin de yelkenini dolduracak bir rüzgar yaratmakla birlikte, siyasetin somut öznelerin omuzlarında taşındığını düşünürsek, sorun yelkenleri açacak tayfa bulunmamasında veya direğin kırılıvermesindedir. Örnek olsun, yeterince sağa kayan Fransız KP “yeni sol” etiketli Sosyalist Parti karşısında varoluşunu anlamlandıramaz olmuştur. Türkiye’de kendine biraz çeki düzen veren bir “sosyal demokrasi”nin ÖDP tipi oluşumlara alan bırakmayacağı açıktır.
Bugün dünya kapitalizmi iki çelişik eğilimi birlikte gündemde tutmaktadır. Bir tarafta sistemin kısmi reformlara tabi tutulması, çelişkilerin yumuşatılması ve emperyalist uzlaşmalar; diğer tarafta ABD saldırganlığının yola devam etmesi, eşitsizliklerin derinleşmesi ve emperyalist paylaşım. Bana kalırsa ne biri ne diğeri solda liberalizme güvenli bir gelecek vaat etmektedir.8
İşçi sınıfından beklemek
Yukarıda değinilen sol dinamiklerin yenilgi sendromundan muzdarip olmalarını olağan karşılamak gerekiyor. Ne “işveren rehberleri”, ne askerlere yönelik gerçeküstücü güven, ne de İnternet ortamında ya da alanlarda zıplamak bu sendromu örtmeye yetiyor. Daha marjinal savunma reflekslerine de rastlanabiliyor. Örneğin işçi sınıfına yönelik sendikalist-ekonomist çağrışımlı abartılı beklentiler ve, aynı anlama gelmek üzere, işçi sınıfı söz konusu olduğunda iğneyle kuyu kazmanın gerçek sınıf siyaseti olarak sunulması….
Yalnızca örnekleri var olduğu için değil içinde bulunduğumuz dönemde solun haritasında bir hareketlenme yaşanıyorsa bu yönelim tamamen klasik bir refleks olarak şekilleneceği için ele alınmayı hak etmektedir.
ÖDP’den doğan Siyasi Gazete bu yolun teorisine ve enternasyonalist deneyimlerine ilgi duymaktadır. Bu gazete sayesinde “Avrupa’da yeni sendikal deneyimler açısından umut verici gelişmeler”den haberdar olma şansı bulabiliyoruz:
“Biz kendimizi kesinlikle, bilinen anlamda ücret mücadelesiyle sınırlayan bir sendika olarak görmüyoruz. COBAS’ın (taban komitesi anlamına geliyor ve yeni sendikal deneyimin adı oluyor – AG) kuruluşundan beri açıklanan hedefi, klasik ekonomik sendikal mücadeleyi, ülkedeki diğer politik ve sosyal mücadelelerle birleştirmektir. (…) Günümüzde ücret ve iş güvencesi için verilen her mücadele politik bir mücadeledir. (…) COBAS özellikle de en çok dışlananları örgüte çekmeye çalışıyor. Örneğin işsizleri ya da klasik sendikalar tarafından temsil edilmeyen, iş akdi olmadan çalışanları. Dahası (…) emeklileri, göçmenleri ve marjinalleştirilmişleri de örgütlüyor. (…) giderek güçlenmemize rağmen, hareketin büyümesine denk düşen bir politik başarı yok. Tersine ardı ardına yenilgi yaşıyoruz. Özelleştirmeler gönül rahatlığı içinde sürdürülüyor, sosyal yıkım, savaş hazırlıkları (…). Küçük başarılarla ilerlemedikçe sol, somut değişimler gerçekleştirme iddiasını yitirir. Herkesin bir şekilde sevdiği, ama politik etkisini yitirmiş sempatik bir hareket haline gelebilir. Bunu engellemek için aslında ‘Başka bir dünya mümkün’ sloganının içerdiği esaslı alternatif talebimizi formüle etmek zorundayız.”9
Bu uzun alıntının oldukça açıklayıcı olduğu kanısındayım. Türkiye’de çeşitli adlar taşıyan irili ufaklı sendikal platformların, özel olarak kamu emekçileri hareketinde yer tutan “küreselleşme karşıtı” gruplaşma veya eğilimlerin, kimisi adı geçen gazetede de tanıtılan işçi sınıfının “en çok dışlananlarına” yönelen sendikal girişimlerin, hatta “toplumsal hareket sendikacılığı” gibi oluşumların yukarıdaki betimlemede kendilerinden önemli parçalar bulacakları açıktır.
Bir kere, bu akım siyaset ile ekonomik mücadeleyi bütünleştirme iddiasındadır. Ancak bütünleşmenin tek gerçek ayağı, işçi sınıfının siyasi örgütü, partisi gündemde yoktur. Sonra sınıfın sayısı giderek kabarıklaşan, ama tanım gereği plebyen biçimler de dahil orta sınıf ideolojilerine açık, daha önemlisi örgütlenme yetisi en düşük kesimleri hedef kitle ilan edilmektedir. İşçi sınıfının, kendinden başka kesimlerini etkileme potansiyeline sahip, geleneksel sanayi proletaryası çekirdeği kaybedilmiş sayılmaktadır. Devam edersek, (ekonomik mücadelenin kopartılmadığı) siyaset küçük başarılara endekslenmektedir. Küçük başarıların toplamından oluşan bir siyaset alanı kavrayışı yatmaktadır bunun altında. Siyasi iktidar fikrine yabancı kalan bu yolda “büyük siyasetin” pusulası ise tahmin edileceği gibi Dünya Sosyal Forumu’nu göstermektedir.
Küreselleşme karşıtlığı tanımıyla anılan orta sınıf hareketi ideolojik hegemonyası altına aldığı bir dizi (bürokratik) işçi sendikasını da içeriyor. Bunların yanında daha has küreselleşme karşıtı (veya alternatif küreselleşmeci) bir liberter/sol liberal departman daha şekilleniyor.
Bugün işçi sınıfı mücadelesini, sınıf ideolojisi, sınıf siyaseti ve sınıf partisi merceklerinden göremeyen öbeklerin Türkiye’de uzun bir liste oluşturmaları pek mümkündür. Bu öbekler içinde samimi olarak sol liberalizme proleter alternatif oluşturma arayışında olanlar da mevcuttur. İşin bu yanını bir tarafa bırakırsak söz konusu çabaların somut faaliyet programı iğneyle kuyu kazmaktır.
Burada sosyalizm mücadelesinin doğasında olan emek-yoğun karakterden bahsetmiyoruz. Verimsiz ve sonuçsuz, ideoloji, siyaset ve örgüt ayaklarından yoksun kaldığı sürece sürekli tırmandığı tepeden geri yuvarlanmaya mahkum bir devinim ortaya çıkmaktadır.
Verimsizlik bu devinimin kendini rasyonalize etme ihtiyacını olağanın ötesinde şiddetle arttıracaktır. O zaman yürekleri Porto Allegre’de çarpan bu kafası karışık çevrelerin, burjuva siyasetinin ne denli kısır, önemsiz ve göstermelik olduğunu, aslolanın sınıfın gündelik yaşamı, sömürü koşulları olduğunu anlattıklarını duymaya başlarsınız: örneğin ülkede savaş gündemi özelleştirmeleri ve işten çıkartmaları gözlerden saklamaktadır, düzen parti ve kurumları arasındaki tartışmalar sunidir, Kıbrıs gündemi emekçilerin gerçek yaşantısında tek bir santimetrekare yer tutmamaktadır vb…
Türkiye böyle bir çaresizlik ülkesi asla değildir. İşçi sınıfı için memleket ve dünya meseleleri lüks değildir. En önemlisi memleket ve dünya meselelerine ilişkin sınıf tavrı üretemeyen bir işçi sınıfı, ekonomik saldırılar karşısında özveride bulunmaya açık, savaş başlığında şoven demagojilere karşı savunmasız kalacaktır.
Sonuç yerine
Türkiye’de taban dinamiklerinin yeterince canlı olmadığı açıktır. Ayrıca yakın gelecekte bu açıdan sarsıcı canlanmalara tanık olacağımızı iddia etmek için de güçlü veriler bulunmamaktadır. Türkiye’de burjuva egemenliği liberal bakış açısını gündelik hayata yedirmiş, yoz bir pragmatizmi, haklıdan değil güçlüden yana tutum alma eğilimini halkın refleksi haline getirmiştir. Türkiye’de düzenin siyasal egemenlik mekanizmaları hem güçlü geleneklere oturmaktadır, hem de yetkin bir güncel donanıma sahiptir. Türkiye’de emperyalizmin gerek doğrudan gerekse toptan işbirlikçi konumdaki sermaye sınıfı aracılığıyla kendine açtığı son derece geniş bir manevra alanı vardır. Düzenin yerleşik koordinatlarını bozan İslamcı veya Kürt faktörleri birer kriz dinamiği olmaktan uzaklaşmıştır.
Bütün bunlar ne kapitalizmi krizlere bağışık hale getirmiştir, ne de perspektif ve program anlamında egemen güçlerin zihnini berraklaştırmıştır.
Türkiye siyaseti ciddi ve gerçek altüst oluşlara mahkum olduğunu, görece istikrarlı bir ara dönem getirmesi umulan genel seçimlerin hemen ardından defalarca kanıtladı. Yukarıda değinilen büyük sermaye ile egemen güçlerin kimi kritik unsurları arasındaki yarılmanın iki yakası bir araya getirilemeyecektir. Yarılmanın bir tarafında emperyalist piramidin ortalarında yer alan bir ülke olarak Türkiye’de egemen sınıf olarak burjuvazinin kendisine ait bir ülke-ulus “tapusu”na ihtiyaç duymaz hale gelmesi durmaktadır. Öte yanda tanım gereği yalnızca böyle bir ülke-ulus ölçeği üzerinde yaşama olasılığı bulunan egemen güçler var.
Bu çelişkinin yaşandığı bir ülkede ne kapitalist düzen emperyalist bağımlılık zincirinden ayrı bir varlığa sahip olabilir, ama ne de egemenlik mekanizmaları emperyalizme toptan teslim edilebilir. Ne dünyada bağımsız bir kapitalist ülke kurulabilir, ne de Türkiye muz cumhuriyeti statüsüne döndürülebilecek bir ülkedir. Elbette burjuvazinin sınıf çıkarları doğrultusunda ulus ve ülke kavramlarına yabancılaşması mantıksal sonuçlarına götürülemez. Ve elbette başta askerler olmak üzere bürokrasi pozisyonunu emperyalizm ile mücadeleye evriltebilir. Ama Türkiye önümüzde uzanan, zaman sınırı belirsiz bir süreci bu çelişkilerin damgası altında yaşayacaktır.
İş burada bitmemekte, emperyalist sistem iç gerginlikler çıtasını yükseltmekte ve Türkiye siyaseti bir de bununla kuşatılmaktadır. Emperyalizme mahkum Türkiye, emperyalizmin güncel yönelimleri içinde önemsizleşmeye mahkum edilmektedir.
Bu çelişkilerin kapitalizm altında tutarlı, dengeli, istikrarlı bir çözümü bulunmamaktadır.
Bu koşullarda Türkiye’de sol için başka güç odaklarına bel bağlamak yalnızca onursuzluk değil ayrıca çok lüzumsuz bir yönelim olur. “Başka güç odakları”nın üzerine gölge düşürme şansı solun önünde durmaktadır.
Bu koşullarda yenilgi sendromuyla kıvranmak ve bunun kaçınılmaz sonucu yenilginin nedenlerini masaya yatırmak üzere “mutfağa çekilmek” saçmalıktır.
Bu koşullarda solun siyaset pratiğinin, kimi dönemlerde kaçınılmaz olan iğneyle kuyu kazma tevazusuyla algılanması körlüktür. Acilen geliştirilmesi gereken ideolojik, siyasi birikime yönelmek yerine zamanla göle dönüşecek damlaları perspektif diye yutturmak büyük bir çaresizlik anlamına gelecektir.
2003 Türkiye’sinde nesnellik solcu için elinden geleni yapmış, yoğrulacak bir malzemeyi getirip önümüze yığmıştır. Soru, devrimci siyasetin tanımını hayata geçirip geçirmeyeceğimizdedir. Çözülmesi gereken denklem, malzemeyi yoğurmak için gerekli donanım, cüret ve yaratıcılıkla ilgilidir.
Dipnotlar ve Kaynak
- Ömer LAÇİNER; “Ya… Ya…”, Birikim, 165, Ocak 2003, s.26.
- Hatırlanacağı gibi oldukça uzun süre önce Kürt hareketinin “Kürt işadamlarına” dönük açılımları olmuş, örgütlenme çalışmaları yapılmıştı. Bu doğrultuda bir yeni girişim var ve kanımca bu girişimin de Türkiye Partisi paketinin içinde düşünülmesi mümkün: Avrupa’da yayınlanan Özgür Politika gazetesinin verdiği habere göre “İlk Kürt İşveren Rehberi Çıkıyor!” (08.03.2003). Haberden rehberin altı ayda hazırlandığını, 16 ülkeyi ve 1500 işyerini kapsadığını ve “Kürt İş Dünyası’nı birbiriyle buluşturmada önemli bir eksikliği gidereceğini” öğreniyoruz.
- Tuncay ÖZKAN, Entrikalar Savaşı, Alfa Basın Yayın Dağıtım, 3. Basım, Şubat 2003, s. 21-28.
- Yeri gelmişken, ikinci tezkerenin Meclis’ten geçememesinin hemen ardından KDP’nin merkezi konumundaki Erbil’den başlayarak örgütlenen “Türk işgaline karşı” eylemlere dair bir not düşebiliriz. Bu eylemler ABD’nin kuzey cephesini meşrulaştırmakta, hem Türkiye’yi savaşa mahkum etmekte hem savaş mazereti hediye etmekte, batıdaki çeşitli “baskı gruplarını” harekete geçirerek Türkiye ile pazarlığında ABD’nin elini güçlendirmekte… Burada bir Kürt yurtseverliğinin izi bile yoktur. Çünkü pankartların bir bölümünde de ABD’ye “welcome” denmektedir. Tarihte ilk kez Güney ve Kuzey Kürtlerinin Türkiye’ye karşı birleşecek olmalarından dem vuran kimi safdiller bir yana, bu tablo Irak’ın gerici Kürt hareketlerinin ne devlet, ne parti, ama birer provokasyon örgütü niteliği taşıdığını gösterir.
- Kürt siyasetinin kendi üslubunca solda konumlandığı dönemde, genel olarak düzenin bölgede bir çözülmeye uğramasıyla birlikte Kürt islamcı sağı, sadece bir çete örgütlenmesi olarak Hizbullah/Hizbulkontra biçimini almamış, “muhalefet” alanında daha özerk yayın ve örgütlenme çabalarıyla da kendini hissettirmişti. Son zamanlarda, islamcılardan farklı olarak, çok daha siyasi, liberal ve “güney” esintili Serbesti dergisi açıkça sağcı Kürt siyasetinin bir yeniden yapılanma girişiminin habercisi konumundadır.
- TKP MK, “Rapor: 2002 Sonunda Durum Değerlendirmesi – AKP Hükümeti, Kıbrıs ve AB Süreci”, Komünist, 97, 27 Aralık 2002, s. 14.
- Yalnızca hatırlatmak için aktarıyorum: “‘Küreselleşme reformizminden’ kastedilen, vahşi kapitalizm de denilen tam boy piyasacılığa ve dizginsiz liberalizme belirli sınırlar getirilmesi ve buralarda kimi rötuşlar yapılmasıdır.” (Metin ÇULHAOĞLU, “Sosyalist Hareketin İdeolojik Gündemi”, Gelenek 76, Ocak-Şubat 2003, s. 25.)
- Burada akla gelecek bir örnek, sol-liberal esinli Brezilya İşçi Partisi’nin yakın geçmişteki başarısıdır. Bana kalırsa kural bozulmayacaktır. Kendi sağında has burjuva liberalizmine/reformizmine alan bırakmayacak ölçüde büyüyen bu parti, ya bu alanla tanımlı hale gelerek, ya da sosyalizme yönelerek/alan açarak “sol” liberalizme ihanet edecektir. Ancak Güney Amerika’nın özgünlükleri, reel sosyalizm çözüleli beri böylesi bir deneyimin ilk kez yaşanıyor olması, Brezilya’nın dünyanın geleceğini etkileyecek önemde bir ülke olması ve bu ülkenin komünistlerinin önderlik yeteneği, bu ortodoks marksist kuralın zamanlamasını kuşkusuz etkileyecektir.
- “İtalya’da taban sendikası deneyimi”, Siyasi Gazete, 2, Şubat 2003, s. 24.