Başlarken, başlıkla ilgili bir uyarı yapmam gerekiyor. Bu yazı, başlıkta birbirinden virgülle ayrılan kavramların teorik ve tarihsel bağlamları içinde tek tek ele alıp incelenmesi, öne sürülen tezlerin tartışılması türünden bir amaç taşımıyor. Konuyla ilgili çok sayıda marksist kitap, makale ve tartışma, bunlarla ulaşılan belli bir olgunluk düzeyi var. Yeniden tartışmanın başına dönmek tüketilen yolu bir kez daha kat etmek üretken ve anlamlı görünmüyor.
Öte yandan, TKP 2002 Konferansında altı bir kez daha çizilen “yeni bir işçi sınıfı hareketi yaratma” hedefini temellendirip açımlayabilmek için, işçi sınıfının tanımını, bir sınıf olarak oluşumunu, sınıf mücadelesini işçi sınıfının kapitalist üretim ilişkileri içinde yeniden üretilmesini, yapısındaki bileşimindeki ve bilincindeki değişiklikleri bugünkü sorunları birbirine bağlamak gerekiyor.
Bu yazıda çok gerekli olduğunu düşündüğüm birkaç nokta dışında tartışma ve polemiklere girmeden bizi “yeni bir işçi sınıfı hareketi oluşturma” hedefine götüren temel saptama ve tezler üzerinden ilerlemeye çalışacağım.
Nesnel varlık ve oluşum olarak işçi sınıfız
Sınıflar, Lenin’in deyimiyle “tarihsel olarak belirlenmiş toplumsal üretim sisteminde tuttukları yer”e göre belirlenirler.1
Kapitalist üretim süreci teknik bir iş süreci değil, toplumsal bir işbölümü sürecidir. Sınıf ayrımının ve varlığının temelinde insanların üretim araçlarıyla ilişkisi yatmaktadır. Sınıf varlığının özünü veren bu ölçüt, bugünkü tartışmalarda da en kritik noktayı oluşturmaktadır. Emekçiyi üretim araçlarından koparan ilkel birikim süreci işgücünü “özgürleştiren”, işçi sınıfını tarih sahnesine çıkaran süreçtir.
Üretim araçlarıyla ilişki başta gelmek üzere, emeğin toplumsal örgütlenmesinde alınan rol, toplumsal zenginlikten alınan pay, payın elde ediliş biçimi, nesnel sınıfsal varoluşu veren öteki ölçütlerdir. Kapitalist toplumda üretim araçlarına sahip olan emeği örgütleyen sömüren toplumsal zenginlikten artı-değer oranına göre pay alan sınıf kapitalist sınıftır; burjuvazidir. Üretim araçlarına sahip olmayan yaşamak için işgücünü satmak zorunda olan sömürülen toplumsal zenginlikten işgücünün değişim değerine göre ve patron tarafından ödeme yöntemiyle pay alan sınıf işçi sınıfıdır.
Boş yere uzatılan bir tartışmayı kesmek için yukarıdaki tanımdan çıkarılması mümkün olmayan ama kimilerinin çıkardığı bir yanlış sonuca kısaca değinmek gerekiyor. İşçi sınıfının bugün düne göre daha fazla tüketim olanağına sahip olmasını “artık zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri “ olduğunun dolayısıyla “eski” sınıf konumunu yitirdiğinin gerekçesi olarak öne sürenler iki yanlış birden yapıyorlar. En başta söz konusu olan genel olarak özel mülkiyet değil üretim araçları üzerindeki özel mülkiyettir. Bu Komünist Manifesto’da açık seçik dile getirilmiştir:
“…ücretli emekçinin kendi emeği aracılığı ile mülk edindiği şey, salt kendi varlığını sürdürmeye ve yeniden üretmeye yeter. Biz emek ürünlerinin bu kişisel mülk edinilmesini, insan yaşamının devamı ve yeniden-üretimi için yapılan ve geriye başkalarının emeğine komuta edecek hiçbir fazlalık bırakmayan bu mülk edinmeyi hiçbir biçimde kaldırmak niyetinde değiliz.”2
Kaldı ki, işçi sınıfının “zinciri” onu sermayeye bağımlı, sömürülebilir bir emek gücü haline getiren koşullardır; sahip olduğu kişisel tüketim araçları değil. Her şey bir yana, kapitalizm canlı emeği sonuna kadar sömürmek için onun kendini yeniden üretmesinin koşullarını da sağlamak durumundadır. Marksist teoride, işçi sınıfının devrimci misyonunu onun yoksulluğuna ve yoksunluğuna bağlayan bir düşünce yoktur.
Üretim araçları sahipliğini yitirmek, işgücünü satma “özgürlük” ve zorunluluğunun tarihsel koşuludur. Üretim araçlarından kopan ve yaşamak için kendi işgüçlerini satmak zorunda kalan emekçiler işçi sınıfını oluştururlar. İşgücünü satma zorunluluğu bir ilişkiyi, verili üretim ilişkileri içindeki bir konumu anlatmaktadır. İşgücünün satışı gerçekleşmese bile ilişki ve konum değişmemektedir. İşçi sınıfı gelişmesinin belli bir evresinde değil, varoluşunun ta kendisinde aktif ve yedek iki orduya bölünmüştür. Üretim araçlarından koparak mülksüzleşen ancak kapitalist üretim tarzı içinde fiilen istihdam edilmeyen emekçi de işçi sınıfı tanımı içindedir.
İşçi sınıfını sanayide çalışan ve artı-değer üreten kesimlerle sınırlayan yaklaşımlar da çürütülmüştür. Artı-değerin kaynağı işgücüdür. Artı-değer toplumun üretken olmayan tüm nüfusunun gelirinin de ana kaynağıdır. Bu kaynak, üretildikten sonra yeniden paylaşılır; farklı sınıflara farklı biçim ve miktarlarda ulaşır. Bu, sömürünün yalnız artı-değer üretilen alanda değil, kapitalizmin tüm etkinlik alanlarında sürmesi anlamına gelir.
Üretken emeğin sermayeye yararı, somut bir kullanım değeri üretmesi değil, kârlı bir değişim değeri artı-değer üretmesidir. Burada iki nokta önem kazanmaktadır. Birincisi artı-değer üretimi salt maddi nesneler üretiminden ibaret değildir. Toplumsal işbölümü içinde “kolektif emekçinin bir parçası” işlevini üstlenen, “onun alt işlevlerinden birini yerine getiren” emekçi de üretken emekçidir3 . İkincisi, kapitalist yeniden üretim süreci, sermayenin üretim ve dolaşım zamanının toplamından oluşmaktadır. Üretken olmayan emek de sömürülmektedir. Üretken olmayan emeğin karşılığı ödenmeyen emek zamanı, bu işçileri çalıştıran kapitalistlerin üretken emekçinin ürettiği artı-değerin bir bölümüne el koymasını sağlamakta, böylece artı-değeri gerçekleştirme giderlerini azaltarak, toplamını artırmaktadır.
“Tıpkı işçinin karşılığı ödenmeyen emeğinin, üretken sermaye için doğrudan doğruya artı-değer yaratması gibi ticari ücretlilerin karşılığı ödenmeyen emeği de, tüccar sermayesi için bu artı-değerden bir pay sağlar.”4
Karşılığı ödenmeyen emeğin olduğu yerde kapitalist sömürü sömürünün olduğu yerde de işçi sınıfı vardır.
Sonuç olarak, işçi sınıfının nesnel varlığı, ilk oluşumundan, bir sınıf olarak yok olacağı zamana kadar aynıdır: Üretim araçlarından yoksun, işgücünü satmak, sömürülmek konumunda olan insan topluluğu. Yapısında ve bileşiminde meydana gelen değişiklikler bu özü değiştirmemektedir.
İşçi sınıfı, kapitalist üretim ilişkileri tarafından sürekli olarak yeniden üretilmektedir. Kapitalizm yalnızca genişlemiş yeniden üretimi değil, temel ilişkisini de bir yanda kapitalist, öte yanda ücretli emekçi olarak yeniden üretmektedir.
Yeniden üretim ise asla basit bir yineleme işleminden ibaret değildir. Yeniden üretim değişmeyen öğelerle birlikte gelişmeyi hareketi yenilenmeyi de içermektedir.
İşçi sınıfının ilk oluşumuyla, sonraki gelişme, değişme evrelerine bu çerçeveden bakmak gerekir.
Oluşum ve gelişim
Modern işçi sınıfının ilk habercileri olan küçük üretici emekçiler sınıfı 14. yüzyılda görülmeye başlamıştı; kapitalizmin doğuş zamanı 16. yüzyıl olarak kabul ediliyor. Egemen bir dünya sistemi durumuna gelmesi ise sanayi devrimiyle 18. yüzyılın sonlarında başladı ve bu süreç ancak 19. yüzyılın ortalarında tamamlandı.
Sanayi devrimi, burjuvazi ile proletaryanın ilk ve bir bakıma ilkel oluşum dönemlerini tamamlayıp olgun kimlikleriyle karşı karşıya gelmelerinin tarihidir.
“Sanayi devrimi (…) her yerde sınıf ilişkilerine açıklık getirdi, manifaktür döneminden, hatta Doğu Avrupa’da lonca zanaatinden kalan çeşitli ara biçimleri kaldırdı; gerçek bir burjuvazi ve gerçek bir büyük ölçekli sanayi proletaryası yarattı ve onları toplumsal gelişmenin önüne itti.”5
Burjuvaziyle proletarya arasındaki sınıf mücadelesi bu tarihten sonra tüm Avrupa’ya yayıldı.
Sanayi devrimi, burjuvazi ve proletaryanın iki temel sınıf olarak toplumsal gelişmenin öncülüğünü yapmasının tarihsel koşullarını yaratmıştır. Ama bu, Avrupa söz konusu olduğunda bile, işçi sınıfının sayısal çokluğuyla ilgili değildir. Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’yu yazdıkları dönemde sanayi devrimini tamamlamış yalnızca iki ülke vardı: İngiltere ve Belçika. Önemli olan, işçi sınıfının tarihsel ve nesnel bir olgu olarak tarih sahnesine çıkmış olmasıdır.
Burada bir parantez açarak, bir tartışmaya kısaca da olsa değinmek gerekiyor.
Tam bir sınıf kavramına varmanın zorunlu ve tamamlayıcı öğeleri olan sınıf mücadelesi ve bilinç konularını birazdan ele almak üzere, burada sanayi devrimiyle birlikte maddi varoluşunu, oluşumunu gerçekleştirmiş olan işçi sınıfıyla ilgili bir tartışmaya girmekte yarar var.
Birbiriyle bağlantılı iki tez ileri sürülüyor. Birincisi şudur: Belli bir ürünü baştan sona tek başına üretecek beceriye sahip geleneksel zanaatkarın işçileşmesiyle birlikte, kafa ve kol emeği birbirinden ayrılmış, niteliksiz emek nitelikli emeği kovmuş, bu sürecin ürünü olan işçi sınıfı hareketi sanayi devriminin dayattığı bu “üretim tarzı”nı kabul edip ona uyum gösterdiği ölçüde, kendi koşullarını ve toplumu değiştirecek bir toplumsal özne olma özelliğinden uzaklaşmıştır. Böyle bir sınıf devrimin ve yeni toplum kuruculuğunun önderliğini yapamaz. İkinci tez, sanayi devriminin yükselişinin üçlü bir yanılsamanın da kaynağını oluşturduğunu ileri sürmektedir. Buna göre kapitalist düzenler refah ve tüketim toplumunu kurarak, sosyalist toplumlar da tarihin tanımadığı hız ve orandaki büyüme ve kalkınma atılımlarını gerçekleştirerek ilerlediklerini düşünmüşler, sanayi devrimi dalgasının kapitalist toplumlarda yarattığı sarsıntılar bir yandan bu toplumlarda komünist ve sosyal demokrat hareketlerin güç kazanmalarına temel hazırlarken, bir yandan da bu hareketler “toplumsal devrimi” geri çekip refah toplumundan daha fazla pay alma hedefine yönelmişlerdir vb.
Biri daha çok felsefi ve işçi sınıfının “evrensel sınıf” karakteriyle öteki 1917-1990 dünyasının ampirik değerlendirmesiyle ilgili bu iki tezin bağlandığı siyasal sonuç ise aynıdır: Sanayi devrimi içinde biçimlenen işçi sınıfı devrimci bir sınıf değildir ve herhangi bir geleceği temsil etmemektedir; bu sınıf temeli ve perspektifi üzerinde gelişmiş olan komünist hareket de tarihsel ömrünü doldurmuştur. Aynı yaklaşımın başka bir versiyonu ise, bugün yaşanan “ikinci sanayi devrimiyle” kafa ve kol emeğinin yeniden birbirine yaklaştığını, nitelikli emeğin niteliksizi kovduğunu, bu sayede “üretim aracını kendisi yapabilen, onu bilgi ve becerisine göre şekilleyen ve kullanan, dolayısıyla da ürününe kendine has bir yan, bir özellik verebilen geçmişin zanaatkar-emekçi tipinin yeniden ortaya çıktığını” ileri sürmektedir6 . Bu son görüşün Türkiye sözcülerinden Ömer Laçiner şunları söylüyor:
“Bu bakımdan şu söylenebilir ki, ilk sanayi devrimiyle üretim aracına egemen olmaktan uzaklaştırılıp ona tâbi, onun uzantısı haline getirilmiş insan, çağdaş bilimsel-teknolojik devriminin sunduğu potansiyel imkanlarla, üretim aracına kölece tabi olmaktan kurtulduğu gibi, ona çok daha yetkin bir konumda egemen olabilme imkanına sahip olabilir hale gelmiştir.”7
Bir düşüncenin tutarlılık ve doğruluğu mantıksal sonuçlarıyla sınanır. Yukarıdaki düşüncenin kendi dolaşık diliyle ortaya koyduğu toplumsal-siyasal vargı ise gerçekten ibret vericidir. Çağdaş bilim ve teknoloji tüm ayrıntılarıyla ve mutlak biçimde sermaye sınıfının denetimindedir. Hatta bilgisayar ve iletişim araçları sayesinde yeryüzündeki insanların neredeyse tüm zihinsel faaliyetleri bilgi-işlem ve denetim süzgeçlerinden geçmektedir. Bilgi üretim depolama ve iletme sistemleri sermaye birimlerinin egemenliği ve yönlendirmesi altındadır.
Geleneksel zanaatkar emekçinin üretim araçlarından kopmasıyla başlayan proleterleşme sürecinin aynı zamanda kafa emeği ile kol emeğinin ayrışması süreci olduğu doğrudur; ama sürecin kendisi kadar “eski” ve çoktan keşfedilmiş bir doğrudur:
“Daha büyük işbölümü, işçinin özel hünerini yok eder ve bu hünerli işin yerine herkesin yapabileceği emeği koyarak işçiler arasında rekabeti artırır. “8
Ancak bu süreç genel ve tek yönlü bir eğilim olarak işgücünün sürekli niteliksizleşmesi biçiminde işlemez. Burada tam bir zıtların birliği söz konusudur. Evet bir yandan bilimsel araştırma ve buluşların sonuçları üretim sürecine işçinin daha az zamanda daha çok artı-değer yaratmasını daha çok sömürülmesini sağlayan aygıt ve cihazlar üretim teknolojileri olarak yani sermaye olarak girerler.
“Doğa güçleri ve bilim emekçinin karşısına sermayenin güçleri olarak çıkar. Bunlar birey olarak emekçinin hünerinden ve bilgisinden ayrıdırlar (…) ve emek sürecine nereden girerlerse sermayenin kapsamında görünürler. Makinadan yararlanan kapitalistin bunu anlaması gerekmez… Ama makinada somutlaşan bilim emekçiler açısından sermaye olarak görülür. (…) toplumsal emeğe dayalı bu uygulamalar (…) yalnızca emeğin sömürü araçları olarak görünürler (…).”9
Ya da başka bir ifadeyle ve yine Marx’ın sözleriyle kapitalizm, bilimi emekten ayrı bir üretim gücüne dönüştürür ve sermayenin hizmetine sokar.10
Öte yandan kapitalizm işçi sınıfını geliştirmeden yapamaz:
“(…) modern sanayi (…) bugünün tek ve aynı ıvır zıvır işlevleri yaşam boyu yinelemekten sakatlanmış ve böylece salt bir insan parçasına indirgenmiş, ayrıntı işçisinin yerine, çeşitli emeklere uygun üretimin her değişimini karşılamaya hazır ve yerine getirdiği toplumsal işlevler kendi doğal edinilmiş güçlerine özgür gelişme ufku açan birer biçimden başka bir şey olmayan, tam gelişmiş bireyi geçirmeye zorlar.”11
Emeği üretime sokmak, üretimi yönetmek, bilim ve teknolojiyi amacına uygun biçimde geliştirmek ve artı-değer üretimini artırmak üzere üretimde kullanmak vb. kafa emeğinin işlevleridir ve bunlar sermayenin denetimindedir. Kafa emeğinin ürünleri kapitalist üretim biçiminde sermayenin araçları olarak işçi sınıfının karşısına çıkmaktadır. Ama çeşitlenen üretimi gerçekleştirmek için zorunlu olduğu ölçüde işçi sınıfı bireyi de bilgi ve beceri bakımından daha donanımlı hale gelir. O halde işçi sınıfının sanayi devrimiyle geleneksel zanaatkarın gerisine düştüğü de bugün “üretim aracına kölece tabi olmaktan kurtulup ona çok daha yetkin bir konumda egemen olabilme imkanına sahip olabilir hale” geldiği de doğru değildir. Bu ikincisi kapitalizm altında hiçbir zaman mümkün değildir.
Parantezi burada kapatabiliriz.
Emperyalizm
Kapitalist gelişme için gerekli ilk birikim, üretim alanında değil, tefeci-tüccar sermayesinin etkinlik gösterdiği dolaşım alanında ortaya çıktı; gelişmekte olan sanayi sermayesi işin başında ticaret sermayesinin denetimindeydi.
Sanayi devrimiyle birlikte sanayi sermayesi egemen güç haline geldi. Kapitalizmin serbest rekabet dönemi böyle açıldı. 19. yüzyılın son yarısı serbest rekabetin tepe dönemiydi. 1900-1903 krizi ise bu dönemin sonunun başlangıcı oldu.
Marx, tekelciliği ve yol açacağı sonuçları daha oluşum halindeyken teşhis etti. Anonim şirketler, üretim ve işletme ölçekleri bakımından tekil sermayeler için düşünülmeyecek bir genişlemeydi; sermaye artık “toplumsal sermaye” biçimini alıyordu.
Marx şunları söylüyordu:
“Bu, kapitalist üretim biçiminin, bizzat kapitalist üretim biçimi içinde ortadan kaldırılması, dolayısıyla (…) yeni bir üretim biçimine geçişin yalnızca bir evresini temsil eden kendi kendini çözen çelişkisidir. Bu,bu tür bir çelişki olarak kendisini sonuçlarıyla gösterir. Belli alanlarda tekel oluşturur ve böylece devlet müdahalesini gerekli kılar. Yeni bir finans aristokrasisi; girişimciler, spekülatörler ve nominal yöneticiler kılığında yeni türden asalaklar üretir.”12
Kapitalizmin emperyalist yeni evresi, tekelci sermayenin devlete de yeni görevler yükleyerek egemenliğini pekiştirme sürecidir. Emperyalizm, kapitalist üretim ilişkilerinin tüm dünyaya ihraç edildiği, dünyanın yeniden paylaşıldığı, ekonomik tekelciliğe siyasal gericiliğin, savaşların, emperyalist süper kârın sağladığı olanaklarla emperyalist ülkelerde ayrıcalıklı bir işçi kesimi yaratılmasının eşlik ettiği bir süreçtir. Emperyalizmle birlikte, sınıf mücadelesi koşulları da tüm dünya ölçeğinde değişikliğe uğramıştır. Emperyalizmin kendisi, kapitalizmin çelişkilerinin, krizlerinin ürünüdür ve “iç savaşı” önlemek isteyen tekelci sermayenin bu çelişkileri tüm dünyaya yayarak kendi anayurtlarından uzaklaştırma yöntemidir. Emperyalist ülkelerdeki “işçi aristokrasisi” “burjuva işçi partileri” işçi sınıfı içindeki ayrıcalıklı azınlığın çıkarlarını savunan sendikacılık vb. emperyalist kapitalizmin kurum ve kavramlarıdır.
“Değişim”in yönü ve içeriği
Amacı ve varoluş nedeni artı-değer üretmek olan sermaye bu üretimi sürekli olarak artırmak, bu amacının önüne çıkan engelleri kaldırmak yönünde hareket eder. İşçi sınıfının artı-değer sömürüsünü, işgününü sınırlayan mücadelesi bir yandan, kapitalistler arası rekabet öte yandan sermayeye emek üretkenliğinin artırılması yönünde baskı yapar. Emek üretkenliğinin artışı sermayenin organik bileşimindeki değişmeyen sermaye oranının yükselmesine o da kâr oranlarının düşmesine yol açar. Kapitalizmin sürekli bir eğilimi olan kâr oranlarının düşmesi eğilimi ve kriz burada konumuz değil. Emek üretkenliğinin bizi ilgilendiren yönü bu süreç ilerledikçe üretimde yer alan işçi sayısındaki artışın üretimdeki artışın gerisinde kalmasıdır. Emek üretkenliğindeki artışın kapitalizm altındaki değişmez iki sonucu geleneksel sanayi işçisinin giderek daha büyük oranlarda işsizleşmesi, bir yandan da giderek daha büyük toplum kesimlerinin proleterleşmesidir.
Güncel tartışmalarda, gelişmiş kapitalist ülkelerde, hatta bir ölçüde orta gelişmiş ülkelerde sanayi işçisi sayısının azaldığı belirtilmektedir ve bu doğrudur. Ancak, kapitalizm bir dünya sistemidir ve dünya ölçeğinde toplam sanayi işçisi sayısının aynı ölçülerde azaldığını gösteren veriler olmadığı gibi, gelişmiş ülkelerdeki durum da yeni ve kapitalizm için anormal bir durum değildir. Marx gelişmenin bu yönde olacağını çok önceden görebilmiştir:
“Ürün miktarı aynı kalmak üzere, üretken nüfus, üretken olmayan nüfusa göre ne kadar küçük olursa, o ülke o kadar zengindir. Çünkü üretken nüfusun sayı olarak göreli azlığı, emek üretkenliğinin göreli çokluğunun başka bir anlatımıdır.”13
Daha önemlisi, sanayi işçisi sayısındaki azalma, bu kesimin dışındaki işçi kitlesinin büyümesiyle birlikte ilerleyen bir süreçtir. Gelişmiş kapitalist ülkelerde belli sanayi kollarında yatırımların azalmasının sonucu işsizliğin artmasıdır. Sermayenin yer değiştirmesi yoluyla az gelişmiş denen ülkelere yapılan yatırımlar ise, bu ülkelerde kitlesel proleterleşmeye yol açıyor.
Emperyalizmin içinden geçtiğimiz evresindeki mali genişleme, bu sermayenin üretim ve ticaretten özerkleşmesi olguları kimseyi, dünya ekonomisinin “sanayisizleştiği” türünden bir yargıya götürmemelidir. Dünya kapitalist ekonomisinin kaynağı artı-değer üretimidir. Bu üretim olmaksızın ne kapitalist kârın, ne faiz ve rantın varlığından söz edilebilir.
Güncel kapitalist üretim ve emek süreçlerinin işçi sınıfının yok olmakta olduğunu mu, yoksa kapitalizmin sınırına her gün biraz daha yaklaşıldığını mı gösterdiği bugünkü tartışmaların temel sorusudur.
Bu soruyu yanıtlamak için, emek üretkenliğindeki sürekli artışın, toplumsal bakımdan zorunlu emek zamanındaki azalmanın ve emek sürecinde kafa emeği oranının yükselmesinin kapitalizm altında hangi sonuçları yarattığına bakılması gerekiyor.
Emek üretkenliğindeki artış, dünya çapında bir bolluk toplumuna geçişin nesnel maddi koşullarını, yani komünizme geçişin temel önkoşulunu olgunlaştırmaktadır. Bugünkü üretim güçleri düzeyi, yeryüzündeki tüm insanların yiyecek, içecek, giyinme, barınma, sağlık, eğitim ve kültürle ilgili ihtiyaçlarına karşılamayı olanaklı kılıyor. 6 milyarlık dünya nüfusunun 1 milyar 200 milyonunun günde 1 doların altında bir gelirle yaşamak zorunda bırakılması kapitalist üretim biçiminin sonucudur.
Toplumsal bakımdan zorunlu emek zamanındaki azalma, üretimi azaltmadan, dünyadaki bütün insanların, üstelik bugünkünden daha az çalışarak daha iyi yaşamasını sağlamaya elverişlidir. Bolluğa işgünündeki azalmanın eşlik etmesi komünizmin önkoşullarının bir başkasıdır. Kapitalizm altında ise, zorunlu emek zamanının azalması işsizliğe ve dünya nüfusunun çok büyük çoğunluğunun üretim ve toplum yaşamından dışlanmasına yol açıyor. İşsizlikle birlikte hizmet sektöründe ve sürekliliği olmayan alanlarda istihdam edilen işçi sayısındaki büyüme, kapitalizmin bulduğu geçici “çözüm”lerdir.
Ancak sürecin asıl önemi kapitalizmin açmazını ve sınırlarını ortaya koymasındadır:
“Sermaye, bilmeden ve istemeden (…) emek süresinin toplumun tümü için giderek azalan bir minimuma indirgenmesine (…) hizmet etmek durumundadır. Ama sermayenin dinamiği (…) bir yandan boş zaman yaratırken, bir yandan da bunu artı emeğe dönüştürmektir. Eğer birincisinde çok başarılı olursa, aşırı üretime katlanmak ve sermayenin artık-emeği değerlendirmekten aciz kalması yüzünden zorunlu emek kesintiye uğramak zorundadır. Bu çelişki ne kadar gelişirse, üretici güçlerin büyümesini yabancı emeğin temellüküyle kısıtlamanın artık imkansız olduğu ve işçi kitlesinin kendi artı-emeğini kendine mal etmesi gerektiği de o ölçüde gün ışığına çıkar.”14
Sürecin nesnel mantığı budur. İşçi kitlesinin kendi artı-emeğini kendine mal etmesi ise nesnel süreçten kendiliğinden çıkacak bir sonuç değil sınıf mücadelesiyle çözülecek siyasal bir sorundur.
Bilim ve teknoloji alanındaki buluşlar üretime giderek daha hızlı ve yaygın biçimde taşınıyor. En belirgin biçimde emperyalist ülkelerde olmak üzere bir yandan işçi sınıfının içinden iyi eğitim görmüş, teknoloji üretiminde ve uygulanmasında önemli işlevler üstlenen elit bir kesim süzülürken, öte yandan çok sayıda niteliksiz işçi “iş”ini tümüyle kaybederek işsizler ordusuna katılıyor, ya da “yarım gün” “götürü” “parça başı” sigortasız geçici işlerde çalışacak biçimde “istihdam” ediliyor.
Mühendis, doktor, avukat, mali danışman türünden geleneksel serbest meslek sahiplerinin bilgi işlemci tasarımcı gibi yeni profesyonellerin çok büyük bir bölümünün proleterleşerek işçi sınıfının büyüyen safları içinde yer alması ile sınıfın çalışan aktif kesiminde kafa emeği oranı nitelikli işgücü ağırlığı artıyor; işçi sınıfının işsiz geçici süresiz parça işlerde çalışan kesimi ise giderek daha niteliksiz bir yığın oluşturuyor.
Aynı süreç kapitalizm açısından ciddi bir sorun, hatta açmaz oluşturuyor. Sanayi devrimlerini sıralamayı seven Amerikalı yazarların “üçüncü sanayi devrimi” dedikleri bugünkü evrenin, “milyonların teknolojik keşifler nedeniyle işlerini yitirdiği ve küresel satın alma gücünün düştüğü dev boyutlu bir dünya ekonomik krizi”ni dayattığı itiraf ediliyor.15
Emek sürecinde kafa emeği oranının yükselmesi ile işçi sınıfı kitlesindeki nitelik kaybı, aynı madalyonun üzerlerine ışık tutulması gereken iki yüzüdür. ABD ile ilgili veriler, bu ülke nüfusunun giderek artan bir bölümünün bilgisiz, hatta cahil bırakıldığını gösteriyor. ABD’de ilkokulu bitiren öğrencilerin yüzde 40’ı düzgün okuyup yazamıyor;16 yetişkin her üç Amerikalıdan biri kısmen ya da tamamen okur yazar değil; 90 milyon Amerikalı mektup yazamıyor. “Bilgi çağı”na önderlik ettiği iddia edilen ülkeyle ilgili bu veriler bilim ve teknolojinin hızlı gelişmesiyle kitlesel bilgi ve nitelik yoksunluğu arasındaki giderek açılan uçurumun başka hiçbir şeyden değil sermaye egemenliğinden kaynaklandığı açık seçik ortaya koyuyor.
Kimi sonuçlar
Bütün bu süreçlerin işçi sınıfının varlığı, yapısı ve bileşimi üzerindeki sonuçlarını toparlarsak:
Bir: İşçi sınıfı sayısal olarak büyüyor.
İki: Gelişmiş kapitalist ülkelerde daha bugünden bir gerçeklik ve tüm dünya için bir eğilim olarak işçi sınıfı bileşimi içinde sanayi işçisi çekirdeği küçülürken, işsizlerin, düzensiz, geçici işlerde çalışan işçi kitlesinin sınıf içindeki göreli ağırlığı artıyor. Yaşamak için işgücünü satma zorunluluğu, genişleyen işçi sınıfının ortak, ona tanımını veren özelliği olmaya devam ediyor. Öte yandan işçi sınıfının çalışma ve yaşama ortamlarının mekansal birliği bozuluyor, kesimsel çıkar farklılıkları yeni bir düzeyde üretiliyor ve bunların sonucu olarak sınıfın üretim sistemindeki yerinde değil ama fiili durumunda (sanayi dışı sektörlerde yoğunlaşma, işsizlik, süreksiz ve parçalı çalışma) değişmeler yaşanıyor.
Üç: Bilim ve teknolojiye, kafa emeğine hükmetmek üretim araçları üzerindeki özel mülk sahipliğinin en önemli işlevi, aynı zamanda kritik bir sınıf mücadelesi alanıdır.
Dört: Doğrudan artı-değer üretiminde yer alan kafa emeği ağırlıklı, nitelikli işgücüyle, hizmet ve benzeri sektörlerde, düzensiz, geçici işlerde çalışan ve iş bulamayan geniş sınıf kitlesi arasındaki oran değişikliği sınıfın durumu ve hareketi açısından mutlaka dikkate alınması gereken bir veri oluşturuyor.
Siyasal öznel bir varlık olarak işçi sınıfı
Buraya kadar, işçi sınıfının kapitalist üretim biçimi ve ilişkileri içindeki nesnel varlığını, konumunu ve yaşadığı değişiklikleri öteki olgu ve süreçlerden belli ölçülerde soyutlayarak ele almaya çalıştık.
Sınıfları ve işçi sınıfını yalnızca üretimdeki yerleri üzerinden tanımlamak ve orada bırakmak ise eksik, eksik olduğu için de yanlış bir yaklaşım olur. Kapitalizm altında işçi, belli bir zaman ve mekanda yaşayan, çalışan, başka insanlarla ilişki içinde olan bir birey olarak, burjuvaziyle “paylaştığı” kendi yaşamsal varlığının içinde hapsolmuş durumdadır. Bireyin sınıf mensubiyeti, topluluğun sınıf karakteri kazanması çok yönlü bir oluşum sürecidir. İşçi toplulukları ancak, belli bir toplumsal rolü üstlendikleri, kendilerini öteki sınıflardan farklı kültürel ve siyasal ortak özellikler taşıyan bir taraf olarak algılayıp davrandıkları zaman bir sınıf olurlar. Yaşam-mekan ve kültür birliğinin, bu oluşumdaki katkıları yadsınamaz. Ancak, konumuz açısından sınıf oluşumunun en üst ve açık göstergesi olan siyasal mücadele üzerinden ilerlemek daha işlevli görünüyor.
Marx ve Engels’in Alman İdeolojisi’ndeki ünlü sözleriyle
“Tek tek bireyler ancak başka bir sınıfa karşı ortak bir savaş yürütmek zorunda oldukları zaman bir sınıf oluştururlar.”17
İşçi sınıfının toplumsal varlığıyla toplumsal bilinci, nesnel oluşumuyla öznel eylemi arasındaki ilişki son derece kritiktir. Kapitalist üretim ve bu üretim içinde insanların birbirleriyle kurdukları ilişkiler toplum nüfusunu farklı/ortak konum ve çıkarlara sahip topluluklara ayrıştırır. İşçi sınıfı da, sermaye onu yarattığı andan başlayarak bir sınıftır. Ama bu haliyle bu “yığın” henüz kendisi için sınıf değildir.
“Savaşım içinde, bu yığın birleşir ve kendisini kendisi için bir sınıf olarak oluşturur. Savunduğu çıkarlar, sınıf çıkarları olur.”18
“Kendiliğinden sınıf” ve “kendisi için sınıf” kavramlarının işçi sınıfı oluşum ve eyleminin klasikleşmiş temel kavramları olduğu biliniyor.
Burada işçi sınıfının tarihsel olarak hangi aşamalardan geçerek kendisi için sınıf düzeyine ulaştığını uzun uzun anlatmaya gerek yok. Kendisine dayatılan sınıf koşullarına “cürüm” işleyerek, makinaları kırarak, fabrikaları yakarak, gizli işçi birlikleri kurarak, yasadışı grevler yaparak, tepki gösteren işçi sınıfı mücadele içinde daha gelişmiş örgütlenmelere sendikalara ve partilere ulaşıyor. İşçi sınıfının ülke çapında, ayrı bir sınıf olduğu bilinciyle kapitalist sınıfa karşı mücadelede birleşmesiyle sınıf mücadelesi de sınıfın sınıfa karşı mücadelesi biçimini alıyor. Bu tarihsel, ama kendi içinde geriye dönüşleri de olan bir süreçtir. Bir kez kendisi için sınıf durumuna gelen işçi sınıfının bu noktadan geriye düşmesi mümkündür; ayrıca kendisi için sınıf olma durumuna bütün ülkelerde eşzamanlı olarak varılmadığı eklenmelidir. Yine de, tarihsel olarak daha gerisine düşülmeyecek bir sınır vardır. Örneğin bugün, dünyanın hiçbir yerinde işçiler makinaları kırmayı ya da ilkel işçi birliklerine dönmeyi geçerli bir mücadele yöntemi olarak benimsemiyorlar.
Bir noktayı daha eklemekte yarar var: Geniş anlamıyla sınıf mücadelesi sınıfın sınıfa karşı siyasal mücadelesi biçimini almadığı, hatta sınıflardan biri çeşitli nedenlerle mücadele yürütemediği zaman da çeşitli biçimlerde sürmektedir. Sınıf mücadelesinin gelişmiş ve burada ele aldığımız biçimi ise sınıfın sınıfa karşı mücadelesidir ve o da siyasal mücadeleden başka bir şey değildir.
Lenin’den okuyalım:
“İşçilerin mücadelesi, ancak ülke çapında, tüm işçi sınıfının önde gelen temsilcileri tek bir işçi sınıfı olduklarının bilincinde oldukları ve tekil işverenlere karşı değil tüm kapitalistler sınıfına karşı ve bu sınıfı destekleyen hükümete karşı mücadele ettikleri zaman sınıf mücadelesi olur.”19
Bir de Marx’ın Bolte’ye 1871’de yazdığı mektup var:
“İşçi sınıfının siyasal hareketinin nihai amacı, elbette ki bu sınıfın siyasal iktidarı ele geçirmesidir ve bu da doğal olarak işçi sınıfının, belli bir noktaya kadar geliştirilmiş ve onun ekonomik mücadelesinden doğmuş bir ön örgütlenmeyi gerektirir.
Ama öte yandan, işçi sınıfının yönetici sınıflara karşı bir sınıf olarak ortaya çıktığı ve onları dışardan baskıyla boyun eğdirmeye çalıştığı her hareket bir siyasal harekettir. Örneğin, belli bir fabrikada, hatta belli bir işkolunda grevler vb. yoluyla tek tek kapitalistleri daha kısa işgününe zorlama girişimi tam bir ekonomik harekettir. Öte yandan, sekiz saatlik işgünü yasasını vb. kabul ettirme hareketi bir siyasal harekettir. Ve bu yolla işçilerin tekil ekonomik hareketlerinden her yerde bir siyasal hareket, yani sınıfın kendi çıkarlarını genel bir biçim içinde dayatma amacını taşıyan hareketi doğar. Bu hareketler belli ölçüde bir ön örgütlenmeyi öngörürlerse de, bunlar aynı biçimde bu örgütlenmeyi geliştirmenin aracıdırlar.
İşçi sınıfı örgütünün kolektif iktidara yani egemen sınıfların siyasal iktidarına karşı sonuç alıcı bir seferi üstlenmekten uzak olmadığı yerlerde işçi sınıfı bunun için egemen sınıf iktidarına karşı sürekli ajitasyonla ve egemen sınıf siyasetlerine karşı düşmanca tutumla eğitilmelidir.”20
Marx’ın “ekonomik mücadeleden doğmuş ön örgütlenme” ile ilgili olarak yazdıklarını ve “tekil ekonomik hareketlerden (…) siyasal hareket doğar” saptamasını Lenin’in “Ne Yapmalı”daki düzeltici katkısıyla birlikte okumak gerekiyor. Bu katkı ve yaşanan tarih, ekonomik mücadelelerin bir zaman sırası izleyerek ve kendiliğinden siyasal nitelik kazanmadığını da partinin ekonomik mücadeleden doğmadığını da ortaya koymuştur.
Öte yandan, yukarıdaki alıntılar, sınıf mücadelesinin farklı siyasallaşma düzeylerini anlamakta önemli ipuçları sağlıyor. Sınıfın genel çıkarlarını, kesimsel değil genel bir istek olarak öne süren, siyasal iktidara onun bir eylemine karşı, ya da yasal değişiklik vb. amaçlarla yürütülen mücadele işçi sınıfı hareketinin siyasallaşmasında ileri bir aşamadır.
Oysa, işçi sınıfı hareketini gelişkin biçimiyle siyasallaştıracak olan partidir. Sınıf hareketinden ayrı ve bu anlamda işçi sınıfının “dışında” oluşturulan bir örgüt olarak partiyi zorunlu kılan temel neden, onun işçi sınıfı öncülerini komünist bilince ulaştırma ve sınıf hareketini siyasallaştırmadaki ikame edilemez işlevidir.
İşçi sınıfını burjuva toplumun tüm siyasal sorunlarıyla ilgili olarak bağımsız devrimci ideoloji ışığında aydınlatacak, toplumdaki her türlü baskıya karşı çıkacak biçimde eğitecek olan kendi bağımsız siyasal programıyla iktidara yürürken işçi sınıfını her türlü baskı ve ezgiye karşı mücadeleye yönlendirecek olan partidir.
İşçi sınıfının iktidarı alarak kendisini yönetici sınıf konumuna getirmek için partiye ihtiyacı vardır.
Ne var ki bu temel ve sınanmış doğruları yinelemek sorunu çözmüyor. Çözmüyor çünkü öncü partinin varlığı tek başına işçi sınıfı kitlelerinin sosyalist iktidar hedefli mücadeleye yoğunlaşmasını garantilemiyor.
Bunun için de nesnel ve öznel koşulların üst üste düşmesi gerekiyor.
“Genelde -bir üretim tarzından diğerine- devrimci dönüşümler hakikaten sınıf mücadelesinin ayrıcalıklı bölmesidir (…). Böylece, toplumsal düzenin hem yeniden üretiminde hem de dönüşümünde -kendini sürdürme ve alt üst oluş- üretim tarzı ve sınıf mücadelesi daima iş başındadır ama ikincisi, herhangi bir zeminden çok Devlet’in politik yapısında en çok yoğunlaşma noktasını bulacak olan belirlenmiş etkilerine ulaşabilmek için birincisi tarafından harekete geçirilmelidir.”21
Devrimci dönüşüm dönemleri gerçekten de sınıf mücadelesinin ayrıcalıklı dönemidir. Çünkü, siyasetin üzerinde yükseldiği toplumsal temelle (üretici güçlerle üretim ilişkilerinin çatışmalı birliği) içinde gerçekleştiği somut siyasal yapı (tarihsel ve anayasal biçimlenme, devletin örgütlenme ilke ve biçimleri vb.) ve güncel siyaset (farklı sınıf ve siyaset öznelerinin karşılıklı güç ilişkileri hedef ve etkinlikleri) böyle dönemlerde örtüşür daha doğrusu böyle dönemlerde etkileşim katsayısı yüksek bir ilişki içinde olurlar. Durgun ya da evrimci diyebileceğimiz dönemlerde temelin belirleyiciliği belirgin biçimde öndedir. Devrimci dönüşüm dönemlerinde ise güncel siyaset düzleminin siyasal öznelerin inisiyatif ve yaptırım gücü artar.
Her zaman bir toplumsal dönüşüm döneminin ifadesi olmayan “devrimci durum”da bu ilişki daha da somutlaşır. Yönetenlerin eski yöntemlerle yönetemez normal zamanlarda sömürü ve baskıya sessizce boyun eğen alt sınıfların ise böyle yönetilmeyi kabul etmeyerek “bağımsız tarihsel eyleme” geçtikleri durum yalnız öncü kesimlerinin değil büyük sınıf kitlesinin devrim ve sosyalizm için harekete geçirilebileceği durumdur. Devrimci durum her alanda yenilik, yeniden örgütlenme ister ve süreç ilerledikçe devrimin “öznel öğe”si hiçbir partiye sığmayacak bir genişlemeye uğrar. Partinin devrimci durumda kendisini yeniden örgütlemesi gerektiği önermesi, hem öznel öğedeki genişleme ihtiyacına yanıt vermek isteğini bilince çıkardığı, hem de “yeni” görevlerin üstesinden gelebilecek bir yeniden yapılanmaya işaret ettiği için önemsenmelidir. Ancak, kapsama alanını ne kadar genişletirse genişletsin leninci partinin burjuvaziden bağımsız bir özne oluşundan, kendine özgü yapısından normlarından gelen bir sınır vardır; olmak zorundadır. Öyleyse parti dışında başka araçlara da ihtiyaç olacaktır. Ekim devriminin “sovyet”i bu tip bir örgütlenmedir ve “iktidar organı” olamasalar da devrimci durum koşullarında milyonlarca işçiyi içine alan “sovyet” ya da konsey tipi örgütlenmelerin sınıf hareketinin siyasallaştırılmasında oynadıkları rol önemlidir.
Öncü partiyle sınıf kitlesi ilişkisinin devrimci durumda yaşam bulan bir yönü daha var. Olağan dönemlerde öncü partinin programında yer alan siyasal hedeflerle işçi kitlelerinin acil siyasal, ekonomik eylem hedefleri devrimci durumda örtüşüyor. Daha önemlisi Ekim Devrimi’nde olduğu gibi, “barış”, “ekmek” ,“8 saatlik işgünü” gibi hepsi de burjuva iktidarlar tarafından yerine getirilmesi teorik olarak mümkün istemler işçi kitleleri tarafından iktidar sorunu olarak algılanabilmektedir. İşçi sınıfının güncel ya da acil istemleriyle sosyalist iktidar hedefi arasında nasıl kurulacağı hep tartışılan bağ devrimci durumda iktidar hedefini doğruca gösteren bir partiyle siyasal-ekonomik gereksinmelerini ancak siyasal ve sınıfsal iktidar değişikliğiyle elde edeceğini gören kitlelerin buluşmasıyla kurulmuş oluyor. İktidar hedefini somut bir eylem hedefi olarak mücadele içinde gösterebilen bir partinin varlığının belirleyici önemde olduğu açık. Ancak bu buluşmanın tek yönlü bir ilişki biçiminde işçi sınıfı kitlelerinin “iktidar”ı işaret eden bir partinin durduğu noktaya gelmesiyle gerçekleşeceğini düşünmemek gerekiyor. Bu buluşma ancak parti de kitlelerin acil gereksinmelerini algılayacak ve onlara yanıt verecek duyargalara sahipse gerçekleşecektir. Başka türlü ifade edersek iktidarın bir perspektif olmaktan çıkıp elde edilebilir bir gerçeklik olarak yaklaştığı zamanlarda sınıfın sınıfa karşı siyasal savaşımının somut anlatımı olan siyasal-ekonomik istemler ve bunların ajitasyonu yeniden önem kazanmaktadır.
Konuyu, devrimci durum ve iktidara yaklaşım sorunlarına kaydırmak istemiyorum. O halde bir başka soruyla devam edebiliriz: Bugünkü gibi “devrimci olmayan” nesnelliklerde sınıf mücadelesinin siyasallaşma süreçleri nasıl işlemektedir? Bu sorunun “bugün”le ilgili bölümüne biraz ilerde daha somut bağlamda geleceğim. Genel olarak söylenebilecek şudur: Devrimci olmayan dönemlerde, özellikle de siyasal şiddete ekonomik şiddetin eşlik ettiği yenilgi sonrası gericilik dönemlerinde partinin örgütlülüğün ve siyasal-ekonomik ajitasyonun önemi yeniden artmaktadır. Geri çekilmiş mevzi yitirmiş bir işçi hareketinin siyasallık düzeyinin de gerilemesi kaçınılmazdır. Somut bir örnekle anlatmak gerekirse Türkiye işçi sınıfının kendisi için sınıf olma sürecinde önemli bir adım olan ve parlamentodaki bir yasa değişikliğine karşı girişilen 15-16 Haziran büyük işçi eyleminden 30 yıl kadar sonra, aynı işçi sınıfı örneğin emeklilik hakkını fiilen elinden alan bir yasaya karşı aynı düzeyde ortak sınıf tavrı gösterememiştir. Türkiye işçi sınıfı tarihsel olarak 1970’den daha geri değildir; ancak pratik olarak o tarihteki siyasallık düzeyinde değildir.
Somut ve güncel durum
İşçi sınıfı da, siyasal partiler de, sınıf mücadelesinin bütününün yarattığı siyasal ortam ve dengeler içinde varlık gösteriyorlar. Sınıfsal güç dengelerindeki, siyasal ortamdaki bütün değişiklikler kuşkusuz sınıf mücadelelerinin ürünü ama aynı zamanda sınıf mücadelesinin etkenleridirler.
Sovyetler Birliği’nin çözülüşünün siyaset ve sınıf mücadelesi koşullarını tüm dünyada köklü biçimde değiştiren bir olay olduğu zaman geçtikçe daha iyi anlaşılıyor.
SSCB’nin çözülüşüyle, dünya komünist hareketi de büyük bir likidasyon ve dağılma dalgasının içine düştü. İşçi sınıfının iş ve yaşam koşulları sürekli bir eğilim olarak kötüleşti; siyasal ve ekonomik örgütlenmeleri zayıfladı. Komünist ve işçi partileri bugün, dünyanın hiçbir yerinde işçi sınıfı kitlelerine önderlik edecek gerçek bir siyasal güç, seçenek durumunda değiller. Sendikala,r sınıf mücadelesi bakımından sınırlı ama önemli işlevlerini yerine getiremiyorlar. İşçi sınıfı hareketi, kendiliğinden çıkışlar bakımından da durgun bir dönemden geçiyor vb.
Komünist ve işçi hareketi bakımından “yeni” ve olumsuz koşullar, esas olarak emperyalist-kapitalist sistemin, işçi sınıfının yapısında meydana gelen değişikliklerden değil, dünya çapında sınıfsal ve siyasal güç dengesinin sermaye sınıfı lehine değişmesinden kaynaklanıyor.
Kapitalizm, derinleşen çelişkileri, sınırlarını ve sonunu yaklaştıran süreçleri, giderek pervasızlaşan emperyalist haydutluğuyla köhne ve insanlık düşmanı bir sistem olarak kendi yıkım güçlerini hazırlamaya devam ediyor ve yıkılmayı her zamankinden daha çok hak ediyor.
İşçi sınıfı, bu üretim biçimi içindeki yeri, ücretli kölelik koşullarından kurtuluşu bu toplumsal düzenin sona erdirilmesine bağlı konumu, artan sayıları, giderek kötüleşen koşulları ve ona toplumsal dönüşümlerin öncüsü olma özelliği kazandıran kolektif yapısıyla büyük bir potansiyel güç olmaya devam ediyor.
Mücadele koşullarındaki önemli değişikliklerin ise işçi sınıfının bilinç ve davranışına yansımaması düşünülemez. Tabloyu kısaca şöyle resmetmek yanlış olmaz: İdeoloji ve siyaset alanında güç inisiyatif ve saygınlık kaybetmiş bir sosyalizm kazanım ve mücadele alanlarında gerilemiş ve sınıfsal gücüne, kapitalizme karşı sosyalizm mücadelesinin gerçekçi ve gerçekleşebilir bir hedef olduğuna bu mücadeledeki kendi rolüne güveni sarsılmış bir işçi sınıfı. Yalnız sınıfsal güç dengelerini siyasal ortamdaki değişiklikleri değil sınıf kitlesinin toplumsal psikolojisini de yansıtan bu ortamın muazzam bir ideolojik bombardıman ve taarruzla desteklendiği ve sürekli kılınmaya çalışıldığı açıktır.
Bu tabloyu değiştirmede en dinamik, ötekileri de etkileyecek, bütün sürece ilk hareketi kazandıracak öğe, komünist özne, komünist partidir. Yeni bir işçi hareketi oluşturma sürecinin iki kritik halkası siyaset ve örgüttür. Çünkü kısaca resmedilen, ortamın içinden en başta örgütlediği güçleri o ortamın bilinç ve akıl karıştırıcı etkilerinden bir ölçüde bağımsızlaştırarak dönüştürücü bir gücü mayalandırmak bugün her zamankinden çok öznel-iradi bir çabayı gerektirmektedir.
Burjuvazinin “ideolojilerin sonu”nu ilan ederek büyük bir ideolojik taarruz başlattığı bir tarih döneminde ideolojik mücadelenin önemi artmıştır. İşçi sınıfının toplum nüfusunun çok büyük çoğunluğunun siyasetsizleştirildiği, edilgenleştirildiği bir zamanda siyasetin, siyasal etkinliğin önemi artmıştır. Egemen sınıfların tepeden tırnağa örgütlü, işçi sınıfının, komünist, devrimci ve ilericilerin dağınık olduğu koşullarda örgütün, örgütlülüğün önemi artmıştır.
Bir noktanın daha altını çizmek gerekiyor. “Yeni bir işçi hareketi yaratmak” “oluşmuş” bir partinin aktif özne, işçi sınıfının pasif nesne olduğu tek yönlü bir ilişki olarak anlaşılmamalıdır. İki nedenle. Birincisi içinden geçtiğimiz dönemin dünya ve Türkiye koşullarında toplumsal-siyasal güç ilişkilerinin somut ve bütünlüklü bir şekilde çözümlenmesi ideolojik mücadele öncelikleri propaganda yöntemleri siyasal strateji ve örgütsel araçlar bakımından komünist hareketin de kendini yenilemesi yeniden üretmesi gerekiyor. İkincisi bu yeniden üretme çalışması ancak işçi sınıfının öncü kesimleriyle birlikte ve işçi sınıfı kitlesiyle etkileşim içinde yapılabilir. Kısacası yeni bir sınıf hareketi oluşturma hedefi partinin kendini sınıf öğelerini içererek yeniden oluşturma sürecinden ayrılamaz.
“Yaratma”, “oluşturma” sözcüklerinin çağrıştırdığı dışardanlık ise sınıfa uzaklığın değil, sürecin siyasal karakterinin gerekli kıldığı doğru bir çağrışımdır. Evet, yüzyılın başında Lenin’in Ne Yapmalı’da altını çizdiği ana düşünce bugün de geçerliliğini korumaktadır; işçi sınıfına siyasal bilincin üretim ortamının dışından, toplumsal formasyonun tümünden üretilip taşınması gerekiyor.
Yeni bir işçi sınıfı hareketi çok yönlü, birleşik bir etkinliğin ürünü olabilir. Toplum yaşamını ilgilendiren bütün temel konuların komünist ideolojiyle aydınlatılması, komünist siyasetin üretim ve yeniden üretiminde sürekliliğinin sağlanması, sınıf hareketinin siyasallaştırılması vb. olarak sıralanabilecek bu birleşik etkinliğin merkezi bağlantı noktası ise partiden başkası olamaz.
İçinden geçmekte olduğumuz dönemin önemli özelliklerinden biri, ideolojisizleşme ve siyasetsizleşme süreçlerinin, egemen toplumsal psikolojinin doğal sonucu olarak, tüm toplumsal kesimler gibi işçi kitlelerinin de “kitle” kavramının hak ettiği bir hareketlilikten uzak olmalarıdır. Saçılmış, örgütlerinden ve örgüt düşüncesinden uzaklaştırılmış emekçi ve aydınlar arasındaki egemen ruh hali umutsuzluk, güvensizlik, kayıtsızlık ve edilgenliktir.
Bugün, işçi sınıfı kitlelerini, aydınları, kadınları, öğrencileri içine alan bu ruh halini değiştirmede, ilk hareket itilimini vermekte örgüt dinamosundan başka bir enerji kaynağı yoktur. Bugünkü sınıf nesnelliği, ancak kendisine örgütlü biçimde müdahale edildiğinde yanıt vermektedir. Çalışma ve yaşam koşullarındaki kötüleşme, sömürü ve ekonomik şiddet yoğunlaşması işçi kitlelerini kendiliğinden harekete geçirmiyor.
Öte yandan, ne yapacağını bilen öncü bir azınlığın siyasal etki ve yaptırım gücü bugün dünkünden daha fazladır.
Kritik sorunlardan biri, işçi sınıfı ve emekçilerin somut-güncel sorun ve ihtiyaçlarıyla sosyalist iktidar hedefli mücadele arasındaki bağın somut olarak nasıl, hangi yöntemlerle hangi araçlarla kurulacağı noktasındadır. Yaratıcılık gerekiyor.
Ülke gündemindeki sorunları tarihsel ve toplumsal bir çerçeveye oturtan, öncelikli ve ikincil mücadele hedeflerini ayrıştıran, eldeki güçleri sonuç belirleyici önemdeki sorunlara yoğunlaştıran bir yaklaşım gerekiyor.
Sosyalist iktidar perspektifi ile güncel mücadele hedeflerini soyut ve statik değil somut ve dinamik bir yöntemle ilişkilendirmek gerekiyor.
İşçi-emekçi yığınların genel, gerçek ve yaşamsal ihtiyaçlarını birer mücadele başlığı olarak sivriltmek; kapitalizmin teorik çerçevesini aşmamakla birlikte sınırlarını gösteren, sermaye iktidarının sınıf karakterini deşifre eden ekonomik ve siyasal istemleri öne çıkarmak; bu biçimde belirlenmiş istemlerin ancak örgütlü mücadele ile kazanılabileceğini propaganda etmek, somut olarak da göstermek, yöntemsel yaklaşımın satır başları olabilir.
2001 SİP ve 2002 TKP Konferansları “yeni bir işçi sınıfı hareketi oluşturma” hedefini, ilkesel temelleri ve tezleriyle formüle ettiler.
Şimdi bu hedefe uygun daha somut ve inceltilmiş siyasal yaklaşımların, siyasal ve örgütsel araçların geliştirilmesi gerekiyor.
Dipnotlar ve Kaynak
- V.I. LENIN, Collected Works, Progress Publishers, Moscow, 1977 (third printing), v. 29, s. 421.
- K. MARX – F. ENGELS, Selected Works, Progress Publishers, Moscow, 1977 (fourth printing), v.1.s.121.
- K. MARX, The Capital, Progres Publishers, Moscow, 1983, v. 1, s. 476
- a.g.y., v.3, s.294
- F. ENGELS, “Fransa’da Sınıf Mücadeleleri 1848-1850’ye Önsöz”, K. MARX – F. ENGELS, Selected Works, a.g.y., v. 1, s.192.
- Ömer LAÇİNER, “İşçi Sınıfı ve İkinci Sanayi Devrimi”, Birikim, 41, Eylül 1992.
- a.g.y.
- K. MARX, Felsefenin Sefaleti, çev: Ahmet Kardam, Sol Yay., Ankara, Ocak 1979, s.230.
- K. MARX, Artı-Değer Teorileri, İng. basım, c. 1, s. 390-91.
- K. MARX, The Capital, a.g.y., v. 1, s. 361.
- a.g.y., s. 487-488.
- a.g.y., v. 3, s. 438.
- K. MARX, Artı-Değer Teorileri, a.g.y., c.1, s.214-215.
- K.Marx, Grundrisse, çev: Sevan Nişanyan, Birikim Yay., İstanbul, Ekim 1979, s. 656-657.
- Jeremy Rifkin, The End of Work, New York, 1995, s. 88.
- a.g.y., s. 37
- K. MARX – F. ENGELS, Selected Works, a.g.y., v. 1, s. 65.
- K. MARX – F. ENGELS, Selected Works, a.g.y., v. 1, s. 65.
- V.I. LENIN, Collected Works, a.g.y., v. 4, s.215.
- Marx’ın Bolte’ye 23 Kasım 1871 tarihli mektubu, K. MARX – F. ENGELS, Selected Works, a.g.y., v. 2, s. 423-424.
- Perry ANDERSON, Marksizm’de Tartışmalar, çev: Ahmet Özdemir, Göçebe Yay., İstanbul, 1998, s. 82.