Ali Önder Öndeş1 , Aydemir Güler2 , Erkin Özalp3 , Haluk Yurtsever4 , Metin Çulhaoğlu5
Metin Çulhaoğlu: Türkiye’de işçi sınıfının son 40-45 yıllık dönemde siyasal olarak özel bir hareketlilik sergilediği kesitleri nasıl tanımlayabiliriz; hangi dönemlerde Türkiye’de işçi sınıfı başka dönemlere göre daha canlı, daha hareketli olmuştur; bunları genel olarak saptayabilirsek ve buradan hareketle sınıfın neden, hangi koşullarda hangi etkenlerle hareketlenebildiği ya da hareketlendiği konusunda birtakım çıkarsamalar yapmaya çalışırsak, sanıyorum, bu tartışmamız açısından yararlı bir başlangıç olur. Burada küçük bir not daha ekleyip sözü sizlere bırakacağım. O da şu: elbette burada, işçi sınıfı madem şu dönemde şu konjonktürde şu koşullarda hareketlendi, demek ki bundan sonraki bir hareketlenme ve canlılık için aynı koşulların aynen tekrarlanması gereklidir gibi bir düşüncede değilim. Bu anlamda mutlak bir determinizmden söz etmiyoruz; yeni koşullar ne olabilir, eski pratik bize hangi test edilmesi gereken dersleri bırakıyor, uygun görürseniz bunları tartışacağız. Şimdi bu konuda bir tür genel giriş olarak, işçi sınıfının son 40-45 yıllık dönem içerisinde görece canlı ve dinamik bir profil sergilediği dönemler nelerdir ve bu canlılık nelere bağlanabilir anlamında genel bir açılım yapabilecek bir arkadaşa sözü bırakacağım.
Haluk Yurtsever: Bu 40-45 yıllık dönemde 1960’ların başı, ‘70’lerin ortası ve ‘89-’90 kesitlerinin belli özellikleriyle öne çıkan dönemler olarak alınabileceğini düşünüyorum. Bu üç dönemin birkaç ortak özelliği var. Hemen hemen hepsi, içinde oluştukları dönemlerin çizgilerini yansıtmışlardır. Bu dönemlerdeki sınıf hareketi, o dönemlerin siyasal iklimini, karakteristiklerini fazlasıyla yansıtmıştır. Şimdi ‘60’ların başındaki yükselişe örnek oluşturan çıkışlar var. Mesela ’62’ sonlarında fabrika ve grev mücadeleleri sökün etmeye başlıyor. 1962 sonlarındaki Goodyear greviyle başlıyor. Aralık 1962’de Kavel var. Kavel önemli bir dönemeç. Çünkü Kavel’de grev yasaları daha çıkmadan işçi sınıfı grev yapıyor, işçiler aileleriyle, çoluk çocuk, çok aktif, mücadeleci bir grev yürütüyorlar. 62 günlük eylem, işten atılanların işe alınmasıyla, başarıyla sonuçlanıyor. Aynı dönemde, bütün işçi merkezlerinde hareketlilik var. İzmir, Ankara, Kocaeli’nde yürüyüşler var. İzmir’de 5 bin işçi yürüyor, 1961 Kasım’ında. Ankara’da 100 bin işçinin katıldığı bir “sakal grevi” yapılıyor. Kocaeli’nde 12 sendikaya bağlı 3 bin işçi grev hakkı ve iş yasası için sessiz yürüyüş yapıyor. 23 Aralıkta Eskişehir’de 5 bin kişilik bir direniş… Bunlar böyle sürüyor. Bence bu dönemi simgeleyen en önemli çıkış, İstanbul Sendikalar Birliği’nin düzenlediği Saraçhane mitingidir. Saraçhane mitingi o dönemin en ciddi işçi eylemidir. 150 bin kişi katılıyor. Türkiye’nin her yerinden gelen işçilerin katıldığı bir miting ve “grev hakkı” bu eylemin temel talebi olarak ortaya çıkıyor. Aslında şimdiki gibi, 1 Mayıs dönemi gibi meydan tartışmaları daha o zaman başlıyor. Önce Taksim meydanını istiyorlar, izin verilmiyor; Saraçhane meydanında yapıyorlar. Kısacası, birinci hareketlenme dönemi 1960’ların başı…Bu dönem yalnız işçi sınıfı değil, aydınlar ve öğrenciler de hareketli. Toplumsal canlanma ve hareketlilik genel bir eğilim.
‘70’lerin ortası, kendi renk ve çizgileriyle ikinci önemli dönem. Özellikle ‘70’lerin ortası dedim. Yani ‘76’ dan başlayarak ‘80’e kadar; bu dört yıllık dönem işçi sınıfı hareketi açısından önemli bir dönem. 1 Mayıslar bunun göstergelerinden bir tanesi ama bazı başka siyasi açılardan daha önemli sayılabilecek göstergeler de var. Mesela DGM yasasının geri çevrilmesi çok ciddi bir kazanım sayılıyor. Tartışmasız bu siyasal içerikli bir eylem.
Ve sonuncusu, ’89’ bahar eylemleri ve ardından Zonguldak çıkışı var. Bu dönemin işçi hareketinin 12 Eylül’den bir çıkış denemesi olarak adlandırılabileceğini düşünüyorum. Olayların gidiş yönünü değiştirme anlamında bir çıkış olmasa da, sonuçta 12 Eylül sonrası işçi hareketindeki önemli canlanma kesitidir. Ekonomik iyileştirmeler getiren ama arkası getirilemeyen bir hareketlenme.
MÇ: Burada belki de diğer arkadaşlarımın söyleyeceği şeyler de olabilir. Ama devam hakkı senin. Tam bu noktada belki de bir girinti yapmak yararlı olabilir diye düşünüyorum. O da şu: Üç dönemden söz ettin; bunlar ‘60’ların başı, ‘70’lerin ortası ve 1989 ve daha sonra da Zonguldak direnişi. Şimdi bunlardan ilk ikisinde ülkede genel anlamda yani işçi sınıfını da kapsayacak bir genellikte sol bir arayış ya da yükselişin olduğu söylenebilir. Peki, ‘89 ve Zonguldak direnişi için neler söyleyebiliriz? Yoksa, örneğin ‘89 eylemlerine daha farklı bir nitelik mi atfetmek gerekiyor
Şimdi ilk iki dönem için solun genel bir yükselişinden yada genel bir sol aranıştan söz etmek mümkün. ‘89 için de belki bunu söylemek mümkün. Ama acaba 1989’da bahar eylemleriyle başlayan süreci, “12 Eylül’den çıkış” etiketi ile diğer dönemlerle özdeşleştirebilir miyiz? Yani genel bir sol aranış anlamında. Yoksa biraz daha farklı parametrelere mi oturuyor ‘89 olayı? Buna bir açıklama getirebilirsek iyi olur. Yoksa, genel tespite, üç özel dönemin teşhis edilebileceği tespitine ben de katılıyorum. Acaba bunların arasında ‘89’a biraz daha farklı nitelemeler getirmek mümkün mü?
HY: Kuşkusuz mümkün. ‘89-’90 canlanması öteki ikisinden birçok yönden farklı. Örneğin ilk iki dönemde sol/sosyalist canlanmayla işçi hareketi arasında çok daha somut bir paralellik var. ‘89-’90 farklı. Böyle bir ilişkinin hiç olmadığı tabii ki söylenemez, ama eylemin, sloganların içeriğine, dönüş noktasına bakıldığında 12 Eylül depolitizasyonunun etkisi çok açık görünüyor. Ama zannediyorum şöyle bir şey söylenebilir: Orada, işçi cephesinde ciddi bir hoşnutsuzluk, öfke birikimi, rejimde ise işleri daha ileriye götürmekte zorlandığı bir yorulma durumu var. Özal ve ANAP şahsında 12 Eylül programlarının toplumdan gördüğü onay ve desteğin zayıfladığı, yerel seçimlerde bunun çıplak biçimde yansıdığı bir dönem. Bu dönemde solda bir yükselişten söz edilemez. Ama o günün havasını hatırlayalım. Solda da canlanma vardı ve henüz Sovyetler Birliği’nin çözülüşünün ağır gölgesi solun üzerine çökmemişti.
Aydemir Güler: ‘80’lerin sonundaki siyasal atmosferde Türkiye siyasetinin kritik öğesi, ağır basan öğesi, “demokratikleşme dalgası” diye tanımlanan DYP-SHP yükselişi. Biliyorsunuz dönemin sol hareketleri de bu adlandırmaya katılmışlardı. İşçi hareketindeki canlanmaya bakılırsa, belki şöyle bir varsayım gündeme getirebiliriz; Dönemin nesnelliği, gerek işçi sınıfının ekonomik koşullarının çok daraltılmış olması, gerekse genel olarak toplumdaki siyasal, ideolojik sıkışma ortaya bir açılım ihtiyacı çıkartıyordu. Bu nesnel açılım ihtiyacı, aslında Türkiye’de bir kez daha sol siyasal bir hareketlenmeye ortamın elverişli hale gelmesini anlatıyordu. Ama sol 12 Eylül’de örgütsel olarak o kadar ağır bir yenilgi almıştı ve Sovyetler Birliği’ndeki gelişmelerin dağıtıcı etkileri öylesine solun üzerine binmişti ki, söz konusu nesnelliği kucaklayacak bir siyasi sol yükseliş gerçekleştirilemedi. Ama öte yandan, kanımca işçi hareketi bu sola açık nesnellikle çakışan bir kendiliğinden hareketlilik geliştirdi. Düzen dışı bir solun atak yapamadığı koşullarda bu işçi hareketi DYP-SHP yükselişine tekabül etti. Aslında DYP-SHP yükselişinin sahte demokratikleşmesi de yine sola dönük bir nesnelliğe oturmuş, sol bir çıkışı ikame etmişti. Sanırım dönemin işçi hareketinin kısa ömürlü olmasında ve geri çekilişinin de oldukça renksiz, kişiliksiz yaşanmasında hareketin siyasal planda DYP-SHP olgusuna denk düşmesinin etkisi olsa gerek. Böyle bir siyasal beslenme ortamında sınıf hareketi de dar sınırlar içinde var olabildi.
MÇ: Ben Aydemir’in dediklerinden sonra şöyle bir saptama yapmak istiyorum. Aydemir’in konuşmasının vardığı nokta, işçi sınıfının kendi hareketiyle, eğer deyim yerindeyse “kendiliğinden” hareketiyle onunla şöyle ya da böyle bağlantılı sol düşünce ve hareket arasındaki ilişkide düğümleniyordu. Bu, bizim zaten bugün özellikle tartışacağımız konu: Başka bir deyişle, iki taraf birbirinden ne kadar alıyor, birbirini ne kadar etkiliyor, bu önemli bir konu. Ama ben derim ki, sizler açısından da uygun görülüyorsa, işçi hareketi ile sol hareket arasındaki ilişkilere, yani Aydemir’in bıraktığı noktaya biraz sonra yeniden dönelim. Bu arada 40-45 yıllık kesitte işçi sınıfı hareketinin canlanması/yükselmesi anlamında daha nesnel ya da gözleme dayalı tespitlerimiz varsa, diğer arkadaşlardan onları alıp devam edelim.
Ali Önder Öndeş: İzin verirseniz ben bir şeyler ekleyeceğim. Türkiye’de Haluk’un sözünü ettiği 1962 sonlarındaki Kavel grevi, 150 bin kişilik Saraçhane mitingi ve ardından da ‘63 yılında greve ilişkin çıkarılan yasalar vs. bunları bütünlüklü ele almak gerekiyor Çoğu zamanda toplumda Türkiye işçi sınıfına bu tür haklar lütuf olarak sunulduğu gibi yanlış bir yargı var. Birincisi, burjuvazi işçi sınıfına lütuf olarak kendi çıkarları da söz konusu değilse birtakım haklar sunmaz, bir ikincisi ise, işçi sınıfının bir talebi yoksa istemi yoksa ve bir kabarması, bir hareketliliği yoksa vermez. Şimdi burada şeyden söz etmek gerekir; ‘62’li yıllarda Türkiye’de sol bir aranışın öznesi yok. Öznesini arıyor aslında sol ‘62’li yıllarda. Gerçekten, Türk-İş içerisindeki devrimci, sosyalist sendikacılar 1.TİP’i kuruyorlar. 1.TİP, Türk-İş içerisindeki işçi sınıfı hareketinin ve dinamizminin de ürünü bir yanda. Tabii dünya koşullarını da hesaba katmak gerekir ama esas itibariyle böyle bir dinamizmin bir ürünü. Ardından gelen süreçte, ‘60’lı yılların sonu, ‘70’li yılların başında, süreç böyle işliyor. Örneğin 15-16 Haziran Direnişi Türkiye işçi sınıfı hareketi açısından oldukça önemli ve burada da Türkiye İşçi Partisinin ve sosyalist siyasetin Türkiye atmosferinde gerçekten geniş bir yer kaplamasının yaygınlaşmasının da etkisi söz konusu. Yani 15-16 Haziran tek başına DİSK’i yasalara karşı, çıkarılmakta olan yasalara karşı DİSK’i korumaya dönük değil; aynı zamanda 15-16 Haziran’ın DİSK’in o güne kadar işçi sınıfının mücadeleleri ile elde ettiği kazanımlarını korumaya dönük bir yanı da var. Sınıf ekseni doğrultusundaki sendikacılığı korumaya dönük bir yanı var. ‘75’li yıllarda yine arkadaşlarımızın sözünü ettiği gibi gerçekten sol bir aranış var hep. Çünkü genel olarak dünyada ve Türkiye’de solun itibarlı bir döneminden söz edebiliriz. Ama ‘89-’90 eylemlerinde bir sel var, mutlaka bir tortu bırakıyor, bir kum bırakıyor ama ardından örgütlüğü ve devamlılığı sağlayacak bir tortu oradan çıkmıyor. Yani orada daha fazla 12 Eylül’de ekonomik ve sosyal haklarının gasp edilmesine karşı tepkisellik egemen. Yani bu sol siyasetten muaf olamaz hiç bana göre. Türkiye’deki işçi sınıfının aranışları veya dinamizminin ‘89-’90 dahil olmak üzere hepsi sol aranış nüvesi içinde taşımakta ama o anda gerçekten örgütlü, toplumsal karşılığı olan bir solun, sosyalist hareketin olmaması doğal olarak dinamizmi bir süre sonra bitimli bir noktaya getiriyor. Bu bitimli noktanın ardından dediğim gibi, sel bütünüyle hiç kum bırakmadan gitmiyor ama örgütlülüğe dönecek bir şey de fazla bırakamıyor ‘89 bahar eylemleri.
Erkin Özalp: Bu noktada bir ek yapabilir miyim? Yapmak istediğim kısa bir toparlama. O da şuna dair: Aslında tüm bu örneklerde, Türkiye işçi sınıfının hareketlenmelerinin öncesinde ortaya çıkan ve bu hareketlenmeleri belirleyen koşulların, iktisadi olmaktan çok siyasi olduğunu görüyoruz. Örneğin ‘60’ların başındaki hareketin hemen öncesinde Demokrat Parti’ye karşı yürütülen mücadele de var. Bunu ‘60’ların sonundaki sınıf hareketi için, örneğin 15-16 Haziran kalkışması için de rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu, DİSK’i hedef alan yasal değişikliklere karşı gelişmiş görünen, ama aslında dönemin hükümetine yönelik tepkileri açığa çıkaran bir kalkışmaydı. Nitekim, bu kalkışmaya Türk-İş üyesi işçiler ve sendikalı olmayan işçiler de katılmıştı.
‘89 çıkışı ise, Aydemir değinmişti, ANAP iktidarının artık yıprandığı, ona karşı alternatiflerin ortaya çıkmaya başladığı bir dönemde yaşandı.
İkinci değineceğim nokta ise sol ile ilişki konusunda. Açıkçası, Türkiye’de işçi sınıfı hareketinden söz ettiğimizde, bu hareketin solla ilişkilenmesinin, başlangıçta doğrudan bir ilişki olsun olmasın, bir tür kaçınılmazlık olduğunu düşünüyorum. Bu da bence Türkiye’de burjuva düzeninin tarihsel karakteri ile ilgili. Türkiye’de burjuvazi, değil özel olarak işçi sınıfını, genel olarak kitleleri harekete geçirmekten hep korkmuş bir sınıf. Bu anlamda örneğin Türkiye’de tek tek işçilerin faşizan ya da gerici kimi hareketler, kimi örgütler içinde yer almaları elbette mümkündür; ama sol olmayan, tümüyle sağcı, faşizan bir işçi sınıfı hareketinin varlığından ya da bunun ortaya çıkma olasılığından söz etmek bence çok gerçekçi değil.
HY: Bu kısa tur bence şunu gösteriyor. Aslında bütün dönemler için siyasetle ve sol siyasetle işçi sınıfı hareketi arasında bir ilişki var. İlk iki dönem için bu ilişki daha belirgin. Çünkü sol dalga daha farklı boyutlarda. Ama son dönemde de var. Bir defa burjuva siyasetinde var. Erkin ve Aydemir de değindiler. Mesela sosyal demokrasi, o zaman bugünkü bitik durumunda değildi. Sola, sosyalist sola bakarsak; şimdi arada olup bitmiş ve önemli ölçüde sonuçlanmış süreçler üzerinden bir hüküm verebiliriz, ama dönemleri anlamaya çalıştığımıza göre o günkü somut durumu anımsayarak yorum yapmamız lazım. Düşünün, o günlerde birbiri ardından çıkan dergiler çevresinde sol güçler yeniden bir araya geliyorlardı. Kuruçeşme süreçleri…12 Eylül’den çıkışta sihirli formül gibi gözüken birlikçiliğin en çok konuşulduğu, denendiği, umutların yeniden yeşermeye başladığı, 12 Eylül’den 12 Mart tipi bir çıkışa doğru gidildiği sanısının yaygın olduğu bir dönem. Dolayısıyla, sol siyasetle işçi hareketi arasında biraz önce hep birlikte değindiğimiz ilişki burada da var. Ne var ki, bu yıllar Sovyetler Birliği’nin çözülüşüne denk geldi ve ikinci bir krize girdi sol hareket. Dolayısıyla bunun devamını getiremedi; zaten işçi hareketi de ‘90 yükselişinden sonra yeniden inişe geçti.
MÇ: İlk tur hemen hemen tamamlandı gibi. İlk turun sonucunu sizler özetlediniz, ama ben izninizle kendimce bir özet daha yapmak istiyorum. Bu özetleme ardından devam etmek daha kolay olabilir düşüncesi ile yapacağım bunu. Şimdi, bütün bu söylenenlerden Haluk’un ilk başlangıçta dile getirdiği saptamalardan hareketle, şöyle bir şey söylenebilir diye düşünüyorum. Haluk üç dönem saptamıştı; birinci dönemi geciken ya da geciktirilmiş bir kimlik arayışı, “ben imtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir kitlenin bir parçası değilim, ben ayrı bir şeyim” anlamında bir arayışın ve bunu belirtik biçimde ortaya koymanın dönemi olarak adlandırabiliriz. Yani ‘60’ların başındaki canlılığı kendi kendinin bilincine varma ya da bunun aranışı olarak nitelendirmek mümkün.
Etiketlerle devam edecek olursak ikinci dönemi, yani ‘70’lerin ortasını belki de abartılı bir özgüvenin oluştuğu dönem olarak görüyorum. Bir örneğini vermek istiyorum. 1975 yılı Türkiye’de ilk resmi 1 Mayıstır. Benim de katıldığım ilk resmi 1 Mayıstır. Orada değişik gruplar var biliyorsunuz. Sol yumruk kalktığında DİSK görevlileri dolaşarak “arkadaşlar işçi sınıfının yumruğu sağ yumruktur” diye uyarırlardı. Şimdi bu uyarı üzerine oradaki gençler “madem öyle” diye bu kez sağ yumruklarını kaldırmazlardı, ama kalkıp bir şey de söyleyemezlerdi. Öyle bir özgüven ve başkalarına ya da başka kesimlerden olan insanlara “biz işçi sınıfıyız, güçlüyüz” anlamında kendi gücünü forse etme gibi bir özelliği vardı işçi sınıfının ‘70’lerin ortasında. Özetle, ben bu dönemi, “abartı” sözcüğünü tırnak içinde kullanarak sınıf açısından abartılı bir özgüven dönemi olarak tanımlıyorum.
Son döneme girecek olursak bence buradaki ilginç nokta, belki de devam edeceğimiz nokta şu: ‘89 canlanışı ya da aranışı bana öyle geliyor ki, geçmişteki belli bir birikime dayanmaktan, geçmişten intikal eden belli bir mücadele geleneğine dayanmaktan çok, 12 Eylül’ün aldıklarını geri alma dürtüsünün çok başat olduğu bir uğrak. Bu görüşüm kuşkusuz eleştiriye açık, ama bana öyle geliyor. Yani burada “biz bir zamanlar şunu yapmıştık” diyen bir sınıf-tarih bilincinden ziyade 12 Eylül’den sonra yitirilenlere bir tepki, kendini yeniden bulmaya yönelik bir aranış söz konusu.
Ben özeti kendimce böyle yapıyorum. Bu özetin ardından hemen iki noktaya daha değinip sözü sizlere bırakacağım.
Ali daha önce bir örnek vermişti. Galiba bunu da ihtiyatla söylüyorum. İşçi sınıfının mücadelesi içersinde hani taş üstüne taş koyma anlamında, kümülatif gelişen bir birikimden söz etmek pek mümkün görünmüyor. Dönem oluyor birikim gidiyor, sonra yeni bir birikim dönemi başlıyor. Dediğim gibi kümülatif bir gelişmeden ziyade, pek çok kazanımın gittiği ve üstelik geride de çok fazla kum bırakmadığı bir çizgi izliyor sınıf hareketi.
İkincisi, Erkin’in dile getirdiği bir noktaya ben özellikle önem veriyorum. Bu, bundan sonrası açısından da bizim için önemli olabilir. Şimdi, aşırı baskıcı ya da başka tür sağ iktidarların ya da sağ siyasetin, sağ ideolojinin güdümünde, bunların özellikle beslediği, tamamen bu çizgiye esir olmuş bir sendikacılık Türkiye’de olmamıştır ve olabileceğe de benzememektedir. Bence bunu iktidarların deneyimsiz ya da beceriksiz olmalarından çok, “her tür kitlesellik gün gelir bize karşı da dönebilir” anlamında bir kuşkuya bağlamak mümkün: Bu bizim açımızdan şöyle önemli: Bundan sonraki burjuva iktidarlar herhalde gündemlerine işçi sınıfını mekanik anlamda tam güdümlerine sokma gibi bir uğraşı almayacaklardır. Sendikaları maniple etmekse, o başka, onu yapıyorlar, yapacaklar. Benim kastettiğim, sağ iktidarların başat kitle desteği olarak sınıfa yönelmeleri ki, bu onlar için çok riskli bir girişimdir ve denemeyeceklerdir.
AÖÖ: Bu en son söylediğini destekler nitelikte bir şeyden söz etmek mümkün. Yani Türkiye’de burjuvazi ‘60’lı yıllarda gerçekten kendi eğlence mekanlarını, yaşam alanlarını ayırırdı ve sınıftan, sınıfın gözüne batmaktan çekinirdi. Böyle bir çekinikliği vardı ama artık günümüzde burjuvazinin böyle bir sıkıntısı yok. Sermaye sınıfının bireyleri kendisini çok net bir şekilde yaşam alanlarıyla, yaşam tarzıyla rahatça sergileyebiliyor ve bu anlamda da Metin’in sözünü ettiği kendisine güdümlü bir sınıf hareketi, işçi sınıfı hareketi yaratmak ya da bir hareketlilik yaratmak gibi bir şansı olmadığı gibi bu şansı kendisi istemiyor zaten, böyle bir derdi de yok. Bu bağlamda, önümüzdeki dönemde tamamen burjuvazinin güdümünde bir sınıf hareketinden, sendikalardan söz etmek çok zor. Yani muhtemelen diyelim ki kendisine daha bağımlı sendikal yapıyı, sendikal yapıları kollayacaktır, onların gelişmesine fırsat verecektir, örneğin bugün AKP’nin Hak-İş’e destek sağlaması vs. gibi. Ama bunun dışında tümüyle burjuvazinin güdümünde, bir ne bileyim hani, 1950-60 dönemindeki Vatan Cepheleri’ne bağlı sendikal hareketi Demokrat Parti iktidarına güdümleyen bir şeyi yaratamayacaktır kolay kolay. Burada, Türkiye işçi sınıfının belki de deneyimlerinin ve oradan taşıdığı birikimlerinin de buna fırsat vermeyeceğini söylemek gerekir.
MÇ: Peki arkadaşlar, burada izninizle biraz da “şeytanın avukatlığına” soyunayım. Belki oraya daha sonra da geleceğiz, ama gene de söyleyeyim. Az önce Erkin’in söylediklerine katıldığımı söylemiştim. Peki, bunda örneğin sınıf hareketinin sendikasıyla, başka yönleriyle zaten hayli dingin bir dönemden geçiyor olmasının payı var mıdır? Daha açığı, egemen güçler şöyle düşünüyor olamazlar mı: “Türkiye artık sınıflı bir toplum değildir, bir kitle toplumudur; bu kitle toplumu içerisinde kitleye yönelik genel mesajlar yeterlidir, kendi egemenliğimizin sürekliliği ve kalıcılığı açısından özel olarak sınıfa yönelik bir manipülasyona, sınıf hareketine yönelik özel bir yatırıma ihtiyacımız yok.” Böyle bir rahatlık içinde olabilirler mi?
Mutlaka buradan devam etsin diye söylemiyorum; ama belki bu da bizim üzerinde durmamız gereken önemli noktalardan birisi.
AG: Buradan bir parça devam edebiliriz sanki; konuyu, biraz alt başlığını değiştirmek pahasına… Zaten şu dönemde kapitalizmin, sadece Türkiye’de değil, dünya çapında, emekçi sınıfları bir düzen yanlısı hareketlilik, düzen yanlısı örgütlenme üzerinden kontrol altına alma eğilimi yok. Bu geride kaldı ve herhalde öyle bir dönemin yaşanmasındaki, yani burjuvazinin emekçi sınıfları düzen yanlısı bir örgütlenme ve hareket aracılığıyla kuşatma eğiliminin öne çıkmasında en önemli faktör reel sosyalizm olsa gerek. Şimdi ise ana eğilim, baskın eğilim bir tür yok sayma, dışlama mekanizması üzerine kurulmuş görünüyor. Yatırım bu anlamda eskisine oranla elbette çok farklı; ama yatırımların da tamamen ortadan kalktığını, yani bu yok saymanın mutlak anlamda bir ihmal etme anlamına geldiğini herhalde düşünemeyiz. Sendikalar güçten kaybediyor ve kitlenin eylem gücü, evet burjuvazi tarafından yok sayılıyor. Ama bir yandan da sendikalara belirli bir yatırım yapılarak yeni döneme uygun modeller de üretiliyor. Yani sendikalar tamamen ihmal de edilmiyor. Örneğin yeni sendikal hareket, ya da kimi küreselleşme ideologlarının tabirleriyle toplumsal hareket sendikacılığı, bence kapitalizmin işçi sınıfına yönelik belli bir yatırımına denk düşüyor. Bu yeni modelde artık sendikalar kitle dinamiğini temsil etmekten tamamen uzaklaştırılıyorlar, kapitalizm içi, kurumsal bir fonksiyonla tanımlanıyorlar. Güçlerini örgütlü ve eylemli bir işçi hareketinden değil, bizde de son zamanlarda örneklerini görebiliyoruz, kampanyalarda sergiliyorlar. Bakıyorsunuz konu örgütlenme çalışması bile olsa, bakıyorsunuz bir sendika büyük kentlerde panolara afiş asarak örgütlenme çağrısı yapıyor. Üye kazanma bile militanca bir işten reklama kayıyor.
HY: İki farklı noktadan yaklaşırsak sanki tablo daha tam olacak gibi geliyor. Biri şu: Genel yargıya ben de katılıyorum, yani burjuvazi herhalde evrensel olarak da ayakları üzerine dikildiği andan itibaren gericileşmeye başlıyor ve kitle hareketi ile de kendi arasındaki mesafeyi koruyor, açıyor yani. Dünyanın hiçbir yerinde, düzenin kontrolündeki sendikalar, kitlesel eylemlere grevlere vs. neredeyse hiç başvurmuyorlar. Türkiye için konuşursak, sanıyorum tam da bu sözünü ettiğimiz ikinci dönemin pratik testlerinden sonra bu noktaya geldiler. Türkiye sermayesi ortak tutumunu Türkiye sınıf mücadelesinden edindiği deneyimle geliştirdi.
Şunu da söylemek istiyorum, şimdi bu ‘70’lerin ortasının bir özelliği daha var: Ecevit mavisinin yükseldiği dönem bu. Solun etkisiyle siyasallaşan işçi hareketi, DİSK’in şahsında kendisini gösteren, “sınıf mücadelesi”, “düzen değişikliği”, “işçi sınıfı bilimi” ,“işçi sınıfı sosyalizmi” diyen, fabrika işgallerinden, militan mücadeleden gelen sınıf sendikacılığı pratiği. Ve birkaç yıl içinde Ecevit mavisinin ve CHP’nin sendikal harekete CHP’lileştirme yönünde müdahalesi. Belki burada tam konumuz değil ama bu sonucun nedenleri yükseliş dönemindeki zaaflarla doğrudan ilişkili. Sermayenin, bu mevzileri ele geçirdikten sonra yaptığı nedir? Çok yalın biçimde söylersek: İşçi hareketini pasifize etmek! Dikkat edin ondan sonra zaten işçi hareketi de, ‘77 1 Mayıs’ını bence milat alabiliriz, düşüşe başlıyor. Yani bu ikisi arasında yine ve neredeyse bire bir ilişki var. O zaman biz tekrar dönüp soruyu şöyle soralım bence: Bu örneklerden çıkarak, sol etkiyle sınıf hareketi arasındaki ilişkiyi nasıl kurabiliriz? Ben şunun önemli olduğunu düşünüyorum: 12 Mart’tan sonra, Türkiye’deki sol hareket işçi sınıfını, deyim yerindeyse yeniden keşfederken, işçi sınıfı da sol, sosyalist hareketle daha örgütlü diyebileceğimiz bir ilişkiye eğilimli oldu. 12 Mart’tan çıkıştan sonra örneğin, 1973 TKP Atılımı bu kesişme noktasında yaşam buldu. DİSK’teki o farklılaşma da bununla çok doğrudan bağlıydı. 12 Mart’ta Türkiye’de devrimci demokrasinin, MDD’ciliğin sınırları ortaya çıkmıştı. O dönemde, işçilerin belki de başka hiçbir dönem olmadığı kadar siyasallaştığını, işyerlerinde partisini arayan bir öncü işçi kuşağının kendini duyurduğunu söyleyebiliriz. Aynı sürecin sol siyasal hareketlerde de yeni arayışlar yarattığı açıktır. THKP-C hareketinin ayrışmasından çıkan hareketlerden birini, örneğin Kurtuluş’u dikkate alırsak, ne yaptı ne etti ayrı konu ama, bu hareket kendisini işçi sınıfı temeli üzerinde kurma söylemi geliştirdi aynı dönemde. Dolayısıyla Türkiye sosyalist hareketinde sınıfa yönelme eğilimi güç kazandı. Bu dönemin, tüm bu değindiğim noktalarda abartılmış bir yanı da olduğunu düşünüyorum. “Umudumuz Ecevit” in karşısına “umudumuz işçi sınıfı” diye çıkıyorduk ama bunda uvriyerist, hatta kuyrukçu bir ton da yok değildi.
AÖÖ: Özellikle ‘80’li ve ‘90’lı yılardan sonra burjuvazinin eli rahat bir anlamda. Şöyle rahat, çünkü ‘90’lı yıllardan sonra özellikle Türkiye’de sendikal hareket gerçekten ciddi şekilde yıkıma uğruyor, sendikasızlaştırma politikası basbayağı başarılı oluyor. Yani o koskoca DİSK’ten geriye işte 100 bin kişiye varan üyesi olan bir DİSK kaldı. Türk-İş de aynı baskılardan payını alıyor.
Sendikalar bu anlamda güçsüzleştirildi ve işçi sınıfı kitlesini genel anlamda temsil etmeyen bir konuma getirildi. Doğal olarak teslim alınması bu durumda daha da kolay oldu. Yani burjuva siyaseti anlamında sendikalar Aydemir’in sözünü ettiği toplumsal hareket sendikacılığı ya da sosyal diyalog sendikacılığı, çağdaş sendikacılık vs. adı altında bütünüyle düzenin kurumlarına dönüştürülerek etkisiz hale getirildi. Ancak buradan bir umut üretmek gerektiğini düşünüyorum ben. Yani hele Türkiye’de işçi sınıfının bütün kabarmalarına baktığımızda az önce Erkin de söylemişti gerçekten hepsinde siyasal bir nüve, siyasal bir şey var. Yani Türkiye’de işçi sınıfının çok lokal toplu iş sözleşmeleri, işyeri düzeyinde sıkıştırılmış iş sözleşmeleri dışında, ki orda bile genel siyasete vurgu mutlaka vardır. En sıkıştırılmış hak aramalarında bile siyasal bir talep vardır ve bu siyasal talep ilginçtir, sol güçlü olsun olmasın, sol söylem üzerinden kurulur. Çünkü başka çaresi de yoktur, başka bir biçimi de yoktur bu işin.
Önümüzdeki süreçte bütün bu olumsuzluklara rağmen Türkiye işçi sınıfı bu küreselleşme süreçlerinin, daha açıkçası ve doğrusu, emperyalizmin sıkıştırması sonucu, Türkiye kapitalizminin yaşaması kaçınılmaz kendi içsel krizlerinden sonra çok fazla köşeye sıkıştığında yeniden bir dinamizm kazanırsa bu dinamizm başka tarafa akmayacaktır, yine sol söylem üzerinden ve sosyalist harekete uygun zemin hazırlayabilecek nitelikte gelişeceğini düşünüyorum ben.
EÖ: Tam bu noktada bir ek yapmak istiyorum. Bundan önceki hareketlere baktığımızda özellikle ‘60’ların ortalarından sonra, yani 15-16 Haziran’da, ‘70’lerin ikinci yarısındaki hareketlenmede ve ‘89-’90 dönemecinde, sol, harekete geçen işçi sınıfını kontrol edemiyor. Hatta, ‘70’lerin başına ve ikinci yarısına baktığımızda, sınıf hareketinin oluşumunda önemli katkıları olduğu halde bu hareketi daha ileri noktalara taşıyamayan, tam tersine bir anlamda onun altında ezilen sol hareketler görüyoruz. ‘89-’90 yükselişinden sola ne kaldı, diye baktığımızda ise, açıkçası çok parlak bir tabloyla karşılaşmıyoruz.
Belki burada kısaca değinmekte yarar var; ‘89-’90 dönemecinden söz ettiğimizde, ‘90’ların ilk yarısındaki kamu emekçileri hareketinin ortaya çıkışı elbette ayrı bir değerlendirmeyi hak ediyor.
Şimdi, önümüzdeki döneme baktığımızda, ben, bizim görevlerimize de ışık tutabilecek olan şöylesi bir tehlikenin var olduğunu düşünüyorum: Burjuvazinin yönlendirmediği, ama solun ağırlığının da ürünü olmayan bir yükseliş, bir tür patlama ya da parçalı hareketlenme ihtimali vardır ve bu ihtimalin gerçekleşmesi hayırlı sonuçlar doğurmak zorunda değildir. Hatta böylesi bir patlamayı hazırlıklı bir şekilde karşılayamayacak, onu yönlendiremeyecek, daha doğrusu yönlendirmenin ötesinde ileriye taşıyamayacak bir sol, çok ciddi handikaplarla karşılaşacaktır.
Ama ben önümüzde bir olanağın bulunduğunu düşünüyorum. Şu an içinde bulunduğumuz dönem, bunu belki daha sonra açmamız gerekir ama, önümüzdeki dönemde ortaya çıkacak olan tepkileri yönlendirmenin araçlarını yaratabileceğimiz, dahası bu tepkileri açığa çıkarmaya dönük olarak siyaset üretebileceğimiz bir dönem. Bu anlamda, önlem almaya henüz vaktimiz var bence.
AG: Erkin az önce ‘90’ların başında yükselen kamu emekçileri hareketine değindi. Ben de ona hiç dokunmadık diyecektik tam. Sanki ‘90’lardaki kamu emekçileri hareketi sendikal örgütlenmesi, bir açıdan ‘80’lerin sonundaki işçi hareketi yükselişinin bir bakiyesi gibi geliyor bana. Sınıf bilincinin değil de, Metin’in tarifiyle yitirilenleri geri alma güdüsünün ağır bastığını burada da görüyoruz. Bir de ortada meşru, kitlesel bir sınıf hareketi olmakla birlikte, kamu emekçilerinde bir de göreli kaybın telafisi güdüsü vardı. İşçiler 1989 Bahar eylemleri sonucunda 12 Eylül sonrası kayıplarını telafi etmişlerdi. Memur statüsündeki kamu emekçileri ise bu açıdan eşitsiz bir konumda kalmışlardı. Hareketin de 1990’lardaki yükselişinde kapsamlı, bütüncül bir sınıf bilincinden ziyade bir çıkar karşılaştırmaları, sınıfın farklı kesitleri arasında karşılaştırma mantığı daha ağır basıyordu.
Tabi burada gözle görülür bir öğe daha var kamu emekçileri hareketi ile ilgili. Örgütlü sol, sosyalist kesimlerin doğrudan devrede olduklarını görüyoruz. Ancak doğrudan devrede olmalarına rağmen kamu emekçilerinin dernekleşmeleri, platformların oluşması, çoğunlukla ‘80 öncesinden gelen örgütlü geleneklerin kadroları tarafından önayak olunan çalışmalardı. Bu kadroların önemli ölçüde yenilgilerle örselenmiş olduklarını düşünebiliriz. Bundan da önemlisi ‘90’larda ülke bütününde bir sol siyasal yükselişin olmamasıdır. Bu durumda, zaten iç hazırlıkları pek zayıf olan kadroların ortaya çıkardıkları siyaset de geri sınırlarda takılıp kaldı.
Örneklerden çıkıp genellemeyi tekrarlarsak, işçi hareketinin mutlaka bir sol siyasal yükselişle çakışması gerektiğini söylemek gerekiyor.
MÇ: Arkadaşlar devam etmek için ben izninizle kendi gözlem ve yorumlarımı da katarak, ama daha ziyade sizin buraya kadar söylediklerinizden de özet çıkararak bir toparlama yapmak istiyorum. Toparlamaya Aydemir’in en son değindiği öncü kadrolardan hareketle başlayabiliriz. Elbette öncü kadroların hepsini aynı kefeye koymak mümkün değil, ama ‘60’lı yıllarda sendikal harekete başlayan, ‘70’li yıllarda sürdüren ve hala devam eden, buna sendikaların öncü kadroları diyebiliriz, kesimin büyük bölümünü kapsayan bir ideolojik kuşatmadan söz edebiliriz. Bu ideolojik kuşatma bana göre çok ilginç, hatta belki de paradoksal diyebileceğimiz bir boyut taşıyor. ‘60’lı ve ‘70’li yılların belirgin özelliği şuydu: O dönemin genel ideolojik atmosferi içinde sendikaların demokratik haklarla, ücret meselesiyle uğraşması, başka şeylere pek karışmaması genellikle kabul görürdü. Paradoks ise şurada: Günümüzün burjuva ideolojisi ise, tam tersine sendikaların birer “sivil toplum” kuruluşu oldukları savından hareketle bu kuruluşların her konuda söyleyeceklerine açık kapı bırakıyorlar. Bugün sendikalar icabında çevre kirlenmesi sorunlarından da, başka sorunlardan da, söz edebilirler. Yani bu ülkenin gündeminde olan ne varsa hepsinden söz edebilirler. Siyaset alanına giren meseleler de dahil. Bir kez daha vurgularsam, paradoks şurada: Sendikaların, demokratik kitle örgütlerinin bu anlamda siyasallaşması, eskiden beklenebilecek olanın aksine, o sendikaları ve örgütleri “sosyal diyalog” kavramı altında olsun, “sosyal ortaklar” kavramı altında olsun, bir “kitle toplumunun”, “sivil toplumun” bileşenlerinden biri haline getiriyor. Böylece, sendikalar ve diğer kitle örgütleri şöyle ya da böyle, bilerek ya da bilmeyerek “düzen içinde” siyasallaşıyorlar.
Bu değinmenin ardından açmaya çalışacağım iki başlık var. Birincisi, Türkiye’den bundan böyle hareketlenebilecek bir kitle olarak işçi sınıfı diye bir şey varsa, ki vardır, bu kitlenin bugün sendikalar oldukça küçük bir bölümünü temsil etmektedir ve bundan sonra sendikaların güçlenerek kitlenin daha büyük bir bölümünü mas edebileceğini düşünmek bana gerçekçi görünmüyor. Bence bu durum sol açısından özel bir sorun yaratıyor. Şundan dolayı: Solun geleneğinde “sınıfa sendikalar üzerinden ulaşma” gibi bir yaklaşım vardır. O zaman şöyle bir soru ortaya çıkıyor: Eğer sendikaların işçi sınıfının daha az bir bölümünü örgütleyen kurumlar olarak faaliyetlerini sürdürmeleri kaçınılmaz görünüyorsa, bu aynı zamanda hep sendikalar üzerinden sınıfla ilişki kurmaya çalışan solun sınıfa ulaşma kanallarının da doğal olarak tıkanacağı anlamına gelir mi? Eğer böyle ise başka hangi kanallar vardır ya da oluşturulmalıdır?
Bugünkü bütün cılızlıklarına karşın sendikalar gene de işçi sınıfının diğer kesimlerine sıçranabilecek bir platform oluşturma özelliklerini koruyorlar mı? Daha doğrusu şunu soruyorum: Bugünkü haliyle değil elbette, ama Türkiye’deki sendikal hareket verili sınırları içerisinde belirli bir canlılık, belirli bir perspektif vs. kazandırıldığı taktirde, bu daha geniş sınıf kesimlerine ulaşabilmek için bir araç işlevi görebilir mi? Bu biraz mutasavver bir alternatiftir. Asıl görüşümü soracak olursanız, bence sendikalar demin dediğim anlamda “sivil toplum kuruluşları” olarak şu ya da bu konuda fikirlerini beyan edip sınıfın diğer kesimlerini daha fazla boşlayan bir yörüngede yollarına devam edeceklerdir. Elbette bu yola ne kadar devam edilebilirse.
EÖ: Sınıf hareketi, sendikalar ve sol hareket arasındaki bağları tartışırken bazı kalıplaşmış düşünceleri zaman zaman yeniden sorgulamakta yarar var bence. Burada sadece birkaç örnek vereceğim, uzun boylu bir tarihsel tartışmaya girmeyeceğim, ama örneğin Marx ve Engels’in sendikalara dair yazılarını içeren derlemelere baktığımızda, sadece sendikalara ilişkin olan bir çalışma görmüyoruz. Muhtelif çalışmalardan muhtelif parçalar görüyoruz. Sendikal mücadele gündemlerine girmiyor değil, ama daha çok bir mücadele başlığı olarak giriyor. İngiliz sendikal hareketini bir yandan kazanmaya çalışıyorlar, ama diğer yandan onun içindeki eğilimlerle mücadele ediyorlar ve asıl dertleri ve öncelikleri de, İngiliz sendikal hareketinin temsilcilerini siyasal mücadeleye çekme çabası oluyor. Bunu da başaramıyorlar… Belki de soldan bağımsız bir şekilde güçlü bir sendikal hareketin ortaya çıktığı en önemli yer İngiltere, orada da sendikalar vasıflı, ayrıcalıklı işçilerin örgütleri olarak yola çıkıyorlar.
Lenin’in de aslında sendikalara dair söylediği pek az şey var. Onun yazdıklarında da vurgulanan, ısrarla ve sadece şu: Tek başına iktisadi mücadele yetmez, siyasi mücadeleyle bağını kurmak lazım… Hele 1917’de yazılanlara bakarsak, “sendika” sözcüğünün hiç geçmediğini görüyoruz. Çünkü Ekim Devrimi’nde gerçekten de sendikaların bir rolü, ağırlığı, yeri yok. Sonrasında da, herhangi bir devrimci süreçte güçlü bir sendikal hareketin varlığının çok önemli bir faktör olarak anıldığı bir örnek hatırlamıyorum. Ve örnek sayılan, sınıfla bağını kurmuş komünistlerin örnek sendikaları olarak gösterilen sendikaların hepsi, komünist partilerin güçlü olduğu ülkelerde ve biraz da o gücün ürünü olarak ortaya çıkıyorlar. Yoksa “iyi” sendikalar, “örnek” sendikalar önkoşul olarak ortaya çıkmıyorlar. Sendikal hareketin, sendikal mücadelenin hiçbir zaman sol hareketin toplumsal gücünü aşan bir dinamizm, aynı zamanda siyasallaşma potansiyeli barındıran bir dinamizm sergilemediği kanısındayım.
Buradan devam etmeyeyim, belki başka söylenecekler vardır; sonraki soruya ilişkin kimi eklemeleri daha sonra yaparım…
HY: Ben hemen devam edeyim. Arkadaşlar, bence genel evrensel geçerli anlayış olarak, sendikaların en iyi durumda bile işlevlerinin ve üretebileceklerinin sınırını bilerek başlamamız lazım. Siyasal mücadele ile ekonomik mücadelenin mekanik biçimde ayrılması doğru değil kuşkusuz. Öte yandan, işçi sınıfının kendiliğinden ya da ekonomik mücadelesinin sendikal mücadelenin, en fazla sendikal bilinç ürettiğini biliyoruz. Öyle de olsa, sendikalar uzunca bir tarih döneminde en azından yığınsal, kitlesel ve komünist partilerin, siyasal hareketin etkilerine de açık, bu etkilerle ileriye doğru sıçrama eğilimleri gösteren işçi örgütleri olarak var oldular. Bu tamam. Şimdi, bu koşullar tüm dünyada değişiyor. Türkiye’ye baktığımız zaman, zannediyorum, Türkiye’de bu saptamaya paralel ve zaman zaman da kendine özgü yönleri var sendika konusunun. Özellikle ‘70’li yılların ortasındaki dönem, sendikal harekette bir gelişme, ilerleme, siyasallaşma sürecinin yaşandığı bir dönem. Yani o 1 Mayıslar, eylemlilikler… baktığımız zaman bunu görüyoruz. Ama bunun bir de bedeli ortaya çıkıyor. Sıçramanın ne kadar sıçrama olduğu ve siyasallaşma hareketine nasıl bir etki yaptığına baktığımız zaman görülen şu oluyor: Güçlü bir komünist hareketin yönlendiremediği, önderlik edemediği ve sendikalardan bağımsız örgütlenmesini kurup geliştiremediği bir durumda bu sendikal alandaki gelişme ya da sıçrama, sınıfa etki taşıma dediğimiz şeyin balon gibi şişen, sonra da balon gibi sönen bir etki olduğunu görüyoruz. Bu dönemde sendikal hareketin canlılığında belki biraz sonra tartışacağımız boyutlar da var, ama sendikaların hem dünyada hem Türkiye’de, belki de bir ‘90’lı yıllar kesitine kadar, iki yönlü bir işlevi de var, düzen içi bir işlevi. Bir yandan sermaye sınıfı açısından işçi sınıfıyla ilişkisinde, kendi birikim modellerine politikasına da bağlı olarak, mümkün olan, kendi istekleriyle, projeleriyle sınıf hareketini uyumlulaştıran, sarı sendikacı, uzlaşmacı sendikacı, bazen de sosyal-demokrat sendikacı kılığında bir işlev görüyor. Çünkü sınıf üzerinde bir etkisi var ama bu etkinin bir sınırı var. Sınıf hareketi açısından baktığımız zaman, mesela yine çok aydınlatıcı bir örnek, bu dönem gerçekten “mücadele-hak alma” ilişkisi canlı ve pratik olarak kurulmuştur. Ücretlerde gelişme, sosyal haklarda genişleme diyebileceğimiz bir süreç yaşanıyor. Demek ki, sendikanın işçi sınıfı, işçi kitleleri açısından böyle bir işlevi oldu. DİSK’in 35 bin civarında üyeli bir sendikadan yüz binlere doğru gitmesinde bütün bu alanlarda işçi sınıfının belli kesimlerine, özel sektördeki kesimlerine çok ciddi kazanımlar elde etmesi yardımcı olmuştur.
Şimdi, geldiğimiz kesitte ben şöyle olduğunu düşünüyorum: Sendikalar bu iki yönlü işlevinin ikisinde de mevzi kaybetmiş durumdadır. Yani, sermaye sınıfı açısından bu kadar büyük bir sendikasızlaştırma operasyonu, biraz da sınıf hareketinin siyasal örgütlenmesiyle de bağlı olarak, sendikalar artık eski işlevleri anlamında da gereksiz bulunuyor. Yani “mümkünse sendikasız gidelim, bu sendikalardan bir tanesi bile olmak zorunda değil” biçiminde bir değişim var. Sınıfa baktığımız zaman, tüm bu dayatılan saldırılar, hak kayıpları karşısında eli kolu bağlı duran, durmakla da kalmayıp bu kötüye giden durumu kabullenen sendikalara ve sendikacılara karşı güvensizlik var. Sıradan bir emekçinin kafasındaki “sendika ne işe yarar? ” sorusu aslında bu güvensizliğin ifadesidir. Buradan bence başka bir yere gelebiliriz. Sendikaları elimizin tersiyle itmediğimize göre, bunun mücadelenin kitleselleştirilmesinde bir olumsuz rol oynayabileceği düşünülebilir, ben burada başka bir noktada olanağın arttığını da düşünüyorum. Yani bu aslında Erkin’in söylediği kitle hareketindeki yükselişle de bağlı, yani kör patlamalar ve parçalı çıkışlar olabileceği düşüncesine katılıyorum. Ama bir yandan da şunu söyledik, herhalde bunda da aynı görüşteyiz, hem siyasal atmosferdeki bir değişiklik, hem de ciddi bir değişiklik olmadan, işçi hareketinin kararlı ve sürekli bir yükseliş çizgisine gelebileceğini sanmıyorum. Geçmiş dönemde kendinden öğeler, sendikaların katkısının daha fazla olduğu bir yükseliş var, bu dönemdeyse ancak örgütlü siyasetle itilip geliştirilecek, yükselişe geçecek bir işçi hareketi var. Tabii burada bir ihtiyat payı koymak istiyorum; bizden çok burjuvazinin kullandığı bir sözcük olarak sosyal patlama denilmesi aslında kendi içinde şunu da taşıyor: “Bu buhar, bu enerji, örgütlü kanallardan sistematik bir şeye dönüşeceğine kör patlamayla berhava olsa hiç de fena olmaz sermaye açısından”. Bizim buradan çıkaracağımız görev, bugünkü işçi sınıfı nesnelliğinin örgütlülükle çok eşzamanlı, paralel bir süreç karakteri taşıdığı ve bunun bir avantaja dönüştürülme imkanının olduğudur. Elbette bir kendiliğinden yükseliş olasılığını reddetmek doğru olmaz, ama bunun bile sendikalardan çok partili örgütlü siyasetin sağladığı birikime dayanacağını ve bunun aynı zamanda ortaya çıkacak harekete önderlik etme, onu yönlendirme açısından da avantajlar sağlayacağını bilerek davranmamız gerekiyor.
AÖÖ: Ben de bu konuda bir şeyler söyleyeceğim. Az önce Erkin Engels’ten ve Lenin’den örnekler verdi, gerçekten sendikaların ilk ortaya çıkışı, burjuvazinin sendikaları kabullenişi düzenin dengesi açısından da önemliydi ve onun açısından da bir ihtiyaç olarak bakıldı. Sendikayı tanımlarken ekonomik, demokratik, mesleki alanlarda faaliyet gösteren ama esas olarak sınıfın çıkarlarını savunan ve sınıf mücadelesi veren bir örgüt olarak tanımlanır. Bu bir ayağıdır sendikanın ama sendikaların bir başka işlevleri de vardır, bugün kaybettiği işlevleri; aynı zamanda sosyalist mücadele içinde bir okul olma işlevi de vardır, bugün kaybedilmiş bir işlevdir bu. Doğal olarak, sendikaların şu andaki konumlarını dikkate alırsak eğer, özellikle Türkiye’deki sendikal hareketin, konfederasyonların niteliklerini, güçlerini ve konumlarını dikkate alırsak, gerçekten de buradan sosyalist harekete akacak bir kan yaratmak ya da bir damar bulmak mümkün değil. Yani sendikaların estireceği bir rüzgardan sosyalist hareketin yelkeni kolay kolay şişmeyecektir; çünkü sendikalar kendi yelkenlerini şişirecek rüzgar bile estirememektedir. Ama olaya biraz da tersinden bakmak gerekiyor belki de. Sendikaları, Metin az önce şeyi söyledi, böyle olduğuna göre, bugüne kadar özellikle geleneksel sol, sendikalar üzerinden kendisini ifade etmiş ve büyük ölçüde sınıf siyasetini onun üzerinden kurmuş, bu durumda bir boşluk çıkıyor ortaya. Ben bir boşluk çıkacağını sanmıyorum. Ben hâlâ şu umudu taşımak gerektiğini düşünüyorum: Eğer Türkiye’de önemli bir sosyalist hareket kendi olanakları içerisinde, yani kendi yarattığı ara örgütlenme modelleriyle, ara formülasyonlarla kendisini daha güçlü ve dinamik hale getirebilirse, buradan var olan sendikal yapıları etkileyebileceğine ve sendikalara uzak duran işçi kitlesini de sendikalarla barıştırabileceğine dair bir umudu içimde taşımak istiyorum. Çünkü bunun ötesinde gerçekten bir kör karanlık çıkar karşımıza. Mutlaka marksizm çok zengindir o anlamda, kör karanlığı da aşacak bir aydınlık bulacaktır ama şu anda bu umudun taşınması gerektiğini düşünüyorum. Bir de, sendikal hareketle sosyalist hareket arasında çok ilkel bir şeyden söz edeceğim. Yani, ilkel derken kaba bir uyumdan söz edeceğim. Birinci TİP’in kurucuları sendikacılardır ve sendikayla siyaset arasındaki ilişki bence başlangıçta çok yanlış kurulmamıştır. Ama sendikacılar ne hikmetse başından itibaren siyasetle ilişkilerini kurgularken bir organik ilişkinin, doğrudan ilişkinin dışında kalmayı seçmişler ve sendikacı kimlikleri belirleyici olmuştur hep. Orada, çok gelişkin olmasa da, uyumlu süreç vardır ama bugüne döndüğümüzde, gerçekten DİSK olsun, Türk-İş içerisinde devrimci diyebileceğimiz, daha muhalif sendikalar olsun, siyaset konusunda, sosyalist siyaset konusunda kendilerini daha kollayıcı, sakınıcı bir tutum içerisine giriyorlar. Bunun aşılmasının tek yolu yine az önce sözünü ettiğim, sosyalist siyasetin kendi dinamizmini, kendi gücünü toplumsallaşma anlamında, genel anlamda ülke siyasetinde hissettirmesiyle bence büyük ölçüde sendikaların bu çekinikliğinin aşılması mümkün olacaktır. Yalnız sendikacıların değil, Türkiye aydınının, küçük burjuvaların da çekinikliği ancak böyle aşılabilecektir. Ama bu yumurta-tavuk hikayesi gibi bir şey aşağı yukarı, bir yanıyla bakıldığında.
AG: Sorunu formüle ederken iki uca işaret ettik, gayet mantıklı ve sağlıklı bir şekilde. Ama cevap genellikle iki uçtan biri arasında tercihte bulunarak verilemez. Yani, sendikaların daralması sol siyasetin önünü tamamen kapatıyor mu, yoksa sendikalar yeni bir canlanmayla yeniden sıçrama tahtası işlevi görür mü? Sorunun bu şekilde formüle edilmesi doğru, ama cevap iki uçtan biri olmayacak herhalde.
Galiba deminden beri yaptığımız saptamanın altını çizmek gerekiyor. Birincisi, sendikaların siyasal bilinçlenmeye ve örgütlenmeye bir sıçrama tahtası işlevi gördükleri sadece bugün açısından değil, genel olarak işçi sınıfının mücadele tarihinin bütünü açısından kuşkulu bir yorum. Böyle bir fonksiyon, yani bir sıçrama tahtası işlevi görmekle birlikte, başlangıç noktasında toplumdaki genel ve sola, ilericiliğe açık, işçi sınıfını siyasete davet eden atmosferin mutlaka var olması gerekiyor. Hem Türkiye örnekleri, hem de Erkin’in yaptığı katkı bence bu saptamayı artık tümüyle yaptırıyor. İkincisi, geçmişteki parti-sendika ikileminde kurulan modelin özet formülasyonunda çok kuşkuyla bakılması gereken öğeler var. Bu çok özet bir formülasyon ve bu özet bir de ders kitaplarına girdiği zaman marksizmin oldukça kaba bir şekilde algılanmasını getiriyor. “Partinin işi şudur, sendikanın da işi budur” diye sınırlar çizmek bana kalırsa teoride de olmuyor, hayatta da olmuyor. Bütün işçi sınıfı tarihi açısından, “partinin görevi şudur, sendikanınki de bu” şeklinde bir ayrıştırma sorgulanmayı fazlasıyla hak ediyor. Ama hele bugün, onu da az önce özellikle Haluk vurguladı, işçi sınıfının genel olarak hareketlenmesinde daha sıfır noktasından itibaren örgütlü siyasal önderliğin, yol göstericiliğin baskın bir rol oynaması gerekiyor. Bir doğru saptama da herhalde bu olmalı.
Daha alt önemde sayabileceğimiz öğeler de var. Bunlardan bir tanesi, hele bugün hem dünyada hem de Türkiye’de sendikalar sınıfın mümkünse olabilecek en dar kesitini kapsayan, bir sınıf bilinci, sınıf hareketi, kitle hareketi boyutu taşımayan, ama sivil toplumcu bir çerçevede toplumsal-siyasal sorunların her noktasına bulaşan kurumlar olarak modelleniyor. Ama bunun mantıksal sonucuna kadar götürülmesi, bütünüyle sendikaların tasfiye edilmesi ise bence asla söz konusu değil. Bu hem kapitalizmin kendi iç dengeleri açısından da çok denge bozucu, sarsıcı, kapatılması mümkün olmayan boşluklar yaratacak bir şey olurdu. Genel eğilim sendikaların kitlesizleştirilmesi olabilir, ama bunun nihai sonucuna, sendikaların toptan tasfiyesine götürülmesi beklenemez. Özellikle, dünya ölçeğinde bakıldığında hayat akıyor ve görülüyor ki, emperyalist-kapitalist sistem de bir dizi başlıkta o yok saydığı geniş halk kitlelerine yönelik kimi demagojik, görüntüsel ama mutlaka yerel karşılıkları da olan reformlara da ihtiyaç duyuyor. Bu reformların karşılığı olarak bir sendika kurumunun az buçuk canlı olarak ayakta tutulması gerekiyor. Bence bunun nesnelliği yaşıyor. Dolayısıyla sendikalar aslında her zaman olduğu, gibi komünist hareket için bir arka bahçe değil, bir mücadele alanı niteliği taşıyor. Sendikalar komünist hareketlerin, çoğunlukla o kaba olduğunu söylediğimiz modelde var sayıldığı gibi partinin arka bahçesi değildi. Partinin de mücadele ettiği, etkilemeye yönlendirmeye çalıştığı, bu doğrultuda içinde bazen önemli, bazen nadiren mevziler tuttuğu bir alandı. Ben bu çizginin geçerliliğini ana hatlarıyla koruduğunu düşünüyorum.
İçinde bulunduğumuz evrede ise komünistlerin sendikalarda güçlü mevziler tutmaları aynı zamanda sendikaları bugün uzaklaştıkları sıçrama tahtası işlevine doğru değişime zorlamakla aynı şeydir. Demin tekrarladığımız gibi burada bir nesnel faktöre ihtiyacımız var; o nesnel faktör deminden beri konuştuğumuz, genel toplumsal atmosferde değişiklik, sol politizasyona açıklıktır. Bu ortaya çıkmadığı durumda sendikalar önemsizleşmeye, kısırlaşmaya ve soldan uzak tanımlanmaya devam eder. Komünistlerin bu alandaki mücadeleleri de, bu nesnellik söz konusu olmadığında çaresiz bir debelenme olarak kalır. Ama kuşkusuz böyle bir sol politizasyonun ortaya çıkmasında doğrudan örgütlü siyasal mücadele önemli bir katkıdır.
İkincisi ise, sendikaların her konuyla ilgilenen sivil toplum kurumları olması. Buna karşı komünistlerin sendikalarda, işçi sınıfı hareketi içerisinde hem teorik düzeyde hem de pratik politikalar anlamında kıyasıya bir kavga vermesi gerekiyor. Sorun sendikaların lüzumsuz işlere bulaşması değil, daha önemli; esasında sendikalar, bu sivil toplumcu ilgi genişlemesiyle bir tersten ikamecilik yapmış oluyorlar. Siyasal örgütlenmeyi, siyasal bilinci, parti sorununu bir gereklilik olmaktan çıkartıyorlar. Bu artık öyle bir güvenlik kuşağı yaratıyor ki burjuva sendikacılar açısından, sendikaları nasıl bir mücadele alanı olarak göreceksiniz? Sendikanın da en az bir parti kadar siyasal tavırları, gündemleri, sorunları, kampanyaları var. İki ayrı kurum iki ayrı odak, kesişim ve etkileşim kanalları daraltılan birbirine dışsal iki odak haline getiriliyor. Bu modele karşı bir kavga verilmesi gerekiyor. Sendikaların ilgi alanının bu şekilde genişlemesini, zaman zaman çeşitli sol hareketler bir politikleşme işareti olarak algılamakla çok büyük bir yanılgıya düşüyorlar.
EÖ: Müsaade ederseniz ben de tamamlayıcı bir iki şey söyleyeyim, ama önce çok kısa birkaç hatırlatma yapacağım. Türkiye’de sendikal hareket komünistlerin ağırlık sahibi olduğu dönemlerde özel işlevler kazanabildi, ama örneğin ‘60 öncesinde sendikaların benzer bir olanak yarattığını söyleyemiyoruz. Fransa’da komünistlerin önayak olduğu sendikal hareket önemli olanaklar yaratmıştı, ama örneğin Almanya için benzer bir şeyi söyleyemiyoruz.
Burada bir tehlike bence şu: “Sendikal hareket” güzel bir kısaltma, çok şey anlatıyor ama sendikal hareket elbette homojen, bütün unsurları eş siyasallık ve mücadelecilik düzeyinde olan bir hareket değil. İçinde daha ileri olan unsurlar var. Komünistlerin kendi sendikal örgütlülüklerini yaratma olanakları var…
Diğer taraftan, bugünün Türkiye’sinde geçerli olan bir şey daha var: Sendikal hareketin içinde, tıkanmışlığın bilinci… Sendikal hareketin içinde arayış içinde olan unsurlar var. Ve bu unsurlar da bu çıkışı aslında sendikal hareketin içinde aramıyorlar; dışından bir şeyler bekliyorlar. Bizim temel alacağımız noktalardan biri bence burası. Burada düşülecek kritik hata, solun kendi önüne sendikal hareketin kendine özgü sorunlarını koyup bunlara çözüm bularak sendikal harekette bir canlanma ya da çıkış araması olacaktır. Tam tersine, sol kendi işini yaparak, yani ülke gündemine siyasi müdahalelerde bulunarak sendikal harekete de en doğru katkısını yapabilir bu dönemde bence.
HY: Aydemir aslında sendika – parti, işçi sınıfı hareketi ikili etkileşimi açısından hem diyalektik hem dinamik bir şey ortaya koydu. Metin’in sorduğu soruya da bugünkü konumda net bir cevap verebileceğimizi düşünüyorum. Yani, bugün işçi sınıfı hareketinin çıkış zemini, enerji kaynağı, ya da başat mücadele aracı sendikalar değildir. Buradan çıkartacağımız sonuçlar var; bu tıkanıklığın yarattığı üç ayrı eğilim var. Bunlardan biri, klasik sendikacılığın döneminin bittiğini, sendikaların bundan sonra varlıklarını koruyabilmek için “ücret-sosyal hak”lar talepleriyle yetinmeyip, Avrupa’daki kimi örneklerde fanteziye kaçan “üyelere hizmet” formları geliştiren sivil toplum sendikacılığı… Bir başkası, Latin Amerika kökenli toplumsal hareket sendikacılığı. Geleneksel, sigortalı, sendikalı işçilerden çok kayıtsız, güvencesiz, işsiz kesimlere dayanan sendikacılık kavrayışı. Biz ise “sınıf sendikacılığı” diyoruz. Kuşkusuz bunun içini çok net ve yaratıcı biçimde doldurmamız, pratik olarak da geliştirmemiz gerekiyor. Sınıf sendikacılığı bugün sendikalarda yalnızca bir eğilim olarak var ve kimi yakın dönem örnekleri, bu eğilimlerle ilgili olarak da dikkatli olmak gerektiğini gösteriyor. Aşağıdan, işyerlerinden gelen devrimci ve örgütlü bir enerjiyle beslenmeyen, partinin, komünist siyasetin basıncını üzerinde hissetmeyen bir sendikacılık, biraz da bu mesleğin doğası gereği her türlü bozulmaya açıktır.
MÇ: Arkadaşlar, söylediklerinizden hareketle birtakım genellemeler yapmaya çalışacağım. Bu genellemelere ve saptamalara kendi sınırlı yorumlarımı ve gözlemlerimi de katacağım. Bütün bunları dört başlık altında toplamaya çalışacağım. Sizin ek yorumlarınız ve görüşlerinizden sonra bağlayabiliriz sanıyorum.
Birinci nokta şu: Aydemir sendikalarla siyasi hareket arasındaki ilişkiye değinirken, sendikaların siyasallaşırken başka alanlara tecavüz etmeye başlaması olayına işaret etmişti. Şimdi burada tecavüz derken bir noktanın altını çizmeye çalışacağım. Aydemir’in dediği bir şeyi düzeltme anlamında değil açımlama anlamında. Yani burada tavır şu değildir; “kardeşim bu benim işimdir sen ne karışıyorsun” gibi bir şey değildir. Burada çok objektif bir gerçek söz konusudur. Çok objektif olduğunun altını çiziyorum, günümüzün siyasallaşma ortamı içerisinde sendikalar şu ya da bu soruna ilişkin ne kadar çok görüş beyan ederlerse, bu anlamda tırnak içerisinde ne kadar siyasallaşırlarsa, önerdikleri daha fazla düzen içi çözümde kilitlenecektir. Sendikalar elbette bugün estirilen hava içinde “sivil toplum kuruluşları” olarak (a) konusunda da fikir beyan edebilirler, (b) konusunda da fikir beyan edebilirler. Ama burada bizim meselemiz “niye bu konuda fikir beyan ediyorsun, laf söylüyorsun” anlamında itiraz değil; asıl sorun, gerek mevcut örgütlenmelerin yapıları gereği, gerekse gündeme getirilen konular-sorunlar itibarıyla bu fikirlerin son tahlilde düzen içi somut çözüm aranışında konumlanması. Bu, her tür siyaseti düzen içi reform/iyileştirme döngüsü içerisine hapsedecek bir şeydir ve buna karşı çıkmamız lazım. Bu birinci saptama.
Benim yapabildiğim ikinci saptama da bir genellemeye ya da soyutlamaya dayanıyor. Tahliller tartışılabilir elbette, ama burada galiba biz sadece güncel olarak değil tarihsel olarak da çok kilit bir sorunu tartışıyoruz. Bu kilit sorun iki ana kavramdan kaynaklanıyor. Sınıftan türetilen siyaset ve sınıfa yansıtılan siyaset; iki ana kavram. Şimdi, sınıftan türetilen siyaset çok da yeni bir şey değildir. Derler ki sınıfın somut sorunlarından, çalışma koşullarından, ücretlerden, iş güvencesinden, yaşam koşullarından vb. hareketle genel bir siyasete ulaşalım. Bu yaklaşım, yani “siyaseti sınıftan türetme” yaklaşımı, yakın zamanlara kadar bırakın sınıfın kendi örgütlerini, sendikaları, sol siyasetin birçok kesiminde alıcı bulurdu. Ancak, buradan hareketle genel bir siyasete ulaşmanın mümkün olmadığı hem teorik olarak ortadadır, hem de pratik olarak kanıtlanmıştır. Sınıftan türetilen siyasetin alternatifi ise sınıfa yansıtılan siyasettir. Sınıfa yansıtılan siyasetin mutlaka ve zorunlu olarak sınıfın spesifik koşullarından ve sorunlarından kaynaklanması gerekmez. Elbette oraya döner ama orijin olarak oradan çıkması gerekmez. Nereden çıkar? Ülkenin genel siyasi ortamından çıkar, yurtseverlik, anti-emperyalizm, eşitlik, adalet ve özgürlük gibi çok genel, belki de ilk planda doğrudan doğruya sınıfa hitap etmeyen, etmesi de gerekli olmayan temalardan kalkar ve bu genel siyaset sonunda sınıfta da yansıma bulur. Bana göre toplumsal formasyonun bütününden hareket eden siyaset böyle açımlanabilir ve Türkiye sosyalist hareketinin çıkış yolu bunlardan ikincisidir. Sanıyorum genel tarihsel bir doğru olmanın ötesinde, günümüzün koşulları bu ikinci modelin gerekliliğini ve doğruluğunu bir kez daha ortaya koyuyor kanıtlıyor diyebiliriz.
Üçüncü olarak değineceğim nokta şu: Burjuvazinin kendince bir kitle toplumu modeli yarattığını söyleyebiliriz. Ya da böyle bir çaba içerisinde olduğunu söyleyebiliriz. “Tamam senin durumun şu, ama senle biz aynı gemideyiz, bütün bu toplum aynı gemide” vb. vb. Şimdi, bu ideolojik manipülasyon, ideolojik yönlendirme, iki tarafı da kesen bir kılıç işlevi görebilir. Evet, bu ideolojik saldırı bir yanda edilgenliği, düzen içi çözüm meraklarını vb. getirecektir. Ama öbür yanda da, sayıları görece sınırlı da olsa diri, aktif ve az önceki ideolojik kuşatmayı yarabilen kesimlerin taşları yerinden oynatma, azken çoğu etkileme gücünü artıracaktır. Bir toplumu ne kadar edilgen sayarsak, aktif unsurların eylemliliğinin çarpan etkisi de o kadar fazla olacaktır. Başka bir deyişle, hareketli unsurların sözü, ağırlığı, ön açıcılığı vb. de eskisine göre artacaktır.
Son olarak şu noktaya bir parantez içinde değinmek istiyorum. Benim izleyebildiğim kadarıyla özellikle 1980 sonraki Reagan, Thatcher vs. politikalarıyla birlikte dünyadaki bütün sendikal hareket gözlemcilerinin, araştırmacılarının saptadıkları bir şey var: Eğitim ve sağlık alanında çalışan kamu emekçileri başka sektörlerdeki emekçilere göre daha bir canlı, daha dinamik bir profil sergiliyor. Batılı gözlemciler bunu Reagan-Thatcher döneminde başlayan ve daha sonra süren özelleştirmelerin ve başka saldırıların görece en fazla bu kesimlere vurmasına bağlıyorlar. Kamu emekçilerine çok özel ve abartılı bir misyon biçme anlamında söylemiyorum bunu, ama sınıfa saldırıda sınıfı kendi içinden bölme imkanlarının klasik sanayi proletaryasına göre kamu çalışanlarında görece daha sınırlı olduğu düşünülebilir. Örneğin İtalya’daki telekomünikasyon işçileri işten çıkartılırken “buraları özelleştireceğim, sizi de işten çıkaracağım ama işten çıkaracağım insanlara cep telefonu bayiliği vereceğim” denebilmiştir ve etkili de olmuştur. Sağlık ve eğitim alanındaki emekçiler ise bu tür “havuç” ikramlarından daha uzak görünüyor. Kamu kesimine getirilen performans kriterleri, esnek çalışma, personel reformu gibi girişimler de kuşkusuz bu kesimi kendi içinden bölücü, ayrıştırıcı bütünlüklü davranmayı engelleyici etkiler yaratacak. Ama bunun sonuçlarını da yakından izlemek gerekiyor; bugünkü gibi giderse, kamu emekçilerinin ‘90’ların ilk yarısındaki canlılıklarını yeniden kazanmaları güç olacak.
Artık toparlayabiliriz sanıyorum.
HY: Birkaç şey söylemek istiyorum. Bir kere vurgu ve toparlamaya katılıyorum. Belki olanak bakımından durum nedir, birkaç ek yapmak gerekebilir. Birincisi şu düzen içi çözüm konusu… Sendikaların bu alanda işi zor. İkincisi, bizim etkimiz. Biz bir basınç, etki yarattığımız zaman sendikacılar iyice bocalıyorlar. Türk-İş için biraz daha uzak bir olasılık, ama DİSK’te bunun yaşanmakta olduğunu, KESK’te bunun yaşanmakta olduğunu somut örnekleriyle biliyorum. Örneğin AB konusunda. Bizim basıncımızla AB’cilerin bir bölümü utangaç AB’ci oluverdiler. Üçüncü saptama bence son derece önemli. Bugün aktif, örgütlü, ne yapacağını bilen bir azınlığın siyasal süreçleri etkileme olanağı artmıştır.
AÖÖ: Bir de şu söylenebilir. Bu sadece Türkiye’ye özgü bir şey değil. AB ülkelerinde örneğin son aylarda Almanya’da yaşananlar orda da benzer bir sıkıntının, kamusal harcamaların geri çekilmesi, kamu hizmetlerinin geri alınması hatta sosyal demokrat partinin de büyük ölçüde başını yiyecek bir noktaya geldi. Yani AB’den insan hakları ve demokrasi bağlamında himmet bekleyenlerin ise bunları hesaba katması gerekecek herhalde.
EÖ: Ben de tamamlayıcı bir şey söylemek istiyorum. Bütün bunlardan bir başka sonuç daha çıkıyor: Solun, özel bir sınıf siyaseti ve işçi sınıfına dönük bir araçlar yelpazesi ve bir de ülke siyaseti ve ona dönük bir araçlar yelpazesi şeklindeki bir ayrıma gitmesi, en büyük hatalardan biri olacaktır. Solun hedeflemesi gereken, mücadelenin bütünlüğünü kurmaktır. İş yasası, özelleştirmeler, kamu yönetimi reformu vb. pek çok sınıfa saldırı başlığının aynı anda açıldığını görüyoruz. Bütün bunlara karşı ayrı ayrı yürütülen ve her biri başından belli olmak üzere sonuçsuzluğa mahkum olan mücadelelerin aynı zamanda yıpratıcı, tüketici olduğunu düşünüyorum. Oysa bunları bir merkezi siyasi eksenin parçaları haline getirmek mümkündür. Bunu da eğitim ve sağlık alanındaki mücadele somut olarak gösteriyor. Eğitim ve sağlık emekçilerinin önemli bir avantajı, eşit ve parasız sağlık ve eğitim talepleriyle toplumsal meşruiyet kazanabilmeleri. Önümüzdeki döneme buradan hareketle baktığımızda, AKP hükümetinin bir olanak anlamına gelebileceğini düşünüyorum. AKP, sınıfa saldırı yasalarını çıkarmasıyla, işbirlikçiliğiyle, gericiliğiyle bir simge, bir hedef haline getirilebilir. Burada kritik soru bence şu olacak: AKP, eninde sonunda yıpranarak iktidardan düşecek. Ama bu süreçte işçi sınıfı AKP’nin karşısına dikilen, onunla mücadele eden bir güç olarak, bir özne olarak görülebilecek mi; sınıf, kendisini böyle görebilecek mi? Bir başka deyişle sol, işçi sınıfını bu konuma getirebilecek mi? Bunun kritik bir başlık olduğunu düşünüyorum.
AG: Galiba son tamamlama sözleri bana düştü. Erkin’in sorduğu soruya bu söyleşimizin bütününden kalkarak bir projeksiyon yapabiliriz. İşçi sınıfının kendisini bu anlamda bir taraf olarak hissetmesi kuşkusuz büyük bir sıçrama anlamına gelecektir. Açıkçası bu sıçrama içinde bulunduğumuz dönemde kapitalist egemenlik mekanizmalarının temel varsayımlarının sarsılması, temel karakteristiklerinin çözülmesinden başka bir şey değildir. Burada hissetmek dedim, ama bu alanda ayakları yere basmayan bir his geçerli değil. O halde biz sınıfın taraf olarak örgütlemesi diye bir ifade kullanırsak daha yerinde olur. Bu örgütlenmenin görünür bir vade için klasik sendika üzerinden gelişme olasılığına sınırlı bir yer ayırdık. O halde ortaya siyasal öncü açısından, partili mücadele açısından son derece iddialı bir yaklaşım çıkıyor. İşçi sınıfının kendisini siyasal bir taraf olarak hissetmesi için ayaklarını basacağı örgütlenme dinamiğinin kaynağına partiyi yerleştirmiş oluyoruz. Ve partinin de sınıf kitlesine, klasik tabirle tabanın anlayacağı gündem maddelerinden değil, toplumun genel gündemlerinden, temalarından hareketle, yani doğrudan siyasal dil ve araçlarla yönelmesini öngörüyoruz. Partinin işin örgütlenme kısmını hayata geçirmesinin söylediğimiz kadar kolay olmadığının hepimiz farkındayız. İşin somut kısmı büyük bir siyasal yaratıcılık ve öncü enerji gerektiriyor. Ama hiç olmazsa partinin rolüne yaptığımız bu leninist vurgunun pratikte hiç de kolay olmayan işimizi önemli ölçüde sadeleştirdiğini söyleyebiliriz.