Metin ÇULHAOĞLU1 :
Arkadaşlar ben kısa bir giriş yapmaya çalışacağım. “Dünya solu nereye gidiyor” başlığı altında şöyle bir şey yapabilir miyiz? Belli parametreleri alıp, birincisi sınıf hareketindeki eğilimler; ikincisi parti biçiminde örgütlenmiş sol, yani sosyalist, komünist çizgilerin sergilediği performans ve üçüncü parametre olarak da marksist teori ya da sosyalist teorideki durumu alıp, buradaki yönelişlere bakabilir miyiz?
Bu üç parametre ışığında üzerinde durmamız gereken önemli bir nokta şu: 89-91 dönemecinde sosyalist sistemin çökmesinin, bu coğrafya dışındaki pek çok coğrafyadaki sol hareketleri, komünist hareketleri, hatta giderek sınıf hareketini etkilediği biliniyor. Ama bugün içinde bulunduğumuz durum, özellikle Avrupa solu söz konusu olduğunda, diyelim 1989-91 öncesindeki bir gerilemeye bağlı olabilir mi? Yani rayında giden bir şey 1991 yılında aniden mi çöktü diyeceğiz, yoksa bunun bir evveliyatı olduğundan da söz etmek mümkün mü? ‘70′ li yıllardaki sol birlik, ittifak denemelerinin ardından dünyada, Avrupa komünist hareketinde örneğin, bir gerileme yaşadığından söz etmek mümkün mü? 1991 sonrasıyla öncesini bu açıdan birbirine bağlayabilir miyiz? Bir nokta bu.
İkinci nokta da acaba coğrafyaya baktığımızda, değişik coğrafyalara baktığımızda, genel bir gerilemeden mi söz edeceğiz, yoksa eşitsiz bir gerilemeden mi? Örneğin, Avrupa solunu bir coğrafya olarak alabiliriz ya da Latin Amerika’ yı. Coğrafyalar bazında bir değerlendirme konusu olabilir; daha başka coğrafyalar da gündeme gelebilir ama sanıyorum başat olarak Ortadoğu, Avrupa ve Latin Amerika üzerinde duracağız herhalde.
Bir de emperyalizmin, ABD emperyalizminin Irak saldırısının ardından, acaba dünyada bir anti-emperyalist canlanma söz konusu olabilir mi? Bu canlanmanın temel anlamda sola getirileri olabilir mi? Bu perspektifleri de gündemimize alacağız. Bu kısa girizgahtan sonra, -tabi elbette bu çizgide ilerlemek gibi bir zorunluluk yok ama- sanıyorum sınıf hareketi, siyasal örgütlenmeler ve teori-ideoloji diyebileceğimiz başlıklarda bir genel bilanço yapabilirsek iyi bir giriş yapmış oluruz gibime geliyor…
Özgür ŞEN2 :
Peki ben başlayayım o zaman. Metin ağabeyin genel giriş yapmış olduğu yerden. Herhalde başlangıç noktası olarak evet ’91 gibi bir dönüm noktası olarak alırsak ordan başlamakta bence de sonsuz fayda var. Şimdi bence sorulması gereken soru, ‘90′ larla mukayese ederek sorulması gereken bir soru, o da şu:
Bugün ‘90′ lardan iyi mi? Bence sorulması gereken soru bu.
Bu soruyu şundan soruyorum, bence ‘90′ lı yıllar genel olarak, özellikle de ilk yarısını düşündüğümüzde, dünya solu açısından bir dip’ ti. Dünya solu genel olarak, özellikle partili hareketler söz konusu olduğunda, ‘90′ larda bir dip yaptı. Ben o başlangıçta sorduğum soruya şöyle bir yanıt verebilirim: Hiçbir şey ‘90′ lardaki kadar kötü değil. 2004 bitmek üzere, 2005 yılı da başlıyor ve bugün bence şu açıkça söylenebilir ki, hiçbir şey ‘90′ lardaki kadar kötü değil.
Peki bunu nasıl formüle ediyorum? Bunu şurdan formüle ediyorum, bence umutlu olmak için çok neden var. Bu nedenle hiçbir şey ‘90′ lardaki kadar kötü değil. Şimdi ‘90’lar bana kalırsa bir dip’ti dedim, orda başlangıçta Metin ağabeyin dediği bir noktaya vurgu yapmakta da fayda var, elbette ‘91′ de her şey Sovyetler Birliği’ nin çözülüşüyle olmadı. Özellikle Avrupa coğrafyası düşünüldüğünde, uzun bir ideolojik mücadelenin sol cenahta yarattığı yorgunluk ve imkanlarla yarattığı etkileri, biz ‘91′ den sonra çok şiddetli bir şekilde gördük. ‘90′ larda bu aslında bu dip süreci içinde bir ayrışmaya tanıklık ettik. ‘91′ deki Sovyetler Birliği’ nin çözülüşünden sonra özellikle bu partili düzlemde çok hızlı bir ayrışma yaşandı. Bir takım partiler bildiğimiz gibi isimlerini değiştirdiler, likide oldular. Ancak bu ayrışma ‘90′ larla da kalmadı. Ben zaten burada ilk söylediğimi de ekleyeceğim; hani bugün bunu sormak için çok neden var demiştim, ‘90′ lara dönük çok fazla neden var demiştim. Nedenlerden bir tanesi zaten bu.
Biz bugün, bu bahsettiğim ayrışmanın daha çok sonuna gelmiş durumdayız. Bu ayrışma, öncelikle bahsettiğim gibi bir komünist parti adını değiştirme gibi yaşandı, bir takım özneler bu cenahı terk ettiler. Ama ondan sonra özellikle ‘90′ ların sonu 2000′ li yılların başıyla birlikte, o isimleri sürdüren ama sol cenahta kalan, yani sosyal demokrat ismiyle belki siyasi mücadeleyi sürdürmeyen partilerin arasında da ayrışma sürdü. Bugün, yani 2005 yılında ben bu ayrışmanın sonuna geldiğimizi düşünüyorum ve bu ayrışma tamamlanmak üzere olduğu için, bir sadeleşme yaşandığı için, hiçbir şey ‘90′ lardaki kadar kötü değil diyorum.
Belki ileride değineceğiz, örneğin Avrupa Sol Partisi girişimi bana kalırsa bu ayrışma ve sadeleşmenin en somut göstergelerinden bir tanesi, Avrupa coğrafyası söz konusu olduğunda.
MÇ: Bu noktada bir girinti yapabilir miyim? Bir ayrışmadan söz ettin, yani bir süreç içinde bir son noktaya gelindi dedin. Burada bu sürecin öznelerinin kendi iç dinamikleri de söz konusu olabilir; yani belli bir tartışma sürecinin sonunda böyle bir noktaya gelinmiş de olabilir; bir de Amerika’ nın müdahaleleriyle Avrupa Birliği’ nde yaşanan bir takım süreçler, başka deyişle dış etkenler de bu noktayı kapıya getirmiş olabilir. Demek istediğim, belirli bir dış dinamikten de söz edebilir miyiz iç süreçlerin yanı sıra? Yani bu ayrışmayı biraz hızlandıran, kesinleştiren, çizgilerini daha net kılan bir dış dinamikten de söz etmek mümkün mü?
ÖŞ: Kesin olarak böyle. Hatta bir adım ötesine bile geçirmek mümkün. Bu dış dinamiğin solun içine doğru bir müdahalesini bile görebiliriz bu dönemde. Yani yalnızca bu bahsettiğimiz gelişmelerin solu bir takım kararlara zorladığını değil bizzat Avrupa Birliği’ nin ve başka emperyalist öznelerin solun içine doğru müdahalelerini de görüyoruz bir takım somut müdahaleleri görüyoruz.
Bu -şöyle söylemek daha doğru- ‘90′ ların sonlarında daha çok sınıf örgütleri, sivil toplum örgütleri aracılığıyla gerçekleşiyordu. Ama 2000′ lerde daha çok, özellikle Avrupa söz konusu olduğunda, partilerin içine doğru da birtakım müdahalelere tanık olduk. Bu, peki bu ne kadar ön açıcı bir durum? Aslında Avrupa Sol Partisi söz konusu olduğunda da, bu ayrışma söz konusu olduğunda da meseleye iki tarafından da bakmak mümkün. Bir tanesi tabii ki, solun içerisinden genel olarak bir güç kaybı doğuyor ama öbür taraftan bu hep vurgulamaya çalıştığım ayrışma-sadeleştirme, bence ileriki dönem için, yani 2004′ ten sonrası, 2005’ten sonrası için, hatta 2000′ lerin ikinci on yılında orda Avrupa’ nın önünü açacak bir gelişim olacak. Ben meseleye buradan bakmayı daha yararlı buluyorum.
Şimdi böyle çok genel bir çerçeve çizdikten sonra belki benim Metin ağabeyin başlangıçta kurguladığı akışa dair bir önerim olabilir. O da şu, bence dünya solunun durumunu tartışırken coğrafyayı öne almakta fayda var.
Kemal OKUYAN3 :
Ona geçmeden istersen bir parantez açalım. Coğrafik bölmelere geçmeden. Çünkü bu dış dinamik meselesini ‘90′ lar meselesini biraz daha tartışmakta yarar var.
MÇ: Özellikle Avrupa başlığında senin tespitlerin vardı, Portekiz ve Yunanistan’ daki sola kaymayı nasıl açıklayabiliriz? Ama buna geçmeden önce başkaları devam edebilir.
Gamze ERBİL4 :
Son söylenenlerle ilgili bir şey söylemek istiyorum. Bence bizim açımızdan içinden geçtiğimiz dönemde kritik, altı çizilmesi gereken bir şey. Bahsettiğimiz iç dinamikle dış dinamiğin bir ilişkisi var; belli bir netlik sağlanmaksızın tam olarak ayrıştırılmasının mümkün olmadığını sanıyorum.
Yaygın kabul gören bir açıklama var ‘80’ler, ‘90’lar ve 2000′ li yıllarda sınıf hareketi ve sol hareket üzerine… Buna göre deniyor ki, 1980′ lerin başından itibaren ekonomideki küreselleşme süreciyle gündeme gelen neoliberal saldırılar, sınıf hareketinde gerilemeye yol açtı, ardından solda da genel olarak bir gerileme yaşandı. İşçi sınıfının hakları elinden alındı ve bugünkü duruma gelindi. Nihayet ‘90′ ların sonunda buna karşı bir tepki şekillenmeye başladı…
Şimdi böylesi bir çerçevede, solun ve işçi sınıfı hareketinin, kendisini açıklamak için seçtiği bu kavramlarda önemli bir tuzak var. Siyasi düzlemde, uluslararası düzlemde yaşananları yanlış kavrıyor ve yanlış açıklıyor. Örneğin neoliberal saldırıdan söz ediyor ama buna karşın “özgürlük” istiyor. İşçi sınıfının kazanımlarının küresel ölçekte elinden alındığını, örgütsüz bırakıldığını söylüyor ve örgütsel çerçevesi tanımsız bir “küresel direniş” öneriyor. İç dinamikle dış dinamiği nerede ayrıştıracağınız belli değil!
Evet, neoliberal saldırı ‘80′ lerde başladı ama bunun uygulamadaki karşılığını bulması, solun geriletilmesinin becerildiği alanlarda gerçekleşti. Sovyetler Birliği’ nin çözülüşü önemli bir tarih; biz hep bunu öne çıkarıyoruz. Solun geriletilmesini de buna bağlıyoruz. Bunun bir anlamı var netleştirilmesi gerektiğini düşünüyorum. O mevziyi kaybettikten sonra, soldaki gerileme sürecinde, dış dinamiklerin belirleyiciliği daha baskın hale geldi. ‘80′ lerde başlayan sınıfa saldırı ve ona sınıfın tepkisinin gelişmesi ve solun da bu anlamda tablonun içinde yer alması gibi bir kurgu hem doğru değil hem de sol için ilerletici bir çerçeveyi ortaya çıkartmıyor.
Özellikle de ‘90′ larda solun siyasetini, ideolojisini tümüyle belirsizleştiren bu “demokrasi-sivil toplum-insan hakları” gibi bugün hâlâ uğraştığımız çerçeveden bağımsızlaşamıyoruz. Önümüzdeki süreç düşünüldüğünde, bu çerçevede daha fazla netlik sağlamamız gerekecek Avrupa Birliği süreci ve burada sola açılan alanda yine bu başlıklar önem kazanıyor. Bizim bu başlıkta ciddi bir hesaplaşmayı öngörmemiz gerekiyor.
Ben, solun, kendisine sol diyecekse, kendi geçmişinin muhasebesini yaparken bu çerçeve ile net olarak hesaplaşması ve kendisini bu alandan, bu kavramlardan “bağımsızlaştırması” gerektiğine inanıyorum. Tüm bu kurgulardan, “neoliberal saldırı” eksenli değerlendirmelerden bağımsızlaşmak gerekiyor diye düşünüyorum. Bugün hâlâ bunların etkili olduğunu; bir sol statüko oluşturduğunu ve olabilecekse bir sıçramanın önünde engel olduğunu görmek lazım.
KO: Gamze’ ninkilere paralel bir şey söyleyeceğim. Ben de umutluyum ama Özgür’ ün ifade ettiği ölçüde bir dönemeci geride bıraktığımızı düşünmüyorum. Yani henüz bu tür bir dönemecin ilk işaretleri ile karşı karşıyayız. Önümüzdeki dönemde daha net bir tabloyla karşılaşabileceğimize ben de inanıyorum. Ama sorunumuz çok ciddi olarak yaklaşık 50 yıllık bir sorun. Yani karşı karşıya olduğumuz, son 20 yılla sınırlayabileceğimiz bir sorun değil. Sovyetler Birliği’ nin çözülüşü aslında 1980 yılında başlayan uluslararası saldırının bir parçası olarak da görülmeli. Elbette Sovyetler Birliği’ nin çözülüşünün iç dinamikleri de vardı ama genel olarak dünyadaki mücadeleye baktığımız zaman ‘80′ li yılların başında emperyalizmin inisiyatifi aldığını söylüyoruz.
Peki emperyalizm inisiyatifi neden bu kadar kolay alabildi? Bu sorunun yanıtını aradığımızda şöyle bir problemle karşılaşıyoruz: 1945 sonrasında Sovyetler Birliği sistematik bir mücadele programı, mücadele hattı örmedi ve daha savunmacı ya da kaçak güreşen bir tarz geliştirdi. Mesele bu kadar eski…
Ama bu Sovyetler Birliği’ yle sınırlı değil, dünya komünist hareketi ya da dünya işçi sınıfı hareketinin, aslında 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren sürekli ileri doğru hamleler yapma hali ya da alışkanlığı, 1945′ ten sonra ortadan kalktı. 1945 sonrasında dünya komünist hareketinin ya da genel olarak işçi sınıfı hareketinin, teorik tutarlılığı olan ve örgütsel bir bütünlüğe yaslanan herhangi bir çıkışı yok. Yani “şu dönemi şu inisiyatifle kapamıştır dünya solu” diyebileceğimiz herhangi bir deneme yok. Üçüncü dünyadaki kimi çıkışlar, yani kapitalist olmayan yoldur, gerilla hareketleridir, bunların her birisinin kendi başına önemi var ama geneli etkileyen bir ağırlıkları yok. Avrupa’ yı bu kadar boş bırakarak inisiyatif alamazsınız…
MÇ: Kemal, söylediklerinden hareketle şunu saptayabilir miyiz? Bu inisiyatifin bir çıkışı yok, özellikle Avrupa’ da. Peki bunun Avrupa’ da böyle olmasının, ‘60′ lı yıllardaki solda görülen üçüncü dünyacılık sevdasını körüklediğini de söyleyebilir miyiz? Vietnam, Küba vb. Eski deyimle, “eğer çıkacaksa dünyanın kırlarından bir dinamik çıkar” gibisinden…
KO: Doğru. Sovyetler Birliği’ nin, Avrupa ülkelerini bir kenara bırakıp, dünyanın daha geri kalan bölgelerinde, Latin Amerika, Asya, Afrika gibi ülkelerdeki bir ilerleme ruhuyla hareket etmesi, Avrupa yakasında da statükocu bir stratejiyi tercih etmesi, marksizmin ağırlık noktalarında belli değişiklikler yarattı. Yalnız burada ilginç bir şey var. Bütün bu süre içinde dünya solu açısından referans noktası olabilecek bazı olaylarla karşılaşıyoruz. Bunlar üçüncü dünya kapsamında değerlendiremeyeceğimiz gelişmeler. Üç tanesine değinmek istiyorum.
Komünist hareketin bir devrimci dönüşüm sürecine önemli bir özne olarak girebildiği üç örneğimiz var bütün bu süre içinde: Bir tanesi, İran’ ın komünist partisi TUDEH’ in ikinci savaş sonrası denemeleridir ama en önemlisi mollaları iktidara taşıyan süreçteki rolüdür. Öteki, Portekiz Komünist Partisi’ nin 1974 Karanfil Devrimi çıkışıdır, diğeri de Allende Şilisi’ dir.
Bunlar önemli örneklerdir, solun önemli çıkışlarıdır, gerçek siyasal düzlemde varolmasıdır. Ne gariptir ki, bunlardan bir tek Şili dünya solunda siyasal ve teorik bir tartışma konusu haline gelmiştir. O da, “sosyalizme barışçı geçiş mümkün müdür, değil midir?” diye saçma sapan, hiçbir ilerleticiliği olmayan bir başlık üzerinden. Gerçekten ilginçtir… Avro komünizm, tekelleri kuşatma, barış içinde bir arada yaşama, kapitalist olmayan yol gibi bir takım savunmacı ve aslında ideolojik içeriği çok tartışmalı modeller üzerinden yıllarca tartışılmış. Ama TUDEH’ in birkaç girişimi, 1974 Karanfil Devrimi’ nde Portekiz Komünist Partisi’ nin tutumu hiç tartışılmamış. Gamze’ nin de sözünü ettiği liberal kuşatmanın, ben bu dönemin ürünü olduğunu düşünüyorum. Yani biz 50 yıl boyunca savunmayı tartışmışız. Tekelleri kuşatma, Avrupa komünizmi, liberalizm, barış mücadelesi… Özgür’ e burada katılıyorum, bu önemli, liberallerin solda ağırlık kazanabileceği dönem bitti. Bundan sonra bir şey çıkartamazlar, buna bile halleri yok.
Dolayısıyla avro komünizmin bugünkü uzantılarını filan çok abartmamak gerek. Gereksindiğimiz, gerçek süreçlerin tartışılmasıdır. Mesela Venezüela’ yı, Irak’ taki direnişi önemsemek gerektiğini düşünüyorum. Bunlar gerçek. Birkaç yerde daha benzeri direnişler ya da karşı çıkışlar, Venezüela’ daki gibi özgün devrimci iktidar girişimleri ortaya çıkarsa, dünya solu kaçınılmaz olarak insan hakları, demokrasi, sivil toplum, liberalizm, özgürlükler alanından çıkacak ve bu daha gerçek, daha ciddi gündemine ortak olacak. Bugün dünya komünist hareketinden artık, işte dayanışma kültürünün dışında, Venezüela’ da ne oldu, Kolombiya’ daki gerilla hareketine dair, Irak’ taki direnişe dair, daha elle tutulur tartışmalara başlamak gerekiyor. Üstelik bir avantaj var; verdiğim örnekler gelişmiş kapitalist dünyadan değil ama bu kez üçüncü dünyacı bir karakter taşımıyorlar, evrensel önemleri sanıldığından da fazla…
MÇ: Ben burada bir noktaya değineceğim. Belki de buradan da yol alabiliriz. Şimdi ben şöyle bir gözleme sahibim. 1960′ lı yıllarda, hatta ‘70′ li yıllarda genel olarak Türkiye’ deki sol kamuoyu içindeki sol aydın kendini çok fazla batılı ve Avrupalı saymazdı ve bir şeyler aradığı zaman daha fazla üçüncü dünya ülkelerine bakardı. Hatta 1960′ lı yıllara bakacak olursak, Nkrumah’ ın Gana’ sı da örnek olabiliyordu, işte Kongo olabiliyordu, Lumumba olabiliyordu ya da işte Güneydoğu Asya olabiliyordu, Çin olabiliyordu vs. Şimdi işin ilginç tarafı şu: Aradan geçen süre içerisinde Türkiye’ de, ortalama aydın, daha doğrusu sol aydın, kendini çok daha fazla batılı saymaya başladı ve mesela Nikaragua falan da bittikten sonra artık teori, pratik, sendikal hareket vs. bütün dağarcığı Avrupa endeksli olmaya başladı. Örneğin Zapatista olayı ‘60′ lı yıllarda olsaydı, Türkiye solunda ciddi bir heyecan yaratırdı, oysa şimdi o kadar fazla bir şey yaratmıyor. Şimdi burada bir risk de var. Eğer Türkiye’ deki ortalama sol bu kadar Avrupa Birliği endeksli olursa, Kemal’ in işaret ettiği Venezüella gibi, Irak gibi dinamikler, hak ettikleri ilgiyi göremez. “Artık biz Avrupa’ ya bağlıyız, bizi ileriye taşıyacak gündem, Avrupa gündemidir” gibi dar bir Avrupa odaklaşmasına yol açabilir. Bu, Türkiye ‘de, bizim de siyasi olarak üzerinden yürümemiz gereken kesimleri kilitleyen bir bakış açısına yol açabilir.
ÖŞ: Ben, şöyle bir yanlış anlaşılma oldu herhalde, onu düzelteyim; ben, bugün bir şeylerin bittiğini değil ama ‘90′ ların bir dip noktası olarak görülmesi gerektiğini, bugün, her şeye rağmen ‘90′ lardan çok ileri bir noktada olduğumuzu söylemeye çalışmıştım başlangıçta, ki burada aynı fikirdeyiz herhalde. Kemal’ in verdiği üç örneğe; Portekiz, Şili ve İran örneklerine geleyim.
Bence Şili’ nin daha çok tartışılması da bu Avrupa’ daki Avrupa merkezci düşünceyle yakından ilgili. Batılı liberal sol, Avrupa’ daki örneklere bakarken dahi, o Avrupa merkezci düşünceden kurtulmuyor. Orada kendini aramayı sürdürüyor. Yine oradan da kendine yakın olanı alıntılamaya devam ediyor. Portekiz örneğin, çok ilginç bir şey. Portekiz’ deki deneyimi Avrupalı bulmadılar ki, orada ordu vardı, ilerici bir çıkış vardı… Bunlara oldukça soğuk yaklaştılar. Ama Şili’ nin farklı bir etkisi oldu. Oradaki barışçı geçiş vs. gibi kavramlara rağmen onlara çok daha sempatik gelmişti. Bence özellikle bu Avrupa merkezci düşünce bence hâlâ Avrupa’ da devam ediyor. Yani bu kırılmış değil öbür taraftan bakarsak.
Ama bu bir umut oluşturabilir mi? Bence işte orda yolun sonuna geldiler. Yani liberal paradigma, Avrupa’ da gerçek anlamda kendi sonunu hazırlamış durumda. Bir anlamda barutunu tüketmiş durumda. Çünkü somut olarak Avrupa Birliği kurumlarına, ideolojik olarak piyasalara, kendilerini teslim etmiş durumdalar. Bir anlamda yolun sonuna gelmiş durumda. Bu örnekleri, coğrafi olarak örnekleri tartışmaya başlayalım mı?
GE: Bu tartışmaya eklenebilecek üzerinde durulması gereken bir konu da şu: Son dört yılda ABD’ nin uluslararası alandaki saldırganlaşma sürecinde, emperyalizmin ideolojik cephanesini tükettiği saptamasını yapmamız gerekiyor.
Bunun çok basit bir nedeni var aslında, tümüyle “güç” le ilgili.
ABD, Irak’ ta yenilmeye başladığı andan itibaren, emperyalist odakların belli bir işbölümü çerçevesinde dünyaya yaydığı “demokrasi, insan hakları ve özgürlükler” söylemi de ciddi yaralar almaya başladı. ABD’ nin uluslararası alanda gerilemeye başlaması, bir emperyalist lider olarak “yenilmesi”, Avrupa’ nın da, “ABD ile anlaşmazlık içinde olduğu” görüntüsüne rağmen inandırıcılığını yitirmesine neden oldu. Daha çok Avrupa merkezli olarak yayılan o demokrasi-insan hakları-özgürlükler söylemi, hatta işte o sözünü ettiğimiz biçimde solu da 40 yıldır, 50 yıldır savunmacı bir konuma sıkıştıran ideolojik kurgu, zayıflamaya başladı.
ABD, Irak savaşı sürecinde, bu taşıyıcılığını üstlendiği, ‘90′ lı yıllar boyunca tüm dünyaya kabul ettirdiği değerler konusunda; demokrasi olsun, insan hakları olsun, özgürlükler olsun, bu değerler konusunda artık üzerini örtemeyeceği kadar açık verdi. Ve Avrupa ister istemez bunun sorumluluğunu paylaştı. Artık bu anlamda da bir gerileme sürecine girilmiş oluyor.
Ukrayna’ daki son gelişmeleri düşünelim. Buraya “demokrasi” vaaz eden ABD ve Avrupa’ nın, seçimler öncesinde bu ülkedeki NATO’ cu muhalefete tonla para akıttığı ve bunu sivil toplum örgütleri aracılığıyla yaptığı ayan beyan yazılıp çizilirken, nasıl bir inandırıcılıktan söz edilebilir…
MÇ: Putin bile postasını attı. Portekiz ayrı da, yok gül devrimi, yok bilmem ne devrimi derken insanlar baştan çıktı. Örneğin Romanya çatır çatır çökerken “solcular” göbek atıyorlardı, buna ben bizzat tanık oldum. Ama şimdi sanıyorum bu tür süreçlerin “demokrasi geliyor” türü cazibesi ve ikna ediciliği artık bitiyor.
GE: Bu anlamda zaten “inandırıcı” en son “devrim” Yugoslavya oldu. Daha sonraki örneklerde, Gürcistan dahil, hep bir zorlama ve ikna sorunu yaşadılar.
KO: Yalnız şuna işaret etmemiz gerekiyor. Avrupacı bakışı, Avrupa merkezliliği eleştiriyoruz. Neden eleştiriyoruz? Bu, Avrupa emperyalizminin düşünce ve siyaset dünyasındaki uzantısına denk düşüyor da ondan. Ama bir meselemiz daha var: Dünyadaki sol ayağa kalkacaksa, Avrupa’ yı da içine kapsayacak bir proje olmaksızın, Avrupa’ yı içerecek bir şey olmaksızın, solun ayağa kalkma olasılığı yok. Dolayısıyla da belki coğrafyalar bahsine giriyoruz; dünyanın bütünündeki dinamizmi Avrupa’ nın içerisine taşıyacak kollar çok kritik. Avrupa’ yı bırakalım kendi haline, orada zaten sol da batmış, orada artık umut yok, başka yerlere bakalım yaklaşımı -tamam belki bizi otomatikman üçüncü dünyacılığa götürmüyor ama- çok büyük tuzaklar doğuruyor. Çünkü marksizm de, işçi sınıfı hareketi de, sol da ayağa kalkacaksa bunda Avrupa’ nın çok özel bir rolü olacak.
MÇ: Tam bu noktada Kemal, batıda Portekiz, doğuda Türkiye ve Yunanistan gibi ülkeler senin dediğin anlamda bir iletim kayışı gibi işlev görebilir mi, üçüncü dünya dinamiklerinin Avrupa’ ya aktarılması ve burada içselleştirilmesi açısından?
KO: Kesin olarak öyle. Buna eski sosyalist ülkelerin bazıları da eklenmeli.
ÖŞ: Burada çok ufak bir ekleme; Türkiye, Ortadoğu ve Kafkaslar’ ı taşıdığı için, hani belki biraz dramatize ve karikatürize ederek söylüyorum ama tüm bunların pahasına, Portekiz, Latin Amerika ve Afrika dinamiklerini taşıyabildiği için, Yunanistan da özellikle Türkiye ile beraber Balkanlar’ ı taşıyabildiği için bu iletim kayışında çok daha aktif roller üstlenebilecektir.
GE: Peki bu Avrupa’ yı merkeze aldığımız kurguda, farklı bir eğilimden söz edebilir miyiz? Yunanistan Komünist Partisi’ nin Kongresi için hazırlanan tezlerinde bir “komünist bir kutup yaratılması” ndan söz ediliyor. Bu, komünist hareket içinde bir ayrışmayı zorlamak anlamında yorumlanabilir mi? İdeolojik olarak kendini ayırma, özellikle ‘90′ larda tamamen bir bulamaç haline gelmiş bir sol reformizmden, belki de sözünü ettiğimiz ikinci dünya savaşından sonraki dönemden beri hiç sarsılmamış olan eğilimden kendini bağımsızlaştırma girişimi olarak düşünülebilir. Avrupa Sol Partisi gibi bir oluşumla araya konulan mesafe de anlamlı bir başlangıç gibi görünüyor. Ben bizim bulunduğumuz yerden baktığımda, böyle bir kutbun temel mücadele ekseninin anti-emperyalizm olabileceğini düşünüyorum. Ama bunun ötesinde neler olabilir?
KO: Ben çok kolay olmadığını düşünüyorum. Avrupa’ da solu devrimci, komünist ve liberal diye ayırma işlemi için yeterince ön birikim yoktur. Önce bunun konusunun olması lazım. Sen bunun konusunun anti-emperyalizm olabileceğini söyledin, bu doğru. Ama bu çok geniş kapsamlı bir mesele, kolay sonuç alınamaz.
GE: Avrupa için de bunu somutlayabiliriz aslında. Mesela dış politika ve savunma başlıklarında gündeme gelen yeni yönelimler; AB Anayasası gibi başlıklar… Avrupa solunun buna dönük bir yaklaşımı anti-emperyalist bir eksende geliştirmesini bekleyebiliriz.
KO: Bu açıklıkta gerçekleşemez. Örneğin Avrupa’ da, Avrupa anayasasını çok gerici bulan, bütün bunlara karşı çıkan ama reformist partiler de var.
MÇ: Bu anti-emperyalizm başlığı da, anayasa başlığı da bana göre çok net, yani kutuplaşma kavramıyla ifade edilebilecek bir ayrışma için bulanıklaştırıcı unsurlar olabilir. Kemal’ in dediği gibi, örneğin anti-emperyalizm söz konusu olduğunda “Amerika da artık sınırı aştı” diye düşünen reformist, giderek sosyal demokrat unsurlar da hareketlenip bir şeyler yapabilir. Dolayısıyla bu ayrışmanın başka başlıkları olmalı.
KO: Ben çok önemli bir başlığın olgunlaşmakta olduğunu düşünüyorum Avrupa’ da. Bu söyleyeceğim şey zaten belki birçok tartışmanın merkezine yerleşecek. Şöyle formüle edebiliriz: Hangi ölçeği veri alarak mücadele ediyorsunuz? Bu olağanüstü önemli, çünkü Avrupa’ da ulusal ölçeği merkeze koymayan, ulusal ölçeğe dair bir toplumsal proje önermeyen her hareket, reformisttir. Yani turnusol kağıdı budur. Dolayısıyla Avrupa’ da ilginç bir şekilde, egemenliğin paylaşılmasını reddeden komünist partileri, devrimci unsurlar ile “egemenliğin paylaşılması kaçınılmaz bir süreçtir, ulus devlet modeli bitmiştir, başka bir proje arayalım” diyenler arasında bir ayrışmaya gidiyoruz. Şimdi burada da otomatikman bir devrimcilik atfedemesek bile konunun şöyle bir yanı var: Bir komünist partisi, nihayetinde bir devrimci projeyi ortaya koyduğu oranda bir partidir. Ulus ölçeği buna daha elverişli. Portekiz Komünist Partisi’ nin son kongresinde bakıyorsunuz, ısrarlı bir şekilde ulusal egemenlik vurgusu yapıyorlar ve sosyalizm diyorlar. Çünkü ulusal egemenlik vurgusu yapmadan Avrupa Birliği’ nde sosyalizmden bahsetmek çok büyük bir çılgınlık. Yok böyle bir şey. Yunanistan partisi aynı şeyi yapıyor. Eski sosyalist ülkelerdeki partilerde benzeri eğilimler var. Onlar da entegrasyona karşı çıkıyorlar. Slav kimliği üzerinden, bilmem ne üzerinden. Devrimciliği garantiye almasa bile, en azından bir başlangıç olarak, bu ulusal ölçekli projelerinin ciddi bir ayrışma konusu yarattığını söyleyebiliriz. Ve bu bence Türkiye açısından da geçerli olacak.
ÖŞ: Aslında bir anlamda ilk başa döndük. Ben de sözünü ettiğim ayrışmanın ilk işaretlerinin Avrupa Sol Partisi’ yle bağlantılı olduğunu söylemiştim. ASP; çünkü bu tartışmaların son derece uzağındadır. YKP, PKP zaten uzun zamandır bu konuda tutarlı bir çizgi izliyorlardı. Son kongrelerinde mücadele ölçeğine dair yaptıkları vurgu biraz da bununla ilgili. Tabi ASP, solun içine dair özel bir girişim değil elbette. Hani Avrupa’ daki gidişat AB’ nin bir proje olarak gidişatı da bir takım partileri bu konularda tavır almaya zorluyor.
Ben bu devrimci-reformist ayrımına dair ufak bir ekleme yapmak istiyorum. Eski reel sosyalist ülkelerin partilerine dair. Bence zaten bu partilere devrimci demek de, reformist demek de haksızlık olur şu an için. Bu partileri reformist olarak nitelemek gerçekten büyük haksızlık, devrimci demek ise iyimser bir durum şu an için. Ama tüm bunlar bu partilerin önemini de azaltmıyor bugün hiçbir şekilde. ASP girişimi bu partiler açısından da ilginç bir zorlamayı gündeme taşıdı. O da şuydu: Bildiğimiz gibi ASP reel sosyalizm deneyimiyle asla barışmayacak, aslında kendisini özellikle bu reel sosyalizm ekseninde tanımlamaya çalışan bir parti Yani hâlâ o dönemin verileriyle, o dönemin tartışmalarıyla yol almaya çalışan bir parti. Bu şekliyle zaten bu girişimin Slav partileri olarak adlandırdığımız grubu kapsaması da olanaksızlaştı.
İkinci nokta da şu: Bence bu da çok önemli, bu Slav partileri, AB’ nin dayattığı bir coğrafi tanımı reddediyorlar. Yani şunu demek istiyorum: AB’ nin Avrupa projesine karşılar; bence bir başlangıç olarak bu da önemli. Mesela Ukrayna’ yı, başka bir anlamda Türkiye’ yi, o bölgedeki ülkeleri kafadan dışlayan, başlangıçtan önsel olarak dışlayan bu projeye de kesin olarak karşılar. Sonuçta en önemlisi, Kemal’ in dediği noktaya katılıyorum, “mücadele ölçeği” tartışması bu ülkelerde sürüyor. Üstelik bu partilerin hepsi iktidar görmüş ülkeler. Bence bu anlamda da önemli bir avantaj teşkil ediyor Slav partileri.
MÇ: Peki Kemal, ulusal ölçekli proje/ülke ölçeğinde proje ayrımını, bu vurguları özellikle sen yaptığın için sana soruyorum. Şimdi şöyle bir şey diyebilir miyiz? Şimdi derken, daha doğrusu ‘70′ li yılları kastediyorum. ‘70′ li yıllarda ulusal ölçekteki bir sol projenin, tekellerin kuşatılması, ileri demokrasi vs. gibi görece geri başlıklarda olması mümkündü. Ama bugün ulusal ölçek dediğinde, ulusal ölçekli bir projeyle ortaya çıktığında, artık tekellerin kuşatılması ya da ileri demokrasi gibi şeylerle yetinmek ve orada durmak büsbütün anlamsız oluyor. Dolayısıyla bilinçli bir tercih olmasa bile, hani bir tercih de vardır mutlaka ama tam tamına bilinçli bir tercih olmasa bile, ulusal ölçeğe yapılan vurgunun otomatikman demesek bile bir süreç içerisinde artık belirli aşamaları aradan çıkarıp, daha net bir sosyalizm projesiyle sonuçlanmak zorunda olduğunu söyleyebilir miyiz?
KO: Söyleyebiliriz, çünkü Avrupa söz konusu olduğunda artık neyi kuşatacaksın? Yani iş büyüdü, dolayısıyla herkes şunun farkında: Gerçekçi bir devrimci proje, hakikaten radikal bir kopuştur. O radikal kopuşu da ne bileyim sosyalizm öncesi bir bilmem ne arayışıyla yapmak filan şansı artık kalmadı. Geçmiştekinden farklı olarak ulusal ölçekteki bir mücadele, uluslararası ölçekteki bir kopuşu daha fazla kapsamak zorunda. Tamam, bir ülke sınırları içinde bir hesaplaşma olacak ama o hesaplaşmanın öyle bir sonucu olacak ki, bugün o ülkenin uluslararası alanda kapitalizme entegre olma biçimlerine dönük çok radikal bir kopuş gerektirecek. Entegrasyonun niteliği bundan 30-40 yıl öncesine göre çok değişti. Bu kopuşun sosyalizm dışı herhangi bir adresi yok. Burada artık kimi şeylerin önemsizleştiğini söyleyebiliriz. Geçmişte ne bileyim ittifaklar, cephe vs. bunların farklı anlamları vardı. Bugün ise bunlar hep sosyalizme dönük bir iktidar aranışını simgeliyor. Dolayısıyla bunlardan da dersler çıkarabiliriz. Örneğin şu anda Venezüela’ daki kopuş bu siyasi öznelerle 20-30 yıl önce gerçekleşebilir bir şey değildi. Bugünün gerçeği. Tamam ne kadar kopuş olduğu tartışmalı, belirsizlikler var ama en azından bugünkü verilerle son derece “çağdaş” bir örnek.
MÇ: Peki arkadaşlar ben burada izninizle bir soru soracağım. Böyle perspektiflerden söz ediliyor ama bu perspektifler haklı bir biçimde genel siyasi hareketlere, örgütlenmelere, çizgilere oturtuluyor. Peki sınıf hareketini, nesnel bir dinamik olarak sınıf hareketini, bir yerlere oturtmamız mümkün mü bu tabloda? Şunu mu diyeceğiz, yani herhalde hiçbirimiz bunu demiyoruz, “ancak sınıf hareketinin kendiliğinden yükselişi üzerine sol çizgiler güçlenecektir” falan gibi bir şey söylemiyoruz biz genel olarak, böyle bir yaklaşımımız yok. O halde başka bir noktaya mı geliyoruz yavaş yavaş? Yani sınıf hareketinin dışarıdan siyasal müdahalelerle silkelenebileceği bir sürece daha mı fazla güveniyoruz, Avrupa işçi sınıfı bazında veya başka işçi hareketlerinde? Bu konuda bir şey söyleyebilir misiniz?
KO: Önce, sınıf hareketinden neyi anladığımızı söylemek gerek. Çünkü bir bakış açısıyla değerlendirme kriterimiz sınıfın eylemliliği ise, bugün 15 yıl öncesine göre daha “kötü” durumda olduğu söylenemez. Yani Almanya, Hollanda, İngiltere, zaman zaman İtalya, İspanya ve Latin Amerika, Arjantin zaman zaman… Dolayısıyla işçi sınıfının sokağa çıkma problemi pek yok. Ama sorduğun soru da meşru, çünkü ortada bir sınıf hareketinin olduğundan söz edemiyoruz. Burada büyük tehlike var. Sağlıklı bir sınıf partisi olmayan ülkelerde, sınıf hareketiyle sol hareket arasındaki bağlantı büsbütün kopmuştur, bu böyledir. Örneğin Arjantin’ de sol zayıftır, bunun karşılığında çok “güçlü” bir sınıf hareketi çıktı ortaya. Almanya’ da sol neredeyse yok, Hollanda’ da neredeyse yok. İşçiler eylem yapıyor ama bu bir sınıf hareketi değil. Yunanistan’ da bir işçi hareketi dendiği zaman arkasından YKP çıkıyor, Portekiz’ de keza aynı şey oluyor. Şaşırtıcı bir şey; Rusya’ da işçi sınıfının eylem gücü hâlâ yüksek ve sokağa yığın halinde çıkabiliyor lakin bu yığınlarla güçlü Komünist Partisi’ nin fazla ilgisi yok. Bu örnekte komünistlerin sınıf karakteri zayıf.
MÇ: Dolayısıyla şunu diyebiliyoruz; akan suyun kendi mecrasını bulması gibi, diri de olsa bir sınıf hareketinin otomatikman kendi mecrasını bulup, o sınıfın kendi partisini yaratması gibi bir kural yok.
ÖŞ: Peki bu ulusal ölçek söz konusu olduğunda, yine çok sık tartışılan bir konu, ben de burada gündeme getirmek istiyorum; bu komünist partiler arasında, yani ulusal ölçekte mücadeleyi veri alan, onu öncelikli bir mücadele alanı olarak gören komünist partiler arasında, herhalde hepimiz katılırız ki, enternasyonal dayanışma hâlâ ve hâlâ 150 yıl öncesindeki kadar güncel. Bunda herhalde hiçbir tartışma konusu yok.
Peki bu dayanışmanın yolu ne olabilir?
Bence şu anda, özellikle ulusal ölçeği veri alan, biraz önce bahsettiğimiz partiler arasında en gündemdeki tartışma konularından bir tanesi bu. Aslında biraz önce değinilen, hani bu komünist kutup meselesi de bununla yakından ilişkili. Orada YKP’ nin son kongresine girerken MK’ nin hazırladığı tezlerde de o konuda vurgular var. Orada da sorun, mesela “yeni bir enternasyonal mi” bağlamında tartışılmıyor. Bence kasıtlı olarak, onun çağrıştırdığı şeylerden uzak kalmak kaygısıyla, yani tam olarak bilmiyorum ama uzak duruluyor, öyle bir tartışmaya girilmiyor ama bir koordinasyon merkezi, böyle bir merkeze olan ihtiyaç yakıcı olarak -ben de yakıcı olarak hissediyorum- düşünülüyor. Bence bu ulusal ölçekli mücadeleyi veri alan partiler arasında koordinasyonun nasıl sağlanacağı konusu da gelecek beş yıl boyunca sık tartışılan konulardan bir tanesi olacak.
MÇ: Özgür, senin şimdi açtığın konuya ilişkin olarak ben yanlış hatırlamıyorsam, Papariga ile yapılan mülakatın son bölümünde buna değiniliyor. Orada dikkat edilirse, bizim öteden beri savunageldiğimiz görüşlerle hemen hemen örtüşen bir yaklaşım var. Yani bu işler, ulus devlet ölçeğinde kotarılır ama bunun üzerine bazı şeyler bina edilebilir enternasyonalizm anlamında. Bina edilebilecek şeyler neler olabilir? Herhalde Komintern modeli hiçbir zaman gündeme gelmeyeceğine göre, bana göre Avrupa ve özellikle başka ülkelerle birlikte düşünüldüğünde, örneğin Amerikan emperyalizminin yeni müdahaleleri ya da şimdiki müdahalesi gibi birtakım girişimlere karşı, partiler arası ciddi bir dayanışma söz konusu olabilir. Hep bildiğimiz, klasik bilgi alışverişi gibi şeyler olabilir; bunun dışında AB sürecindeki, ne bileyim mesela referanduma sunulacak anayasa gibi, önemli başlıklarda ortak hareket etme biçimleri de olabilecek herhalde bu enternasyonalizmin. Ha bunun bir merkezi olması mümkün müdür, değil midir o ayrı bir konu.
GE: Tam orada, bizim bu coğrafi farklılıklara ilişkin olarak sözünü ettiğimiz problem çıkacak herhalde ortaya. Yani ABD emperyalizmine karşı mücadele ve bu konudaki alışverişle sınırlanırsa, o durumda bütün ülkeler için bir “eşit temsiliyet” ten söz etmek mümkün. Ama daha farklı düzlemlerde “tek bir merkez”, biraz zorlama olacaktır. Mesela Latin Amerika solunun ve partilerinin gündemi, nitelikleri ile Avrupa’ daki oluşumlarınki arasında ciddi farklılıklar var.
KO: Burada bir şey eklemek lazım. Ayrışmanın gereğinden hızlı gerçekleşmesi iyi bir şey değil. Neden iyi bir şey değil? Şu anda iyi kötü birbiriyle etkileşen ve bir bölümü de kendi içerisinde tartışan birçok özne var dünya solunda ya da kendisine komünist diyen solda. Şimdi aslında öyle bir toplam ki bu, bu toplamın unsurları en basit konularda bile yan yana gelemiyor. Örneğin dünyada Küba ile dayanışmak istemeyen komünist partileri var, işte Kore’ yi yıkılması gereken bir ülke olarak gören komünist partileri var. Irak direnişi konusunda dünyadaki komünist partileri ortadan yarıldı. Bu koşullarda, her başlıkta sağcı bir konumlanış içerisine girenler bir yana gitsin, öbürleri bir yana gitsin modeli gerçekçi değil. Bir; henüz bu ayrışmayı sürükleyecek bir güç yok, ikincisi de; demin konuştuğumuz gibi, referans noktası ne olacak bu ayrışmalarda, bunun tam olarak netleşmediğini görüyoruz. Ölçek meselesini ben gündeme getirdim ama bunun üzerinden bir ayrışma da zaman alacak.
Bu durumda, “uluslararası bir dayanışma açısından ne yapılabilir?” diye sorduğumuzda şu iki şey kritik gözüküyor: Bir tanesi, dünya solunun gerçek bir ayrışma ve işbirliğine -ben ikisini de aynı süreç olarak görüyorum- gitmesini sağlayacak konuların olgunlaşması lazım. Bunu hem beklemek hem de yaratmak gerekiyor. Yani gerçek başlıklar üzerinden gerçek işbirlikleri ve gerçek ayrışmaların olgunlaşmasını beklemek gerekiyor. Bir, bu önemli.
İkincisi de, geleneksel solun ve geleneksel solun devrimci kanalının, dünya ölçeğinde bir avantajı var, bu avantaj değerlendirilmeli, o da; teori-pratik denklemini daha iyi kuran oluşumlar bunlar. Açık söylemek gerekirse, erokomünizmin o pırıltılı yıllarını bir yana bırakırsak, Avrupa komünizminin başat gittiği ülkelerde son 15 yıldır dişe dokunur hiçbir şey üretilmiş değil. Böyle bir problem var. Dolayısıyla dünya solunda, geleneksel solun daha devrimci daha komünizan kesimlerinin, solun düşünsel ve siyasal karakteri üzerinde daha fazla ağırlık kazanmanın yolunu bulunması lazım ki kopuş sağlıklı olsun. Ben şu anda dünyadaki oluşumları tasnif edip bunlar sağcıdır, solcudur; elmayla armutlar ayrılsınlar, bir araya gelsinler türünden bir şeyin yapılabileceğine inanmıyorum. Ortaya çok kof bir şey çıkar.
MÇ: Bir ön birikim gerekiyor diyorsun…
KO: Kesinlikle, kesinlikle… Bu ön birikimin, gerçek sorunlar üzerinden ortaya çıkması lazım. Bugün Küba’ yla dayanışıp dayanışmamak bana -Küba çok gerçek olsa da- gerçek, ilerletici bir sorun gibi gelmiyor, bizi ilerletecek bir başlık değil. Burada yanıt çok yalındır; Küba’ yla dayanışılır çünkü. Bunun üzerinden bir tartışma yapamazsınız. Kore için de yapamazsınız. “Dayanışmayanlar solcu değildir” doğru bir önermedir. Ancak biz sağlıklı bir ayrışmanın nasıl gerçekleşeceğinden söz ediyoruz. Absürd bir konumlanışı mahkum etmek kolaydır. Bize gerçek bir ayrışma gerekiyor.
ÖŞ: Peki ama bu sorunları, bu bahsettiğin geleneksel solun devrimci öbeklerinin, özel olarak kaşıması lazım değil mi?
KO: Dediğim gibi, bu tartışmayı bitirmeyen bir tarzda.
ÖŞ: Ama sürükleyici öznenin o kesim olacağı açık değil mi?
KO: Örneğin burada çok problemli olduğunu düşündüğüm bir şey, iletişimle ilgili. Ukrayna’ da çok önemli olaylar oluyor, Ukrayna’ da oldukça güçlü bir komünist partisi var. Ve biz, o komünist partisinin sunduğu verilerden yararlanarak sürece dahil olmayı beceremiyoruz. Parlamentoda şu kadar üyeye sahip bir partiye rağmen. Bunlar problemli şeyler, bence bunların üzerinde durmamız gerekiyor. Ortada gerçek, alabildiğine gerçek bir konu var lakin kimse Ukrayna meselesini tartışmıyor. Bu tartışılmaya başlansa, çok büyük olasılıkla ciddi görüş ayrılıkları çıkacak.
GE: Evet, Ukrayna bu konuda bir örnek ama başka problemler de var bunu söylediğin zaman. Örneğin Irak’ la ilgili olarak, komünist partiler arasında yapılmadı belki ama genel olarak solun içerisinde, bu “kafa kesme eylemleri”, Irak’ taki direnişçilerin “terörist” olup olmadığı tartışması hayli önemli bir yer tuttu. Bunun çok sistemli bir biçimde -hatta eylemlerin bir bölümü de dahil olmak üzere- Amerikan propagandasının bir parçası olarak gündeme geldiğini düşünüyorum. ABD, psikolojik savaş tekniklerini son derece profesyonelce uyguluyor ve sol da bunun üzerinden “tartışıyor”. Zaten bu savaşın bir yerinde solun bunu tartışması da tanımlı.
Ukrayna söz konusu olduğunda benzer bir mekanizma işliyor. Yine egemen medya ve diğer kitle iletişim araçları üzerinden bu ülkedeki seçimin demokratik olup olmadığını tartıştırıyorlar. Siyasal eksen bu şekilde belirlenince, birileri de yapması gerekeni yapıyor ve bunu tartışıyor.
Bu işleyiş nasıl kırılabilir, belki de onun üzerinde durmak gerekiyor. Oluşturulacak olan iletişim platformu içinde bunun araçlarının oluşturulması, mevcut mekanizmaların aşılması üzerine de kafa yormak lazım.
MÇ: Bana şöyle bir şey var gibi geliyor. Bu son dönem dışında, işte Kemal’ in sözünü ettiği 50 yıllık tarihte, özellikle 50 sonrası, 45 sonrası, hatta İkinci Dünya Savaşının öncesinde de, dünyadaki sosyalist ve komünist hareketler bir yere otururlardı. Şöyle kabaca tarif ediyorum: işte bir teori vardır, marksizm vardır, kimileri için onun bir tamamlayıcısı olarak leninizm vardır. Bunun yerleşik ilkeleri vardır. Bu ön birikimden kalkılarak somut politika yapılır. İşte burjuvaziye karşı mücadele yapılır, cephe yapılır, faşizme karşı mücadele yapılır falan filan.
Genel olarak bakarsak böyle bir sıralama olduğunu söyleyebiliriz. Şimdi bana göre geçmişle karşılaştırıldığında, bugün pratik sıkışmalar, pratik tepkiler, somut olarak gözlenen durumlardan hareketle bunlara sol tepkiler vermek gibi, daha fazla güncel ve pratik kaynaklı bir yeniden yapılanma var gibi geliyor. Şimdi yeniden yapılanma -bunun yerine başka bir şey de diyebiliriz- acaba klasik metinlere, klasik marksizme, leninizme zaman zaman atıfta bulunulacak bir olgunluğa gelecek mi ya da o gözle değerlendirilecek mi; aynı zamanda kuramsal bir olgunluğa ulaşacak mı yoksa sol da olsa, radikal de olsa, hatta komünist de olsa bu referansları daha ziyade asgaride tutan pratik, daha reel-politiker bir solla mı karşılaşacağız bundan sonra? Böyle bir soru da gündemde. Yani klasiklere eskisi kadar bol atıf yapılmayan ama “arkadaşlar şu oluyor dünyada, sınıf da böyle” tarzında güncel ve yakıcı pratik birtakım sorunlardan hareketle şekillenen, bu anlamda da teorik formasyonu pek de güçlü olmayan bir sol silkiniş ya da canlanmayla mı karşılaşacağız?
KO: Çok önemli bir mesele bu. Ama bence bunda da çok acele etmemek gerekiyor. Şu nedenle acele etmemek gerekiyor: 150 yıllık bütün tarihine baktığımız zaman, marksist siyasi öznelerin birinci sınıf aktörler olarak öne çıktığı bir sürü örnek var. Dolayısıyla teorik bir tartışma noktası için gerekli siyasal altyapı var. Şimdi ise dünyada bizim açımızdan önemli dediğimiz örneklerde, işte Irak’ ta, Venezüela’ da marksist öznelerin henüz özel bir ağırlığı yok. Eğer soyutlama düzeyinde evrensel bir karakter kazanamazsa, tek tek ülkelerdeki mücadele, o mücadelenin başarılı olabileceğine inanmıyorum. Devrimler izole edilemezler, izole edildiklerinde yenilgiye uğrarlar; her devrim kendisini evrensel bir dille ifade etmek zorundadır. Evrensel bir dil ise tek başına siyasal bir dil olamaz. Şu ana kadar, senin dediğin gibi “pratikçi bir eğilim ortaya çıkıyor” ama şimdilik, kesin bir yargıya varamayız. Bunu kollamak, bunu tartışmak lazım. Ne ilginçtir ki solun şu anda şekilsiz de olsa başat özne olduğu bir örnek Brezilya’ da yaşandı. Yani nihayetinde marksist olduğunu söyleyen bir devlet başkanı çıktı ortaya. Chavez’ in nereye gittiğinden bağımsız olarak, iktidara geldiğinde marksist, hatta solcu olmadığı açıktır. Buna rağmen Brezilya ile Venezüela örneklerini karşılaştırdığınız zaman ilginç bir durum ortaya çıkıyor. Brezilya’ da elbette devrimci özneler de var bugünkü “sol” bloğun içinde ama son tahlilde, orada solun “özgürlükçü” versiyonu yeşermiştir. Venezüela daha “eşitlikçi” bir örnektir. Bir tanesi biraz daha küreselleşme karşıtı bir çizgi üzerinde gitmektedir; Venezüela ise daha ulusalcı, yurtsever bir kimliğe sahiptir. Bunlardan hangisinin daha kalıcı sonuçlar çıkaracağı da hiç değilse, Latin Amerika ölçeğinde çok ilginç bir konudur.
MÇ: Şimdi arkadaşlar ben izninizle bu küreselleşme karşıtlığının bir galat-ı meşhur haline gelmeye başladığını söyleyeceğim. Çünkü ben bu küreselleşme karşıtlarının arasında “biz küreselleşmek istemiyoruz, karşıyız” diye bir şey görmedim. Hepsi şunu diyorlar: Bugünkü küreselleşme kötüdür, eşitsizlikleri derinleştirmektedir, oysa biz adil bir küreselleşme istiyoruz. Pek çok küreselleşme karşıtı böyle diyor. Daha açığı, bunlar “küreselleşme karşıtıyız” diyorlar ama aslında başka türlü bir küreselleşme istiyorlar; üstelik o kadar radikal de değil.
GE: Benim izleyebildiğim kadarıyla, başlangıçta ortaya çıkan harekette bir tepkisellik vardı. Bu tepkiselliği soğuracak mekanizmalar çok hızlı bir şekilde devreye girdi. Bekleneceği üzere “sivil toplum örgütleri” kılığında… 2000 yılında Prag’ da gerçekleştirilen eylemlerde bunun açık işaretleri vardı. Kimi reformist taleplerle ortaya çıkan sivil toplum örgütleri, “borçlar silinsin”, “daha adil bir küreselleşme” vs. gibi önerilerle, olayı bir “yoksullar-zenginler” paradigması içine yerleştirdiler. Bir dizi reform önerisi ortalığı kapladı.
Bu dinamiklerin sokağı öne çıkaran daha aktivist kesimleri ise bu süreçte itilip kakıldılar ve siyasi olarak iddiasızlaştırıldılar. Aslında zaten belirli bir siyasi iddiaları da yoktu. Ama yine de bu kesimlerin etkisizleştirilmesi açık bir “zorbalıkla” başarıldı. İtalya’ da Cenova’ daki eylemlerde, küreselleşme karşıtlarının ilk kaybı vermelerinden sonra da, o defter kapatıldı. Reformcu eğilim baskın hale geldi ve şimdi tam da Metin ağabeyin söylediği çerçevede “alternatif küreselleşmeci” oldular. Bugün söylenen yalnızca şudur: Küreselleşme kaçınılmaz bir süreç, bize düşen bunun daha adil ve daha insanca bir çerçevede gerçekleşmesini sağlamak. Yani neo-liberalizm uygulamaları kaçınılmaz ve engellenemez; ucundan kenarından çekiştirerek daha düzgün görülmesini sağlayalım. Bir tür, “dünya sosyal demokrasisi” gibi bir şey.
MÇ: Baştan itibaren radikal çizgilerin, komünist hareketlerin solun belirli kesimlerinden kopuş yaşaması gerektiğinden söz ettik, bunun belli birikimlerinden söz ettik. Bana göre, dünya kapitalizminde ne oluyorsa bunun daha düzgününü ya da adilini istemekle yetinen bir çizgi artık inandırıcılığını kaybediyor. Bu iş olacaksa böyle olacak, bunun başka bir yolu yok. Örneğin “Küreselleşmenin Sosyal Boyutu Dünya Komisyonu” diye bir komisyon kuruluyor. Bu Komisyon bulgularını basına tanıtıyor. Söylenenler şunlar: Eğer böyle giderse, küreselleşme doğru bir yörüngeye çekilmeyip bugünkü yörüngesinde devam ettiği taktirde, bundan işverenler ve sermayedarlar da ciddi zarar görürler; o halde devam edelim ama bu işi biraz daha adil yapalım. Şimdi bu, yavaş yavaş bitiyor.
Bir ara, teorik bir çerçeve olarak, solumsu bir teorik çerçeve olarak, “üçüncü yol” ortaya atıldı. Bunun da hiçbir cazibesi bana göre kalmadı. Çok kısa bir sürede tükendi.
Üçüncü teorik model de şuydu: Üç bölme var; bir tarafta devlet var, öbür uç bölmede sermaye var, bunların ortasında da sivil toplum diyebileceğimiz alan var. Dolayısıyla ortadaki bu alan ne kadar güçlü olursa, dışa doğru genişler, hem sermayeyi sıkıştırır hem de devleti küçültür. Model buydu ama şu anda bunun savunucuları bile şişmanlayan bölmenin, bir taraftaki sermaye olduğunu ve sermayenin artık sivil toplum kuruluşlarının oluşturduğu alana da egemen olduğunu kabul ediyorlar. Örneğin Habermas gibi düşünürler.
Ha dolayısıyla, umut dağıtan üç çizgi iflas ettikten sonra radikal bir kopuş için çok gelişkin bir teorik birikim olmasa bile, en azından kopuşu hızlandıracak bir dinamiğin varlığından söz edebiliriz.
ÖŞ: Peki şöyle bir şey var mı acaba? Ortak olan üç modelin üçünün de aslında bizim anladığımız anlamda devrimci bir projeyle ilgisi yok. Yani o zaman bahsedilen teorik sorunların, bahsettiğimiz bu modellerdeki tıkanıktan kaynaklı teorik sıkıntıların da aslında solla, devrimci solla bir ilgisi yok. Peki, o zaman şöyle bir boşluktan söz etmek daha mı doğru acaba? İnsanlar bu reformist alanda kendi teorik modellerini yaratıyorlar, sonra reformist alanda yaratılan teorik modeller sıkıntıya düşüyor, çözümsüz kalıyor. Sonra o modellerin yerine tekrar başka reformist modeller geliyor. Ben buradan şunu çıkartıyorum açıkçası, devrimci bir sol düşünüldüğünde, bunun teorik birikimi düşünüldüğünde, biz bu yaratılan bağlamı devralmayacağız, biz bu tartışma bağlamının dışına çıkacağız.
MÇ: Şimdi burada çok önemli bir noktaya geliyoruz tekrar, ölçek sorununa. Şimdi bu aşırı bir genelleme gibi gelebilir ama inandırıcılığını yitiriyor dediğimiz şeylerin hepsi, evrensel geçerliliğe sahip şeyler olarak sunulmuştu. Her yerde böyle olacak, Türkiye’ de de, bilmem nerede de. Hep böyle deniyordu.
Bana göre, ölçek ne kadar geniş tutulursa, pratik ve güncel olmak isteyen, reformist olmak zorunda kalacaktır. Bu, ekonomik politikalarda, sosyal politikalarda ve siyasette de böyledir. Çünkü evrensel ölçekte radikal bir şey, reformist olmayan radikal bir şey ortaya koymak çok güçtür. Dolayısıyla bana göre bizim solun, küresel ölçekte sunulan reformist projelere karşı, gene aynı ölçekte ama radikal projeler üretmesi gibi bir derdi olmamalı. Kimilerine “mütevazı” gelse bile, ülke ölçeğindeki radikal projeler ve girişimler ön plana çıkmalı.
KO: Evrensel katkı da bu modellerle çıkıyor zaten.
GE: Zaten bu evrensel teoriler, ABD’ nin Soğuk Savaş döneminde yürüttüğü kitlesel propaganda savaşının bir parçası, uzantısı… ABD’ li ideologların, “işte bunu biz yarattık” diye övündükleri, “kitle kültürü” olarak adlandırdıkları olgu. Bunun bir ucunda McDonalds’ var, Holywood var; diğer ucunda da Avrupa aydınları üzerinden yürütülen sola dönük operasyon var. Bunların bir bölümü gerçekten marksizmle belli bir alışveriş üzerinden üretilmiş, imal edilmiş teoriler. Söz konusu marksist kaynakların ise Avrupa solunun başta troçkizan, türlü türlü anti-Sovyet eğilimleriyle kucak kucağa olduğunu not etmek gerekiyor. Bugün bu kategorideki pek çok Batılı marksist aydın ve akademisyenin, CIA’ nin yürüttüğü propaganda savaşının bilinçli ya da bilinçsiz bir aleti olarak ne tür roller üstlendiğini biliyoruz. Bir dönemin “CIA ajanı” karalamasının, belli örneklerde nasıl bir anlam ifade ettiğini artık üçüncü taraflar dillendiriyor.
ÖŞ: Bu tartışma, hani reformist modellerin iflasından söz ettik ya, orada Metin ağabey şey dedi, “böyle evrenselci modellerin peşinde koşamayız, koşmamamız gerekiyor, evrenselleştikçe reformistleşir.” dedi.
Bence bunu biraz daha ileriye götürmek mümkün. Tartışmaları çok fazla veri almamamız gerekir derken bunu söylüyordum. Bence bu tartışmaların, yalnızca evrenselci karakterine yanıt üretmeye kalkışmaktan dolayı değil, o tartışmayı belirleyen bir takım başat unsurları da dışlayarak devam etmesi mümkün. Yani ben özellikle şu son 10 yılda küreselleşme reformizmi, alternatif küreselleşme, demokrasi, insan hakları tartışmasının teorik bağlamda devrimci sol düşünceye pek az şey verebileceğini düşünüyorum. Bu tartışmadan çok fazla şey çıkmaz açıkçası. Bence bunu çok açık bir netlikte ortaya koymak lazım.
O sizin bahsettiğiniz, hani nispeten daha mütevazı, ulusal ölçekte geliştirilen projelerin, buna bağlı olarak geliştirilen teorik projelerin o tartışmalardan alacağı pek az şey var, neredeyse hiçbir şey yok.
Ayrıca ikinci bir nokta olarak da bence teorik model konusunda da, çok fazla da kasılmaya gerek yok ve biraz daha sabırlı olmamız gerektiğine inanıyorum. Yani önce bir teorik model ortaya koyalım; bakın işte 1991 Sovyetler Birliği çözüldü, artık tek kutuplu bir dünya var, biz bu tek kutuplu dünyadaki siyasi mücadeleye uygun bir teorik model geliştirelim, sonra bu teorik modelin çizdiği çerçevede siyasal, ideolojik olarak adımlar atalım, örgütsel olarak model kuralım vs. bana açıkçası çok doğru bir yaklaşımmış gibi gelmiyor. Böyle bir kasılma hali de özellikle devrimci solda doğru sonuçlar vermiyor.
Bence özellikle önümüzdeki 5-10 yıl çerçevesinde, bu orta vadenin güncelliği çerçevesinde, atılacak siyasi adımlar çok daha belirleyici olacak. Bu, az önce söz ettiğiniz reel politiker bir çerçeveye sıkışmak anlamına gelmiyor. Yalnızca, bence biraz zamana ihtiyacımız var. Şu anda o birikimimiz var bizim. Siyaset içinde aktığında kendi alanına girecektir zaten.
GE: Tam da burada, bir ek yapalım. Evet, teorik model arama konusunda kendimizi zorlamayalım ama öbür taraftan gerçekten bir siyasi stratejiye ihtiyacımız var. Bu çok kesin, çünkü bugünkü kargaşa ve belirsizlik ortamında kendiliğinden önümüzü açabilecek olan bir şey yok.
Bu on yılların savunmacı siyaseti dediğimiz -bence artık ona teslimiyetçi, kuşatılmış siyaset diyelim- alanda gerçekten önümüzü açacak bir kopuşu içermeli bu strateji. Aksi halde bu çerçevenin içinde debelenip durmak zorunda kalırız. Asgari olarak bir “kopuş” stratejisine ihtiyacımız var.
ÖŞ: Ben burada tam olarak şunu söylemek istedim. Bahsettiğim tamamen şöyle; bazen ben bir yerlerde okuyorum, marksizmin bir modeli yok, devrimci solun bir teorik gelişimi yok… Ben açıkçası bunların şu an için bir gerçeklik payı taşıdığını düşünmüyorum. Ben özellikle onu belirtmiştim.
Buna yanıt olarak bizim kendimizi kasmamıza gerek yok. Bizim aslında çok genel bir teorik çerçevemiz de var. Şu an bizim önümüzdeki çizeceğimiz siyasi stratejiye rehberlik edecek teorik birikimimiz var zaten. Burada havada adımlar atmıyoruz, havada yüzmüyoruz. O konuda kendimizi üzmemize çok gerek yok.
KO: Bir defada evrensel ve dünya coğrafyasına eşit dağılmış bir teorik çıkış yapamamamızın kaynağında ne vardır? Evrensel olarak eşit dağılmış bir devrimci strateji çizmek mümkün olmadığı için.
Yani ulusal ölçekten hareket edeceğimiz için.
Şimdi bununla birlikte, bütün dünyada radikal devrimci marksistler için aşağı yukarı siyasal çalışmanın da, teorik çalışmanın da merkezinde duran sorunların aynı olduğunu unutmamak gerekiyor. Dolayısıyla özgün siyasal stratejiler gelişecek, bunun üzerinden son derece özgün ulusal renkleri olan katkılar gelecek ama bütün bunların bazı ortak kalkış noktaları olmak zorunda. Artık bunları Türkiye’ de kendi cephemizde ve dünyada tartışmaya başlamamız gerekiyor. Bazılarını burada açabilirim.
Bunlardan bir tanesi parti fikri. Şimdi çok örselendi öncü parti fikri dünyada. Yani Sovyetler dağılmadan önce de bir sürü tartışma oldu, daha sonra yeni toplumsal hareketler dendi, bilmem ne dendi, bütün bu küreselleşme karşıtlığı hikayesinin ürünü olarak partinin misyonu, parti fikri konusunda ciddi bir soru işareti ortaya çıktı. Bu, evrensel olarak yeniden üretilmesi gereken başlıklardan bir tanesi.
Diğeri, çok açık ki, baştan beri vurguladığımız ulusal ölçek meselesi. Şimdi, mücadelenin ulusal ölçekte süreceğini genel olarak söylemek yetmiyor. Aynı zamanda her bir ulusal ölçeğe dair özgün bir tarif yapılması gerekiyor. Ulusal ölçek denilen şey yalnızca bir ülkenin coğrafyasıyla sınırlı değil; zincirin diğer halkalarını etkileme, onlardan etkilenme mantığını da yakalamak gerekiyor.
Üçüncüsü, özgürlük-eşitlik denkleminde bütün dünyada eşitlikçi bir paradigmanın öne çıkartılması gerekiyor. Özgürlük paradigmasının başatlığı solu tüketti.
Dördüncü mesele, bütün dünyada en gelişkin emperyalist ülke de dahil olmak üzere, yani ABD dahil olmak üzere, Almanya dahil olmak üzere, komünist hareket kendi coğrafyasında bir devrimci iktidar projesine sahip olmalı. Geçmişte tartışırken, bundan 20-30 yıl önce, zayıf halka kavramına işaret ediyorduk. Ne oluyordu, devrimci projelerin zayıf halka ülkelerde ya da zayıf halka adayı ülkelerde olgunlaşabileceğine, emperyalizmin güçlü kalelerinde bu tür projelere yer olmadığına dair bir kanaat vardı çok açık söylenmese bile. Şimdi çok açık bir şekilde dünyanın bütününde, her marksist öznenin kendi bulunduğu coğrafyaya dönük bir devrimci iktidar projesi üzerine çalışması, fikir yürütmesinin önünde hiçbir engel yok. Bunu yapmaksızın, herhangi bir marksist öznenin hayatta kalıp marksistliğini koruma olasılığı yok. Zayıf halka teorisi ağırlığını koruyor ve koruyacak ama artık devrimci projesi olmayan bir komünist varoluşu meşrulaştıracak iç ya da dış nedenlerden söz edilemez.
MÇ: Bu saydığın dört başlık, yani “uluslararası planda yapılabilecek işlerdir bunlar” diye saydıklarından ikisi, uluslararası planda, üstelik de teorik olarak yapılmaya daha elverişli. Bunlardan birincisi parti fikri, diğeri de eşitlik-özgürlük bahsi. Diğerlerine gelince: Tamam, bunlara ilişkin bilgi verilir falan ama üzerine çok fazla yaratıcı, geliştirici bir tartışma yapılamaz. Buna karşın diğerleri uluslararası tartışma ve fikir alışverişine, yeni fikirler geliştirmeye yatkın: Parti fikri ile eşitlik-özgürlük fikri. Çünkü kendi ülkemizdeki devrimci iktidar projesi de daha fazla özel olmak zorunda.
KO: Benim katkı dediğim de zaten o “özel” proje.
MÇ: Peki ben bir noktayı daha sormak istiyorum sizlere. Şimdi belli kategorizasyonlar yapabiliriz elbette. Ama arada bir gözden kaçırdığımız bir unsur var gibi geliyor bana. Şimdi bir taraftan küreselleşme reformistleri, bu işe tamamen bağlanmış, artık iyice liberalleşmiş kesimler var. Öbür tarafta devrimci bir kanattan, devrimci bir yönelişten söz ediliyor. Şimdi bunların arasında, tam devrimci de diyemeyeceğimiz ama küreselleşme reformisti ya da liberal sol falan da dememiz mümkün olmayan, Türkiye’ de de örneklerini gördüğümüz, işte “devlet yine sosyal devlet olsun, devlet istihdam sağlasın” türü talepler ileri süren ya da böyle düşünen bir kesim var. Bunlara açıkça devrimci de diyemeyiz, reformist de diyemeyiz. Böyle bir problemimiz var mı? Bana göre Türkiye’ de böyle bir kesim var. Örneğin ben KESK’ teki ortalama tipolojiye ne küreselleşme reformisti diyebilirim ne de devrimci marksist diyebilirim. Acaba dünyada da böyle bir ara konumlanma var mı?
KO: Bence kaçınılmaz olarak var.
MÇ: Öbür alan, yani liberalleşenler tamamen kaybolduğuna göre, bu, aradaki kesime yönelik politikalar olması gerekiyor.
KO: Aslında bu kesimin üzerinde bir hegemonya mücadelesi olması gerekiyor. Çünkü bunlar eşitlikçi tarafa da özgürlükçü tarafa da, her iki tarafa da yönelebilirler. Biz bu kesimleri eşitlikçi bir yöne çekebiliriz.
GE: Bu konuda uluslararası ölçekte de bir örnek var: Avrupa’ da, Irak savaşı sırasında yaşanan savaş karşıtı eylemler. Milyonlarca insan, tümüyle vicdani nedenlerle, ABD’ nin Irak’ a saldırmasına karşı sokağa döküldü. Tam da dediğimiz biçimde ilginç bir tablo ortaya çıktı. Bunu kendi çıkarları için kullanmak isteyen Almanya, Fransa gibi devletler, bunların siyasetçileri, eylemlerin “başını çektiler”. Bu dinamiği kendi istedikleri biçimde kullandılar, yönlendirdiler.
KO: Metin’ in söylediği şeyin ilginç bir örneği bugün gerçekleşiyor aslında. Venezüela’ da bu sözünü ettiğin kesimleri -çünkü biliyorsunuz bu eğilimler Latin Amerika’ da da çok güçlüydü geçmişte, hatta bugün de- iktidarın etrafında toplama konusunda Chavez şaşırtıcı bir beceri gösterdi. Belki de biraz popülist yöntemlerle bunu gerçekleştirdi ama senin o işaret ettiğin arayışlar içerisinde olan talepleri karşılayarak iktidar oldu. Demek ki olabiliyormuş.
ÖŞ: Bu aslında küreselleşme reformizminin, öyle adlandırmış olduk, onun kapsayıcılığının sınırlarına da işaret ediyor aslında. Yani bu ideolojik olarak, kendi dışında çok fazla unsur bırakıyor, bu modelin zayıflığına, tükenişine dair de bence bir alarm veriyor.
GE: Bugün biz bunun örneklerini Türkiye’ de de yaşıyoruz. Böylesi akımların, bu siyasi yaklaşımın yaygınlaşması, reformist partiler-sivil toplum örgütleri-sendikalar gibi özneler aracılığıyla sağlanıyor. Bu örgütlerin hitap ettiği kesimler, kendi konumları ile sunulan genel çerçeve arasındaki tutarsızlığı gördükleri ya da sezdikleri oranda söz konusu siyasi kurgu da değerini yitiriyor. Zaten bu sözünü ettiğimiz kurgunun bir açmazı aynı zamanda. Ama burada önemli olan, ortaya çıkan boşluğun örgütlü bir biçimde doldurulması gerekliliği…
Hem ideolojik ve hem de örgütsel olarak boşalan alanları doldurmak gerekiyor. Bu bütünlük olmadığı durumda, değer yitiren o siyasi çerçevenin yerine hemen farklı bir biçim altındaki yenisi geliyor. Bizim açımızdan sorun, eğer böyle bir gerileme, tükeniş saptıyorsak söz konusu alanları örgütlü bir biçimde doldurmayı gözetmek olmalı.
MÇ: Peki arkadaşlar, bitirmek için ben bir toparlama yapabilir miyim? Kuşkusuz birkaç cümleyle, birkaç başlık altında bir toparlama yapacağım. Bunlarda yanlış ifade ettiğim, söyleneni tam yansıtmadığım şeyler olursa, bunları düzeltirsiniz.
Bir kere 2000′ li yılların başında dünya sol hareketinin tam bir yükseliş ya da sıçrama yapma döneminden söz etmiyoruz ama neoliberal saldırı karşısında solun artık belirli bir mevziyi korumaya başladığını ve o mevziden yavaş yavaş dışarıya çıkılabilecek bir noktaya geldiğini saptıyoruz. Yepyeni bir silkiniş dönemi dememek kaydıyla, neoliberal saldırının ilk sarsıcı, vurucu etkilerinin geride kaldığı saptamasını yapıyoruz. Bu saptamadan ikinci başlık olarak Avrupa’ daki duruma dönecek olursak, Avrupa’ da bazı ülkelerdeki komünist partilerin net bir sol radikal çizgide yer aldıklarını görüyoruz. Ama bu da Avrupa solunun henüz yeni bir silkiniş ya da sıçrama yapabilecek aşamaya geldiği anlamına gelmiyor. Avrupa’ nın bu anlamda daha fazla yol alabilmesi için, daha fazla ileriyi görebilmesi gerekiyor. Daha doğrusu Avrupa soluna, dış coğrafyalardaki birtakım dinamikleri onlara mal etmekten geçiyor. Bu anlamda da Türkiye, Portekiz, Yunanistan gibi ülkelerin sollarının, komünistlerinin özel görevleri olduğunu saptıyoruz.
Üçüncü başlık olarak, bu dış coğrafyalardaki dinamikler, Avrupa’ yı sarsıcı faktörler olarak işlev görebilir dedik. Dördüncü başlığımız ise ölçek meselesiydi. Zaten pek çok tartışma, dikkat ettiyseniz, dünya solu nereye gidiyor, ne oluyor gibi başlıklardaki pek çok tartışma, dönüp dolaşıp bu ölçek sorununa geliyor. Açıkça bunu da şöyle ifade ediyoruz: Elbette uluslararası planda, evrensel ölçekte birtakım şeyler yapmak mümkündür ama bir devrimci iktidar projesini ulusal ölçek dışında, ülke ölçeği dışında kurgulamak mümkün değildir.
Bunun dışında, bu devrimci iktidar projesi dışında, dünya solunun ya da dünya komünist hareketlerinin kendi aralarında, belirli başlıklar altında işbirliği, dayanışma vs. ağları kurabileceklerini, somut gündem başlıkları üzerinden böyle şeyler yapabileceklerini söyledik.
Beşinci başlık olarak, bir ayrışma-kopuş meselesinden söz ettik. Yani dünyadaki komünist hareketlerin hemen yanı başlarındaki sol ya da solumsu vb. eğilimlerden radikal bir kopuş yaşamaları gibi bir gündem maddesi koyduk ortaya. Ancak bu ayrışma ve kopuşta belirli bir birikimin gerektiği, belirli bir sürenin geçeceği, bunun hemen, anlık bir mesele olarak görülmesinin yanlış olacağı üzerinde durduk. Ama bu kopuşun ya da bu kopuşun daha sağlam bir zeminde gerçekleşmesinin sağlanması için, birtakım ortak kalkış noktaları olabileceğinden de söz ettik. Bu ortak kalkış noktalarını da dört başlık altında topladık. Örneğin son dönemde iyice erozyona uğrayan ya da erozyon lafı yanlış olsa da, belirli bir itibar yitimine uğrayan, öncü parti fikrinin yeniden canlandırılmasını bunların arasında saydık. Özgürlük-eşitlik denkleminde, eşitliğe özel vurgu yapan bir yaklaşımın da gene evrensel ölçekte yürütülebilecek bir çalışma olduğu söylendi. Üçüncü olarak, ulusal ölçeğin tarifi ve dördüncü olarak da her ülkenin komünistlerinin kendi ülkesinde devrimci bir iktidar projesine sahip olması ise ülke içine daha fazla ve daha derin bakmamız gereken başlıklar olarak belirlendi.