Bu satırların yazıldığı sırada, “piyasalardaki dalgalanmalar”ın ciddi bir krize evrilip evrilmeyeceği kesinlik kazanmamıştı. Ama yıllar öncesinde kesinleşmiş olan bazı şeyler var. Birincisi, 1989’dan bu yana, Türkiye hep aynı kısır döngünün içinde. İkincisi, bu kısır döngünün görece kısa aralıklarla ciddi krizlere yol açmaması mümkün değil. Üçüncüsü, döngünün kısır olması “yapısal” bazı değişimlere yol açmadığı anlamına gelmiyor; her bir çevrimin sonunda Türkiye’nin dışa bağımlılığı artarken işçi sınıfı ile emekçi kitleler daha fazla şey kaybediyor.
Aşağıda açmaya çalışacağım bir noktayı şimdiden vurgulamakta yarar görüyorum: Türkiye’nin dışa bağımlılığının derinleşmesi, dış müdahaleler kadar, hatta dış müdahalelerden çok, “iç dinamiğin” yani “yerli” sermayenin tercihlerinin ürünü. Özellikle 1989 dönemecinden bu yana, “yerli” sermaye sahipleri ile “yabancı” sermaye sahiplerinin çıkar ve beklentileri arasındaki farklar büyük oranda silinmiş durumda. Örneğin, Koç Holding’in sahip ve yöneticileri, Türkiye’ye bakarken, Shell’in, Ford’un, Fiat’ın, Uni Credito’nun ve ortaklık kurdukları diğer yabancı şirketlerin sahip ve yöneticilerinden farklı bir şey görmüyor. Hep birlikte kazanıyor ve kaybediyorlar. Türkiye’nin “yerli” sermaye sahipleri, uzunca bir süredir “yabancılaşmış” durumda. Dahası, bu durum, “İslami” sermayenin görece büyük unsurları için de geçerli. AKP, tam da bu nedenle, önceki hükümetten devraldığı IMF programını hiçbir değişiklik yapmadan uygulamaya çalıştı. Zaten, başta Tayyip Erdoğan ve Kemal Unakıtan olmak üzere AKP’li bakan ve milletvekillerinin önemli bir bölümü, “İslami” sermayenin doğrudan temsilciliğini yapıyor. Bu söylenenler de, dış dinamiği önemsizleştirmek ya da dengelemek bir yana, çok daha belirleyici hale getiriyor.
100 dolar dört yılda 390 dolara nasıl çıkar?
1989 yılından bu yana uygulanan ekonomi politikası son derece basit. Bu programı uygulamak için iktisat eğitimi almış olmak gerekmiyor. Olup bitenleri yorumlamak için de… Ama medyada “uzman” ve “analist”ten geçilmiyor. Bunlar hükümeti Merkez Bankası’nı ya da ekonomiyle ilgili diğer kurumları överken de yererken de, çoğu kez boş konuşuyor.
Oysa çok basit bir örnekle, Türkiye ekonomisinin ne kadar akıl dışı bir mekanizmayla tahrip edildiğini ortaya koymak mümkün.
Türkiye’de yalnızca büyük sermaye sahipleri değil, küçük birikimlerini korumak isteyenler de, döviz kurlarını takip etmeye çalışıyor. Zengin olmak için değil, biriktirdikleri paraların değersizleşmemesi için. Örneğin, 2002 yılında paralarını dövize yatıranlar, aradan geçen süre boyunca kaybettiler. Çünkü bu süre boyunca döviz kurları yerinde saydı, hatta geriledi.
2002 yılının başında, dolar kuru 1.45 YTL iken, elindeki 100 doları liraya çevirip bir bankada bir yıl vadeli mevduat hesabı açan bir kişi, dönem sonlarında faiz gelirlerini de anaparaya ekleyerek, 2006 yılının başında kaç dolara sahip olmuştur?
Başlangıçtaki 145 YTL, 2002’de yüzde 61, 2003’te yüzde 48.5, 2004’te yüzde 25.6 ve 2005’te yüzde 21.1 faiz geliriyle, 2005 başında 527 YTL’ye ulaşır. 2006 başında dolar kuru 1.35 YTL’ydi. 527 YTL o dönemdeki kurla 390 dolar olur. Dolayısıyla, ellerindeki dolarları liraya çevirip bankaya yatıranlar birikimlerini dört yılda dört katına çıkarmış oldular.
Aynı dönemde bir yıllık LIBOR (Londra Bankalar Arası Faiz Oranı) ile yetinenler, başlangıçtaki 100 dolarlarını yalnızca 108.8 dolara çıkarabildiler. İşin içine Londra’yı falan katmayabiliriz tabii. 2002 başında Türkiye’deki bankalardan birinde döviz tevdiat hesabına 100 dolar yatırıp yıllık faiz gelirlerini biriktiren bir kişi, 2006 yılının başında 119 dolara sahip oldu.
İşte aradaki fark: “Doğru” yatırım kararları alanlar, dört yılda 20 dolar yerine 290 dolar kazandılar! Üstelik bunun için para piyasalarını her gün izlemeleri de gerekmedi. Piyasaları her gün izleyen ve başarılı yatırım kararları alan spekülatörler çok daha fazla kazandı.
Bu kadar yüksek kâr (daha doğru deyişle “getiri”) oranları, “makul” herhangi bir sınai yatırımla elde edilemez (özelleştirmeler yoluyla kamu kuruluşlarını yok pahasına ele geçirenlerin kârları ayrı). Dolayısıyla, Türkiye’de para kazanmak için sınai yatırım yapma dönemi çoktan kapanmış durumda. Sermaye sahiplerinin gerçek anlamıyla yatırım yaptığı iki alan var: Finans ve ticaret.
“Sınai faaliyet” ile ticaret arasındaki farklar da azalmış durumda. Örneğin, Türkiye’nin otomotiv ve elektronik sektörleri, büyük oranda, yurtdışından ithal ettikleri parçaları birleştirip satıyor. Bir başka deyişle, bunlar da “üretim”den çok ticaret yapıyor. Zaten, Türkiye’de dövizin ucuzlaması, yabancı şirketleri ve ithalatçı tüccarları sevindiriyor.
İhracattaki “şaşırtıcı” olduğu iddia edilen artışların ardında da, bir yandan ithal girdiler var, diğer yandan iç piyasadaki daralma, yani halkın alım gücünün 2002 yılından bu yana yükselmemesi…
100 dolarlık yatırımla dört yılda 290 dolar kazanılabilen bir ülkede yağmacılık dışında bir “iktisadi faaliyet” kalabilir mi?
Peki, aradaki fark, yani her 100 dolar, için en az 270 dolar nereden geliyor? Türkiye ekonomisi, nasıl oluyor da, rantçıları bu kadar hızlı bir şekilde zenginleştirebiliyor? Aynı dört yıllık dönemde Türkiye ekonomisinin yalnızca yüzde 38 oranında büyüdüğünü eklemekte yarar var.
Aradaki fark devletin cebinden çıkıyor.
Devlet, sermaye sahiplerinden çok daha yüksek faizlerle borç para alarak, bu yağma düzenin sürmesini sağlıyor.
Bir yandan utanmazca “devlet küçültülsün” edebiyatı yapanlar, diğer yandan devleti soyuyorlar.
Türkiye’deki bu soygun, başta Soros gibi büyük spekülatörler olmak üzere yabancı sermaye sahiplerinin de ilgisini çekiyor doğal olarak. Ya bizzat gelerek Türkiye’de yatırım yapıyorlar, ya da yerli sermaye sahiplerine borç para veriyorlar. Böylece, “döviz girişi” sağlanmış oluyor. İç piyasada döviz bollaştıkça döviz kurlarını ve enflasyonu kontrol altında tutmak kolaylaşıyor. Kısa vadeli sermaye girişleri sayesinde ithalattaki hızlı artış finanse ediliyor, ekonomi büyüyor. Bu da bir “başarı” olarak sunuluyor.
Devletin soyulmasına dayanan iktisat politikalarının uygulanmasında, IMF’nin, Dünya Bankası’nın, Avrupa Birliği’nin dayatmaları mı daha önemli, yoksa yerli sermaye sahiplerinin çıkarları mı?
Açıkçası, her iki taraf da aynı ölçüde çıkar sağladığı için, bu soru anlamsızlaşıyor…
Nereye kadar?
Türkiye’de, ekonomik krizlerin çıkıp çıkmayacağı değil, yalnızca bunların zamanlaması konusunda belirsizlik var.
IMF’nin, Dünya Bankası’nın ve Avrupa Birliği’nin uzman iktisatçıları da, ekonomiyle ilgili bakan ve bürokratlar da, sermaye sahipleri de tümüyle aptal olmayan “uzman” ve “analist”ler de, bu soygun düzeninin süreklileştirilemeyeceğini, kısa aralıklarla krizlerin çıkacağını çok iyi biliyorlar. Dolayısıyla, “ekonomi iyi yolda” derken, düpedüz yalan söylüyorlar.
Yerli ve yabancı sermaye sahipleri için kritik sorun, krizin ne zaman patlak vereceğini öngörmek. Hemen öncesinde paralarını dövize çevirmek için…
Erken davrananlar, yüksek getiri oranlarından yararlanamamış oluyor. Geç kalanlar, paralarının bir bölümünü kaybediyor. İşte onların bütün meselesi bu!
“Türkiye’ye para bağlamış” olanlar, bazı göstergeleri çok yakından izliyorlar. Bunların kötüleşmesi, kriz olasılığının yükseldiği anlamına geliyor.
Göstergelerden biri, cari işlemler dengesi. Yani, sermaye hareketleri dışında kalan döviz hareketleri (ihracat, ithalat, turizm vb.) ile dış borç faiz ödemelerinin dengesi. Döviz gelirleri döviz giderlerini karşılamaya yetmediğinde, cari işlemler açığı verilmiş olur.
Türkiye, 1985-2006 döneminde, birkaç istisnai yıl dışında, dış borç faiz ödemeleri çıkarıldığında, cari işlemler fazlası veriyor. Bir başka deyişle, ülkenin döviz gelirlerinin giderleri karşılamaya yetmemesi, dış borç faizlerinden kaynaklanıyor. Ve dış borç faizlerini ödeyebilmek için yeni borçlar almak gerekiyor.
Ama Tablo 1, kriz yılları olan 1994 ile 2001 yıllarının hemen öncesinde, 1993 ve 2000 yıllarında cari işlem açıklarının dış borç faiz ödemelerini geride bıraktığını gösteriyor. Türkiye, bu yıllarda, net sermaye girişi sağlamış oluyor.
Tablo 1’de daha dikkat çekici olan, 2004 ve 2005 yıllarındaki durum. Türkiye’nin cari işlemler açığı gerçek anlamıyla patlamış durumda. Nitekim cari işlemler açığının GSMH’ya oranı da, 2005 yılında yüzde 6.4’e yükseldi (2000’de yüzde 4.9, 2001’de yüzde 2.3 ve 2004’te yüzde 5.2). 2006 yılının ilk dört ayında da cari işlemler açığının hızla büyümeye devam ettiği görülüyor.
Tablo 1. Cari işlemler dengesi ve dış borç faiz ödemeleri (milyon dolar)
Dolayısıyla, açıklanması gereken bir olguyla karşı karşıyayız:cari işlemler açığının rekor kırmasına rağmen, kriz neden gecikti?
Bu soruyu dönmeden önce birkaç kriz göstergesine daha değinmek istiyorum.
Tablo 2:Bazı kriz göstergeleri
Döviz kurunun düşük tutulmasına dayalı “politika” geçmiş dönemlerde de olduğu gibi, özel sektörün kısa vadeli dış borçlanmasını artırmış durumda. İhracatın ithalatı karşılama oranının 2000 yılı düzeyine inmemesinin nedeni ise, ücretlerin 2001 yılı düzeyinin üzerine çıkmamış olması. 1994 krizi de ücretlerin gerilemesine yol açmış, ama izleyen dönemde hem ücretler hem de istihdam oranları yükselmişti. Buna karşın 2001 krizinden sonra yaklaşık yüzde 20 oranında geriletilen gerçek ücretler bir daha yükselmedi ve işsizlik artmaya devam etti. Böylece, hem iç pazar daralmış hem de sermayenin “rekabet gücü” artmış oldu.
Peki, yüksek cari açığa ve kısa vadeli dış borçlanmaya rağmen, Türkiye ekonomisi nasıl oldu da 2006 yılının ilk beş ayında krize girmedi?
Birbirleriyle ilişkileri de bulunan iki temel nedenle.
Birincisi, doğrudan yabancı yatırımlardaki artış. Çok uzun yıllardır 1 milyar dolar düzeyinin altında kalan doğrudan yabancı yatırımlar, 2001 yılından sonra ciddi bir artış gösterdi. 2001 yılında 3.4, 2004 yılında 2.8 ve 2005 yılında 9.7 milyar dolarlık doğrudan yabancı sermaye yatırımı yapılmış. Diğer yandan, 1954-2002 döneminde toplam 5 bin 599 yabancı sermayeli şirket kurulurken, yalnızca 2003-2005 döneminde kurulan şirket sayısı 6 bin 92’ye ulaşmış.
İkinci neden de, özelleştirmeler yoluyla devletin borç ödeme kapasitesinin artırılması. Özelleştirme İdaresi Başkanlığı verilerine göre, 1984-2004 döneminde 9.5 milyar dolarlık, 2005 yılı ile içinde bulunduğumuz 2006 yılında ise şu ana dek toplam 16 milyar dolarlık özelleştirme gerçekleştirilmiş. Doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının da önemlice bir bölümünü özelleştirmelere borçluyuz.
Bir başka deyişle, AKP hükümeti, “babalar gibi satarak” kısa dönemi kurtarırken ülkenin geleceğini daha da karartıyor.
Yeni sınai yatırımlara ilgi göstermeyen sermaye sahipleri, finans sektörüne bir koyup dört yılda dört, beş ya da altı almak yerine neden özelleştirme ihalelerine giriyorlar? Tabii ki daha fazlasını kazanmak için!
Nitekim, iki yıl önce Tekel’in içki bölümünü (Mey İçki) 292 milyon dolara satın alan “yerli” konsorsiyum, bu yıl şirketin yüzde 90 hissesini 810 milyon dolara Texas Pacific Group (TPG) adlı özel yatırım fonuna sattı. Şirketin toplam değerinin iki yıl içinde 900 milyon dolara, yani üç katına çıkmış olmasının tek bir anlamı var: Yok pahasına özelleştirilmiş olması. TPG’nin de bu şirketi satın alırken tek bir beklentisi olabilir: Daha da fazla kazanmak ve kazandıklarını yurtdışına transfer etmek.
Devlet, birkaç yıllık kârları karşılığında kamu kuruluşlarını sattığında, borç ödeme kapasitesini kısa bir süreliğine artırmış olur. Ama izleyen yıllarda devlet gelirleri azalırken borçlanma ihtiyacı daha da artar.
Mey İçki örneği, “yerliye satış” ile “yabancıya satış” arasında bir farkın bulunmadığını da gösteriyor. “Yerli” sermaye sahipleri, ellerindeki varlıkları yabancılara satmak konusunda birbirleriyle yarışıyorlar.
Nitekim, doğrudan yabancı sermaye yatırımlarındaki artışın en önemli yollarından biri, yabancıların Türkiye’deki şirketleri, bankaları vb. satın alması ya da bunlara ortak olması.
Yakın geçmişte yabancıların en fazla ilgi gösterdiği iki sektör, telekomünikasyon ve bankacılık oldu. Merkez Bankası verilerine göre 2005 yılında bu sektörlere yönelik yabancı yatırımların toplamı 7.3 milyar doları aştı. Türk Telekom ile Telsim’in yanı sıra çok sayıda banka yabancı sermayedarların eline geçti.
Bir başka deyişle, yabancı sermayedarlar, Türkiye’ye döviz girişi sağlayabilecek sektörlere değil, yüksek kârlılık/getiri sağlayacak sektörlere yatırım yapıyor. Elde ettikleri kârları (eğer Türkiye’de daha cazip fırsatlar bulamazlarsa) yurtdışına transfer ederek döviz sorununu daha da ağırlaştırmak üzere…
Diğer taraftan, finans hareketlerinin tümüyle serbestleştirilmesi nedeniyle, “yerli” sermaye sahipleri de tıpkı yabancılar gibi davranıyor. Kârlarını değerlendirmek için Türkiye’de cazip fırsatlar, yani astronomik faiz getirileri elde edemeyeceklerini düşündüklerinde, onlar da ellerindeki liraları dolara ya da avroya çeviriyor.
Bir kez daha vurgulamak gerekirse, Türkiye’de ekonomi, bir süredir yerinde bir deyimle “oyuncu” olarak anılan (tabii “kumarbaz” daha doğru bir deyim) sermaye sahiplerinin gözlerini döviz kurlarına diktikleri bir yağma düzenine dönüşmüş durumda. “Ekonomi iyi gidiyor” ifadesinin tek bir anlamı kaldı: Yerli ve yabancı sermaye sahiplerinin cepleri iyi doluyor… Ve tüm “oyuncu”lar, oyunun sonunun er ya da geç geleceğini bilerek, “doğru zamanlama”yı yapmaya çalışıyor.
IMF bu kez uyarmıştı!
Krizlerin tam olarak ne zaman patlak vereceği ve ne kadar derinleşeceği, ekonominin genel gidişatı açısından olmasa bile, “oyuncu”ların “pozisyon belirleme” çabaları açısından büyük önem taşıyor.
Diğer yandan, yabancı sermaye girişine mutlak olarak bağımlı hale gelmiş olan Türkiye ekonomisi, ABD’nin, Avrupa Birliği’nin, IMF’nin ve hatta Soros gibi büyük spekülatörlerin üflemesiyle çökecek durumda.
Bunun siyasal bir anlamı da var tabii ki: Türkiye’yi yönetenler, emperyalist güçlerin istediklerini yapmamaları durumunda, ülkenin kolaylıkla ekonomik krize sokulabileceğini biliyor.
Ama bu söylenen, emperyalistlerin her istediği yapıldığında krizlerin yaşanmayacağı anlamına gelmiyor. Yabancı sermaye girişini kesintiye uğratacak herhangi bir gelişme, Türkiye ekonomisi için kriz demek…
Son süreçte, gerçek neden değil ama tetikleyici bir unsur, uluslararası ölçekteki sermaye hareketlerinin yön değiştirmeye başlaması oldu. Yakın geçmişte çok fazla yatırım yapılmış olan “riskli” piyasalardan kaçma eğilimi başladı.
IMF, Nisan 2006 tarihli “Küresel Mali İstikrar Raporu”nda da, “yükselen piyasalar”a yönelik mali yatırımların belirli bir doygunluk noktasına ulaştığı ve izleyen dönemde sermaye kaçışlarının yaşanabileceği “uyarısı” yapılıyordu zaten. Geçtiğimiz dönemde çok fazla yabancı sermaye girişi olan ülkeler arasında Türkiye de anılıyor ve bu arada İMKB’deki yabancı yatırımlara ilişkin bir grafiğe yer veriliyordu.
Şekil 1.28 Türkiye:Hisse Senedi Piyasasında Yabancı Yatırımlar
Aylık net alımları (sol taraf; milyon ABD doları) / Toplam net alımlar (sol taraf, milyon ABD doları) / Endeks (Aralık 2003=100; sağ taraf) / Kaynaklar: Bloomberg L.P. ve IMF çalışanlarının tahminleri (www.imf.org)
“Türkiye ekonomisi aslında iyi gidiyordu, ama şanssızlık işte, dünya piyasalarındaki dalgalanmalar bizi vuruyor” denebilir mi?
Denemez, çünkü sorun, Türkiye’nin uluslararası ölçekteki spekülatif sermaye hareketlerine tümüyle bağımlı hale getirilmiş olması. Yabancı sermaye, eninde sonunda kazandıklarını alıp götürmek ister. Bunu engellemek için yapılabilecek tek şey, şu anda Merkez Bankası’nın yapmaya çalıştığı gibi, daha da yüksek getiri olanakları sağlamak için faizleri yükseltmektir. Faizler çok fazla yükselirse, yabancı sermaye bir süre daha ülkede kalmayı düşünebilir gerçekten. Ama diğer taraftan, faizlerin çok fazla yükselmesi, devleti iflas noktasına doğru sürükler. Bu sefer de iflas korkusu yüzünden sermaye kaçışı yaşanır.
“Dalgalı kur” yalanı ve “kriz yönetimi”
Buraya kadar söylenenlerden bile kolaylıkla çıkarılabilecek bir sonuç, “dalgalı kur” rejimi diye bir şeyin gerçekte var olmadığı…
Evet, Merkez Bankası “resmen” kur hedefi belirlemiyor… Evet, döviz kurları yükseldiğinde, bakanlar, “dalgalı kur rejiminde olur böyle şeyler, telaşa gerek yok” açıklamaları yapıyor… Ama bir taraftan da, kurlar yükselince, önce Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu döviz satmaya başlıyor, ardından Merkez Bankası hem döviz satıyor hem de borçlanma faizlerini bir aydan kısa bir süre içinde yüzde 4 oranında yükseltiyor. Hani müdahale edilmeyecekti?
Müdahale ediyorlar, çünkü “İslami” olanları dahil, yerli ve yabancı sermaye sahiplerini korumaya çalışıyorlar.
Döviz kuru sermaye sahipleri için çok önemlidir, çünkü ani bir yükseliş durumunda lira cinsinden kârlarını dövize çevirmek isteyenler ve döviz borcu olanlar kaybeder.
Dövize kaçış başladığında, eğer kurlar hızla yükselirse, yalnızca ilk kaçanlar kurtulmuş, geride kalanlar zarar etmiş olur. Dolayısıyla, sermaye sahipleri, gelecekte kurlar yükselecek olsa bile, Merkez Bankası’nın piyasalara müdahale etmesini ve “ucuz döviz” satmasını isterler. Borçlanarak büyütülmüş olan döviz rezervleri bunun için vardır!
Bundan önceki krizlerde olduğu gibi bugün de, “bağımsız” Merkez Bankası, sermaye sahiplerinin istediği şekilde hareket ediyor. Bir başka deyişle, zarar, bir kez daha devletin sırtına yükleniyor.
Sermaye kaçışı belirli bir düzeyin ötesine geçerse, Merkez Bankası’nın rezervleri de yetmez. Eğer o zamana kadar yabancı sermaye sahipleri paralarını kurtaramamışsa, devreye IMF girer. Yabancı sermayedarlara ucuz döviz satılabilmesi için devlete borç para verir. Gelecekte faiziyle birlikte tahsil etmek üzere tabii ki!
Kısacası, “kriz yönetimi” denen şey, sermaye sahiplerinin krizden en az zarar görmesini sağlama çabasından başka bir şey değildir.
Nitekim, 2001 Şubat krizi de, aslında 2000 yılının Kasım ayında patlak vermiş, ama sermaye sahiplerine zaman, daha doğrusu ucuz döviz sağlamak için IMF desteğiyle kontrol altına alınıp ertelenmişti.
Sermaye medyasında krizlerin temelinde yatan nedenler tartışılmaz. Bunun yerine, “ekonomi tam da rayına girmişti ki” diye başlayan ve “siyasi” gerekçelerle sona eren açıklamalar yapılır. Cumhurbaşkanı yanlış davranmıştır, AKP hükümeti gereksiz gerilim yaratmıştır vs… Ama bu tür “açıklama”lar, yalnızca gerçekleri gizlemeye yönelik değildir. Krizler, aynı zamanda ülkeyi yönetenler üzerinde baskı kurmak için kullanılır.
Gerçek yapısal dönüşüm: Toplumsal çürüme…
Her biri kaçınılmaz olarak krizle sonuçlanan her bir çevrim, toplumsal ölçeğe yıkıcı sonuçlarıyla yansıyor.
Kriz dönemlerinde hızlı bir devalüasyon ve onu izleyen enflasyon, gerçek ücretlerin geriletilmesini sağlıyor. Bu arada sınai üretim daha da düşüyor ve işsizlik artıyor. Devletin borç ödeme kapasitesini yükseltmek için özelleştirmeler hızlandırılıyor, toplumun yararlandığı kamu harcamaları daha da kısılıyor. Emekçilerin eğitim ve sağlık hizmetlerinden yararlanması daha da zorlaşıyor, emeklilik güvenceleri ortadan kaldırılıyor. “Tarım reformu” adı altında milyonlarca kır emekçisi mutlak sefalet koşullarına itiliyor…
İşin asıl olumsuz yanı, tüm bunların giderek kanıksanması. Genç kuşakların sağlıklı ve eğitimli olmasının ve çalışarak ülkenin gelişmesine katkıda bulunmalarının toplumsal bir gereksinim olduğu unutturuluyor. Toplumun büyük çoğunluğu için “insanca yaşama” olanakları ortadan kaldırılırken, yoksullaşan insanlar mevcut koşullara uygun “ayakta kalma stratejileri” üretmeye çalışıyor.
Bugünün Türkiye koşullarına uygun tek “ayakta kalma stratejisi”, başkalarının sırtına binmenin bir yolunu bulmaktır.
Yoksullaşmanın karşısına mücadeleyle çıkamayan bir toplumda çürüme eğilimi güç kazanır.
Star televizyonunda kısa bir süre yayında kalan Yüzleşme adlı program, her açıdan çok iğrençti ama, insanların para için birbirlerine neler yapabileceklerini gösterirken bir gerçekliği yansıtıyordu.
Bir yanda tüm toplumu yoksullaştırarak elde ettikleri milyarlarca ya da yüz milyonlarca dolarlık servetleriyle dünyanın en zenginleri listelerine giren küçük bir azınlık, diğer tarafta ise o küçük azınlık karşısında kendilerini aciz hisseden, ama birkaç bin, hatta birkaç yüz lira için birbirleriyle kanlı bıçaklı olabilen insanlar… “Yardım” diye dağıtılan erzak paketleri için birbirlerini çiğneyebilen yoksullar…
Geçmişte, Türkiye ekonomisinin gerçek anlamıyla büyüdüğü dönemlerde de, bundan asıl yararlananlar yine küçük bir azınlık oluşturan zenginlerdi. Ama onlar, toplumun gözünde, iş kurarak ya da büyüterek istihdam yaratıyordu. Kriz dönemleri de yaşanıyordu gerçi, ama sonrasında iş bulma olanakları artıyor, gerçek ücretler yavaş bir şekilde de olsa yükseliyordu. Kolay yoldan köşeyi dönenler geçmişte de vardı, ama çok çalışanlar da bir şekilde geçimlerini sağlayabiliyordu. Bir başka deyişle, bir tür “adalet” vardı. Dahası, geçmişin adalet anlayışı tüm sorunlu yanlarına rağmen, bir tür zengin düşmanlığını da içinde barındırıyordu.
Bugünün Türkiyesi’nde ise, toplumdaki adalet duygusu, Özal dönemindekinden çok daha büyük bir hızla törpüleniyor. “Hakkını arama”nın yerini “yolunu bulma” çabası ve güç karşısında boyun eğme alıyor.
Bu tabloyu derinleştirmeye yönelik sistematik çalışmalar da yapılıyor. Örneğin, sağlık ve eğitim alanlarındaki reformlarla, sağlıkçıların hastalarını ve eğitimcilerin öğrencilerini “müşteri” olarak görmeleri sağlanıyor. Hastaneye giderken bir yandan bunu yapabildiği için şanslı olduğunu düşünürken diğer yandan gereksiz yere ameliyat edilebileceğinden korkan, çocukları öğretmenlerinden özel ders almazsa sınıfta kalabilecek olan insanlarda “adalet duygusu” denen şey nasıl kalabilir ki
Ekonomik krizler de tablonun derinleşmesine katkıda bulunuyor. Kısa aralıklarla gelen krizler, geleceğe yönelik güvensizliği artırırken kendi başının çaresine bakma eğilimini güçlendiriyor.
Türk ve Kürt milliyetçiliği ile dinci gericiliğin güç kazanması da, geleceğe yönelik güvensizliğin ve tutunacak güç arayışının ürünü.
Peki, bu tablo nasıl değişi?
Açıkçası, bu tablo, Türkiye’nin gündemine gerçek bir mücadele sokul(a)madığı sürece, değiştirilemez.
Bunun kolay olduğunu kimse söyleyemez. Ama bir taraftan da, zamanla yarışmak zorundayız. Çünkü eğer ekonomik yıkım ve toplumsal çürüme süreçlerinin önünü gerçek bir mücadeleyle kesmeyi başaramazsak, elde kurtarılacak bir ülke ve toplum kalmayabilir.
Türkiye kapitalizmini bugünlere dışa bağımlılık ve burjuvazinin işbirlikçiliği getirdi. Türkiye’yi bugünkü durumundan kurtarmanın yolu da dışa bağımlılığı ve işbirlikçiliği hedef almaktan, adaletin, bağımsızlığın ve onurun mücadelesini yürütmekten geçiyor.
Bu mücadele, “doğru zamanda doğru vuruşu yaparak” kazanılabilecek türden bir mücadele değildir. Kendiliğinden hareketlenme dinamiklerinin hayli zayıf olduğu bir dönemde toplumsal ölçekteki bir değişim ihtiyacından söz ediyorsak, bunun anlık vuruşlarla değil, ısrarlı ve kararlı ideolojik ve siyasal müdahalelerle sağlanabileceğini kabul etmek zorundayız.
Bir başka deyişle, “yurtseverlik”, bizim için mevcut toplumsal eğilimlere hitap ederek onların üzerinde yükselmenin bir aracı olmaktan çok, mevcut toplumsal eğilimlerle mücadele ederek toplumun gündemine gerçek bir kavgayı sokmanın yolu.