Medya 2007 Newroz’unun çatışmasız kapandığında mutabakata vardı. “Göstericiler olaysız dağıldı” şablonunu biliyoruz…
Oysa iki yıl önce Mersin’de cezai ehliyet yaşının hayli altında çocukların bayrak olayı, bir milli hezeyan için yeterli sayılmıştı. Türk milliyetçiliği canlanmış, dönemin genelkurmay başkanı Kürt halkına “sözde vatandaş” demekten yüksünmemişti. Peşi sıra Kürtlerin görece yüksek doğurganlığının ne büyük tehlike oluşturduğuna dair ırkçı tezler popülerlik kazanmıştı…
Belki de 21 Martı önceleyen bir ay boyunca polis bina basmaktan, savcılar da arama ve tutuklama emri yazmaktan yorgun düştüklerinden, Newroz sonrası devletin harekete geçmesi için bir hafta gerekti. İlginçtir, düğmesine basılmadan yerinden kalkmaya alışık olmayan Türk faşizmi de aynı sıra dinlenmeye çekilmişti…
Bu durgunluk hali, 2007 Newroz’unun siyasi içeriğinin yeterince çarpıcı olmamasından değil, tersine, düzenin ezberini bozan yeni bir dönemeci temsil etmesinden kaynaklandı.
Bugünkünün boyutlarını kavramak için önceki dönemeci hatırlayabiliriz.
2005 yılının son çeyreğinde Şemdinli’deki provokasyonun ardından, medya güneydoğunun “bir başka” olduğunu saptamış, liberal köşe yazarları Türkiye Cumhuriyeti’nin verili sınırlarının tartışılabilir olduğunu yazmaya başlamışlardı.
Bu işler düz bir çizgi üzerinde gitmez. Zikzak çizilir. Ama yol alınmıştır.
Şemdinli’den yükselen işaret fişeği asıl 2007 ilkbaharını aydınlatmaktadır.
Arada zikzakların ötesinde yolculara yön duygusunu yitirtecek denli karışık bir parkurdan geçildiği de söylenmeli. Öyle ki 2006 yaz aylarında Genelkurmayın çıkışları ile Kürt sorununun bir kez daha “geleneklere uygun” bir devlet terörüyle göğüsleneceği kamuoyuna kabul ettirilmişti. Burada mesaj öncülüğü yine medyadaydı.
Şimdi sıra Özal vizyonuyla Barzani önerisini birleştirip masaya sürmeye gelmiş, “Kürt hamisi Türkiye” modeli güncellenmiştir.
Rota önemli bir değişim geçirmiyor. Zira bu rota ne Ankara, ne İmralı, ne Diyarbakır, ne Erbil kodlamalarına sığmayacak bir motordan enerjisini alıyor. Bu bir Washington projesi…
Yakın geçmişe yapılan atıflar bu yazının bir dönem analizi veya tarihsel değerlendirme iddiası taşıdığına yorulmasın. Gelenek’te son aylarda imzalı veya imzasız yayınlanan siyasal yorum yazılarının belli bir hacim ve içerik sınırı var. Bu yazı da söz konusu sınırların içinde kalacak.
Tez, Türkiye’nin ve Kürt sorununun bir dönemeci aldığı olduğuna göre, bu tür momentlerin kavranması güncelliğin ötesine yönelmeyi de zorunlu kılmaktadır.
Aşağıda açılacağını umduğum saptamayı burada yazmakta yarar var: 2007 Newroz’uyla Türkiye’de başat Kürt siyasetinin, ister Öcalan’ın adıyla analım, isterseniz mevcut Kürt ulusal kimliğini esas alan ulusalcı/milliyetçi Kürt siyasi partilerinin hepsini kapsayacak biçimde genişletelim, Barzani hattıyla misyon farkı ortadan kalkmaktadır. Önemli olan Zana’nın ne düşündüğü, ne kastettiği de değildir. Kürt ulusal(cı) hattı, Türkiye ve Ortadoğu için ABD emperyalizminin kurduğu denklemin bir değişkeni haline gelmiştir.
Ulusal sorun kabuk değiştirir
Kürt sorununun niteliğine ilişkin sanırım tek tarihsel sabit, bu halkın uluslaşmasındaki gecikmedir. Bunun ötesi değişmektedir.
Kürt mücadelesinin Cumhuriyet dönemi isyanlarında feodal otonomi arayışı ön plandadır. Bu dalganın, faturayı yoksul emekçi yığınlarının ödediği bir şiddetle bastırılmasından sonra yirmi yılı aşkın süre ulusal/ilerici bir aydın hareketi gelişme kaydetmiştir. 1960’larda bu hareket, Türkiye egemen güçlerinden kopuşa cüret edebilecek bir Kürt burjuvazisinin mevcut olmadığı koşullarda, bölgenin en gelişkin işçi ve sol hareketi olarak Türkiye sosyalizminin çekimi altında yeniden biçimlendi. İşçi sınıfının ve sol hareketin 1980’lerdeki ağır yenilgisinin ardından, Kürt siyaseti bir yoksul köylü hareketine dönüşecekti. Reel sosyalizmin çözülüşünü takiben, ulusal kurtuluşçuluğun emperyalizm tarafından kuşatıldığı koşullar gelip çatmış, ama asıl dönüşüm Irak’ın işgali ve işbirlikçi bir Kürt devletçiğinin ortaya çıkmasıyla yaşanmıştır.
Türkiye’nin Kürt sorunu, kuşkusuz bu ardışık konjonktür fotoğraflarından hareketle analiz edilemez. En önemlilerinden başlayarak bütün ezilme/dışlanma biçimleri, üretim ilişkilerinin belirlenimi altındadır. Kürt sorununun egemen burjuvazi açısından fonksiyonu, işçi sınıfının, ayrımcılıklarla bölünerek baskı altına alınmasıdır. Emek-sermaye çelişkisine oldukça yakın duran bu tarifin siyasal mücadeleleri doğrudan belirlemesi kendiliğinden mümkün olamaz. Bir emek sorunu olarak Kürt sorununun en fazla hissedildiği ve siyasete tercüme edildiği dönemin 1960 ve 1970’lerin sol yükselişiyle çakışması rastlantı değildir. Kapitalist Türkiye’de bir objektif gerçek olarak “emekçi sorunu olarak Kürt sorunu” tanımı geçerliliğini her daim korumakta, ama bu olgunun siyasal mücadelelere yansıması emekçiler adına değil, Kürt ulusu adına verilen sesler daha yüksek çıktıkça mümkün olmamaktadır.
Neyin yükseğe ve öne çıktığı bellidir. Kısacık ömürlü 1946 Mahabat Cumhuriyeti’nden sonraki ilk Kürt devlet oluşumu, Barzani Kürdistanı ABD’nin İsrail’den sonraki ikinci Ortadoğu kalesidir.
Türkiye İsrail’de hep ABD’nin yetkili mümessilini gördü ve dolayısıyla bu ülkeyi sorun etmedi. Ama Ankara’nın Kürt devletçiği tarafından işbirlikçilikte sollanmayı sindirmesi mümkün değildir. 3 milyonluk Barzani oluşumu bunun 5-6 katı Kürt nüfusu barındıran Türkiye’nin kuşatılmasını tamamlayan halka olmuştur.
Bu noktada emperyalizmin asıl amacının ne olduğuna ilişkin serbest bir tartışma yürütülebilir. Bu yazının boyutlarını aşması kaçınılmaz olan bu tartışmada topu topu iki seçenek var.
Birincisi, emperyalizmin 1990’larla birlikte girdiği ve adına “küreselleşme” ya da “yeni dünya düzeni” dediği dönemine Türkiye Cumhuriyeti “bir boy büyük” gelmiştir ve yeni hegemonya biçimine uyması için küçültülmesi gerekmektedir.
Bu tezin bir dizi spekülatif yan taşıdığını biliyorum. Öyle ki, bu tezin kanıtlanması Türkiye’nin bölünmesiyle mümkün olabilecek, belki o zaman dahi bu sonucun bile isteye mi yaratıldığı, yoksa bir yol kazası, yan ürün, (en fazla) göze alınmış bir maliyet mi olduğu tartışması tamamlanamayacaktır!
İkincisi seçenek ise ilkinin içinde var; ve bu kadarı bile emperyalizmin Türkiye ile ilişkisinin “bölücü” bir eksene oturduğunu göstermeye yeterli: Türkiye’nin soğuk savaş döneminde emperyalizmle girdiği bağımlılık ilişkisi İsrail veya bugünkü Irak Kürdistanı modelinden farklıdır. Bu farklılık, kuşkusuz bağımsızlık, özerklik veya karşılıklı bağımlılık türünden emperyalist hegemonyanın lugatında bulunmayan kavramlara dökülemez. Önemli olan, içinde bulunduğumuz evrede eski tablonun bile emperyalizme bir boy büyük gelmesidir. ABD emperyalizminin, aslında dünyada Türkiye ölçeğinde, Türkiye’nin sahip olduğu askeri potansiyel, insan kaynakları ,stratejik olanaklar vb. birikime yaklaşabilen bir başka ajanı veya kalesi yoktur. İsrailleştirilmiş bir Türkiye, ABD’nin büyük bir sıçrama kaydetmesi olacaktır. En başta, İran ve Suriye ,ardından Kafkaslar’da esecek Amerikan rüzgarlarının şiddetini bir gözünüzün önüne getirin…
Bölünmesi güncel bir olasılık haline gelen Türkiye, bölünmemek için savaşa yaklaşmaktadır. Bu yönelimin kısır döngü değil kuyu olarak resmedilmesi yerinde olur. Bu haliyle kapitalist Türkiye’nin Amerikan savaşına angaje olmaktan başka yolu yoktur ve bu yol bölünme riskini giderek çoğaltmaktadır.
İki seçeneğin yollarının kesiştiği yerde ulusal(cı) Kürt siyasetinin özneleri arasında önce nesnel mesafe kalmamıştır; artık öznel mesafe de kapanmaktadır.1
Diplomatik revizyonizme karşı
Dünyamızın bugünkü siyasi coğrafyası, somut olarak verili devlet sınırları, hâlâ ,bir tarafında reel sosyalizmin durduğu dünya dengesine bağlı olarak oluşmuş statükonun mirasının etkisindedir. Haritaların yeniden çizilmesinin emperyalizmin inisiyatifine geçmesinden beri, ulusların kendi kaderini tayin hakkı ve yeni devletlerin kuruluşu, 20.yüzyıl ulus oluşumlarının inkarı ve etnisizm eksenine oturdu. Sınırların yeniden çizilmesi anlamında eski statükoya karşı “revizyonizm”, emperyalist ve gerici bir akımdır. İlerici, anti-emperyalist ve emekçi karakterli hareketlerin bu yönelişle teorik veya kısmi ortaklık kurması da kendini inkardan başka kapıya çıkmayacaktır.
Kendi kaderini tayin hakkı, geçmişten bu yana, hiçbir zaman soyut ve genel bir ulusal irade olarak kavranamaz. Ulusal irade, her örnekte belirli bir öncü sınıf tarafından belirlenir ve yine belirli bir uluslararası denklemin parçası olur.
İkisi arasındaki tutarsızlık hali, çözüm bekleyen bir çelişkiyi temsil eder.
Sömürgeciliğe veya emperyalizme karşı verilen mücadeleler, sınıf karakteri gereği, dünya kapitalist sistemine eklemlenmeyi öngören liderliklerce yürütüldüğünde, süreç reformist veya karşı-devrimci yöntemlerle, ama ille de yeni bir bağımlılığın tesisine akmıştır. Reel sosyalizmle dost burjuva kurtuluşçuluğu, süresinden bağımsız olarak geçici bir kategori olmuştur. Ya da sınıf karakteri diğer yönde şekillenmiş ülkenin kurtuluşu ile toplumsal kurtuluş süreçleri çakışmıştır. Geçmişte sosyalist strateji bu gerilimi gözeterek şekillendirilmek zorundaydı. Bugün tablo çok daha yalın…
Türkiye’deki Kürt hareketi, sol geçmişi, yoksul köylü bileşimi, karşısındaki rejimin NATO’nun ikinci büyük ordusunu beslemesiyle simgelenen işbirlikçi niteliği gibi faktörler nedeniyle, bu dönüşümü de gecikerek yaşadı. Kürt ulusal hareketinin üstü örtülen özellikleri olarak sol, emekçi ve halkçı çağrışımlarının tam olarak tasfiyesi belki hiç gerçekleşmeyecek. Ama -solda hayal dünyasında yaşayan kimi kesimleri ihmal edersek- bu örtük özelliklerin baskın hale gelmesi için herhangi bir içsel ve dışsal dinamiğin mevcut olmadığını söyleyebiliriz.
İçsel dinamiğin varlık koşulu,reel sosyalizm sonrası evrede, hareketin, kendi tanımlayıcı niteliğini, yani “ulusal” karakterini reddetmesinden başka bir şey olamaz. Bu geçmişten farklı bir durumdur. Geçmişte işçi sınıfının ulusal karakteri fethetmesi gerekirdi. Şimdi bu karakterin yadsınması önkoşuldur.
Kürt hareketi söz konusu olduğunda bu, bölgede işçi sınıfı ve sosyalizmin çok güçlü bir çekim merkezinin varlığına bağlıdır.
Yaşanan tam tersidir. Irak’ın işgaline kadar Avrupa Birliği, sonrasında ise ABD dış konjonktürü belirlemiş, Kürt sorunu Türkiye’li Kürt hareketinin belirleyebileceği ölçeklerin dışına taşınmıştır.
Bu tablo, sınırların yeniden tasarlanmasına ilişkin sosyalist konumlanış açısından Türkiye’ye herhangi bir istisna payı bırakmıyor. Tersine, en az 2003’ten bu yana sınırların yeniden çiziminde, Ortadoğu laboratuvar seçilmiştir. Sürecin etki ve tehdidi altına aldığı birinci ülke ise Türkiye’dir.
Ülkemiz bu projeye model seçilmiştir ve sosyalist tutum, Türkiye’nin sınırlarının değişmeksizin korunması konusunda son derece açık olmalıdır.
Özalist fantezi
AKP’nin Kürt sorununda geleneksel devlet çizgisinden farklı bir yere yerleşeceği beklentisinin birkaç ayağa oturtulduğunu biliyoruz.
Bir tanesi, bu partinin varsayımsal bir “derin devlet”le hesaplaşma yaşamasıydı.
Derin ve militer devlet çekirdeği ile sivil, seçilmiş hükümet mücadelesi modelini çok sevenler olduğunu biliyoruz. Fethullah tarikatının devletin başka kurumlarında gerçekleştirdiği yapılanmanın diğerinden daha az derin olmadığı yönünde biriken işaretler bile bunları sevdalarından vazgeçiremiyor. Oysa iki kanat birbirinin neredeyse tıpa tıp aynısı mücadele yöntemlerini kullanıyor. Casusluk ve provokasyon yöntemlerinde derini aratmayan bir demokratik kanatla karşı karşıyayız…
Bir diğer açıklamaya göre, AKP, yakın geçmişte Milli Görüş hareketinin Kürt ittifakı projeleri ve Kürt örgütlenmelerinin mirasından pay almıştı ve böyle bir ittifakı veya girişimi temsil ediyordu. Ancak oralara uzanınca da karşımıza Hizbullah yapılanmasının çıkacağını biliyor olmamız gerekiyor.
Sonra; AKP samimi bir AB’ciydi ve bu yoldan Kürt halkına bahşedilen nefes alma kanalları bir özgürleşme, demokratikleşme anlamı taşıyordu….
Bu analizlerin safsatadan ibaret kalan boyutlarını tartışmayı başka zaman ve başka yere bırakıp, beş yıla yaklaşan bir hükümet pratiğinden sonra, AKP’nin “Kürt reformu” sicilinin koca bir sıfır olduğunu söyleyebiliriz.
Batı kaynaklı Kürt esnemelerini, Kürt oylarını, önü giderek açılan Kürt egemenleriyle sıcak ilişkilerini, Kürt kitleleri içinde güçlü bir damarı temsil eden islamcı ideolojisini göz önüne alırsak, “reform olacaksa AKP’yle olur” demek yanlış değildi.
Ama o kadar. Zira reform olmayacaktı…
Mekanizma basittir, ancak sadeliği görmek için “sınıf duyusu”nu korumak ilk şarttır.Kürtlerin Türkiye’de yaşadıkları tarihsel ezilmişliği, bir milliyetçi obsesyonun ürünü olarak gören değerlendirmelerle yola koyulursanız, bu ezilmişliğin kapitalist sömürü çarklarının dönmesi için elzem olduğunu ihmal ederseniz, kapitalist sömürünün yönetici kurumlarından reform beklentisine de girebilirsiniz.
Bu söyleneni fazla indirgemeci bulanları duyar gibiyim. Kimileri için reformsuz günlerin sadece ve sadece reform özlemini arttırdığını, bunun olanaksızlığını hissetmelerinin mümkün olmadığını biliyorum.
Reform beklentisinin daha derin kazılmış temellere oturtulduğu versiyon, Özal’ın adına kayıtlıdır. Yakın zamanda Cengiz Çandar’ın Irak Kürdistanı Başbakanı Neçirvan Barzani’ye mal ederek güncelleştirdiği bu versiyon, Irak Kürt bölgesinin Türkiye’ye bir federasyon yoluyla bağlanması.
Kısa yoldan, ne zamanında Turgut Özal’ın ne bugün Barzanilerin ABD’den bağımsız, bu düzeyde herhangi bir fikir, proje, öneri geliştiremeyeceklerini söylemeliyiz. Bu iş, ezberi dağılmış Türk generallerinin Washington’a danışmadan darbe yapma hayaline benzemez. Dedik ya, diplomatik revizyonizm Beyaz Saray’ın tekelinde.
Ancak ABD patentli olması, bu projeyi gerçekleştirilebilir hale getirmiyor. Ya da ABD bazı projeleri baş aşağı resmetmeyi tercih ediyor.
Bir; Türkiye egemen güçlerinin Kürt nüfusun Barzani akımına angaje olmasını önlemek için herhangi bir araçları yoktur. Deneyebilecekleri biricik yol askeridir.
İki; Türkiye’nin Kürtlerini olduğu gibi, topluca ve hemen Barzani’ye devretmeyi seçmesi de mümkün değildir.
Dolayısıyla Büyük Türkiye bir palavraya dönüşmektedir.
Tabi, yeri gelmişken Büyük Kürdistan da daha küçük bir palavra değildir. Türkiye’ye küçülme sopasını, Kürdistan’a da büyüme havucunu gösterip işlerini çeviren bir ABD söz konusudur!
Birinci sopanın “federasyon yoluyla büyüme” sosuna banılmış, ikinci havucun içine ise paralı askerlik ve kontra tipi çetecilik acısının gizlenmiş olduğunu görmek zor değil.
Bu tablonun sosyalist politika repertuarını demokratik reform başlığına tamamen kapattığını görmemek mümkün değildir. İlerici hareketin ezilen Kürt kimliğiyle dayanışması ve bu çerçevede atak bir çizgi izlemesi ile, stratejisini demokratikleşme üzerine kurması, hatta stratejisini belirlerken böyle bir basınç hissetmesi arasında fark var. Marksist hareketleri Kürt sorununun çözümünü sosyalizme ertelemekle eleştirenlere verilecek yanıt, Kürt reformlarının gerçekçilikten çok daha uzak olduğudur.
Reform niyetine masaya sürülen federasyon/himaye önermesi bir fantezidir. Kürt hamiliğinin, TSK’nın kırmızı çizgileri kaldırmasıyla imkan dahiline girdiği düşüncesi ise pek sığdır.
Türkiye kapitalizmi Kürt ayrımcılığından vazgeçemez.
Türkiye kapitalizminin ulus-devlet formatının yerine bir başkasının geçirilmesi ancak şiddetli bir depremle mümkün olabilir. Buna reform demekse alıklık olur.
Özal-Barzani önerisi, Türkiye’nin ABD hizmetine sokulması doğrultusunda hem bir proje hem de bir şantaj argümanından ibarettir. Özalcı fantezi savunusu, çöküşün estetize edilmesidir.
Kürtler nereye yakın
Türkiye Kürtlerinin Irak, Suriye veya İran Kürtleriyle değil, Türkiye toplumuyla entegre olduğu saptamasının üzerine, bu gelişmelerin sonucunda kalın bir kuşku örtüsü çökmüş bulunuyor.
Açıkçası bu değerlendirme üretim tarzı kavramını ve sınıf analizini esas alan sağlıklı bir zemine oturtulmuştu. Irak’ta ABD işgali olgusundan öncesine tarihlenen olgu ve analizin temel çizgileri şöyle özetlenebilir:
Bir: Türkiye kapitalizmi, Türkiye’nin orijinal Kürt coğrafyasını belirler.
İki: Türkiye toplumsal yapısının temel sınıflarından bağımsız Kürt sınıfları yoktur. Bu anlamda, Kürt mülk sahipleri Türkiye burjuvazisinin, Kürt yoksulları Türkiye işçi sınıfının parçasıdır.
Üç: Bütün sınıf ve kesimleriyle Kürtler, Türkiye kapitalizmi içinde objektif bir yere sahiptir.
Dört: Bu tablonun önemli iki etkeni, Türkiye Kürtlerinin öteki ülkelerle karşılaştırılamayacak nicelikleri ile Türkiye kapitalizminin bu ülkelerden görece gelişkin olmasıdır.
Maddi durumlar, siyasal mücadelelerin içinde verilmesi gereken çerçevedir. Durumu değiştirmek isteyenler de bu çerçevenin içinde işe başlamalıdır. Ve bir de dışsal şoklar söz konusu olabilir.
Türkiye’nin Kürt sorununda durumu değiştirmeye yönelik kimi siyasal süreçler işlediği gibi, dışsal şokun da rolü hesaba katılmalı. İkinciye yukarıda değindik; dünya kapitalist sisteminin bugünkü Türkiye formatını ne ölçüde benimsediği kuşkuludur ve Irak Kürdistanı büyük bir dış basınç yaratmıştır.
İç dinamikler dendiğinde ise “bölücü Kürtler” demagojisine hiç prim verilmemeli. En güçlü olduğu koşullarda bile PKK hareketinin ayrı bir devletleşme sürecini temsil etmediğinin altı kuvvetle çizilmelidir. PKK hareketinin gücü zirveye çıktığında stratejisi çözülmüştür.
Bağımsızlık, Kürt hareketlerinin ideoloji ve program sandığında romantik bir cazibe unsurunun ötesinde değer taşımaz. Ulusal hareket güçlendikçe, bağımsızlık seçeneğiyle arasındaki maddi mesafe azalmayacak, hatta tersine devlet militarizminin şiddetlenmesi bu güce eşlik edecektir. Ulusal hareket güçlendikçe pazarlığa yatkınlığı artar…
Bölücülüğün iç adresi, kapitalizmin ta kendisidir.
Kapitalizm ulusal sorunda iki karşıt eğilimi eş zamanlı barındırmaktadır. Bir tarafta kapitalist gelişme, Kürtleri Türkiye’nin organik parçası kılar, diğer taraftan bu entegrasyon ayrımları silmeyen, hafifletmeyen tersine derinleştiren bir süreçtir.
Dış faktörün katalizörlüğünde, kapitalizmin bölücü karakteri birleştirici karakterine galebe çalmaktadır.2
Türkiye Kürtleri,Barzani (devletinin) etkisi altına girmişlerdir.
Bu etkinin romantik bir milliyetçiliğe, ulusal gurura indirgenmesi körlük olur. Irak Kürdistanı hızla imar edilen, büyük kaynaklar aktarılan bir ülkedir ve Türkiye Kürtleriyle ekonomik ilişkisi artık eski zamanların sınır kaçakçılığı değildir. Kürt altyapısı ile üstyapısı birbirini giderek bütünlemektedir.
Bu sürecin ne kadar zaman alacağını, bir kırılma noktasının nasıl bir takvimle gündeme geleceğini kestirmek, dümenin kontrolü emperyalizme geçmişken hayli zor. Bu sorunun yanıtını Türkiye içi gerekçelerle vermeye çabalayanlar ise sürprizlere hazır olmalıdırlar. Zira rotasını emperyalizme hizmete ayarlamış bir Türkiye, ABD için bağımlı bir değişken, başka önceliklere göre hakkında karar verilen bir muhatap olacaktır. ABD’nin Ortadoğu önceliğinin İran olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz…
Yapılması gerekense kuşkusuz saatin gelmesini beklemek değil. Ülkenin ve sınıfın birliği, onu yerle bir etmekte olan emperyalist kapitalizme karşı mücadeleyi gerektiriyor. Türkler ile Kürtler birlikte yaşamaya devam edecekse, aralarında yeni bir bağ yalnızca bu mücadele temelinde kurulabilecektir. Solun ve Türkiye işçi sınıfının ulusal sorun programının başlangıç noktası bu olmalıdır. Eski bağın restorasyonu değil, yenisini kurmak!
Sonuç yerine
Bu tartışmalar Türkiye emekçilerinin gündemine Türk milliyetçiliğinin reaksiyonlarıyla belirlenen bir kanaldan girmektedir. Bununla Türkiye işçi sınıfının “sınıf çıkarları” arasında bir ayrım var.
Sol bu ayrımı esas almadığı durumda, farklı “kitle çizgileri” arasında pinpon topuna döner. Bir tarafta ezilen ayrımcılığın acısını çeken Kürtlere sahip çıkmak, öte tarafta ülkenin ve ulusun parçalanma olasılığı karşısında paniğe kapılan ve emperyalistlere öfke biriktiren Türkler…
Türkiye solunda -veya toplumda sol olarak bilinen toplamın içinde- hem MHP-CHP çizgisine, hem de DTP’ye eklenenlerin olmasına, yani mesafelerin alenen yanlış tayin edilmiş olmasına karşılık, sorun mesafeyle ilgili değil. Kaldı ki, ilki İP ve ikinciler EMEP ile SDP ise, bir de mesafe tayiniyle uğraşan ÖDP’den söz etmek gerek.
Oysa oyunun oynandığı masa, emperyalizmin toptan denetimi altındadır. Türk milliyetçiliği, bölünme sendromunu gidermemekte, tersine tamamlamaktadır. Bu tamamlayıcı ögeye bir de sol ton çalınmasına ne düzenin ne emperyalizmin en küçük bir itirazı olmayacaktır. Bunun simetriğini DTP cenahındakiler için yeniden yazabilirsiniz…
Başka bir problematiğin, ilke düzeyinde bir kalkış noktası var. Türk ve Kürt kimliklerini birlikte içeren bir siyasi öznenin kuruluşunu hedeflemek. Bu özgün yaklaşımın bir işçi sınıfı ayrıcalığı olduğu açıktır. Türkiye’de çok milliyetli, çok kültürlü bir siyasal örgütlenmenin biricik adresi işçi sınıfı olabilir. Yine benzeri bir çıkışın temel ideolojik referansının anti-emperyalist mücadele olmasının da alternatifi yoktur.
İster kalkış noktası, ister ilke, ister yöntem densin, bu yaklaşım sabittir.
Dipnotlar ve Kaynak
- 21 Mart mesajının devamı 31 Marta denk düştü. Ahmet Türk, Şerafettin Elçi ve Sertaç Bucak’ın katıldıkları bir toplantı haberi, medyada Kürt partileri arası ittifak yönelimi olarak yorumlanırken, Türk, Irak Kürtlerinin “başarısını” birlik kurmalarına bağladı.
- Burada “dış faktör”, 2003 sonrası Irak’a gönderme yapılarak kullanılıyor. Ancak kapitalizmin birleştirici-bölücü karşıt eğilimleri arasındaki ilişkinin daha geniş bir tarihsellik içinde ele alınması da mümkündür. Kanımca ulus kuran ve aynı anlama gelmek üzere ulus öncesi toplulukları asimile eden, aşan kapitalizm projesi, 21. yüzyıl başında çökmüştür. Sadece Türkiye’de değil, her yerde kapitalist “ulus çağı”, bir fiyaskoya dönüştü.