“…Savaştıklarımdan nefret etmiyorum
Savunduklarımı sevmiyorum…”
Yeats
Anlam ve değer yaratılmasının tarihsel kökenlerini eşeleyerek mitolojik öykülerdeki izleri ortaya çıkarmak ve sonrasında da bunların insani değerlerdeki kalıntılarını bulmak ve bunlar üzerinden tahliller yapmak daha çok antropologların işi olsa gerek. Tabii ki bu alanda yapılan tespitler ve dayanakların serimlenmesi önemli; ama biz “ölüm” gibi bir fenomen üzerinden yapılan siyasetin anlamını tahlil etmeye çalışarak daha farklı tespitlere ulaşma ihtiyacıyla tartışacağız.
“Biz, ulus olarak, tarihin ilk yazılmaya başlandığı zamandan bu yana sahnedeyiz, bugün de varız ve gelecekte de olma kararlılığına sahibiz” türü bir çerçeve içinde üretilen değerlerin yönetsel ve ideolojik karşılığının “ulus-devlet” ile “milliyetçilik” olduğunu biliyoruz. Bu bağlamın kalıcı sayılan olgularının ise toprak, dil, inanç, değer ve ortak geçmiş birlikteliği ile gelecek ülküsü olduğunu da hatırlarsak bu kurgu ve değerlerin anlamlılığına inanma ve bunlar uğruna gerekiyorsa hayatını vermenin nedenlerini açıklamak zor değil. Doğal olmayan nedenlerle anlam verilen değerler uğruna hayatından vazgeçmek, çoğu inançta da bir erdem olarak kabul edilmekte ve saygıyla karşılanmaktadır.
İnsanlar doğru bildikleri değerler uğruna hayatlarını feda edebildikleri ölçüde kahramanlaştırılmışlardır. Ölümü seçmek ve gerekiyorsa korkusuzca ölüme gitmek bir haslet olarak algılansa bile, bunu sadece “ölenin tercihi” üzerinden anlatma gayreti eksiklidir. Ölen öldükten sonra kalanlar için bu hasletin anlamı nedir? Bu anlam, nasıl mitleştirilerek toplumsal birliktelik için kullanılmaktadır? Yakın zamanımızdan örneklersek, böylesi bir çalışmaya neden gereksinim duyulduğu da fark edilir; çocukları şehit (!) olan ana babaların “vatan sağ olsun demiyorum”u ne anlama gelmektedir
Şehitlik üzerine konuşmak ve tartışma yapmaktan -bu konudaki duyarlılıklar nedeniyle- uzak durulmaktadır. Duyarlılık olan konular ise tartışılmaz hale gelince veya getirilince, zamanla değerlerin çarpıtıldığı bir alan yaratabiliyor. Şehitlik ve ifade ettiği inançların boş ve anlamsız olduğu indirgemeciliğinden kaçınmak; onun yerine bu inanç ve değerlerin savunucusu olduğunu iddia edenlerin ve bunları çarpıtarak kendi çıkarları için kullananların tutarsızlıklarını ortaya çıkartmak gerekiyor.
Aslında buna benzer değerlendirmeler yapan birisinin tespitlerini hangi kimlikle yaptığı da önemlidir. Bir inanç veya ideolojinin sahiplendiği değerlerin karşıtı gördükleri tarafından tahlil edilmesi hakaret olarak algılanmaktadır. Böyle bir kasıt olmadığını belirtmekten öte, bir tartışma haklılığı iddiasında da değiliz. Yalnız birkaç vurgu; neden hangi cesaret ve haklılıkla bu hassas konuda bir şeyler söylemeye çalıştığımız konusunda fikir verebilir diye düşünüyorum. Şehitlik, dini öğreti, milliyetçilik ideolojisi ve askerlikle bağlantılıdır.
Bu satırların yazarı, ilk gençlik yıllarına kadar dini eğitim almış, sonrasında askeri okulda milliyetçilik ideolojisi ile düşünceleri şekillendirilmeye uğraşılmış, subaylığı süresince görevleri nedeniyle yakın çevresinde yaşadığı ölümler ile bunların sonuçlarını tahlil etmeye çalışmış bir sosyalisttir. Bu eğitim, şekillendirme, tahlil ve süreçler şehitlik ile ilgili birkaç söz söylemeyi haklı kılar sanıyorum.
Kişisel açıdan bakarsak, önce “şehit” olma ihtimali olanlar için bu ne anlama gelmektedir, diye sormak gerekir.
İnsan öleceğini bilen bir canlı olarak ve ölüm sonrasındaki bilinmezlikler nedeniyle, ölüm ile gelecek son -veya dinlere göre başka bir başlangıç- için “zaten öleceğim hiç değilse bunun bir dava ile anlamlı olması daha doğru olabilir” diyebilir. Ya da bir inanç sistemi “zaten öleceksin bunun bir anlamı olsun” diyerek sistem içindekileri veya sistem içerisine çağırdıklarını motive edebilir. Bu gerekçelerle yapılan çağrıların karşılığını her dönem bulduğunu veya bulabileceğini görüyoruz. Zaten değersiz görülen veya değersizleştirilen yaşamların bitiminin bir amaç uğruna “sevap” veya “ kahramanlık” ile taltif edilebilir olması, ölümü arzu edilir hale de getirebilmektedir.
Dini veya ideolojik çağrıların kendi içerisinde tutarlığı, bir anlaşılabilirlik sorunu yaşatmamaktadır. Anlaşılabilirlilik veya anlanabilirlikten çok, haklılık boyutu belirleyicidir, çağrılarda. Hak, göreceli bir kavramdır ve moral değerlerin etkisiyle girişilen mücadelenin sonuçları belirsiz de olsa, mücadele “hak”lı görülebilmektedir. Haklı olanların, mücadelelerini her zaman kazandığı söylenemez; ama mücadeleler tutarlılık içerisinde sürdürülürse, hiç değilse saygıyı hak edebilir diye kabul edilmektedir.
Şehitlik üzerine yapmaya çalışılan tartışmayı savaşın etik yönüne kaydırmak istemiyoruz. İnananlarını, gerekirse hayatlarını feda etmeye razı edebilen sistem veya inanç biçimleri, fedayı açıklayacak veya anlamlandırabilecek değerleri, öğretileri içerisine hangi argümanlarla katmaktadır ve “feda çağrıları ile değerler sisteminin katılıma nedenlerinin tutarlılığı sorgulanabilir midir”? Farklı bir biçimde soruları birleştirirsek “bir insanın inancı adına ölmesinin nedeniyle, sonuçları bakımından ölüme gönderilme nedeni arasındaki fark hangi değerlerle doldurulmaktadır?” Böyle sorarsak savaşın etik yönündeki tartışmalara girmeden ön açıcı soruları aklımızda tutmuş oluruz.
Aklıselim hiçbir insanın ölmek istemeyeceği savı doğru kabul edilebilir -ki bu nedenle insan soyu sayısını artırarak devam etmektedir. Bir insanın veya çocuğunun bir anlam uğruna ölümü seçmesinin veya seçtirilmesinin nedenlerini öğreti ve mitolojilerde aramak, silikleşen insani değerlere ulaşabilmemizi de sağlayabilir.
Bilinçaltından veya açıkça “Sevdiğimiz birisi için veya değer verdiğimiz bir şey için ölmemiz istenirse ne yaparım?” diye sorulmuş bir soru olduğu için yukarıda sıralanan sorular için herkesin bir görüşü vardır mutlaka. Çoğunluğumuz için sevilen birisi veya değer verilen bir şey için ölen bir insan, saygınlığı hak etmektedir. Pekiyi herhangi bir sistemde ve mekanizmada yer almak zorunda kalan birisi, sever (!) görünmek zorunda kaldığı şeyler uğruna ölmeye zorlanılırsa ne olacak?
Mit, inanç, ideoloji ve bilim
Mitler, olağanüstü kahramanlıkları, doğaüstü güçleri anlatan, bilgi öncesi ve bilgi dışı olan hayal ürünü sözlerdir. Mitler, aynı zamanda inanç alanının kapsamı içindedir. Bilgisi eksik insanlığın, dünyayı açıklama gereksiniminden doğan mitler, olayları hiç ama hiç açıklayamamaktansa hayal ürünü açıklamalar yapılmasını sağlayarak, insanlığa uzun süre açıklanamayanları öyküler üzerinden kurgulamak için yetmiştir.
Toplumun hayal gücünün etkisiyle biçim değiştiren ve hayali anlatımlar olan mitler, günümüzde de açıklanmayan veya açıklanmak istenmeyen olguları perdeleme aracı olarak da kullanılmaktadır. Mitsel öyküler, daha doğrusu masallar, destansı ve şiirsel bir dille anlatılmaktadır. Bu anlatımlar bir bakıma sanat ürünüdür ve sanatın yaşamla bağı kadar da gerçeklerle ilgilidir. Gerçekliğe ulaşmak için dinsel nitelikler de taşıyan masallardan felsefeye geçilmiştir. Felsefeyle birlikte görülebilen ve algılanabilen gerçeklikler, masallarla izah edilemeyecek kadar gerçek (!) haline de gelmiştir. Yine felsefe ile birlikte insanlar izah edemedikleri olgular için soyutlamalar yapmışlar ve sorular sormuşlardır; neden ve niçin oluyor diye. Cesaretle sorulan sorular cevapsız kaldıkça veya geçiştirildikçe farklı işlevler yüklenen mitler, cevapsız soruları açıklamak için kullanılır olmuştur.
Mitlerin alanı da, bilimin alanı da temel inanç alanıyla kesişmektedir. Mitoslardan beslenen inanç, insan zekâsının bilimsel sorulara verdiği bilimdışı karşılıklardır. Bilimsel verilere ulaşmak için de yine bilimdışı evrelerden geçmek gerekmektedir. Mistik açıklamalardan bilimsel veriler çıkartabilmek için arada felsefi düzlemden de geçmeli ve dinden bağımsız özgür düşünce ile deneysel açıklamalar yapmalı, nihayetinde de kişisel çıkarımları da kavramsallaştırılabilmelidir.
Mitlerin ilk olarak nerede çıktığı önemli değildir. Önemli olan hangi mitin nerede hangi sosyo-ekonomik nedenlere tutulup benimsendiğidir. Biz de şehitlik mitinin nerede ortaya çıkıp şekillendiği ile değil, bugün için bu mitin hangi sosyo-ekonomik nedenlerle karşılık bulduğu ile ilgileneceğiz.
İdeolojiler, düşüncelerdir ve tek tek insanların görüş ve fikirleri ideolojilerden etkilenmektedir. İdeolojiler toplumun maddi hayatından bağımsız değildir. Sınıflı toplumlarda, sınıf karakteri taşıyan, farklı çıkarların şekillendirdiği ideolojiler vardır.
İdeolojiler, dogmatik kabullerle şekillendirilirse ve değişmez, mutlak değerlere sahip olarak algılanırsa, akılsal nedenlerden kaynaklanmayan ve toplumun maddi hayatının değişmesine cevap veremeyen ideolojiler olarak kendi sınıfının çıkarlarını dahi sağlayamayan ön kabuller olarak kalır.
Düşünceleri dogmatik olarak kabul etmek, değişmezlik zorlaması, yaşamın ihtiyaçlarına cevap verememek ve insanların varlık nedenlerini anlamlandıramamak; insan ile düşünceler arasında var olan ilişkilerde de bir boşluk yaratmaktadır.
İdeolojilerin kendisini tarif biçimi basitleştikçe ön kabulleri de o oranda keskinleşmektedir. Ön kabuller arttıkça da öykülerden -yani mitoslardan- beslenilmekte ve sonrasında da ön kabul keskinleşme ve beslenme sürecinde ideoloji daha da dogmatikleşmektedir.
Açıklanamazlık da öykülere ve mistik hikayelere yer açmakta ve çalışmamızın konusu olan mitlere yönelim artmaktadır.
İnsanlar yaşadıkları gibi düşünürler ve ahlaki fikirler de öyledir, yani yaşamla iç içedir. Düşünce ve fikirlerin toplumsal ilişkiler tarafından belirlendiğini ve bu ilişkilerin de her bir insanın kişisel faaliyetlerinin toplamı ve örgüsü olduğunu hatırlarsak; daha yüksek insani değerlere sahip toplumsal bir düzenin de bu faaliyet ve örgülerin etkileşimleriyle belirlenebileceğini görürüz. Bu etkileşim, ideolojilerin belirleyiciliğinde yok sayılırsa veya belirsizleşirse, silikleşmiş mitlerin belirlediği değerlerin, kafaların saf ve kısıtsız çalışması sonrasında ortaya çıktığı varsayılır- ki bu bir yanılsamadır.
İdeolojilerin oluşturulmasında en çok yapılan “ters çevirmedir”. Yani değerlerin ve belki de “mit”lerin anlamlarının ters çevrilmesidir. Bu ters çevirmeyi çalışmanın bu safhasına kadar çarpıtma olarak tanımladık ama çevirme, çarpıtmadan farklıdır. Çarpıtma bir sonuç gözetmeksizin bozmaktır ama ters çevirmede bir yön verme çabası ve bilinçliliği vardır. Her ideoloji daha önceki ideolojilerce de kullanılmış ve geleneksel de olabilecek argümanları kullanır. Bu argümanları ve anlamları eşelediğimizde mitolojik kalıntılar bulmamız rastlantı olmayacaktır. Bu kalıntılar kah ters çevirmenin kah çarpıtmaların sonucudur.
İnsanoğlu “neden, niçin, nasıl” sorularını sormuş ve bunların cevapları üzerinden düşünce yapısını, sanatını, felsefesini, siyasetini bilimini şekillendirmiştir. Günümüzün belirleyici sorusu ise “ne faydası var?”dır. Felsefeyi akademia’ya hapseden, sanat eserlerini metalaştıran, siyaseti bir azınlığın çıkarlarına dönüştüren ve bilimi insanlık yararına çalışmalar yerine, kâr getirecek tekelci ürünler bulma yarışı haline getiren de, bu faydacı yaklaşımdır. İnsan boyutundan bakılırsa, kişisel ilişkilerden siyasete katılmaya, meslek seçimine kadar aynı yaklaşımı ve belirleyeni olan aynı soruyu çıkarmaktadır karşımıza; “bana ne faydası var?”.
Bu ara hatırlatmalar sonrasında çalışmamızın sorularına, “ölürsem ne faydası var?” sorusunu ekleyelim mi?
Mitler, masallar ve güncel yaşam dolayımı ile şekillendirdikleri…
Sevgi, erdem, onur, mücadele gibi hasletler anlambilim metotlarıyla ve sadece kavramsallaştırılarak günlük yaşamdaki karşılığı ile tarif edilebilir mi? Sanmıyorum… Adı anılan değerler kulaktan kulağa aktarılan ve kahramanları değişse bile mesajı aynı olan öykülerle tazelenir akıllarda.
Ferhat ile Şirin, Spartaküs, Karacaoğlan ve Prometheus öyküleri olmadan, adı geçen değerlerin tarifi eksik kalmaz mı? Bir davranışın veya tutumun değerliliği yalın olarak adı ile anılmamalıdır. Bir onurlu insan davranışı, bir eylemlilik içerisinde belli olur. Yaşam karşısındaki seçimleri ve ani gelişen olaylara karşı takındığı tutumlar belirler onurluluğunu. Yani bir yaşanmışlık içerisinden bilinir onurlu insan. Sevilecek kadar değer verilmeyen bir insana veya sevgisi uğruna emek vermeyen ama sevdiğini söyleyene kim inanmak ister? Uğruna mücadele ettiği düşüncelerin sürekli yenilgiye uğratıldığına şahit olan ama ısrarla tekrarlanan aynı acı ve bedellere rağmen inatla karaciğerinin her sabah kemirileceğini bilerek devam edemeyeceklerle kim ortak ve beraber mücadeleye girişir, kim onların davasının haklılığına inandığına inanır?
Günlük yaşamda, mücadelede ve duygularda adı anılan değerlerin sadece sıfat olarak kalmamasını sağlayan insanlığın ilk ilişki biçimlerinden itibaren ortaya çıkan değerler ve bu değerleri anlaşılır hale getiren öyküleştirilmiş inanmalardır.
Burada şunu vurgulamak ve hatırlatmak gerekir ki, dile getirilen inanç salt dogmalara dayanan, dinsel aidiyetin getirdiği sorgusuz teslimiyeti işaret etmemektedir. Ama yalın olarak inanmaktan kastedilen; değer yargıları, tahlilleri ve yetileri ölçüsünce bir insanın salt inanmasıdır.
Bu noktaya getirerek bırakamayız. Bu vurgular ile hatırlatmalar, çalışmamızın zeminini daha da sağlamlaştırmak için yeterli değil elbette ama şunu söyleyebiliriz; insani değerin içi boşaltıldıkça, bunlar etrafında örülen insan öyküleri de anlamını yitiriyor.
Başlarda sorduğumuz soruyu tekrarlayalım, “insan değer verdiği bir şey için hayatını verir mi?”, yani sevgisi, onuru, erdemliliği için veya inandığı mücadelesi için “Bu vermenin değerliliğine inandıran nedir?” diye başlarda sormuş olduğumuz ve tekrarladığımız soruya ek yapalım.
İnsan ve savaş
İnsan üzerine ve insan eylemlerinin değerliliği üzerine yapılacak tartışmalar bilginin olduğu kadar inancın da konusudur. Bilgi ile beraber işlenecek olan inançlar çeşitlendikçe bunların birbirlerine olan üstünlüğünden söz etmek yersizdir.
Değişken değerler, temel değerlere karşıtlık taşıdığı sürece değer uğruna verilen bedel yaşam bile olsa; değerin, bilgi ile sağlamlaştırılmaya çalışılması da, gereksiz bir çaba olmaktadır. Bu çabanın gereksizliği oranında dogmalara ve bu dogmaların inançlar alanındaki tezahürlerine de yer açılmaktadır. Bilginin sağlamlaştırmasına gerek kalmadan inanç üzerinden yapılan açıklama değil, ancak ve ancak sorgusuz bir itaat beklentisidir. Değerlilik bilgisi gerektirmeyen, salt ve sorgusuzcasına tabi olmak ile biat etmenin sonucunda yaşanılanların öz bilinç ile irade ile seçilmiş olduğu da söylenemez.
Kısa süreli çıkar ile faydacılık dışında ve değişken değerlerle yaşamanın ötesinde temel değerlere inanarak sahip olunan geçmişin bugünkü eylemler aracılığıyla geleceğe yönelik umutlarla bütünleşmesi, inancın ötesinde değerlilik bilgisi gerektirir. Yaşamdan vazgeçiş, bir insan için ne kadar önemli olursa olsun, onun bir tek kişilik yaşamının içerisinde bile bir bütünlük sağlamıyorsa ya rastlantısaldır, ya da anlamsızdır ve hatta talihsizdir. Geçmişi ve umutları bir bütünlük taşımayanlara yani yönelimlerinin anlamını bilmeyenlere talihsiz bir rastlantı sonucunda kaybettikleri hayatları adına değer verilmesi de, çağımıza uygun olan çıkarcılık ve faydacılığı çağrıştırmaktadır.
Bireysellik adına mutlaklaştırılan, idealleştirilmiş ve mükemmellikle tanrılaştırılmış insan, ölüm karşısında duraksamaktadır. Bu mutlaklaştırma ve tanrılaştırma sonucunda, sahip olduğunu düşündüğü önemliliğe rağmen yok saymaya çalıştığı ölümle yüzleştiğinde ise tek başına ölmek istememekte, ama bu yalnız ölüme anlam yüklemek için de geç kalmış olmaktadır.
Seçim ve olanaklılık, özgürlük bağlamında düşünülürse, iç içedir. Olanakları olmayanlar seçim yapmış olamaz ve olsa olsa zorunludur yaptıkları için. Bu iç içelik özgürlüğü çağrıştırmaktadır. Özgürlük salt evet-hayır demek veya elde edilebilecek sonuçlar veya verili bir durum da değildir. Özgürlük yetenekler öncelikler ve tercihler temelinde kendini cesaretle gerçekleştirebilmektir. Kendini gerçekleştirebilmek ise olanaklılık ve birçok olanak içerisinde veya sonucunda anlamlı olabilecek eylemler ile bu eylemlerin sonucundaki hedeflenene ulaşmak ve hatta elde etmekten çok ereğe ulaşma sırasında da ilkeli ve etik davranışlar içerisinde olmak ile tutumların toplamıdır, yani bir biçimdir. Özgürlük biçiminin örgüsü içerisinde değerlilik bilgisi ile olanakları olmayanların, dolayısıyla kendi seçimi olmayanların rastlantısal ölümüne bir değer atfetmek; amaçsız bir oluşun rastlantısal sonuna, toplumsal beklenti nedeniyle ve beklentinin kolayca inanç üzerinden ifade biçimleriyle anlam yüklenmesi ne anlama gelmektedir? Kaba bir dille söylersek daha çarpıcı olacak; yani bu rastlantısal ölüm sadece “boku bokuna ölmektir”.
Bir toplumda işbölümü ne denli derinse, o toplum o denli savaş severdir ve sınıf sistemine dayalı toplumlar en savaş sever olanlardır. Savaşa insandaki saldırganlık özelliği neden olmamaktadır. Aslında saldırganlık neden olsaydı, savaş doğal neden veya nedenlerden ortaya çıkardı ve bir zorunluluk olurdu. Ama savaşlar uygar yaşamın değişik zorlamalarının saldırganlığı uyandırmasıyla ortaya çıkmaktadır.
Savaş sözcüğü olumsuz, ürkütücü içerikle doludur. Farklı savaş biçimlerini sıraladığımızda olumlu ve olumsuz iki savaş türü karşımıza çıkmaktadır. Olumlu veya olumsuz anlamları içerebilecek tek bir savaş kavramı hep yapılmaya çalışılmıştır ama her savaşı aynı biçimde tarif etmek mümkün görünmemektedir. Savaş amaç değil, bir araçtır. Savaş uygarlıkla yaratılan ve onunla gelişen, yüksek kültür isteyen, çok yönlü, karmaşık uygulamaları olan bir araçtır.
Devlet insanları kendi amaçları için kullanabilmektedir ve devlet insanların tutkularını kendi amacı için de birleştirebilmektedir. Bu birleştirmelerin içerisinde rastlantılarla ortaya çıkan savaş kahramanları ise aslında aklın hilesine uğramış “tin kurbanları”dır.
Pekiyi savaşın haklı tarafında olanın yozlaşmadan kendini gerçekleştirmesi ile savaşın haksız tarafındaki arasındaki karşılaştırmanın ölçütü ne olacaktır? Bu karşılaştırmadan savaşın haklı tarafında olan adına yeni bir toplum yeni bir ahlak ve yeni bir yaşam çıkacaktır ve savaşın haklı tarafında olanın halka sağladığı “ahlaksal sağlık” olacaktır bizce; ama tinsel kurbanlar olmadan! Burada dile getirilen haklılık ise değerlilik bilgisi ile elde edilebilecek, yeni düzeni belirleyecek olan ideallere dayalıdır. Özgürlük eşitlik ve adalet gibi…
Ölümün Türkiye’deki sosyolojisi ve şehitlik
Farklı sınıf ve toplumsal tabakaları eşitleyen mutlak bir olgudur, ölüm. Üretim araçlarına mülkiyetine sahip olan azınlık durumundaki toplumsal sınıfın mülkiyetine ve dolayısı ile gücüne sahip olamayanların eşitleneceği tek alan olarak üst çıkar gurupları tarafından yaratılan değerler uğruna ölünerek ulaşılacak “saygınlık” (!) kalmaktadır.
Egemen sınıftakiler ölümü “doğal” karşılarken, ölüme dair kültürel değerleri farklı olan sessiz yığınlar, ölüm durumunda yıkılmaktalar ve bu ölümlerin yıkıcı tahribatı da sessiz yığınlar için daha kalıcı olmaktadır. Bu ölenin yakınlarının sosyo-ekonomik dengesinin bozulması güvencelerinin yitimi ölene karşı yaratılmış olan aidiyet duygusunun inanç üzerinden devamlı kılınmaya çalışılması kadar ölüm nedeni de ölümün izlerinin kalıcılığını belirlemektedir.
Geleneksel kültürlerin olduğu yerlerde ölüm bir azalma olmasına rağmen belki de çarpık bir şekilde dayanışmayı artırmakta ve toplumsal bütünleşmeyi sağlamaktadır. Yine toplumsal bağların yeniden onarımını sağlamakta, dolayısıyla bütünleştirici ve birleştirici işlev görmektedir. Bu bütünleştiriciliğin dolaylı etkileri nedeniyle de, geride kalanların yalnızlığı, yine çarpık bir şekilde daha da artmaktadır
Canlı iken umursanmayanlar, sevilmeyenler veya ilgi gösterilemeyenler, çarpıtılmış sonuçlar nedeniyle öldüklerinde daha fazla değer verilmekte ve kutsanmaktadır. Bu kutsama toplumsal bir anlayışta, yani “ölümseverlik”te hüküm sürmektedir. Yaşarken hiç değer verilmeyen birisi, ölümseverlik nedeniyle ve ölüm biçiminden dolayı kutsallaştırılmaktadır. Bu ise ölenin toplumsal tutumların devamlılığı adına kahramanlaştırılması ve tinsel olarak kurban edilmesidir; ikinci bir ölümdür (!)… Bu törensel öldürme de, şehitlik üzerinden ritüellerle yapılmaktadır…
Ölen yakınları olan ve ağıt yakanlar kitlelerinin duygu ve tepkilerinin temsilcisi olmaktadır. Bu kaybı yaşadıkları için de ölme nedenleri üzerine bir şeyler söyleme haklılığı sessizce verilmektedir ölenin yakınlarına. Ölen için biçilen rol abartıldığı ölçüde de, ağıt, tepki ve söylem abartılmaktadır. Savaşma ruhu da yeniden ve yeniden canlandırılmaktadır. Ölen üzerinden yakılan ağıt dolaylı bir biçimde ölme ülküsüne yapılan bir şölendir de aynı zamanda. Tekil anlamda kayıp olarak görünen bu ölümlerin devamında şölenleştirilen törenlerin sayısı ve sıklığı arttıkça da ait olma duygusuna ve uğruna ölünenin değerliliğine vurgu yapılmaktadır.
Ölüm, dinsel, mitsel ve kutsalın yeniden üretilmesine canlandırılmasına veya işlerlik kazanmalarına kaynaklık etmektedir. Pekiyi ölüm sonrası, ölenin yakınlarının bazılarının “vatan sağ olsun” derken; bazılarının “vatan sağ olsun demiyorum” demesi ne anlama gelmektedir? Her iki ayrı haykırış, ölenlerin değerlerinin ortaklığı üzerinden anlaşılabilir mi? Aynı nedenlerden ölümlerin yakınlarında bıraktığı iki farklı iz dinsel, mitsel veya kutsalın yeniden üretilmesine nasıl kaynaklık edebilmektedir?
Asker olmak, bir değer uğruna ölmek ve öldürmek
“…savaşlar salgınlar gibi ‘yansız’dır.
Ölülerin oluşturduğu
yığın dost ve düşmanlardan oluşur…”
Elias Canetti
Savaş, canlı olduğunda tehlikeli olanları, mümkün olduğunca çabuk ve toptan öldürmek demektir. Daha çok öldüren kazanır savaşı. Ölme tehdidi, saldırgan dürtüleri açığa çkarır. Karşıdakinden önce öldürmek gerekliliği söz konusudur. Savaş alanındaki herkes birbirini öldürmekte, ölenler şehit olmakta ve kim olursa olsun hayatta kalanlar da kahramanlaşmaktadır.
Günümüzün teknolojik savaşlarında yukarıda anlatılan yüzleşme, yani savaş alanında bir bir mücadele görüntüsü eksikli kalıyor olsa da, hangi kuvvetle ve kimler arasında olursa olsun yalın olarak mizansen budur; ölmek ve öldürmek.
Ölüm olmadığı sürece savaş gerçek bir savaş değildir, olsa olsa -savaş için söylense de- bir oyundur ancak. Saldırgan dahi kendisinin hedef olduğunu ve tehdit altında olduğunu kanıtlamaya çalışmaktadır.
Beklenen zafer adına aradaki kayıplar kabul edilebilmektedir ama olası yenilgiyi yaşamaktansa göz göre göre hep birlikte yok olmak dahi istenebilmektedir.
Öldürmek için taraf olanın öldürmeyi düşündüğünden önce ölmesi sadece rastlantısal bir öncüllüktür. Buna değer atfedilmesi, sonradan ölebileceklere şimdiden ölümlerinin anlamlı olduğu konusunda yapılan bir çarpıtmadır.
Tabii ki burada savaşın haksız tarafında olup da isteksizce ölüme gidenlerin ölümünden bahsedilmektedir. Bu anlamda ölüm sadece yalın ölümlülüğün doğal olmayan biçimde gelmesidir ve -olmayan- bir şahadetten de bahsedilemez. Ölümünün çarpıtılabileceğini bilen için bu ölüm ihtimali, atlatılması dilenen rastlantısal bir olay olarak kaldığı sürece hâlâ anlaşılabilir bir yönü de vardır. Anlaşılmaz olan şudur ki, bu çarpıtmanın farkında olduğu halde bunu sonradan çarpıtabileceklerle birlikte değer ortaklığına dönüştürerek, hiç değilse (!) boşa gitmeyecek bir ölüm haline getirme çabasıdır. Bu kolaycılığa inanç içerisinden de dışarısından da baksanız çelişkili durum ortadadır.
Ölümün olduğu ve hatta kutsandığı bir yerde bu motivasyonla savaşanlar için ölmemek – ölememek yani hayatta kalmak ne anlam taşımaktadır? Hayatta kalmak, ölmemekle birlikte, ölmemek için öldürmüş olmak demektir. Ölmemek, içerisinde olunan grubun savaşı kazandığını göstermese de, ölü yığınlarının içinde olmamak kişisel bir zafer midir? Hayatta kalabilmek rastlantısal da olsa bir kahramanlık mıdır? Ölenlerin sayısı arttıkça kalanların prestiji daha da artmaktadır. Bu prestij ölenler üzerinden olumlanmaktadır ve bu olumlama için savaşın hangi tarafında olunduğu hiç önemli değildir, çünkü herkes dost ve düşmandır birbiri için…
İnancın süreklilik adına karşıtlar arasında devri nasıl olmaktadır?
“saçma olduğu için inanıyorum”
“anlayayım diye inanıyorum”
Anselmus
“inanayım diye anlıyorum”
Aquinas
İnandığımızı mı bileceğiz? Yoksa bildiğimize mi inanacağız? Çalışmamıza yol açan soruyla son gelinen noktayı kesiştirirsek şu soru elimizde cevaplanmak/cevaplanamamak üzere kalmaktadır; “bir değer uğruna ölmenin anlamlı olduğuna inanıyorsan bu ölüm, değerliliğin bilgisinin bir sonucu olabilir mi?” yoksa “Bildiğim kadarıyla anlam verdiğim bir değerlilik uğruna ölmek değerli midir? Bir değer uğruna ölmeyi bilmek mi yoksa inanmak mı anlamlı kılar ölümü?”.
Yaşamını önemseyen bir insanın eylemlerinin neden, anlam ve sonuç arasındaki kesintisizliği varlığının koşuludur. Önceki yaşamların deneyimleri ile kendi yaşamında elde ettiği izlenimleri biriktiren insan bu deneyim ve izlenimleri sonrasında eylemleri ile anlamlı değerlerin korunacağına inanırsa bu değerleri gelecek kuşaklara ve aynı anlam içerisinde süreklilik kazandıracaklara devretmek için gerekirse yaşamını verebilir. Yoksa insan arkasında bir şey bırakamaz. Bu, bir şey bırakmanın anlamı, şu andaki yaşamanın ve eylemlerin değerini de belirlemektedir. Uğruna öleceği değerin uğruna ölmeye değip değmeyeceğini öldükten sonra bilemeyecek olsa bile, değerliliğini yaşamıyla belirlediği için ve bu bedeli ödemeye hazır olduğu için, zaten kendi içinde değerlilik kazanmaktadır. Pekiyi uğruna ölünen her şey, ölümü değerli kılacak anlamlara sahip değilse ve özgürlük, eşitlik ve adalet gibi değerlere ulaşmanın parçası olmayacaksa; uğruna ölmek, ölünen şeyi değerli kılar mı? Uğruna ölünecek şeyin değerliliğini belirleyebilecek etik ölçütlere sahip olamayan bir bireyin teslimiyet sonucunda ölümünün değerliliğinden söz edilebilir mi?
İnsan ancak tür olarak ölümsüzdür. Bir insan veya ait olduğunu düşündüğü grup insanlık adına bir şey yapmaya çalışsa da, bunu bir insan yaşam süresi içerisinde veya grup oluşumu içerisinde başaramayabilir. Ama eğer amaç değerli ise gelecektekiler bunu gerçekleştirmeye çalışabilecekleridir. Bu devinim ve süreklilik olmazsa insanlık arkasında bir şey bırakamaz.
İnsanın hayatını belirleyen kesintisiz eylemler zinciri; değerler, amaçlar ve hedefler tarafından yönetilir. Eylemlerin sonuçlarının bir anlamı vardır ve bu sonuçlar hayata bir anlam verebilir. Eylemler sonucunda kalan anlam tortularının, değer, amaç ve hedeflerle uyumluluğu ve insanlık için değerliliği, feda edilenleri ve bedelleri anlamlı kılar. Yaşamını feda edebilecek olan için, sonuçtan en azından yaşamdayken emin olabilmesi ise değerlilik bilgisi ile olur, anlatılan masallarla değil tabii ki.
Ölebilecek kadar cesur ve bağlı olmak kendi başına hiçbir değer atfetmemektedir ölmeye hazır olana. Bu atfetmeyi kendi ölçütlerince ve çıkarlarınca belirleyen ve insani değerlere uygun olmayan bir sistemin öncesinde anlam verilen değerleri çarpıtarak toplumsal ihtiyaçlarmış gibi sunmasının nedenleri sorgulanmalıdır.
Hep ölümün kıyısında ve içerisinde ölüm geçen emirlerin parçası olmuş ama ölmemiş olanların, kendilerine sorduğu soruların yol açıcılığında buraya kadar gelip yeni soru ve cevaplar aramadan anlamlı bir karar vermesi gerekmektedir, eğer bir mücadele içerisinde olacak ve savaşın haklı tarafının içerisinde yer alacaksa.
Yok sayılmaya çalışılan değerlerim ve çalınan emeklerim için şu an ölmeye hazır olmam ile yalınkat bir düzen koruyucusu bilinçsiz iyi (!) askerken ölüme hazır olmam arasındaki anlamlı farkı, mitsel öykülerle izah etmeye hiç mi hiç gerek duymuyorum.
Bunca adaletsizlik, onursuzluk, sömürü ve ihanetin olduğu düzene karşı ölümü kuru kuruya cesaretle karşılamaktan çok, keskin mücadele için hayatta olmak gerekli ve bu gereklilik daha da zor ölümden. Sosyalistler zor olanı seçtiler ve akılda tutulmalıdır ki; düzeni değiştirmek ölümü seçmekten çok daha zor!
Ölümün kıyısında ama yaşamın ve de mücadelenin içerisinde olduğumuz için karaciğerimiz her gün kemirilse de onursuz yaşamak zorunda kalanların bir defalık (!) anlamsız, rastlantısal ve kaçamak yok oluşuna karşı, yaşamı ve mücadeleyi yeğlemeliyiz…