Burjuva devrim sürecine ve bu sürecin ürünlerine kolaycı yaklaşımları sevmeyiz. Kolaycılıkla işin içinden çıkılamıyor çünkü…
Türkiye’nin kapitalistleşme süreci, işin sahibi burjuvazinin bile devrim diye adlandırmaktan kaçınmaya çalıştığı ölçüde ağır aksak yaşanmış, burjuva aydınlanma süreçleri pek yüzeysel geçmiştir. Buna karşılık bugün geleceğe uzanmak isteyenlerin bu tarihi miras olarak sahiplenmemeleri olacak şey değildir.
Dahası eksikli ve tartışmalı burjuva devrimi, bugün bir karşı-devrimin konusu olmuştur.
Burjuva devrimini ve Kemalizmi, tarihsel gelişim açısından, olduğundan daha az önemli veya neredeyse ihmal edilebilir sayanların, üstünde yaşadığımız ve içinde mücadele ettiğimiz topraklara dair çektikleri fotoğraf, siyasette yön tayini ve “enerji üretimi” açısından iç karartacak cinstendir. Düşünsenize, bu memlekette uğraşıp uğraşıp bir arpa boyu bile yol alınmıyorsa, en büyük ilerleme diye belletilen, imparatorluktan cumhuriyete geçiş bile anlamlı bir kopuş içermiyorsa… Bugünün devrimcilerine acıyan gözlerle bakmak kaçınılmaz olmaz mı?
Kimilerinin niyeti tam da budur. Aynı pencereden bakan başkaları ise Türkiye tarihinde burjuvazinin hanesine kayıtlı bazı gelişmeleri önemsemenin, solun yeterince radikal olmaması sonucuna varacağından endişe ediyor olabilirler.
Gelenek bu konuya ilk kez girmiyor. Daha önce yazdıklarımızın oluşturduğu bir referans çerçevemiz var. Bu çerçeve, Kemalizmi veya daha genel olarak ülkemizde burjuva devriminin tarihsel zemin ve kazanımlarını olduğu gibi görüp değerini tanımayı, kendi siyasal misyonumuzu da bu zeminin ötesinde ve ilerisinde tanımlama arayışını içermektedir.
Bu çalışma Gelenek’in bugüne kadarki çizgisini ilerletme/derinleştirme iddiası taşımıyor. Yalnızca bugüne dek ya değinmediğimiz ya da nadiren geçerken değindiğimiz kimi kaynaklara bakarak, yan tartışmalara girerek konumumuzu bir nebze zenginleştirmek türünden bir katkı söz konusu olabilir.
Kemalizm… Var mıdır yok mudur?
Cumhuriyet Halk Partisi’nin AKP ile tartışmak için “Din biziz!” sloganını seçtiği bir ortamda, Mustafa Kemal’in kurucusu olduğu partinin laikliğinden söz etmek mümkün değildir. Üstelik bu bir kongre sloganıdır; yani mevcut parti liderliği, herhangi bir muhalefet öbeğinin bu konuyu aklına veya gündeme getirmeyeceğinden emindir!1 Kemalizmi çeşit çeşit kılığa sokmak mümkün olabilir. Ancak bağımsızlık(çılık) ve laisizm Kemalizmin indirgenebileceği iki temel unsurdur ve “din biziz” diyen bir Kemalizm olmaz.
Türkiye Cumhuriyeti 1923 konseptinden kopuşunu ilan etmiş değil. Ancak Türkiye çoktandır cumhuriyet laisizminin uzağında. Kuşkusuz laisizmin altını oymaya dönük tırpan darbeleri Recep Tayyip Erdoğan’ın icadı değil. Ancak burjuva partilerinin ve düzen kurumlarının elbirliğiyle laikliğin altını oymaları ile laikliğin resmen ve alenen reddi arasında gerçek bir farklılık olduğu, açık seçik görülmektedir. Bu fark olmasaydı, herhalde burjuva siyasetinde dinci gericilik bu ölçüde bir kriz faktörü olmazdı.
Kemalizm, işte “altını oyma” ile “ret” arasındaki paravana denk düşmektedir. Kemalist aydınlanmanın ortaya çıkardığı miras, Kemalizmin kapitalizm yönünde yaptığı tarihsel tercihle beraber boğazlanmaya başlanmıştır. Ancak Kemalizm, bu olmayacak duaya amin diyerek kapitalizm koşullarında aydınlanmanın ilerici ürünlerini2 ilke olarak korumak demektir. Bu çelişki Kemalizme bir siyasal varoluş alanı bırakmamakta, öte yandan dinci gericiliğin (ve kapitalizmin) aydınlanmanın ilerici ürünlerini büsbütün reddetmesine de imkan vermemektedir!
Kemalizmin set değil paravan olduğu, gerçek maddi süreçleri durdurmak, değiştirmek yerine üstlerini örttüğü bir diğer nokta da bağımsızlıktır. Bir kez kapitalizm yoluna girildikten sonra muasır medeniyet hedefi ile NATO üyeliğini birbirinden ayrıştırma olanağı kalmamaktadır. Emperyalist sistemin parçası bir Türkiye’nin bağımsızlığının lafı mı olur! Ancak bağımsızlığın altının oyulması ile resmi ideolojinin temel bir ilkesi olmaktan çıkarılması arasındaki fark yok sayılamaz. Kemalizm, bağımlı Türkiye’de bir arkaizme dönüşen “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” prensibidir! Ancak görülmektedir ki, ahı gidip vahı kalan bu deklarasyonun kitaptan çıkarılması ülkenin dengelerini alt üst edecek bir niteliktedir.
Gerçek bir varoluş alanına sahip olamayan Kemalizm, Türkiye kapitalizminin terk edemeyeceği Aydınlanma limanıdır. Burjuva gericiliği ve günümüz emperyalizminin tasfiyeci yönelimi bu limanı zorlamaktadır.
Geri Dönüş
Türkiye geri dönüşü tartışıyor. Cumhuriyetin iki sınırının üstlerinin farkında olunmaksızın “süreç içinde” çizilmesi mümkün müdür? Bağımsızlık ve laisizmin gerisine tedrici bir erozyonla, barışçıl biçimde dönülebileceği düşüncesinde, biri yöntemsel diğeri somut ve tarihsel, iki yanılgı bulunmaktadır.
Toplumların gelişimi veya gerileyişi, düz, doğrusal hatlar üstünden gerçekleşmez. Krizler, altüst oluşlar istisna değil kuraldır. Her kriz, kuşkusuz belli bir birikimin sonucudur. Bu anlamda olağan sürece dışsal bir darbe biçimini alan krizler kural dışıdır. Öyle ki, genellikle belirli bir toplumun iç birikimi, söz konusu dış girdinin etkin olmasına elverecek koşulları yaratmamışsa, dış girdi, iç yapıya nüfuz edemeden yüzeyden esip geçecek ya da bu girdiye karşı iç dinamikler kuvvetli bir direnç üreteceklerdir. Darbenin etkili olabilmesi, çoğunlukla, iç yapının etkiye açık olmasıyla, belli bir birikimin sonucu olarak açık hale gelmiş olmasıyla mümkündür. Ancak darbe darbedir! Yıkılmaya yüz tutmuş bir yapının çökmesi büyük veya küçük ama mutlaka bir kriz anlamına gelir.
Cumhuriyet ile gerçekleşen değişim, bir kopuş olmasaydı, yani bugün ortada gerisine dönülmesi söz konusu olan bir tarihsel eşik mevcut bulunmasaydı, Türkiye’nin yakın zamanlardaki siyasal krizlerini açıklamak da mümkün olamazdı.
Daha yeni, bir Amerikalı (devlet bağlantılı) yazar İslamlaşma ile ilgili olarak “dönüm noktası” ve bizim marksist lisanımıza “karşı-devrim” olarak çevirmemiz gereken “devrim” kavramlarını kullanırken, tehdit amaçlı ama içeriği mantıklı bir iş yaptı.3 Yalnızca bilim adamlarının ve sanatçıların bilgi veya sezgi yoluyla erecekleri bir olgudan kriz diye söz etmek anlamsızdır. Burada kast edilen herkesin çıplak gözle göreceği bir kırılma noktasıdır. Türkiye Cumhuriyeti’nin geri dönüş tartışması bir karşı-devrim problematiğine denk düşmektedir. Az önceki dipnottan Çulhaoğlu’nun uyarısını hatırlarsak, bu karşı-devrim gündemi aydınlanmanın bütün boyutlarını kapsamayacaktır. Bu kapsam ülkenin kapitalizm öncesine dönüşü olarak algılanmaya açık olur. Söz konusu olan kapitalizme yabancı değil, tersine bütünüyle içsel, hatta çağdaş kapitalizmin içerde ve dışarıdaki başat dinamik ve eğilimlerinin imzasını taşıyan bir siyasal değişimdir.
“Burjuvazinin aydınlanmadan anladığı ise emekçilerin kendi ihtiyaç duyduğu niteliklerle donatılmasından ve işlerini görmesini zorlaştıran dinsel kurum ve ilişkilerin yeniden kurulmak üzere tasfiyesinden ibarettir.
“Burjuva aydınlanma süreçlerinin tümünün yarım kalmış ve bunları restorasyon dönemlerinin izlemiş olması boşuna değildir.”4
Eşyanın tabiatı gereği Kemalist aydınlanmanın ilerici ürünleri kesintiye uğramıştır. Bu kesintiyi genel olarak, burjuva sınıf karakterinin yeterince radikal olunmasını engellemesi olarak anlamak yerinde olur. Ancak ek olarak bu radikalizm eksiğinin temel somut unsurunun adı konmalıdır. Emekçi ve sol korkusu ile bağlantılı olarak halka yabancılaşma ve kitle katılımının reddi.
Halka yabancılaşma ve kitle katılımının reddi, Kemalizmin özellikleri. Kemalizmin karşıt kutbunu temsil eden akımların bu zaaflardan arınmış oldukları ise bu akımların sözcüleri tarafından dile getirildiğinde demagojik bir uydurma, göz boyama, (sol) liberal yorumcular tarafından ortaya atıldığında ise, tam bir yanılgı olmaktadır. Güncel kimi gelişmeler iki kanadın bu alanda birbirleriyle yarışabileceğini göstermektedir.
Askerin siyasal alandan kendini geri çekmesinin kanımca birinci nedeni, 2007 boyunca yaptığı girdilerin belirli kitle dinamiklerine davetiye çıkarmış olmasıdır. Kapitalist düzenin yüz binlerce insanın sokakları doldurmasını sineye çekmesi, tolere etmesi mümkün değildir.
CHP’deki ruhsuzluk yine bununla ilgilidir. Gericilik taşları yerinden oynatırken, bir tek bu partinin köşe taşları mutlak bir rehavet içinde tutulmaktadır.
Genel olarak düzen içi ama laik kesimlerin bir kitle potansiyeline sahip oldukları açıktır. Bu potansiyel örgütsel ve siyasal olarak yetim bırakılmaktadır. Zira burjuva laisizminin ilkelerinden biri de “Aman bir şey olmasın!” ya da “Kontrolden çıkmasın!”dır.
Öte taraf ise, rant kaynaklarını bölüştürdüğü veya sadaka dağıttığı topluluklar dışında emekçilerle muhatap olduğu her örnekte aynı eğilimleri sergilemektedir. “Ayaklar baş olmaz” lafı en yakın örnektir ve AKP’nin bir mankenin kendi oyuyla çobanın oyunun eşit görülemeyeceği yolundaki sözlerine gösterdiği tepkinin tümden temelsiz olduğunu kanıtlamıştır.
Burjuva laisizmi ve karşı-devrimci gericilik aynı muhafazakarlık paydasını paylaşıyorlar. Geri dönüş gündemi, burjuva devrim ve aydınlanma süreçlerinin yarım bırakılmış kısımlarıyla, yarım kalışın somut nedenlerinin giderilmesiyle ilgili bir boyuta sahip değildir. Yani kitle ürküntüsünün ortadan kalkması olasılığı bulunmuyor. Kriz momentleri, kitlesel devinimleri mecburen serbest bırakır. Ancak burjuvazi gerek ihtiyaç duyduğu, gerekse denetleyemediği kitle hareketlerini, en kısa süre içinde yeniden dolaba kaldırıp soğutma eğiliminde olacaktır.
Cumhuriyet nitel bir eşik olduğu için geri dönüş eğilimleri köklü krizlere neden oluyor, demiş oldum. O halde bu nitel eşiği biraz daha yakından tartışmakta yarar olacaktır.
Devrimci Demokrasinin Günahı
2008 konumuzla ilgili iki yıla denk geliyor: 1908 devrimi ile 1968 yükselişi. 1908’de Meşrutiyetin ilanı, kapitalistleşme ve burjuva devrim sürecinin kuşkusuz kritik dönemeçlerinden biridir. 1908’in 1923’le karşılaştırılması başka çalışmaların konusunu oluşturabilir. Ancak bu karşılaştırmanın Türkiye kapitalizmini anlamak açısından sağlayacağı yararlar, getireceği açıklıklar burjuva devriminin tepe noktasının 1923 olduğunu gölgeleyemez. Tartışmanın bütün zenginlikleri bir yana, sonuç olarak İttihatçılık burjuva devriminin yenik akımıdır. Bir bakıma onun mirasçısı sayılması gereken Kemalizm ise dönüm noktasına imza atmıştır.
1968’in de Türkiye solunun tarihinde önem taşıdığı kuşkusuzdur. Konumuzla ilgisi açısından bakarsak; 1968 solun burjuva devrim sürecine ilişkin yanlış bir yanıtını da temsil etmektedir.
Cumhuriyet devrimi ile solun gelecek tasavvuru arasındaki ilişkiye soldan verilen yanıt 1968 sonrasında bir değişim geçirmiştir. 1968 devrimci demokrasisinin genel kanaatine göre, bu dönemecin öncesinde sol, kendini bütünüyle Kemalizmin ve burjuva devriminin tamamlayıcısı olarak tanımlamıştır. Bu iddiaya katılmıyorum. Eski solun düzenin merkeziyle ilişkisini yeterli derinlikte ve bağımsız bir pozisyonda tanımlayamadığı açıktır. Ancak eksiklik, “68’lilik” tarafından, çoğunlukla solun “yeterince radikal” konum almaması, düzen dışı başka dinamiklerle, özellikle Kürt hareketiyle ilişkisini Kemalizme göre belirlemesi gibi betimlemelerle sunulmaktadır. Oysa kavrayış derinliği ve siyasal bağımsızlık açılarından görülen eksikliğin asıl kritik noktası, solun sosyalist iktidar programından uzaklığıdır.
1920’den gelen tarihsel TKP’nin, Kemalizmin dümdüz tamamlayıcılığını üstlendiği tek bir konjonktür, tek bir önemli olay bile yokken, bu eleştiri havada kalmaktadır. Aynı TKP’nin burjuva düzeni bir sosyalist devrimle aşma perspektifine sahip olamadığı ise kesindir.
Sosyalist devrim perspektifi, burjuva aydınlanmasının dışladığı İslamcılıkla ve acımasızca ezdiği Kürt dinamiğiyle yapıcı bir ilişki kurmaktan geçmiyordu. Burjuvazinin reddettiği “halk” faktörünü, solun gidip, yüzü düpedüz kapitalizmin veya cumhuriyetin öncesine dönük akımlarda bulabileceği, saçma bir düşüncedir. İş bu kadar kolay değildir.
1968 solda ihtiyaç duyulan radikalleşme eğilimini temsil etmiştir. Lakin bu radikalleşme, işçi sınıfı ile aydınları sağlıklı bir yapılanmaya taşımaya odaklanmamıştır. Bu radikalleşme, düzenden şiddetli kopuş yaşayan gençlik hareketi, kentli ve taşralı küçük burjuva radikalizmi ile işçi sınıfı arasında sağlam köprüler kurulması konusunda herhangi bir yaratıcılık içermemiştir. ’68 radikalizmi, solun tarihine yüzeysel ve çoğunlukla temelsiz suçlamalar yöneltirken, burjuva aydınlanmasına toplu bir reddiyenin kapısını açtı.
Geleneksel, partili solun bu başlıklarda daha soğukkanlı davrandığı söylenebilir. Ancak bu kesim, devrimci demokrat radikalizmin sağlıksız tepkilerine uzak dururken, asıl sorular karşısında etkisiz kalmayı sürdürmüştür.
1968, devrimci demokrat literatürde solun Kemalizmden nihai kopuşu olarak takdim edilir. Burada ilk akla gelen mücadele araç ve yöntemlerindeki sertleşme oluyor. İyi de, Kemalizmin sola kendine ait bir alan bırakmayan esas girdisi “sınıfsız imtiyazsız toplum” iddiası değil midir? Bu tez, sınıf uzlaşmacılığının dayatılmasının zeminini oluşturmamış mıdır?
Uzlaşmacılığı reddetmek için işçi sınıfının bağımsız siyasal varlığı gerekirdi. Bağımsız siyasal varlık ise sosyalist devrimci bir programa oturmalıydı.
1968 sonrası ayrışan sol, bu başlıklarda yerinde saymış, 2. TİP’in kısa süreliğine yarattığı istisna hariç tutulursa, demokratik devrimcilik baki kalmıştır. Cumhuriyetin (istediği kadar şiddetle ezmeye uğraşsın) sola tarihsel varlık olanağı sunan bir sıçramayı temsil ettiğini reddedenler de, buna kuşkuyla bakanlar da, bunu teyit edenler de burjuvazinin şu veya bu kesimiyle ortaklık aramayı ve sosyalist devrim hedefini ertelemeyi sürdürmüşlerdir! 1970’lerin devrimci krizine iktidar perspektifine oturan bir yanıt verilememesinin altında, solun kâh CHP ile ileri demokrasi, kâh faşizme karşı birlikte mücadele, kâh MDD için milli ve demokratik burjuva arayışına çıkmasının payı yok mudur?
Bu ortamda “kopuş” yanlış yere vurmuş, sonraki devrimci kuşaklara hayırlı bir miras bırakmamıştır.
Sol burjuva aydınlanmasının kaçınılmaz eksiklerini sosyalist devrim perspektifiyle nasıl bağlantılandıracağına bakmalı, aydınlanmayı reddetme yoluna girmemelidir. Sol emperyalist bağımlılığa ve bunu zorunlu hale getiren kapitalist ilişkilere karşı tutum alır; ama işçi sınıfını ve sosyalizmi de kapsayan anlamıyla “batıcılığı” reddedemez. Sol Kürt egemenlerin burjuva ilerlemeye karşı direncine sahip çıkamaz ama Kürt halkını sosyalizme kazanmanın yolunu arar.
1968 kopuşu ise solu burjuva devriminin tarihsel kazanımlarına yabancılaştırma yoluna itmiştir. Bu yoldan sosyalizme yaklaşılamayacağı, tersine uzak düşüleceği kesindir.
Bu yol, ilerleyen süreçte Türkiye solunun toplumsallaşma kanallarında belli daralmaları gündeme getirdi. Bugün solun kimi kesimlerinde karşı-devrim sürecine yönelik duyarsızlığa, Kürt milliyetçiliğiyle kurulan yakınlıklara ve cumhuriyetin tasfiyesine yönelen akımlara beslenen sempatiye uzanan köprülerin birer ’68 fonu bulunmaktadır. 1968’in kırkıncı yılında bu açıdan bir hesabın verilmesi için zamanın çoktan geldiği, hatta geçtiği bilinmelidir.
Devrim Var mı ki, Karşı-devrim Olsun?
Son zamanlarda sol-liberallerin çeşitli türlerden sağcılarla elbirliği içinde yürüttükleri ve bu yazının yazıldığı sıralarda, kanımca, tutmadığı açığa çıkan bir kampanyaya göre, sol cuntacıdır. Neye dayanıyordu bu kampanya?
Kanıt namına herhangi bir somut bilgi veya bulgu yerine, AKP çağının polis-savcı soruşturmalarının ortaya attığı ve üstelik solculuğu da pek tartışmalı birtakım çevreleri ilgilendiren güncel iddialara… 12 Mart öncesindeki, yani otuz yıllık birtakım kadük olmuş senaryolara… Ve solun çok yerleşik olduğu varsayılan İttihatçı-Kemalist-jakoben özelliklerine…
Kampanyaya soldan katılanlar solun sağcılarıdır. Onlara göre AKP karşı-devrimin değil, demokratikleşmenin partisi! Kapitalist bir ülkede demokrasi adı verilen rejimin ilk kaynağı, burjuvazinin eski düzenin sınıfları da dahil olmak üzere farklı güç odakları arasında yeni bir statüko kurmasıdır. Emekçi sınıflara olsa olsa bu mülk sahipleri arası dengenin gölgelerine sığınarak nefes alma imkanı veren bu “statüko demokrasisi”nin, işçi sınıfının mücadelesiyle başkalaşması ve halka doğru esnetilmesi ise ikinci kaynaktır. Bu genişlemenin sınırını da, yine kapitalist sömürü mekanizmaları ve bu mekanizmaları gözeten hukuksal ve siyasal sistem çizecektir. Burjuva devriminin öncesine dönerek demokrasiye varılacağı tezi, tarihsel olarak olsa olsa arkaik sınıfların gerici demagojisi olabilir.
Reel sosyalizmin yenilgisiyle girilen içinde bulunduğumuz emperyalist evrede buna bir seçenek daha eklendi. Sosyalizmin ve emekçilerin bütün kazanımlarını tasfiye etmeyi içeren yeni bir restorasyon dalgası, zorunlu olarak kapitalizm öncesi gericilik biçimlerinde besin kaynağı arıyor. Genel olarak ulus-devletlere, laisizme karşı açılan savaş, cemaatçilik, dini ideolojilerin yükselişi bu çerçevede anlamlandırılmalıdır. Türkiye’deki karşı-devrim süreci de…
Ancak 1968’in yukarıda değindiğim dengesizliklerinin tümden sağcılık olarak tecelli ettiğini söylemek doğru olmaz. Bence, yaşamı süresince sosyalizmden sosyal-demokrasiye aleni bir kayış gösteren İdris Küçükömer’i bile tümden bugünkü liberal karşı-devrim sentezine hediye etmemek gerekir.
Sanırım, (AKP’ci sağ ve sol) liberallerin Fikret Başkaya’ya -en azından bugüne dek ve pek fazla- referansta bulunmamaları cehaletten değil, adı geçen yazarın, çıkarımlarını hep “sol”da sınıflandırmasındandır. Yoksa liberal kampanyacıların Başkaya’da beğenecekleri alıntılar bulmaları çok kolay olurdu:
“Eğer askeri bir darbeyle, İttihatçı yöntemleriyle sosyalizm adına iktidarı ele geçirebilirlerse iktidarı kimseyle paylaşmak zorunda kalmayacaklardı. Üstelik bu sefer siyasal iktidarı da kimseyle paylaşmak zorunda olmadıkları için tartışmasız ve tek hakim sınıf konumuna yükseleceklerdi.“5
Burada sözü edilen soldur! Tahmin edileceği gibi, sola yalnızca “nasıl diktatör olunacağını”6 öğretebilen burjuva devrimciliği (tahmin edileceği gibi Başkaya burjuva devrimini de bir hükümet darbesi olarak görmektedir) herhangi bir değer içermemektedir.
“Milli Mücadele ulusal bir halk hareketi, anti-emperyalist bir hareket değildi. Kendisi emperyalist bir savaşa taraf olan bir devlet anti-emperyalist olamazdı. Aslında yapılan Anadolu hareketini emperyalistlere karşı koz olarak kullanmaktan ibarettir.”6
Emperyalist savaşa taraf olan Osmanlı’nın “devlet”, Kurtuluş Savaşı’nı yürüten öznenin ise yeni bir devlet kuruluşuna varacak olan bir “hareket” olması arasındaki farkın el çabukluğuyla silinmesi burada bir detay olarak kalmaktadır. Osmanlıların oluşturdukları tarafın, emperyalist müttefik ve düşmanlarıyla eşit düzeyde görülmesi de ilginçtir. Bizim bildiğimiz, Osmanlı çözülen bir eski rejim, diğerleri dünyayı paylaşan emperyalistlerdi. Ama bu da konumuz açısından talidir.7
İddiaya göre, emperyalizmden kurtulmuş olmayan Kemalistlerin Tanzimatçılardan ve başkalarından bir farkı yokmuş, 1920’lerde Türkiye herhangi bir burjuva dönüşüme sahne olmamış. Bizim burjuva devriminin zirvesi saydığımız yıllarda sadece bir halk düşmanlığı varmış. Cumhuriyet ve Kemalizmin iki temel unsuru olarak bağımsızlık ve laiklik ise sömürgeleşme sürecinin halk düşmanı biçimlerine indirgenebilirmiş. Başkaya’ya göre Kemalist aydınlanma bir yalanmış…
Kuşkusuz Atatürk dahil Kemalistlerin bu ucuz eleştirilere bol malzeme sundukları kabul edilmelidir. Bunun örneklerine geçmeden önce, muhtemelen Başkaya’nın bazı sol çıkarımlarının olduğunu düşünüp bu manalı kaynağı bugüne kadar ihmal eden liberalleri serbest bırakalım. Fikret beyin solcu görünümü kimseyi yanıltmasın. Liberaller bu kaynağı gönül rahatlığıyla alıp kullanabilirler.
Dönelim ucuz saldırılara adeta davetiye çıkartanlara. Kemalist ideolojinin kurucu girişimlerinden birinin şu düzey düşüklüğüne bir bakın:
“Nihayet insanlık tarihi 20. yüzyıla açılırken, yeryüzünü kaplayan geniş Türk yığınlarının batı parçası, her yönden gülünç, zayıf ve karmakarışık hale gelmiş olan ve kendisini terkip eden cüzler arasında bir bağlılık kalmayan Osmanlı İmparatorluğu’nun durgunluğu içinde uyuyordu. Bereket versin ki, en büyük imha vasıtaları ve en ezici hadiselerle bile bozulması mümkün olmayan tek bir şey, Türk kanı, bütün bu gürültüler içinde temiz kalmıştı. Batı Türkleri bu çöküntü içinde kanının arılığını korudu ve sakladı. Dünyaya batırlık örneği gösteren Osmanlı ordusunun yüksekliği, devlet idaresinin kötülüğüne rağmen, bu orduları yaratan bay Türk Ulusu’nun kanındaki yücelikten ileri geliyordu.”8
Hiç de istisnai olmayan bu yüzeyselliğe “ideolojilerde olur böyle şeyler” denebilir mi! Burjuva devrimcileri için, dışlayıcı, inkarcı eleştirileri “hak etmişler” dememek için kendinizi zor tutmuyor musunuz?
“Dışlayıcı” eleştiri cumhuriyete geçişin halk karşıtlığının altını çizmekte, kapitalizme geçişin bu açıdan temsil ettiği tarihsel farkın üstünü örtmektedir. Ama yukarıdaki Kemalist kaynakta halkçılık şöyle yorumlanmaktadır:
“Türkiye Cumhuriyeti halkçı bir varlıktır. Türkiye Cumhuriyeti’nin güttüğü ana politika çizgilerinden halkçılığı ilk söylememin sebebi, sınıf ihtilali karşısında bizim vaziyetimizin ne olduğunu göstermek içindir (…) Biz halkçıyız, halkçı demek, ulus içinde hiçbir imtiyaz ve üstünlük tanımayan ve her ferdini öteki kadar hak ve şeref sahibi sayan, ekonomik alanda birini ötekine, işçiyi patrona, patronu işçiye mahkum edecek, müstehliki müstahsilin eline düşürecek vaziyetlere müsaade etmeyen bir varlık demektir. Bu varlık, bütün bu unsurları müsavi hakta ve şerefte bir halk yığını tanır, aralarında birtakım farklar varsa bunu hayatın icabı, iş bölümünün bir zarureti sayar. Halkçı zihniyet, ulusu birbirinden ayrılmaz bir bütün olarak kabul eder. Onun için de herhangi bir zümreyi kendisinden başkalarına karşı üstün olmak iddiasıyla hareket ettirmez. Çünkü böyle bir hareket yolu, ulus denen büyük varlığının cüzlerini sade anlayışta değil, yaşayışta da birbirlerine karşı nefret duygularıyla ayırır ve birbirleriyle boğuşmaya sevkeder.
“Bizim halkçı vasfımız sınıf mücadelesini yaratan doktrinlerin tamamı tamamına zıddınadır.”9
Halkçılıkla milliyetçiliğin birbirinin yerine geçirilmesine mi yanarsınız, yoksa burjuva devrimlerinde de bir sol damarı temsil eden, hiç değilse sürecin emekçilerin yararına işlediğini kanıtlamak için zikredilmesi beklenen “halkçılığın”, burada anti-komünizmin kaynaklarından biri yapılmasına mı!
Laiklik konusunda bile ortada suçlamaları hak edecek tuhaflıklar vardır:
“Siyasetimizi dine aykırı olmak şöyle dursun, din açısından eksik bile hissediyoruz.”
diyen Atatürk şöyle devam ediyor:
“Türk milleti daha dindar olmalıdır, yani bütün sadeliği ile dindar olmalıdır demek istiyorum. Dinime, gerçeğin kendisine nasıl inanıyorsam, buna da öyle inanıyorum(…)“
“Bu sözler, isterse 1923 gibi görece erken bir tarihte söylenmiş olsun, o kadar kategoriktir ki, ileride açıklanacak bir ‘milli sır’rın tersi olarak kabul edilip geçilemez gibi görünüyor. Yinelersek, Atatürk çeşitli dini kurumları, siyasi güç odakları olmasınlar diye kaldırmıştır. Atatürk’ün, kendi beyanlarına göre, genel olarak dinle ve doğru İslamiyet’le -bütün sadeliği ile- İslam diniyle davası yoktur. İtirazı yapay, boş dinsel inanç ve geleneklere, hurafelere ve cehaletedir. Sekülarizmi, ateistliğe ve din-karşıtlığına varan bir sekülarizm değildir. Laikliği de dinin siyasete başkaları tarafından sokulmasını önlemek isteyen, din öğretimini milli eğitim sistemi içindeki okullardan çıkaran (ki çok önemlidir) ama din öğretiminin devletin denetim ve gözetiminde ve devletçe yetiştirilecek aydın din adamlarınca halka verilmesinde de sakınca görmeyen bir laiklik biçimidir.” 10
Taha Parla bu satırları bir “Nutuk okuması” ya da Atatürk’ün Nutuk’unun metin analizinde dile getirmektedir. Yazarın aktardığı pasajın, yaptığı yoruma fazlasıyla malzeme sunduğu açıktır. Ancak bu eleştiri çizgisine itirazı sürdüreceğim. Zira bu çizgiden devam edildiğinde, bugünkü Cumhuriyet tasfiyesinin anlaşılması imkansız hale gelecektir. Herhangi bir tarihsel ilerleme içermeyen bir adımı, gericiler neden tasfiye etsinler ki?
“Kemalizm, bir kelimeyle: sağ bir ideolojidir.
“Liberallere ve solculara bırakmış olabileceği hiçbir kavramsal, düşünsel miras olamaz. Kemalizm, bunları açık seçik reddetmiştir. Kemalizm’den ancak kendisi kadar sağ ve daha sağ ideolojik pozisyonlar türeyebilir.”11
Taha Parla’nın burada değindiğim çalışmasında bir yöntemsel sorun da bulunuyor. Metin analizinin bir yandan yapısalcılığa çaldığı, öte yandan da ele alınan metnin ait olduğu tarihsel akım veya olgudan (burada Kemalizm ve cumhuriyet) ziyade, yazarının öznelliğine odaklandığı görülmektedir. Evet, Mustafa Kemal’in anlatımı Kemalizmi yorumlamak için birincil bir kaynaktır. Lakin, Atatürk’ün sözlerinin Kemalizmi mi tanımladığı, yoksa sözlerin kendisinin “ideolojik” mi olduğu tartışmalıdır. Kemalizmin dört başı mamur, sistemi yeterli gelişkinlikte bir ideoloji olmadığı göz önüne alınırsa, ibre ikinci seçeneği gösterecek, sorun büyüyecektir.12 Gecikmiş bir kapitalizm temelinde, dünya kapitalizmi tarafından dışlanma ve sosyalizmin -en azından- kolaylaştırıcılığı sayesinde, hayli özgün koşullarda, öncelikle bir iktidar mekanizması olarak şekillenen Kemalizm, pratik hareket kabiliyetini sınırlandıracak sistematizasyon girişimlerinden ısrarla kaçınmış, hatta bu yönde müdahaleleri (Kadro hareketi örneğinde olduğu gibi) engellemiştir.
Kemalizmin evrensel ve soyut düzeye projekte edildiğinde vereceği profil karmaşıktır. Bu projeksiyon ille yapılırsa, ortada bir ilericilik iddiası kalmayacağı da kabul edilebilir. Peki, bu akıl yürütme bağımsızlık(çılık) ve laisizmin bir tarihsel ilerleme anlamına geldiği gerçeği ile nasıl bağdaştırılır?
Bu ikilem karşısında doğru tercih, gözlerin tarihsel pratiğe çevrilmesi ve bu tarihsel pratik hakkında yapıcılarının iç çelişkilerle dolu sübjektivist rasyonalizasyon çabalarına bir yerden sonra fazla önem verilmemesi olmalıdır.
Tarihsel pratik bir ilerlemeye denk düşerken, bu pratiğin “ideolojisi”ndeki gariplikler, kuşkusuz bir yerde önem taşır. Bu tablodan çıksa çıksa muhafazakar bir laisizm, uzlaşmacı bir bağımsızlıkçılık çıkacaktır. Halk olmayınca ancak bu kadarı olmaktadır! Türkiye burjuva devrimi, evet bu kadardır…
Buna karşı-devrim mi yapılır? Yapılır! Emperyalizmin, reel sosyalizm sonrası girdiği en gerici evresinde, hiçbir zaman içine sindirmediği Türkiye’yi, liberal-şeriatçı koalisyon eliyle tam boy teslim almaya çalışması, bu amaçla bir tasfiye sürecine sokması, bizim burjuva devriminin radikallik dozajıyla ilgili değildir. Tam da bu yüzden olası bir yıkım halinde, enkaz altında herkesten önce, bu yarım devrimin çok ilerisindeki emekçiler ve sol kalacaktır.
Burjuva Aydınlanmanın Ötesi
İşçi sınıfı ve sol, her durumda burjuva aydınlanmanın ötesine bakmak zorundadır. Başlarda değindiğimiz gibi birincisi, burjuva aydınlanmasının yalnızca bir yüzü ilericidir13 ve ikincisi bu yarım kalmaya mahkum14 bir süreçtir.
Cumhuriyet aydınlanmasının, iki ilkesel başlığında bile sonradan ihanete uğramaktan ziyade, kendisinin yarım kaldığı doğrudur. Burada Kemalist hareketin sübjektif konumundan ve hakkındaki kanaatlerden söz etmekten de kaçınamayız. Ancak bunu yapacaksak, nesnel ortamı hafife değil, tersine, çok daha fazla dikkate almalıyız.
Osmanlı’nın daralma süreci, Hıristiyan halkların önce ayrılıkçı hareketler geliştirmesiyle başlamış, sonrasında İttihatçı-Kemalist gelenek bu unsurlara yönelik tasfiyeciliğe yönelmiştir. Müslümanlık bu süreçte yalnızca “eski hakim unsur” değil, aynı zamanda “yeni kurucu unsur” olmuştur. Verili koşullar altında İslam faktörü olmaksızın Kurtuluş Savaşı’nın verilebileceğini iddia etmek kolay değildir.
Tam da böylesi bir dönemde siyasal, toplumsal ve kültürel alanları kapsayan bir laikliğin işinin çok zor olduğu hesaba katılmalıdır. Mustafa Kemal’in bu koşulları hayli zorladığını düşünmek için az neden yoktur.
Kanımca, dinin yeni iktidar tarafından sola karşı kullanılması gibi bir gerekçe ihmal edilebilir. Zira, ister Yeşil Ordu oluşumunu, ister Meclis’teki Halk Zümresini, ister Anadolu, ister Baku kökenli komünistleri düşünelim, dönemin sol hareketleri İslam’la kökten bir hesaplaşmaya girmemişlerdir. Komünist olmayanları geçelim, 1920-1921’de Ekim Devrimi “Doğu”da mazlum Müslüman halkları görüyor, dini sıfat mazlumluğu kapsayan bir içerikte kullanılıyor, Bolşevizm ile İslam arasındaki sınırların belirsizleş(tiril)mesi meşru görülüyordu.
Bu tabloya bir ek de Niyazi Berkes yapıyor:
“1876 Anayasası İslam dinini devletin resmi dini durumuna sokmuş, II. Abdülhamit rejimi bunu olaylardaki tutumu ile pekiştirmişti. 1908 Devrimi bu anayasanın öngördüğü devlet biçimini yürürlüğe koymak amacıyla yapılmış sayılıyordu. Bu anayasa ile devletle din arasındaki bağlılık, en ılımlı liberallerin bile çözülmesini istemeye cesaret edemeyeceği kadar doğallaştırılmış bulunuyordu. Yeni Osmanlıların hediyesi olan bu bid’at (sonradan çıkarılmış adetler – A.G.) Türk siyasal düşününü çağdaş siyasal düşüne uymayı güçleştiren bir yozlaşma içine sokmuştu. 1908 Devrimi’nin arkasından gelen siyasal bunalımın başlıca nedeni devlet ve din ayrımını amaç edinen yeni bir anayasal sistemin düşünülemez olmasıdır.”15
Burjuva modernleşme süreci bir önceki yüzyılın başlarından beri yol alıyordu almasına, ancak bu sürecin, sistemin “dini ağırlıklarının hafiflemesi” boyutu, doğrusal bir hat üstünde ilerlemedi. Yukarıda sözü edilen genel ortam, bir de, Kemalist hareketin hem içinden çıktığı öncülü, hem üzerine Kurtuluş Savaşı örgütlerini inşa ettiği örgütsel altyapısı, hem de bir aşamaya kadar rakibi olan İttihatçıların bol bol dine göndermede bulundukları gerçeğiyle birlikte düşünülmelidir.
Bağımsızlık başlığında ise, Batı ile açılan mesafe, daha karmaşık bir Sovyet-Batı dengesi içinde kavranmak zorundadır. Osmanlı’nın dağıtılmasından sonra Türkiye’nin bir kapitalist cumhuriyet olarak dünya siyasal coğrafyasına dönüş yolculuğunda Ekim Devrimi vazgeçilmez bir katalizördür. Ekim Devrimi’ni yok sayın, emperyalizmin Türkiye’ye vize vereceği çok kuşkuludur! Türkiye 1920’lerin başında Ortadoğu coğrafyasına emperyalizmin arzusu hilafına eklenmiştir.
Kemalist kurtuluş sürecinde anti-emperyalist mücadelenin uzlaşmacılıkla seyreltildiği doğrudur. Kurtuluştan sonra, kuruluş ilerledikçe Sovyet düşmanlığıyla paralel olarak emperyalizm yandaşlığının serpildiği de açıktır. Türkiye Cumhuriyeti İkinci Dünya Savaşını emperyalist dengeler arasında geçirmiş, sonrasında da yapının bir parçası olmaya çalışmıştır. Ancak kapitalist Türkiye istediği kadar Sovyet düşmanlığı yapmış olsun, varlığını, yalnızca Kurtuluş Savaşı sırasında değil, ta 20. yüzyılın son onyılına girene kadar, Sovyetler Birliği’ne borçlanmıştır. Sovyetleri yok eden karşı-devrimden sonra, kapitalist Türkiye, artık emperyalist sistemin ihtiyaç fazlası, Ortadoğu’nun yeniden yapılandırılmasında ayak bağıdır. Bağımsızlık unsuru ele alınırken Sovyet faktörünün ihmal edilmesi mümkün değildir. Türkiye’nin bağımsız bir ülke olarak doğuşunu “komünizm tehdidine karşı” konumlandıran tez, mutlak bir zırvadır.
Kemalizmi bu ilginç tarihsel süreç içinde ele almak yerine sadece inkar etmeye yönelen yaklaşımların, kurtuluş evresinde Sovyet faktörünü ihmal etmeleri de kaçınılmaz oluyor. Örnek olsun, Türkiye’nin kuruluşunu ve yapısını tartışan Başkaya Sovyetlere iki vesileyle değinme gereği duymuştur. Biri övgü için:
“1920’lerde ilericiliğin ölçüsünü Ekim Devrimi ve onu izleyen gelişmelerde arayıp bulmak gerekir. İlericiliğin sınırı en azından 1917 Ekim Devrimi’dir.” 16
Öteki de sövgü:
“Sovyetler Birliği’nden sanatçı ve bilim adamı çıkmadı.”17
“Sovyet tarihçileri ve Çin: 1930’lu yıllarda bir Sovyet tarihçisi ölümü göze almadan Çin tarihi üzerine bir araştırmaya girişemezdi.”18
Başkaya’nın övgüsü de sövgüsü de boş… Bilimsel bir çalışma yapma iddiasıyla yazılan satırlarda bildiğimiz anti-komünist saçmalıkların ortaya çıkıvermesine ne denebilir?
Kuşkusuz Cumhuriyetin bağımsızlık öğesine benzer bir sorumsuzluk ve yüzeysellikle yaklaşan başka solcular da vardır. Kemalizmden kopuşu, bağımsız işçi sınıfı pozisyonuna geçiş ve sosyalist devrim programıyla anlamlandıramayanların yolunu kompleksler beklemektedir. Günümüzün sol-liberalleri bu kompleksleri istismar etmekte ve sadece kemalizmi değil, onunla birlikte laiklik ve bağımsızlık gibi değerleri de reddetmektedirler.
Bizim için kritik nokta ise şu olmalıdır. İşçi sınıfının ve solun, karşı-devrime konu hale gelen laisizm ve bağımsızlığı, mevcudu korumak ekseninde ele almaları mümkün değildir. Bugüne gelen süreç, ani bir dışsal darbeyle değil, mevcudun tarihsel zaaflarıyla örülmüştür. Tartışma, sol tarafından burjuva devrimi ve aydınlanmasının kavram ve kategorilerine radikal, sosyalist tanımlar getirmek için değerlendirilmelidir.
Bu yalnızca “daha iyisi” anlamına gelmez. Burjuva devriminde yer bulamayan radikalizmi kazanmak için laisizm ve bağımsızlığı halk faktörüyle birleştirmek gerek. Bu eklemenin burjuva sınırlar içinde kalarak yapılması ise mümkün değil. Kemalizm muhafazakar bir aydınlanmacılık ve uzlaşmacı bir bağımsızlıkçılıktır; halkçılığın ise büsbütün inkarı. Türkiye burjuva devrimci ilerici değerleri halkla buluşturma işinden kaçınmış ve bu fonksiyonu sosyalizme terk etmiştir. Ancak bizim söz konusu değerleri olsa olsa sosyalist devrimle buluşturmak gibi bir işimiz olabilir. Kapitalist Türkiye’de karşı-devrime gösterilecek direnç sosyalist Türkiye’nin yolunu işaret etmektedir. Bu işaretin olmadığı yerde direncin çökmesi ve karşı-devrimin kazanması kaçınılmazdır. Türkiye aydınlanmanın ilerici çıktılarını ve bağımsızlığı, yalnızca sosyalizm doğrultusunda yola koyulduğu ölçüde koruyabilecektir.
Dipnotlar ve Kaynak
- CHP’nin 26-27 Nisan 2008 tarihlerinde toplanan 32. Kurultayına yönelik afişlerinde AKP’ye yönelik olarak “Çekil Aradan, Din de bizim, Millet de bizim, Devlet de bizim” yazıyor. Burada din ve siyasetin birbirinden hiç de ayrılmadığı, çok kullanılan bir tabirle dinin siyaset tarafından istismarının sürdürüldüğü açıktır. Ortada özensiz bir dil sürçmesinin de olmadığı, Deniz Baykal’ın laiklik ve dindarlığın oluşturacağı “altın sentez” formülü ve Milli Görüş güzellemesinden de anlaşılmaktadır. Slogan gerçekten de parti içi muhaliflerin dikkatini çekmemiştir!
- Aydınlanmanın ilerici ürünleri, üstüne fazla düşünülmeden kullanılan bir kavram. Aydınlanma gündelik kullanımda, sözcüğün pozitif ve ilerici çağrışımı nedeniyle tek bir yönde anlamlandırılsa bile, Metin Çulhaoğlu’nun uyarısı yerindedir: “… ‘Piyasa’, ‘rekabet’, ‘dolaşım serbestisi (sermaye)’, ‘toplumsal uzlaşma’, ‘girişimci özgürlüğü’, ‘sosyal diyalog’, ‘özerklik’, ‘yerelleşme’, ‘sivil toplum’, ‘temsili demokrasi’, ‘doğrudan demokrasi’ vb. (ve yerine göre ‘piyasanın yol açtığı kimi adaletsizlikleri azaltıcı müdahaleler’ ve ‘yoksullukla mücadele’). İşte, bunların istisnasız hepsi, Aydınlanmanın yarattığı birikimle doğrudan doğruya ilgilidir. İstisnasız hepsinin bizatihi kendisini ya da öncüllerini Aydınlanma düşüncesinde bulmak mümkündür.” (M. Çulhaoğlu, “Aydınlanma: Bizi Taşımaz, Biz Onu Taşırız”, Gelenek 83, Şubat 2005, s. 31-32)
- Michael Rubin, “Turkey’s Turning Point. Could There be an Islamic Revolution in Turkey”, National Review, 14 Nisan 2008. Basında yer aldığına göre aynı çizgiye, aynı kavramı, İslam devrimi deyimini kullanan Cumhur-i İslami başlıklı bir İran gazetesinin başyazısı da eklenmiş.
- Gelenek, “Burjuva Aydınlanmacılığın Tükenişi ve Sosyalist Aydınlanmacılık”, Gelenek 83, Şubat 2005, s.9
- Fikret Başkaya, Paradigmanın İflası, 6. baskı, Doz yayınları, Eylül 1997, s. 29.
- Başkaya, age, s. 84.
- Başkaya teorik açıdan hayli özensiz bir yazardır. Kategoriler sık sık birbirine karışır. Örneğin Başkaya’ya göre cumhuriyete geçişe bir kurtuluş hareketinin damga vurması zorunluluk değil, özel bir durumdu. Bir kurtuluş hareketinin öne çıkmasının nedeni de, savaşı Osmanlıların müttefiklerinin kaybetmesiydi.(s.84-85) Böyle olmasaydı, başta türlü bir süreç yaşanabilirdi… Totoloji, demagoji… Tabii ki, işgal yoksa, kurtuluş savaşı da olmaz. Türkiye’nin cumhuriyete geçip geçmeyeceğini veya nasıl ne zaman geçeceğini bilmek de bilimsel olarak mümkün değildir. İyi de bu spekülatif olasılığın, başka bir patikadan geçerek biçimlenen yeni egemen güçler ve rejimle ne alakası vardır?Bir başka yerde de cumhuriyet aydınlarının geçmişe inkarcı bir biçimde yaklaştıkları anlatılmakta, doğru yöntem örneği bir soruyla verilmektedir: “Eğer Marx, İngiliz Burjuva Ekonomi Politiğini inkar etseydi Kapital’i yazabilir miydi?”(s. 25) Burjuva sınıfının ideolojik oluşumundaki süreklilik-kopuş problematiği ile marksist sistemin kendi oluşum süreci arasında paralellik kurmak, bambaşka kategorileri karşılaştıran bir kafa karışıklığından başka nasıl açıklanabilir?Bu tür kategori karışıklıklarının olduğu yerde fantezi merakı olmaz mı? Başkaya “aradan geçen 40 yıl sonra geriye bakıldığında, 27 Mayıs darbesinin esas itibariyle Kürt Hareketi’nin önünü kesmek için yapıldığını” düşünmekte, bunu da “Cemal Gürsel’in, Kürtlere yönelik tehditleri de böyle bir izlenimi güçlendiriyor” diyerek gerekçelendirmektedir. (F. Başkaya, Yediyüz Osmanlı Beyliğinden 28 Şubata: Bir Devlet Geleneğinin Anatomisi, Ütopya Yayınları, Ankara 1999, s.351) Kendimi son derece nazik yazmaya zorlayarak şöyle söyleyeyim: Bir tarihsel eylemin liderlerinden birinin sözlerinden çıkarak olayın gerçek nedenini keşfetmenin marksizmle uzak yakın bir ilgisi yoktur.
- Recep Peker, İnkılâp Dersleri, 4. baskı, İletişim Yayınları, İstanbul 1984, s.16.
- Peker, age, s.54-55.
- Taha Parla, Türkiye’de Siyasal Kültürün Resmi Kaynakları c. 3, Kemalist Tek-Parti İdeolojisi ve CHP’nin Altı Ok’u, İletişim Yayınları, İstanbul, Kasım 1992, s.288.
- Parla, age, s.323
- Parla ise Kemalizmi bir ideolojik sistem olarak görmektedir. Bu yaklaşımı benimsemiyorum. Yazar buradan hareketle, sol-kemalizm veya Kemalist solculuk türü çiftleştirmelere itiraz etmektedir. Aynı itiraza, Kemalizmin sınıf karakterinden, tarihsel geçerlilik süresini doldurmuş olmasından, yeni sorulara yanıt üretme yeteneğinin kalmamasından kalkarak da pekala ulaşılabilir. En azından biz ulaşabiliyoruz… Bu konuları on yıl önce tartıştığımı hatırlıyorum: Aydın Giritli, “Restorasyon Kemalizmi”, Gelenek 57, Haziran 1998.
- Bakınız: Yukarıda 2 numaralı dipnot.
- “Sosyalist aydınlanmacılık, din ve devlet işlerini ayırmaktan, dinsel kurumların insanlar üzerinde maddi-manevi baskı uygulamasını önlemekten, herkesin eşit, parasız ve bilimsel eğitim hizmetlerinden yararlanmasını sağlamaktan ve her türden metafizik inanışın yerine insanlığın bilimsel kazanımlarının geçirilmesi için mücadele etmekten daha fazlasını içerir. Sosyalist aydınlanmacılığın temelinde, emekçilerin, her türden gericiliğe karşı harekete geçirilmesi vardır. Emekçilerin mücadelesine yaslanmayan her türden aydınlanma hareketi yarım kalmaya mahkumdur.” (Gelenek, “Burjuva Aydınlanmacılığın Tükenişi ve Sosyalist Aydınlanmacılık”, Gelenek 83, Şubat 2005, s.10)
- Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, yayına hazırlayan: Ahmet Kuyaş, 4. baskı YKY, İstanbul Ocak 2003, s.430
- Başkaya’nın bu pasajının konumuzla doğrudan ilgili olmayan devamını, okurun bağlamı görmesi için burada aktaracağım: “Emperyalizm ve proleter devrimler çağında, örneğin bir Gürcistan’ın, Moğolistan’ın bağımsız devlet olarak kuruluşunun gerisinde kalan gelişmeler illa ki gerici sıfatı yakıştırmak gerekmiyorsa da, ilerici demek marksistlere düşmez. Milli Mücadele döneminde ilerici sıfatı yakıştırılacak bir hareket aranıyorsa, bu Mustafa Kemal’in değil, onun katlettirdiği öteki Mustafa’nın, Mustafa Suphi’nin temsil ettiği harekettir.” (Başkaya, Yediyüz Osmanlı Beyliğinden 28 Şubata: Bir Devlet Geleneğinin Anatomisi, Ütopya Yayınları, Ankara 1999, s.318)
- Fikret Başkaya, Paradigmanın İflası, 6. baskı, Doz Yayınları, Eylül 1997, s.26
- Buradaki sövgünün gerekçesi de Asya Tipi Üretim Tarzı konusudur. Başkaya, Paradigmanın İflası, s.18.