Türkiye nerededir?
Türkiye’nin geleceği nerede aranmalıdır?
Liberal ve ulusalcı taşmalar solu bu sorular karşısında kötürümleştirmişe benziyor. Doğu/batı denkleminde kaybolmaktır bu. Çok değil, bundan 6-7 yıl öncesinde ABD buralarda tozu dumana henüz katmadığı sıralarda, “Bunlar Irak gibi olalım isterler”i liberal ağızlardan çok duyardık. Irak, Irak olmaktan çıktığı oranda bir referans olmaktan uzaklaştı elbette, ama liberalizmin sol içinde yarattığı baskının en önemli ideolojik unsurlarından birini “doğu despotizmi”nden kopuş oluşturmaya devam etti.
Solda liberalizmin batıcı/Avrupacı, ulusalcılığın doğucu/Asyacı bir yön duygusuna sahip olduğuna itiraz etmek mümkün gözükmüyor. Bununla birlikte, iki nedenle ihtiyatı elden bırakmamalı. Her şeyden önce, liberal solcuyla ulusalcıları birbirinden kesin sınırlarla ayıracak bir ideolojik netlik bulunmuyor. Nihayetinde liberalizmin sol içindeki etkisinden söz edebilir; etkiden söz edemeyeceksek de birçok kez yaptığımız gibi “solcunun liberali olmaz” diyerek onu doğrudan sermaye cephesine yerleştirebiliriz. Aynısı milliyetçilik için de geçerlidir; liberalizmle birlikte hangi “sol” iddia ve söyleme sahip olursa olsun, ulusalcıların orijini burjuva ideolojisinde aranmalıdır. “Taşma” sözcüğü bu bağlamda seçilmiştir. Milliyetçilik (ulusalcılık) ve liberalizm, düşünce ve siyaset alanında burjuvaziden sola taşan unsurlar olduğu ölçüde egemen ideolojide cisimleşen ortaklaştırıcı zeminden tümüyle kurtulamazlar.
İkincisi, milliyetçiliğin “çağdaş medeniyetler” vurgusu ile liberalizmin örnek olsun Osmanlıcılığı, yön tayininde gerçek bir karmaşa yaratmaktadır. Milliyetçiliğin sola doğru taşımında “batı”nın etkisi yalnızca Fransız Devrimi ya da genel olarak aydınlanma düşüncesi ile açıklanamaz. Burada düpedüz “doğu”ya dönük hegemonik bir iddia söz konusudur ve Türkleri büyük ulusal ailelerle (Rus, Çinli ve Hint) birlikte ilerlemenin motor gücü olarak tasvir etmek konusunda, “sol”dan milliyetçiliğin muhafazakar ve içine kapanık kalıplarını zorlayıcı çok fazla girişimde bulunulduğu unutulmamalıdır. Ulusalcılığın bölge halklarına dönük nefreti körüklemesinin ya da bu nefreti “Yan cebime koy.” sessizliği ile karşılamasının ardında “emperyalist planlara dönük öfke” ile geçiştirilemeyecek bölgesel iddialar olduğu açıktır.
Liberalizme gelince… Liberalizm “doğu”dan korkar, ama “doğu”nun modernleşmeyi zorlayan kısmından! Bolşevizm, kemalizm, baas düşmanlığı, solcusu da dahil olmak üzere liberalizmin ilerlemenin motor gücünü bu kez batıda ve aynı anlama gelmek üzere emperyalizmde görme refleksinin ürünüdür. Saydığım üç aktör arasında muazzam uçurumlar bulunması, liberal kalemlerin hepsini birden doğu despotizmi, seçkinler diktası olarak yargılamasının önüne geçmemektedir. Ancak liberallerin Ortadoğu’nun “durgun” sularına aynı öfkeyi saçmadığını, dahası (İran gibi ABD karşıtı konumlanışta bardağı taşırmadıkları sürece) islamcı siyasal yapılara dönük şaşırtıcı bir hoşgörüye sahip olduklarını görmekteyiz.
Liberalizmle milliyetçiliğin her durumda işçi sınıfına “burjuvaziyle birlikte davranma”yı salık verdiğini hesaba katarsak, “Türkiye nerededir?”, “Türkiye’nin geleceği nerede aranmalıdır?” soruları liberal ve milliyetçi düşünce evreninde düpedüz Türkiye kapitalizmini konumlandırma ile ilgili hale gelmektedir. Seçeneksiz sermayenin daralttığı alanda sıkışıp kaldıkları oranda, her iki ideolojinin de daha fazla özgürlük alanı kazanabilmek için “sol”a taşmaktan başka çaresi olmadığını hatırlatıp Kürt sorunuyla ilintili ilk notumuzu düşebiliriz: Liberalizm “batı için doğu sorunundan kurtulmak”, milliyetçilik ise “batıya eli dolu gitmek”le ilgilenmektedir.
Türkiye’yi bir yere yerleştiremeyenler, Türkü ya da Kürdü bir yere yerleştiremezler!
Eklemlenme beklentisi, Türkiye’yi çürütmekte, geleceksizleştirmektedir. Doğu/batı denklemi burjuva devrimleri çağına özgüdür, bir kenara atılmalıdır. Marksistlerin yüzlerini batıya, ileri olana dönme gereksinimleri, eğer sürecekse bütün tarihsel bağlamından koparılmalı ve “gelişkin işçi sınıfı” gerçeği ile sınırlandırılmalıdır. Türkiye devrimine, coğrafyamızın fay hatlarında devasa bir kırılma yaratarak sağa sola doğru bir hareketlenmeyi tetikleme görevi yüklenmemelidir. Türkiye’nin geçiciliği düşüncesi, kaynağını 19. yüzyıl “büyük politikası”ndan almakla birlikte iki asır sonra tam anlamıyla bir emperyalist iddia haline gelmiştir. Liberalizm ve milliyetçilik (bütün ebediyet vurgularına karşın) sola taşan biçimleri dahil olmak üzere, gelecek kurgularında geçiciliği veri almaktadırlar.
Evet, Türkiye nerededir? Ve bu soru neden Kürt sorunu açısından önemlidir?
Osmanlı aydını da bunu yanıtlamaya çalıştı. Ancak soru, değişik uluslardan ve Anadolu’dan marksistlerin, devrimcilerin gündemine tam da Ekim Devrimi ile start aldığı düşünülen Avrupa devriminin tıkanışının görüldüğü bir sırada düştü. 1920, Polonya gericiliğinin Rus proletaryasının batıya doğru açılımını bloke ettiği yıldır. Devrimin enerjisi doğuya yönelirken, Anadolu’da emperyalist işgale karşı mücadele henüz yola koyulmuştu. Batıya yönelmek için iktidar ve meşruiyet arayışı içinde olan kemalist burjuvazi, Moskova’dan bakıldığında bütün sınıfsal karakterine karşın, doğuya yönelen devrimin “geçici” de olsa en kritik parçası olarak görüldü. Genç Sovyet Devleti’nin savunma gereksinimleri, Türklerin doğudaki halkların çoğuyla dindaşlığı, Anadolu coğrafyasının göreli gelişkinliği, bolşeviklerin Türkiye’ye doğulu bir misyon yüklemeleri için yeterliydi. Batıya yönelemeyen devrim, umutsuzca Türkiye’yi doğuya çekmeyi deniyordu.
1920, aynı zamanda Doğu Halkları Kurultayı’nın Baku’de toplandığı yıldır. Kurultay, büyük ölçüde Türki bir karakter kazanmıştır. Kurultay’da bir devrimci coşku, batıda duraklayan devrimin doğuda hayat bulduğunu düşündürtecek bir duygusallık yaşandığı söylenebilir. Ancak gerçek sonuç, Sovyet Rusya’nın Orta Asya ve Kafkaslara doğru açılımında ne büyük ideolojik ve siyasal zorluklarla karşı karşıya olduğunun ortaya çıkmasıdır. Ve kemalist hareketin öyle “istenen” kaba girmeyecek sınıfsal tercihlerle hareket ettiğidir.
Bununla birlikte, Türkiye, Sovyetlerle yeni bir çağ açılırken, marksistler gözünde “doğu”ya aittir. Baku Kurultayı ile TKP’nin kuruluşu arasında birkaç gün vardır ve hiç kuşkusuz Baku ruhu Türkiye’deki mücadeleyi “doğuya yerleştirmekte”dir.
Sovyet yönetimi söz konusu olduğunda, bu tercih belli salınımlarla hep geçerliliğini korudu. Türkiye işçi sınıfı siyaset sahnesine çıktığında dahi, siyasal ve ideolojik dinamikleri sınıfsal temelleri dışında ele alma girişimlerinden hiç vazgeçmedi. Ancak, Türkiye’nin sosyalizme layık görülmemesinin bütün sorumluluğunu SBKP’ye yıkmak olmaz. Türkiye solcusu da bir eğilim olarak, hangi “burjuva” damardan beslenirse beslensin, ülkesine yerleşik ve “bağımsız” bir gelecek yakıştıramadı, en kötüsü sosyalizmi savunmayı pek gerçekçi bulmadı.
Arıza buradadır. Sosyalizmin devre dışı bırakıldığı hiçbir başlıkta devrimci, solcu bir konumlanış tutturulamayacağı açıktır. Toplumsal kurtuluş reçetesi olmayan, doğuya ya da batıya eklemlenmek, kişiliksizleşmek için bakar.
Bakarken enternasyonalist midir?
Bir açıdan evet… Türkiye solcusu, Filistin’e bakarken ahlaki bir sıkıntıya düşmemiştir. Zamanında Kıbrıs sorununda solcumuzun günahı Kıbrıslı Rum ya da Yunanlı solculardan daha fazla değildir. Kürt siyasetinin yarattığı bütün baskıya karşın, Irak’taki direnişe yaklaşımda da sol, olabilecek en geniş tanımıyla, sınavdan başarıyla çıkmıştır.
Ne ki, enternasyonalizm bu değil… Burada, sağlık işareti sayılabilecek kimi etmenlerin yanı sıra, Türkiye konusunda iddiasızlığın da payı bulunmaktadır. Durduğunuz noktayı geçici, geri, arızi buluyorsanız, “dışarı”yla etkileşimde daha az tutukluk yaparsınız. Türkiye solunun Türkiye’ye bakarken kendi geleceğini görmekte hep zorlandığını kabul etmemiz gerekiyor. 1980 sonrasında ise toprağa yabancılaşma iyice vahim hale geldi ve milliyetçi/liberal taşma solu açık bir biçimde kuşattı.
Bu kuşatmadan enternasyonalizm değil, onun karikatürü çıktı.
Enternasyonalizm Parantezi
Enternasyonalizmin komünistler açısından bir “sabit” olduğu açıktır. Başka pek az kavram bu ölçüde ilkeselleşmiş, konjonktür baskılarına boyun eğmeyerek dokunulmazlık kazanmıştır. Ancak liberalizm bir koldan, milliyetçilik bir koldan solu çekiştirirken, yalnız Türkiye’de değil, hemen her yerde enternasyonalizmin sağlığını yitirmemesi ne mümkün!
Sorsanız, birçok kişi için enternasyonalizm; başka uluslarla empati, başkalarının sorunlarına karşı duyarlılık, öteki ezilenlerin hakkını aramaktan öteye geçmez. Kimileri ise enternasyonalizmi tek bir eksende, milliyetçiliğin karşı kutbu olarak tarif etmeye kalkışır. Bütün bunların enternasyonalizmle bir ilgisi var mıdır, vardır. Ancak enternasyonalizm öncelikli olarak bir devrimci tutumdur. Bu anlamda enternasyonalizm milliyetçilikle yan yana gelmediği gibi liberalizmle de yan yana gelmez, başka uluslar için kaygılanma, tasalanma kesinlikle enternasyonalist bir tavır için yetmez.
Enternasyonalizm, dünya devriminin çıkarlarını her şeyin üstünde tutmak demektir. Dünya devrimi dediğiniz parçalı, kesintili, kopuşlu ve doğal olarak karmaşık bir süreç olduğuna göre, halkaları ve özellikle kendi bulunduğunuz halkayı dünya devrim sürecinde doğru anlamlandırma demektir.
Devrimci bir perspektif yoksa; enternasyonalizm yoktur.
Liberalizmle enternasyonalizm asla yan yana gelemez.
Enternasyonalizme, belli bir ölçekte gerçek bir devrimci strateji kurmadan ulaşamazsınız. “Dünya devriminden yana olmak” da, bu açıdan, enternasyonalist bir tutumdan iyice uzaklaşmak anlamına gelebilir. Dil farkı bilmeyiz iyidir, ancak dil farkı bir veridir, eşitsizlikler değişik ulusal birimlere farklı dağılmıştır, emperyalizm diye bir gerçekliğimiz vardır vb… Bulunduğunuz halkayı hesaba katmadan dünya devrimine yerleşemezsiniz, enternasyonalizm de bu türden bir aşkınlıkta serpilip gelişmez.
Dünya devriminin çıkarlarını her şeyin üstünde tutmak için; parça ile bütün arasındaki etkileşimi bütün yönlerden ve bütün düzlemlerde değerlendirmek gerekir. Ekim Devrimi’nden kısa süre sonra yürürlüğe giren “tek ülkede sosyalizmin savunulması”, böylesi kapsamlı bir değerlendirme olmaksızın tarihsel meşruiyet kazanamaz. Verili bir parçanın, bütünle gireceği ilişki, devrimci bir strateji oluşturmanın en önemli unsurlarından birisidir. Sovyetler Birliği, dünya devrimi önemsiz olduğu için değil, çok ama çok önemli olduğu için savunulmuştur.1
Tekrar olacak, enternasyonalizm dünya devriminin çıkarlarını her şeyin üzerinde tutmaktır, dar bölgeciliği aşmaktır, gerektiğinde “parça”nın çıkarlarını “bütün”ün çıkarlarına tabi kılmaktır. Burada ahlaki bir tutumdan söz etmiyoruz, düpedüz siyasal bir tutumdan söz ediyoruz, “başkalarının acısına duyarlı olmak” enternasyonalizme değil, insan olmaya has bir özellik olarak görülmelidir.
Devrimci bir perspektif yoksa, enternasyonalizmi unutun. Belli bir ölçekte devrimci bir perspektifiniz yoksa bütünü tamamen unutun, dolayısıyla enternasyonalizmi de. Çünkü enternasyonalizm, parça ile bütünün nasıl ilişkilendirileceği meselesidir.
Kürt sorununda “enternasyonalizm”, baştan aşağıya yanlış kurulmuştur. Kürt sorununda enternasyonalizm, devrimci bir perspektifi bir kenara koymayı göze alma şeklinde yorumlanmış, yorumlanmak ne kelime, dayatılmıştır.
“Bütün” Açısından Kürt Sorunu
Kürtler eziliyor… Kürtler hakkını arıyor… Kürtler mücadele ediyor… Bunlar gerçek ve bunlar gerçeğin yalnızca bir bölümü. Gerçeğin bu kısmını teslim etmek ve buradan hareket etmek, devrimci ve de enternasyonalist bir tutum için yeterli mi? Yeterli değil. Burada bir “parça” var ve bizim bu “parça”yı “bütün”le bağlantılandırmak gibi bir görevimiz var. Kürt dayanışmacılığı, bu bağlantı noktasının “kayıtsız kalmama” ve “kayıtsız şartsız” davranma ile kurulduğu kanısında.
Kürtleri aşağılamanın daha iyi bir yolu bulunabilir miydi? Doğal, Türkiye’ye bir gelecek biçemeyenler, Kürtlerin geleceği ile neden ilgilensinler? Emperyalistler kendi derslerine çalışıp uygulamaya geçsin, Türk ve Kürt sermayesi “piyasa güçleri”ne dayanarak sistematik müdahalelerde bulunsun, sol susup otursun, dışarıdan ahkam kesmesin!
Dünya devrimini Stalin’e küfrederken hatırlayıp Türkiye’de ve Kürt sorununda bağnazlıktan başka bir şey üretmeyenlere sormak gerekiyor. Kürt yoksullarını “bütün”e nereden ve hangi içerikle bağlamayı düşünüyorsunuz?
Açıkça söyleyenler var, buna cesaret edemeyenler de… Bununla birlikte “kayıtsız şartsız”cıların, dünya devrimiyle ilgili bağlantı kurabilecekleri (Gerçek olmadığı halde, devrim diye bir dertleri olduğunu varsayalım.) tek bir nokta bulunmaktadır, iki değil! Türkiye Cumhuriyeti’nin tasfiyesi ya da güçsüzleştirilmesi!
Örnekleri var: Marx ve Engels, zamanında Rusya’yı geriletmenin Avrupa işçileri için büyük kazanım olacağını düşündüler ve birkaç istisna dışında hep bu düşünce ile hareket ettiler. Osmanlı-Rus savaşında Engels’in Ömer Paşa’ya askerlik konularında bir akıl öğretmediği kaldı. Lenin de Rus Çarlığı’nın dış politikadaki başarısızlığından devrimci bir enerji çıkarmak için çok uğraştı ve başarısız olduğu söylenemez. 1917 Şubatı’na kadar Rusya tarihsel anlamda meşruiyeti son derece zayıf bir ülkeydi ve devrimci mücadele açısından “dağılması”nı, “yıkımı”nı istemek enternasyonalizm sayılıyordu. “Doğal, çünkü orada sömürücüler vardı”, yanlış bir önermedir, bu Rusya’nın ayırt edici özelliği elbette değildi. “Orası halklar hapishanesi”ydi, her şeyi açıklamaz, Marx nice “ezen ulus” örneğinde aynı yaklaşımı sergilememiştir.
Konuyu sadeleştiren, “devrimci bir perspektif”tir. “Parça”ya “bütün”ü ilerletecek bir yaklaşımla bakmayı becerebilmek… Rusya İmparatorluğu’nun devrimin önünü tıkadığı düşünülüyordu.
Türkiye Cumhuriyeti’nin tasfiyesinin “devrimcilik” ve “enternasyonalizm” adına kutsanmasına gelince…
Konu hem tarihsel hem de güncel bağlamıyla ele alınmalıdır.
Başta vurguladığımız gibi, batıda durdurulan devrim, yüzünü doğuya döndüğünde, açık bir burjuva karakter taşıyan Anadolu’daki mücadele ile ilişkilenme sorunuyla karşılaştı. Baku Kurultayı tek başına bu değildir, ama ağırlıklı olarak budur. Çünkü emperyalizme karşı mücadeleyi, sömürücü sınıflara karşı mücadeleyle birleştirmeye dönük bütün gayretlere karşın, doğuda “sınıf” perspektifini baskın kılmanın zorlukları açık bir biçimde ortaya çıkmış ve bolşevikler, doğulu birçok hareketi, taşıdıkları belirgin zaaflar nedeniyle kişiliksizleştirmek, etkisizleştirmekten başka çare olmadığını görmüşlerdir.
Anadolu’da ise mevcut dengelerde başka yöne gittiği belirgin olan bir mücadele vardır ve bu mücadelenin başat aktörleri, gerçek ve muktedirdir. Baku’de çizilmeye çalışılan programatik hatta aykırı da olsa, Sovyetler Birliği’nin, Anadolu’daki mücadeleyle ittifakı zorlamasının nedeni budur.
Coğrafyamızın “devrimci açılımlar” çağından söz ediyoruz ve “bütün” açısından baktığımızda, Türkiye Cumhuriyeti, son kertede, ciddi ve inkarı güç bir meşruiyetle tarih sahnesine çıkıyor.
Artık biliyoruz ki, belli bir ölçekte, aynı anda birden fazla ulusal çıkış gerçekleşemiyor. Baku Kurultayı’na bakın, dönemin tartışmalarına bakın, gündemdeki açık bir biçimde Türk sorunudur. Kürtler ise Ermeni sorunundaki talihsiz rolleriyle anılmaktadır. Özeti, Baku Kurultayı’nda Kürt sorunu yoktur.
Bu, Kurultayın ya da bolşeviklerin Kürtleri inkarına kanıt olarak gösterilemez. Dönemin devrimci dinamikleri harekete geçerken, Kürt sorunu talileşmiş, Türkiye sorununun bir parçası haline gelmiştir. Bir başka deyişle, “devrimci bir dönem” açılırken2 , uluslararası ve bölgesel koşullar ve Kürt ulusal dinamiği bu döneme yerleşememiştir. Bu nesnel bir olgudur, en çok marksistler bu türden konulara duygusallıktan uzak yanıt verilmesi gerektiğini bilirler. Konu “Kürtlere yapılan tarihsel haksızlık”la açıklanamaz.
Haksızlık tarihsel bir dönemin değil, emperyalizm ve kapitalizmin ürünüdür. Türkiye Cumhuriyeti’nin doğumunda, “Türk” damgası yiyen bir ulusal harekete, kendisini geriye çekme pahasına “kritik” bir destek sunan Kürt unsurunu dışlama konusundaki kararlılığı bir korku ve kalleşliğin eseri olduğu kadar, “ulus devlet”e kapitalizmin yüklediği evrensel anlamın sonucu olarak da görülmelidir.
Devrimci bir dönemde tali kalan Kürt ulusal dinamiğinin cumhuriyet dönemindeki çıkışlarının ileri doğru hamleler olduğu son derece tartışmalıdır. Burada faturanın sola kesilmesinin hiçbir zemini bulunmamaktadır, sol zaten 1960’lara kadar toplumsal planda neredeyse yoktur, dolayısıyla Kürt isyanlarını başka bir bağlama yerleştirebilecek herhangi bir toplumsal güç bulunmadığı oranda geri ideolojiler ve emperyalizmden kopuş söz konusu olmamış, 1920’lerin yukarıda söz ettiğimiz meşruiyet dengeleri açısından bakıldığında sarsıcı bir değişim yaşanmamıştır. Olan, aşiret ve devlet arasında sıkışan Kürt yoksuluna olmuştur.
Zaten Kürt insanını da, Kürt sorununu da bu sıkışmadan çıkaran, 1960’larda solun yükselişe geçmesidir. Ve uzunca bir süre Kürt sorunu, bütün iç zayıflıklarına karşın, sınıfsal kavramlarla, toprak reformu, feodalizmin tasfiyesi, demokratikleşme gibi sınıf eksenine yerleştirilmesi mümkün olan politik açılımlarla, kendine devrimci bir mecrada yer açmış, “parça-bütün ilişkisi”nde Kürt sorunu açısından da sağlıklı bir döneme girilmiştir. Kürt sorunu, Türk insanında da, Kürt insanında da Türkiye’deki sol hareketin etkisi oranında önem kazanmaya başlamıştır. Türkiyelilik, halk değil de halklar vurgusu bu dönemin ürünüdür.
Ve bu döneme, hangi demokratik bilmem neci saplantı yaygın olursa olsun, parlamentarizm en ileri programları nasıl kötürümleştirirse kötürümleştirsin, Türkiye’de toplumsal kurtuluş hedefi ve açık bir biçimde sosyalizm damga vurmuştur. Bağımlılık, gericilik ve yoksulluk üreten köhne bir düzeni değiştirme fikri ve bu değişimin Kürtler açısından bu kez eşitlikçi bir fırsat haline gelecek oluşu, Anadolu coğrafyasında “bütün”e ikinci bağlanma girişimidir ve bu aşamada ilk girişimi tarihsel açıdan sorgulamak kimsenin aklına gelmemiştir!
İkinci girişim, 1980’de bütün dünyada açılan karşı-devrimci dönemin Türkiye ayağını oluşturan 12 Eylül darbesi ile sona erdi. “Parça”ların eksik-fazla, “bütün”le ilişkilendirilmesinde özel zorlukların ortaya çıktığı, “bütün”ün tasfiye edilmek istendiği yıllardı. Bir başka deyişle, Sovyet Devrimi sonrasında ortaya çıkan bütün dengelerin, bu devrimin ürünü olan bütün aktörlerin ortadan kaldırılması ya da başkalaştırılması için emperyalizm büyük bir harekata kalkışmıştı. “Parça”da sorun vardı, “bütün”de sorun vardı.
Kürt sorunu, ağırlığını böyle bir dönemde koydu. Kendini ileriye taşıyacak uluslararası aktörler sarsıntı ve ardından çöküş sürecine girerken, Türkiye işçi sınıfı ve aydınlar faşizmin şaşkınlığını yaşarken, Kürt dinamiği devreye girdi. “TC”nin meşruiyeti ayaklar altındaydı ve şimdi 1920’lerde talileşen bir unsur, o yılların ürünü dengeler bozulurken, birinci dereceden bir iddialılık sergiliyordu.
Bu aynı zamanda 1920’lerde ortaya çıkan dengelere ve o dengelerin bir parçası olarak Türkiye Cumhuriyeti’ne meydan okumaydı. Kenan Evren zulmü ve omurgasızlık Türkiye solcusunu bu meydan okumaya bel bağlamaya itti. “Devrimci” bir perspektifin lafzi düzeyde de önemini koruduğu örneklerde Kürt uyanışının TC’yi sarsacağına ilişkin teoriler gelişirken, aslında Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihsel açıdan gayri-meşru olduğu düşüncesi Türkiye solcusunun aklına yerleşmeye başlıyordu. Sermaye egemenliği ile mücadele yerine radikal bir çözüm!
Peki bu pek enternasyonalist “çözüm”, “bütün”le nasıl bir ilişki kuruyordu?
Doğunun devrimci sarsıntılarında gölgede kalan unsur, karşı-devrimin karanlığında devrimin ateşini mi yakmıştı?
Duygusallıktan uzak, nesnelliğe yaslanan bir yanıt verilmeli. Kürt dinamiğinin karar anı, 1993-1996 yıllarına denk düşmüştür. 1980’lerde cuntayı sarsan ama Türkiye işçi sınıfı için pek az şey ifade eden “isyan”ın kendi kaynaklarıyla gideceği yer belli olmuşken başlayan “etkileşim”, Kürt kalkışmasının Türkiye’de sınıf mücadelesini ya da sınıf mücadelesini umursamayanların deyişiyle toplumsal muhalefeti toparlayacağı beklentisini gerçek bir zemine sürüklemiştir. Gerçekçi midir, ayrı konu, ancak denenmesi, zorlanması gereken, “bütün”ü (en azından Ortadoğu’yu) ilgilendiren ve çift yönlü (Kürt hareketini de çıkmazda koruması anlamında) yaşamsal bir fırsattı. Öznel hatalar bir yana, dünya ve bölge nesnelliği izin vermedi, Kürt dinamiğin sınıfsal yapısına, solun zayıf bünyesine bu yük ağır geldi ve “kopuş” gerçekleşti. İleriye çekemeyen geriye doğru savruldu.
İdeolojik olarak, siyasal olarak, yön duygusu itibariyle havada asılı kalması mümkün olamayan Kürt dinamiğine yer açan, 1980’lerde başlattığı saldırıda öldürücü darbeyi 1991’de vuran emperyalizmin “eski dünya”dan kalan birçok dengeyi değiştirme, “eski dünya”nın bazı meyvelerini tasfiye etme operasyonları oldu.
Sandılar ki, bu yeni koordinat “reel politiker” bir tutumun ürünüdür, planlanmıştır! Beceri yakıştırmak isterler ama bir ihanetten söz ettiklerinin farkında değiller. Oysa Kürt dinamiği, nesnel gerçekliğin soğuk damgasını yemiştir ve her şey “gizli hesaplar”la açıklanamaz. Bizi ilgilendiren kısmı, bir “parça” olarak “bütün”le ilişkimizi nereden kuracağımızdır, bir kez o koordinata yerleştikten sonra Kürt dinamiğinin Türkiye işçi sınıfını ileriye çekici bir rol üstlenip üstlenmeyeceğidir.
Bugün bu rol ancak “TC’den kurtulmak” biçiminde tarif edilebilir ve hiç kuşkusuz solda böyle bir beklenti ile yanıp tutuşanların sayısı hiç de az değildir.
Kürt özgürleşmesi, TC’ye diz çökertecek, bunu gören Türk toplumu da kendine gelecek ve ayağa kalkmasa da, yıllarca ne kadar hain ve zalim bir devlete boyun eğdiğini fark edecek! Bir tür aydınlanma!
Liberalizmin daha fazla etkisine girenler daha insaflı, “Türkiye’nin demokratikleştirilmesi”nden söz etmeyi tercih ediyorlar. Kürt sorunu, Türkiye’yi demokratikleşmeye zorlayacak!
Devrim; eşitlik ve özgürlük, emekçilerin örgütlü mücadelesini gerektirir. Bir manivela olarak Kürt sorununun işçi sınıfını ayağa kaldırmak için pek de uygun olmadığının açıkça kanıtlandığını söylemek gerekiyor. Belki ırkçılık ve gericiliğin Kürt dinamiğinden kaynaklandığını ileri sürmek yersiz, ama artık bir sarmala girildiği ve “Kürt sorununu çözelim gerisi gelir”in bir saçmalığa dönüştüğü de kabul edilmelidir.
Bununla birlikte, asıl sorun, Türkiye’nin dünya devrimine, yani bugün büyük ölçüde geriye çekilmiş ama tarihsel olarak gerçeklik ve ciddiyetini elbette yitirmemiş “bütün”e nasıl bağlanacağıdır.
Artık 1920’lerde değiliz. Sovyetler Birliği yok, inişe geçsin geçmesin bir devrimci yükseliş de yok. Emperyalizmin saldırıları ve bu saldırılara çeşitli nedenlerle karşı koyan güçler var, sermaye sınıfının emeğe karşı ölçüsüz baskısı ve mücadele eden etmeye çalışan emekçiler var… Dünya devrimine katma değer, bu saldırı ve baskıya karşı koyan, süreci kendi cephesinde tersine çeviren “parça”lardan gelecek. Türkiye devrimine içkinleşmeyen, birlikçi bir projeye şu ana kadarki birikiminden bir şeyler devretmeyen ve bugünkü koordinatlarında var olmaya devam eden bir Kürt olgusunun ise “bütün”le çatışması kaçınılmazdır. Kürt yoksulları, bölgede ABD’nin hedef tahtasına yerleştirdiği üç ülkede, Irak, İran, Suriye’de sarsıntı yaratmaya, emperyalizmin bir tasfiye/yeniden yapılanma sürecini zorladığı dördüncü ülke Türkiye’de ise bu sürecin parçası olmaya yönelen bir siyasi konumlanışa terk edilemez.
Bugün bütün dünyada, komünistlerin görevi emperyalizme kendi bastıkları zeminin izin verdiği en ileri sınıfsal temelde karşı koymaktır. “Bütün”e bağlanmadaki farklılıklar, “zeminin izin verdiği sınıfsal temel”den kaynaklanabilir, bambaşka önceliklerden değil. Türkiye solcusu, bu haliyle enternasyonalizme, dünya devrimine ya da başka bir yere değil, düpedüz emperyalist projelere bağlanmakta olduğunu fark etmelidir.
O halde bütün güçlüklere karşın, Türkleri ve Kürtleri, daha doğrusu her ulustan, her etnik kökenden emekçiyi birbirine ve “bütün”e bağlayacak zemini yaratmak gibi bir görevle karşı karşıyayız. Ayrı yataklarda gelişen sınıf dinamiği ve Kürt ulusal hareketinin devrimci bir birlik yaratma olasılığı 1990’larda ortadan kalkmıştır. Birliğin tek zemini vardır, Türkiye işçi sınıfı! Düşük ücretler, ayrımcılık ve işsizlikten daha fazla pay almasına karşın, Kürt gerçekliğinin, Türk gerçekliğiyle en fazla buluşup kaynaştığı zemin “işçi sınıfı”dır. Şovenizmin belinin kırılacağı, ortaklık duygusunun gelişeceği zemin de budur. Yok, Türkiye işçi sınıfının tamamen kendi dışında bir “Kürt gerçeği”ni kabul etmesi, onun ahlaki ve siyasal bir görevi olarak görülüyorsa, bilinmelidir ki, bu görev başarısızlığa mahkumdur.
Çünkü, Türkiye işçi sınıfının, kendinden bir parça olarak Kürt unsuru olmaksızın ayağa kalkması söz konusu değildir. Nasıl Kürt dinamiği kendi başına ve onunla “dayanışma” içindeki “enternasyonalist” kuvvetlerle, emperyalist projelerin kenarında köşesinde dolanmak durumunda kalıyorsa, Kürtsüz bir Türkiye işçi sınıfının varacağı yer milliyetçilik ve islamcılıktır.
İnkarcılığın geriletilmesi, ortak bir geleceğin var edilmesi için, Türk ve Kürt işçisinin birbirini değil, Türk ve Kürt gericisini ötekileştirmesi gerekmektedir. Ulusların büyük çoğunluğunu oluşturan yoksul kitlelerin birbirlerini “öteki” olarak kodlamasından solculuk, devrimcilik ya da enternasyonalizm çıkmaz.
İlkeler, İlkeler…
Buraya nereden geldik? Buraya parça/bütün diyalektiğini kavramak için sosyalist devrimci bir perspektife sahip olmak, enternasyonalizm iddiasında bulunabilmek için devrimci bir gelecek kurgusu geliştirmek gerektiği gerçeğinden geldik. Kürt sorununu başka bir bağlama yerleştirerek çözüm peşinde koşmanın bir anlamı bulunmuyor.
Türkiye solu, “devrim”siz bir ulusal sorun adası peydahlansın diye marksizmi epey bir kurcaladı. Oysa “devrimin çıkarları”, Marx ve sonrasında Lenin ve arkadaşlarının ulusal soruna ilişkin neredeyse tek sabitleridir. Bu anlamda, ulusal sorun bir sorun olarak, ne denli önemli olursa olsun, öncelikli olarak, devrim teorisinin bir uzantısı bir alt başlığıdır. Öncelikli olarak devrim teorisinin ve onunla birlikte emperyalizm teorisinin…
Devrimci bir bağlama yerleşmediği sürece verili bir ulusal soruna ilişkin yaklaşım hangi “ilkesel” ya da ahlaki tutumun ürünü olursa olsun, havada kalacaktır. Ulusal soruna ilişkin genel geçer davranış kalıpları vardıysa, Marx ve Engels’in kimi uluslara dönük neredeyse aşağılayıcı yaklaşımlarını ne ile açıklayacağız Evet, Marksizm’de erosentrizm tortusuna rastlamak için çok derinlere inmeye gerek yok ama yaşamını ezilenlerin kurtuluşuna adamış iki büyük insanın, kimi uluslarla ilgili analizleri sırasında kendinden geçtiğini ve kibirle hareket ettiğini herhalde düşünemeyiz.
Tarihsel uluslar, ilerleten uluslar, tarihsiz uluslar diyor Marx. Ötekine tahammül, empati filan, bunlar yok. Marx, Lenin ve Stalin ulusal sorunu “adil” bir zeminde çözmek yerine, ezme/ezilme ilişkisini bütün düzlemlerde çözecek devrimci bir atılımın peşindeydiler. Bu nedenle marksizmden hiçbir şey anlamadığı görülen Löwy’nin “tüm ulusların eşit haklara sahip olduğunu kabul etme”3 diye formüle ettiği ve dediğim gibi ahlaki bir tutumdan başka değer taşımayan yaklaşımlarla ulusal soruna ilişkin teorik bir çerçeve oluşturmak söz konusu olamaz.
Eğer ulusal sorunu devrim sorunu ile bağlantılandırmak gibi bir yükümlülüğümüz varsa, devrimci olanak ve dinamikler, öznel ve nesnel nedenlerle bölgelere ve bölge içlerine eşitsiz dağılıyorsa ve bu dağılımın hiç değilse belli bir kısmı bugünden öngörülebiliyorsa, Kürt sorununun çözümünün değil, ama Türkiye işçi sınıfının örgütlü bir devrimci güç olarak ağırlığını hissettirmesinin bölgemizde her tür ilerleme ve sıçramanın zorunlu ön koşulu olduğunu kabul etmeliyiz.
“Bütün”e başka bağlanma noktası var mıdır? Ve bunu söylemek milliyetçilik midir?
Devrimci bir perspektif açısından Kürt kimliğinin yeniden üretilebileceği tek zeminden, Türkiye işçi sınıfından söz ediyoruz. Bölgenin siyasal ve ideolojik dengelerini giderek daha fazla belirlemeye başlayan, çürüyen bir toplumun en önemli parçasından söz ediyoruz. Fiziki açıdan Kürt emekçisini eksiltemeyeceğimiz bir toplamdan söz ediyoruz.
Bazılarına bir şey ifade etmiyor olabilir, ama Türkiye’de devrimci bir atılım şansı varsa, onun besleneceği tek maddi zeminden söz ediyoruz.
Ayrılma hakkının kullanılması değil, tanınması dahi, abesleşmiştir. Deniyor ki: “Kimsenin ayrılmak gibi bir niyeti yok!”. Bu doğru değil ve ayrıca kapak açıldı, şu ya da bu nedenle ya da samimi olarak “birlik” demek yetmez, açılan kapağı, yani Kürt insanına “ayrı” olma fikrini cazipleştiren nedenleri ortadan kaldırmaya dönük içten bir çaba gerekir. Sonra, “ayrılma”yı meşru gören “sol” kültür… Mesele ilkesel olduğu için mi ayrılma meşru? Bu ilkeleri kim katalogluyor?
Varsa böyle bir katalog, bir tanesini de biz ekleyelim. Kaderlerini tayin hakkından başka bir şey söylemeyenlerin arasında Stalin’e değer verenler de elbette vardır ve herhalde üstadın vurgusu yeterince güçlü ve anlaşılırdır:
“O zaman bütün açıklığıyla anlaşıldı ki, emperyalizm ile bağları koparmadan, ezilen ulusların burjuvazisi devrilmeden ve iktidar, bu ulusların emekçi yığınlarının eline geçmeden ezilen ulusların kurtuluşu düşünülemez.”4
Öteki türlüsü yanlış yapılır, ihanet sarmalına girilir.5
Kürt sorunu, Türkiye solunun bünyesindeki bütün genetik hastalıkları ortaya çıkarmış, burjuva demokrasisine öykünen, sağcı ve uzlaşmacı yönelimler ardı ardına boy göstermiştir. Bunlar birbirlerini cesaretlendirmekte ve Kürt sorununda atış serbest olduğu için ciddiyet ve sorumluluk sağlayabilecek referans noktalarını terk etmek de kolaylaşmaktadır.
Ayrılma hakkı diyorduk, kardeşlik ve birlikten söz etmek için “ayrılma hakkı”nın hakkını vermek gerektiğini söyleyenler, dünyada ve bölgede ne olup bittiğini gerçekten izliyorlar mı? En siyasallaşmışlarının dahi, Türk işçisinin “Sen birlikten yana ol, ama Kürtlerin ayrılma hakkını tanı!” propagandasından somut bir görev çıkarması mümkün müdür? “Birlik için çalışalım ama karar sizin.” denen bir Kürt yoksulunun sağlıklı bir siyasi irade üretmesi mümkün müdür?
Değildir ve solcular her zaman mümkün olmayanı mı zorlarlar?
Çağımızda “yeni” devletler emperyalizmin projelerine yerleşiyorlar, bunun neredeyse istisnası yok; ABD Irak’ı işgal etti ve bu ülkede en yakın işbirlikçileri iki büyük Kürt aşireti; 1980’lerden bu yana on binlerce cana mal olan, köyleri ortadan kaldıran savaş, milyonlarca kişiyi doğrudan etkiledi, psikolojik bir uzaklaşma yarattı; bugün adına “Kürt özgürlük mücadelesi” denen süreç, Kürt yoksulunun temel sorunlarının tek bir tanesi ile bile bağlantı kurmamakta kararlı ve bu süre zarfında Türkiye burjuvazisi tarihinin en acımasız saldırılarını yürütüyor; emperyalist ülkelerin Türkiye’yi idari açıdan gevşetmesi, bölgenin içine çekmesi6 ya da parçalaması önümüzde duran seçeneklerdir ve “ayrılma hakkı” bu seçeneklerin hepsini beslemektedir; hem eşitlik ve ortaklık, hem de “ayrılma hakkı” için mücadele gerçekçi değildir, “eşitlik yoksa ayrılırız” mesajı en yetkili gözüken ağızlardan dillendirildiği oranda bizim siyaset iklimimizde “ayrılma kararlılığı”ndan başka bir şeyin kanıtı değildir.
Bir de, ayrı devlet kurmanın uluslaşma açısından ilerletici olup olmadığını da samimi bir biçimde sormak gerekiyor. Ben görmedim, okuduklarım ve anlatılanlar Hırvatistan, Slovenya ve Bosna’da uluslaşma sürecini perdeleyen bir Amerikanlaşma ve Almanlaşma süreci yaşandığıdır. Bırakın ayrı devlet kurmayı, “Sovyet baskısından kurtulan” Bulgaristan ve Romanya’da “özgürleşen ulus”lar ABD bayrağına tapıyorlar!
Fazla uzatmaya gerek yok, Kürt sorununda sosyalizmin gölge etmemesini isteyenlerin bölgede olup bitenleri nasıl değerlendirdiğini pek güzel özetleyen bir örnekle bu bölümü kapatalım:
“Öte yandan, otoriter toplum geleneği güçlü olan eski Sovyet topraklarında ise, daha farklı ‘karanfil’, ‘lale’ vb. devrimleri yaşanıyor. Türkiye ve İsrail’den sonra, Irak’ta da, ‘çok partili’ bir seçim deneyi yaşandı ilk kez. Irak’a baktığınız vakit, tabii çok paradoksal bir biçimde, Irak’ın toplumsal yaşamında ilk defa bu kadar çok partinin ve bu kadar çok toplumsal grubun seçime katıldığı bir deneyim yaşandı. Bu bana biraz da, Fransız Devrimi’nden sonra, Napolyon Ordularının, Fransız Devrimi’nin değerlerini, yeni bir devlet modelini yaymasını hatırlattı. Yani bir yandan Fransız Devrimi’ne ihanet ederek; ama bir yandan da bu değerleri bir emperyal istila aracı olarak kullanan Napolyon’un durumunu da andırıyor gibi geldi bana. Bu da böyle bir çelişik sürecin yansımalarından biri.”7
ABD’nin Irak’ı işgali ile Napolyon savaşları arasında bir analoji… Yanlış anlaşılmasın yazarın ABD’ye, onun politikalarına dönük karşıtlığına gölge düşürmek gibi bir niyetim bulunmuyor. Konu, burjuva devrimleri çağının çoktan kapandığını anlamamakta inatla ilgilidir ve bu anlaşılmadığı taktirde emperyalizmin anlaşılamayacağı açıktır. İşte Kürt sorunundaki açmaz bu kadar yalın, bu kadar basit.
Kürt Sorununda Sosyalist Perspektifin Unsurları
Kürt kimliği, gerçeği ve diline Türkiye işçi sınıfı içerisinde alan açmak, sermaye diktatörlüğünün, Kürt yoksulunu kendi politikalarına yedeklemesi karşılığında vereceği “taviz”lerden daha önemlidir. Türkiye işçi sınıfının Kürt kimliğine alışması…
Kürt gerçekliği, Türk gerçekliğini de pekiştirici müdahalelerle değil, ortaklığı zorlayan mücadele başlıkları üzerinden doğallaştırılmalı, sermaye sınıfı ve emperyalizm “öteki”leştirilmelidir. Sınıfsal aidiyetin güçlendirilmesi…
Türkiye işçi sınıfının gündemi Kürt yoksulunun gündemidir. Özelleştirme, işsizlik, gerici tırmanış, emperyalist yağma Kürtlerin de can alıcı sorunlarıdır. Bu sorunları ertlemek ve kimlik kabulünü merkeze koymak anlamsızdır. Siyasal hedeflerin netleştirilmesi…
Emekçilerin bütününü kucaklamayan gündemler üzerinden yürütülecek “demokrasi” mücadelesi sonuç alamaz, burjuvazi bazı “hak”lar verdiğinde bunların herhangi bir değeri kalmaz. Sol, Kürt kimliği konusunda açık artırmacı bir zihniyetle başkalarından “daha fazlası”nı söylemek durumunda değildir. Sol, Kürt sorununda söylenmeyeni gündeme getirmekle yükümlüdür. Sorunun algılaşında radikal bir eksen kayması…
Ulusal sorunu, iki unsurun ayrı kanallardan akıp sonra birbirine ittifak konusu olarak yaklaşması biçiminde kurgulama alışkanlığı tamamen terk edilmelidir. İki unsurun ayrı kanallardan aktıklarında farklı yönlere gidecek olmaları bir yana, ayrı ayrı akmaları dahi mümkün değildir. Stratejik berraklık ve açıklık!
Türkiye burjuvazisine karşı tavizsiz bir siyasal, ideolojik konumlanış; Kürt sermayesi ve gericiliğine karşı tavizsiz bir siyasal, ideolojik konumlanış!
Açık ve yürekli bir birlikçilik, ortak bir mücadele ve ortak geleceğin cüretli bir biçimde propagandası!
Emperyalistlerin ve bizzat Türkiye burjuvazisinin Türkiye Cumhuriyeti’ni tasfiye girişimleri karşısında Kürt emekçisinin memlekete sahip çıkma iradesi göstermesi, sermayenin kendi ihanetini Kürtlere yıkma politikasının boşa çıkarılması.8
Kürt emekçilerin durumunda kapitalizm koşullarında hiçbir iyileşmenin olamayacağına ilişkin açık, kesin bir propaganda yürütülmesi…
Sosyalizmin sağlayacağı güvenceler olmaksızın ulusal kimliklerle oynamanın yaratacağı trajik sonuçları hesaba katarak sorumlu davranmak…9
Ortak bir yurtsever kimlik geliştirmeyi bütün “milli” referans noktalarının üstüne çıkarmak, bu kimliğe açık bir sınıfsal aidiyet vermek…
Dipnotlar ve Kaynak
- Sovyetler Birliği’nin kimi dönemlerde dünya devrimine duyarsızlaşmasının nedenleri ayrı bir tartışmanın konusudur. Bununla birlikte, bir devrimci strateji olduğu sürece, ortaya çıkan kimi kaymaların tolere edilmesi ya da düzeltilmesi her zaman mümkündür. Sovyetler Birliği’nin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra “stratejik” bir sessizliğe gömüldüğünü sık sık söylüyoruz, bununla birlikte, büyükçe de olsa nihayetinde bir “parça” olan SSCB’yi konumlandırabileceğimiz bir “bütün”den yoksun olduğumuzu bazen unutuyoruz. İleriye çeken “parça”lar olmaksızın “bütün”ün sıçrayabileceğine ilişkin düşünce bugün hâlâ etkisini sürdüren yeni solcu bir zırvalıktan başka bir şey değilse, tek bir “parça”nın çekim gücünün sınırları olduğunu kabul etmeliyiz.
- Ekim Devrimi’nin bir açılış değil, bir kapanışa doğduğunda ısrarlıyım. Bu, Sovyetler Birliği’nde yeni bir yaşam kurulması için gösterilen çabayı hafife aldığım anlamına değil, tersine çok değerli gördüğüm anlamına gelir. Ancak tartışılmayacak olan, Birinci Dünya Savaşı’nı takip eden 3-4 yıl bizim coğrafyamızın en devrimci dönemine tanıklık edildiğidir.
- Michale Löwy; Ulusal Sorun, Enternasyonalizm ve Küreselleşme, çev: Özlem Barın ve Diğerleri, Yazın Yayıncılık, 2005, s. 67.
- J. Stalin; Marksizm ve Ulusal Sorun ve Sömürge Sorunu, çev: Muzaffer Ardos, Sol Yayınları, 1977, s. 96.
- Löwy’den başladık, onunla devam edelim. “Bu noktaya kadar, 1989’dan beri Doğu Avrupa ve eski SSCB’de gerçekleşen ulusan canlanmada reddedilemez bir demokratik öz (yazar tarafından vurgulu) olduğu söylenebilir. Sosyalistler ve demokratlar, ancak Sovyet tankları o halkların kendi geleceklerini kendi başlarına belirlemeleri ve özgürce birlik, ayrılık ya da federasyon kararı vermeleri için Doğu Almanya, Polonya ve Macaristan’ı terk ettikleri ve KGB taburları Baltık ülkelerinden çıktıkları zaman sevinebildiler.” A.g.e. s. 82. Sevgili Gelenek okurları ne olur siz karar verin, ihanet mi, ahmaklık mı? Yoksa bu tayfa budur mu?
- “ABD Türkiye’yi Irak’ın içine çekmek istiyor.” sözü PKK yöneticilerinden Duran Kalkan’ın Ocak ayı açıklamalarında yer almıştır. Saptama doğrudur, bununla birlikte gecikmiş, geciktiği oranda anlamsızlaşmıştır. ABD’nin “hain” planlarından ABD ile pazarlıklarda işler iyi gitmediğinde söz etmek, anlaşma zemini ortaya çıktığında sessizliğe gömülmek, Ankara’nın tarzıdır ve görülmektedir ki bu tarzda “birlik” sağlanmıştır.
- Ragıp Zarakolu; Büyük Ortadoğu Projesi ve Sosyalist Strateji, Araf Yayınları, 2005, s. 103.
- Türkiye sorunu, Birinci Dünya Savaşı sırasında ortaya çıkmamıştır. Türkiye sorunu, daha eski değilse, 19. yüzyıl sorunudur. Dönemin başat kapitalist gücü, emperyalistleşmekte olan İngiltere, Türkiye’yi korumakla parçalamak arasında gitti geldi. Osmanlı Yönetimi, İngiliz korkusunu onunla işbirliği yaparak aşmayı denerken, sonraki cumhuriyet yöneticilerine ABD’yle ilişkiler dersi vermiş oluyordu. Engels’in yazılarında var: Daily News ve The Times, korumacı ve parçalayıcı kanatları temsil eden gazeteler. Birinci Dünya Savaşı’na “parçalayıcı” eğilimle girdiler, kısmen gerçekleşti.. Sorun sürmektedir ve yönetici sınıfımızda bir paranoyaya dönüşse de, “bölünme” ya da “parçalanma” Türkiye açısından yüzyıllara yayılan bir gerçekliktir. Karar verilmiş değildir, karar verilmez, süreç işler. Ve unutulmamalı, ABD, İngiltere değildir!
- En basitinden ana dilde eğitim konusunda sağlıklı adım atabilmek, yaşayan dil ve lehçeleri koruyup geliştirebilmek, eğitim sisteminde gerekli düzenlemeleri yapabilmek için gerekli verileri sağlayacak istatistik araştırmalar dahi, kapitalist Türkiye’de çatışma, hatta katliam nedenidir.