Türkiye, solun kendine dönük tartışmaları açısından bir anlamda 1990’ları tekrar yaşıyor. Sovyetler Birliği’nin çözülüşüyle birlikte yükselen anti-komünizm sol yapıların önemlice bir bölümü için “yeni” sulara yelken açmak sonucunu doğururken, bu rüzgâra direnenler kendi yelkenlerini kendileri üfleyerek yol almaya, daha doğrusu yol açmaya, çalışıyorlardı. 12 Eylül’ün solu fiziki olarak ortadan kaldırma/etkisizleştirme hamlelerine karşı, eksikli de olsa, beklenen direnişi sergileyememiş de olsa bir cevap üretebilmiş olan sol, sosyalizmin çözülüşüyle birlikte sorular sormaya ve bu sorulara alışıldık cevaplar vermek yerine yeni cevaplar aramaya yöneliyordu.
Bu arayışın nesnel tarafının “yenilmişlik” olduğunu tespit etmeliyiz. Solun bir bölümünün arayışı tarihsel doğruların inkâr edilmesiyle ya da terkedilmesiyle sonuçlandı. Sınıflardan, sınıf mücadelelerinden, emperyalizmden, sınıf partisinden, öncülük nosyonundan hızlı bir şekilde uzaklaşılırken, bunların yerini bireyler, toplumsal mücadeleler, küreselleşme, toplumsal muhalefet hareketleri doldurmaya başladı.
Bu sürecin, 12 Eylül yenilgisiyle başlayan ve Sovyetler Birliği’nin çözülüşüyle devam eden sürecin, sonuçlarının tek başına sosyalizmin kendi “iç”iyle bağlantılı, buradan kaynaklanan sonuçlar olmadığının altını çizmek durumundayız. Bunun tersi bir akıl yürütme tarih dışı, sınıf mücadelelerini inkâr eden bir yaklaşım olur. Üstelik bu sonuçların tam tersi yönde, yani sosyalizmin “dış”ıyla bağlantılı olduğu maddi gerçekliği, taşıyıcılarının böyle bir misyonla donandığı geçen zaman içerisinde fazlasıyla ortaya çıkmıştır. 1980’lerin sonuna doğru solu “yeni”ye çağırmaya başlayanların sonraki yıllardaki serüvenleri, sermayeyle bağlantıları, ülke siyasetindeki niceliksel zayıflıklarıyla bağdaşmayan etkileri/etkinlikleri apayrı bir incelemeyi gerektirecek kadar ilginç ve kesintisiz devam etti ve de etmekte.
Solda “yeni”ye koşturanlar olduğu gibi, geleneksel olana sahip çıkanlar da oldu. Özellikle Gelenek dergisinin temsil ettiği kulvar “yeni”nin saldırılarına karşı geleneği ve sosyalizmi ikirciksiz savunup, sonrasında da önemli ölçüde püskürtmeyi başardı. Hatalı bir kavrayış olmaması için belirtmek gerek, Gelenek’in önemli ölçüde püskürttüğü şey “yeni” arayışların bütünü değil, bu arayışların sol düşünce ve eylem üzerindeki mutlak hegemonyasıdır. Nitekim “yeni” arayışlar başka kulvarlarda devam etmiş ve fırsatını buldukları her koşulda hamlelerini yapmışlardır.
Peki “yeni” olanla niye mücadele etmek gerekiyordu?
İlk olarak, “yeni” betimlemesi kocaman bir yalan olduğu için! O zamana kadar yazılmış, yapılmış, denenmiş, ısrarcı olunmuş tüm deneyimler, bu deneyimlerin yarattığı tüm birikim kadük hale getiriliyor ve güya daha önce hiç yapılmamış, söylenmemiş, kimsenin aklına gelmemiş olan bir şeyler ortaya atılıveriyordu: “Dünyayı mı değiştirmek istiyorsunuz?”, öyleyse tüm bildiklerinizi unutun ya da terk edin!
Unutulması ve terk edilmesi vazedilenlerse bilimsel sosyalizmin temel noktalarıydı. Sınıflar ve sınıf mücadeleleri unutulsun, yerine sivil toplum ve muhalefet hareketleri tartışılsın… Devlet sınıfsal özünden koparılsın ve sivil toplumun özgürleştirici, ilerletici yapısını sınırlayan ceberrut yapı olsun… Toplumun bütün olarak ilerletilmesinin yolu bireyin kendisinde, birey olmak özgünlüğünde aransın… Devrimi önce zihinlerimizde, sosyalizmi önce kendi hayatımızda yaşayalım…
Örnekler çoğaltılabilir, özü değişmeyecektir. “Yeni” diye ortaya konan düşünceler sınıflar mücadelesindeki bilindik tezlerin farklı kelimelerle ifadesinden başka bir şey değildir. Nitekim bu tezlerin farklı biçimleri örneğin Marx’ın anarşistlerle ya da Lenin’in ekonomistlerle yaptığı polemiklerde bulunmaktadır. Sözkonusu “yeni” düşüncelerin bu polemiklerden 100-150 yıl sonra, “yeni” olma iddiasıyla ortaya çıkması ve bir karşılık bulması kendi iç bütünlüklerinin gücünden ziyade sırtlarını dayadıkları sınıfın egemenliğinde aranmalıdır.
“Yeni” olanla mücadele etmenin ikinci önemli noktasıysa, ilk saydığımızın bir sonucu olarak da ele alınabilir, bu sonuç solun iktidarsızlaştırılma çabasıdır. Her türlü tarihsel referansından kopartılan ve bu anlamıyla köksüzleştirilmeye çalışılan solun siyasi iktidarla ilişkisi bu düşüncelerde en iyisinden bir reform, özgürlük, demokrasi ve muhalefet hareketi olmakla sınırlandırılmaktadır. Bu sınırlandırmadaki önemli bir noktanın solu iktidar dışı arayışlara/hedeflere yönlendirmek dışında, solun iktidar olmasının hiçbir şekilde mümkün olamayacağı kabulü yaratmak olduğunu söyleyebiliriz. Böylesi bir kabulün doğal olarak açıldığı uç, bilimsel sosyalizmin ve sınıflar mücadelesinin reddidir. Kazanamayacağına ikna olmuş bir sol artık niye kazanamayacağını teorize etmekle uğraşır. İfade etmeye çalıştığımız durumu TBKP likidasyonunun en önemli figürlerinden Nabi Yağcı’nın söyledikleriyle somutlayalım.
“…Marks’ın yoksullara nasıl ekmek bulurum diye tek bir satırı yoktur. Marks’ın ekonomi politikası, yoksulluğu yaratan sistemi nasıl kaldırırım üzerine kuruludur. Solun meselesi budur. Solun temel sorunu, ülkede sömürüyü ve yoksulluğu yaratan sisteme karşı çıkacak ‘sosyal güçleri’ yaratmaktır.
Sosyal güçler kim?
Dün işçi sınıfıydı bu. Kapitalizm işçi sınıfını büyütüyor deniyordu ve bu doğruydu. Sanayi kapitalizmi bir dönem işçi sınıfını büyüttü. Ancak bir noktada Marks yanıldı. Proletarya ve burjuvaziden oluşan iki kutuplu dünya oluşacak diye beklenirken, orta sınıf büyüdü. Bugün dünyayı değiştirecek olan işte bu orta sınıftır, küçük üreticiler ve girişimcilerdir, KOBİ tipi güçlerdir. Ama sadece onlar da değil. Bugünün dünyasında artık kim değişimden yanaysa o değişimin sosyal gücüdür. Mesela dünyaya hümanist bakan, değişim isteyen İshak Alaton gibi bir büyük patron da değişimin sosyal gücüdür artık.
Değişim her zaman ileriye gitmek anlamına gelmiyor. Bugün sol tam olarak nasıl bir değişim istemeli?
Sol, Türkiye’de demokratik, yapısal bir değişim istemeli. Ama tabii yapısal ve demokratik bir değişim korkutucudur. Çünkü mevcut durumu bozar. AKP’li Dengir Fırat “devrimler travmalar yaratır” derken gerçeği söyledi. Devrimler tabii ki travma ve korku üretir. Türkiye şu anda bir Rönesans, bir devrim yaşıyor ve bu devrim de travmalar yaratıyor. Ve, değişimden çok korkuluyor. “Acaba Türkiye’ye şeriat mı gelecek” deniyor. Eğer Sovyetler Birliği’nin henüz dağılmadığı 20 yıl önce olsaydı, o zaman da Türkiye’ye komünizm mi gelecek derlerdi.
Peki, bir solcu, bugün ne tür sorunların cevaplarını ve çarelerini aramalı?
Solun kendini var eden neden değişimse eğer, sol her zaman “nasıl değiştiririm” diye sorar önce. Sistemi tek başına değiştiremeyeceğine göre, sonra da “bu değişimci güçleri nereden bulurum” diye sorar. Çünkü sol kendi başına bir değişim yaratamaz.” (1)
İktidarı alamayacağına ikna olan sol kapitalizmin iktidarına ikna olur.
Evet, Türkiye solu bir anlamda 1990’ları tekrar yaşıyor. Kendi iç tartışmaları açısından, “dış”ındaki dinamiklerin müdahaleleri açısından ve bir “kuruluş” ihtiyacının tekrar doğmuş olmasından. Şüphesiz önemli bir fark var. Yaklaşık 25 yıllık bir mücadele deneyimi hem bize hem de ülkeye dair önemli farklar yaratmış durumda. Bu yazıda yapmaya çalışacağımız şey sözkonusu farklılıkları ve solda tekrar hortlayan “yeni” arayışları, devrimi ve öncü partiyi merkeze koyarak tartışmaya başlamak, unutulan bazı doğruları hatırlatmak olacak.
Devrim hâlâ güncel mi?
Önce bir bakışa sahip olmalıyız. Devrimin güncelliği sorusuna verilecek yanıtların teorik, politik, nesnel, öznel, döneme göre farklılaşan yönleri olabilir. Bu mümkün. Peki biz hangisine bakacağız, doğruyu nerede arayacağız?
Marksizmin bir bilim olarak ve aynı zamanda proleter devriminin teorisi olarak en önemli yanlarından bir tanesi sadeleştiriciliğidir. Karmaşık görünen, çok sayıda olasılıklı görünen meseleler Marksizmin kılavuzluğunda ele alındığında sadeleşir ve netleşir. Marksizmin gücü bu sadeleşmeyi yaratan dinamikleri icat etmesinde değil, fark etmesinde, kavramasında ve bir sistem haline getirebilmesindedir. (2)
Marksizmin devrim anlayışı üretim ilişkileriyle üretici güçler arasındaki çelişkide anlam bulmaktadır. Çelişkinin başka türlü bir ifadesiyse Komünist Parti Manifestosu’nun o görkemli cümlesidir: “Bugüne kadarki tüm toplum tarihi, sınıf mücadeleleri tarihidir.” (3) Yani, sınıflar varsa sınıf savaşımları var ve sınıf savaşımları varsa devrim olasılığı var!
Teori bunu söylüyor, fakat teorik olan politik alana doğrudan yansımıyor. Teorik olarak kapitalist üretim ilişkilerinin yaşandığı, sınıfların varolduğu her yerde mümkün olan devrim aynı derecede güncel olmuyor.
“Burjuva toplumunun üretici güçlerinin, burjuva koşulların kendilerine izin verdikleri ölçüde, gür bir şekilde gelişebildikleri böyle bir refah nedeniyle, gerçek devrimden söz edilemez. Böyle bir devrim, ancak, bu iki etkenin, yani modern üretim araçlarının ve burjuva üretim biçimlerinin birbirleri ile çatışma haline geldikleri evrelerde olanak kazanır. Bugün, Kıtanın düzen partisinin değişik temsilcilerinin kendilerini kaptırdıkları ve karşılıklı olarak birbirlerini yıprattıkları çeşitli çekişmeler, yeni devrimlere fırsat hazırlamaktan çok uzaktırlar, tam tersine, ilişkilerin temeli, şu an için geçici olarak çok güvenilir ve, gerici güçlerin bilmedikleri bir şey, çok burjuvaca olduğu içindir ki, bu çekişmeler mümkündür.
Burjuva gelişmeyi durdurma yolundaki bütün gerici girişimler de, demokratların bütün ahlaki öfkeleri ve bütün coşku dolu bildirileri gibi, burjuva ilişkilere çarpıp kırılacaktır. Yeni bir devrim, ancak yeni bir bunalımın ardından gelebilir. Ama biri ne kadar kesinse, öteki de o kadar kesindir.” (4)
Devrimlerle kapitalizmin krizleri arasında kurulan bağ Lenin’de devrimci durum soyutlamasıyla geliştirilmiştir. Lenin devrimin güncelliğini emperyalizmle ve bağlantılı olarak eşitsiz gelişimle birlikte ele almıştır. Emperyalizm çağında devrim, farklı ülkelerde farklı güncelliklerde gerçekleşmekte, kapitalizmin krizleri düğüm noktaları oluşturmaktadır.
Türkiye bir düğüm noktasıdır. Sınıfların gücü ve gelişkinliği, ekonomik yapısı, iç ve dış dinamikleri, bölgesel pozisyonu, kurulmak istenen yeni düzeni ve benzeri birçok başlık Türkiye’yi devrimin/devrim için olanakların güncel olduğu bir ülke haline getirmektedir.
Çok eskilere gitmeden, sadece 20.yüzyılın ikinci yarısındaki tablo bile Türkiye’nin kapitalizm açısından kırılgan, devrimin güncelliği açısından güçlü yanlarını göstermektedir. Bu dönemde gerçekleşen darbeler aslolarak sermaye birikim süreçlerindeki tıkanma ve ihtiyaçların bir sonucudur. 1960, 1971, 1980 darbelerinin ardından 1994, 2001, 2008 yılları ekonomik krizlerin öne çıktığı yıllardır ve bakıldığında yaklaşık on yılda bir Türkiye kapitalizminin bir krize girdiğini göstermiştir. Yaşanan krizlerin bütünü klasikleşen devrimci durum tanımıyla bire bir örtüşmemektedir elbette. “Yönetenlerin eskisi gibi yönetemediği, yönetilenlerin de eskisi gibi yönetilmek istemediği” ve bu durumdan kaynaklı kitlesel hareketlerin görüldüğü devrimci durum dönemleri her kriz döneminde oluşmamaktadır. Türkiye’de üç önemli dönem yaşanılan toplumsal hareketliliğe rağmen devrimci durum tanımı açısından tartışmalar içermektedir. 1970’lerin ikinci yarısı, 1990’ların ikinci yarısı (Susurluk kazası sonrası süreç) ve 2013 Haziran’ı.
Öte yandan bu uğrakların devrimin güncelliğinin bir adım sonrası, yani iktidarın ele geçirilmesi açısından değerlendirilmesi içinse bir faktöre daha ihtiyaç var. Çünkü devrimci durum tanımı bu haliyle bakışımızın bir tarafını oluşturmaktadır ve kesinlikle eksiklidir. Nesnelliğin, nesnellikten alınan verilerin devrimin güncelliğiyle ilgili verdiği müjde ancak ve ancak bu güncelliği devrimle buluşturacak özneyle anlam kazanacaktır.
Devrimci durumu öznesiyle birlikte değerlendirdiğimizde ise, ülkemiz için sıraladığımız üç momentten son ikisinde öznenin ciddi eksikliğini/yokluğunu, ilkindeyse iktidar perspektifsizliğini görürüz. 1970’lerin sonu, özel olarak 1978 yılı, bu açıdan zaten çokça tartışılmış, çokça değerlendirilmiş durumda; o nedenle üzerinde durmuyorum. İkinci moment yaşanan krizin derinliği ve çok boyutluluğuna, o dönem başlayan ışık kapama eylemlerinin tüm ülkeye ve sokaklara hızlıca yayılmasına rağmen öznel nedenlerle hakkı verilememiş bir dönemdir. Türkiye solunun niceliksel anlamda güçlü öznelerinin sivil toplumculukla sakatlanmış iktidarsız siyaset algısı ve nesnelliğin sunduğu olanakları fark edip müdahale etmeye çalışan düzen dışı solun çok küçük bir nicelikle devinmek zorunda kalması bu dönemin bir devrimci atılım için değerlendirilememesine neden olmuştur. Düzen, sonrasında, büyüyemeyen devrim tehdidini restorasyon hamlesiyle iyice etkisiz hale getirmeyi başarmıştır.
Son moment, Haziran kalkışması, herkes için karanlığın en koyu anında ortaya çıkmış ve Türkiye tarihinin gördüğü en büyük kitlesel kalkışma olmuştur. Ortaya çıkışının kaynağında yer alan Topçu Kışlası’nın yapımını engelleyen ve yaklaşık iki yıl AKP iktidarının en büyük korkusu olan Haziran kalkışmasının Türkiye siyasetindeki birçok parametreyi etkilediği/değiştirdiği ve birçok sol siyasi hareketi silkelediği bir gerçektir. Haziran sonrası hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı ve artık ezberlerin bozulması gerektiği sosyalizm mücadelesi veren tüm özneler tarafından bir şekilde ifade edilmiştir.
Görünen o ki, Haziran’ın sıcaklığı içerisinde bu ifadelerde çok farklı içerikler olduğu pek anlaşılamadı. Neyin artık eskisi gibi olmayacağı ve hangi ezberlerin bozulacağı konusunda çok farklı yaklaşımlar olduğu Haziran’ın sıcaklığının azalmasına/soğurulmasına paralel olarak ortaya çıkmaya başladı. Farklılıkların küçük değil, derin ve gelecek açısından taraflaştırıcı olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü dile getirilen ve hayata geçirilmeye çalışılan pozisyon alışlar basit salınımların çok ötesinde bir yere oturuyor. Örneğin, bir yanda Haziran kalkışmasında öznenin eksikliğini ve hareketi politik olarak temsil eder hale gelememesini görüp öncü özneyi yeniden kurmayı kurgulayanlar varken diğer yanda Haziran’da sokağa çıkan milyonların çeşitliliğini önemseyerek öznenin “renksizliğini” dile getirenler ve hatta bu haliyle özneyi, dolayısıyla öncülüğü, lüzumsuz görenler olabiliyor. Buradaki kritik nokta Haziran etkisiyle kendisini formatlayan ve baştan yazmaya çalışanların örgütlü mücadele, öncülük nosyonu, devrimci kriz, siyasi iktidarın ele geçirilmesi gibi başlıklarda ne yapacağı, ne diyeceğidir. Net olan ne olursa olsun bu yaklaşımların bir “yeni” arayışına gireceği ve “yeni”nin de pek öyle hayra alamet olmadığıdır.
Haziran kalkışması, öncesi, sonrası, etkileri, demografisi, sonuçları daha çok tartışılacaktır. Tartışmayı sağlıklı yürütmek içinse belli köşe taşlarını yerli yerine koymak gerekmektedir. İki nokta bu açıdan sabitlenir: 1) Haziran kalkışması herkesin halktan umudunu kestiği, “bu halk adam olmaz” psikolojisine girdiği bir zamanda gerçekleşmiştir, umut ve direnç merkezi olmuştur ve 2) Milyonların sokağa çıktığı eylemlerde işçi sınıfı öncülüğü yoktur. Dolayısıyla kapitalizmin devrimci sınıfı Haziran günlerinin, bırakın öncüsü olmayı, yancısı bile olamadığından milyonların eylemleri iktidar açısından kolay kontrol edilebilir bir hale gelmiştir.
Haziran’ın geniş yığınları sokağa döken, direnişe geçiren kendiliğinden yapısı Marx’ın yaşadığı dönemdeki işçi sınıfı hareketlerine benzemektedir. Bizzat Marx’ın yaşadığı dönem bu açıdan oldukça öğreticidir ve sonrasında dünya üzerinde görülmemiş büyüklük ve etkinlikte işçi sınıfı hareketlerine tanıklık eden bu dönem öznenin yokluğunda (ya da yetersizliğinde), Paris Komünü dışında, devrimlerini gerçekleştirememiş, burjuvaziyi iktidardan alaşağı edememiştir. Öyleyse, eksiklik ve soru bellidir.
Ne Yapmalı?
Lenin ilk kez 1902’de yayınlanan kitabında bir yandan ekonomizmle savaşırken bir yandan da devrimi gerçekleştirecek öncü partiyi tartışıyordu. Daha önce Narodniklerle Rusya’daki kapitalizmi tartışan Lenin, şimdi de kapitalizmin nasıl yıkılacağıyla, nasıl bir örgütle iktidarın alınacağıyla ilgileniyordu. Öncülük, iktidar ve dolayısıyla işçi sınıfının örgütlenmesi, sınıfın kendiliğinden hareketliliklerine müdahale ve öncü örgüt-sınıf ilişkisi, emperyalizm ve eşitsiz gelişim yasallıklarıyla birlikte Lenin’in düşünce ve eyleminin köşe taşları oluyordu. Siyasal devrim-toplumsal devrim ayrımı (5) kuramsal çerçevenin dışında öncülük teorisinin bir parçası haline geliyor, öncülük bu ayrıma basarak şekilleniyordu. Siyasi iktidarın alınmasıyla kriz dönemleri arasındaki bağlantı devrim stratejisinin merkezine oturuyordu.
Lenin’in dehasından çokça söz edilir. Bununla ilgili bir sürü neden sıralanabilir; başa yazılması gerekense Ekim Devrimi’dir. Başarıya ulaşan ve insanlık tarihinin gördüğü en ileri toplumsal yapının başlangıcı olan Ekim Devrimi’nin arkasında Lenin’in dehası ve aslolarak parti ve sınıf konusundaki uzlaşmaz ve katı ısrarı vardır. Sanılanın aksine Lenin düşünsel üretiminin önemlice bir bölümünü Sovyetler’in nasıl işleyeceği ya da köylülükle nasıl ittifak kurulacağı gibi konular üzerine değil, öncü parti, parti-sınıf ilişkisi, iktidarın alınması/korunması, emperyalizm gibi konularda gerçekleştirmiştir. Diğer tüm konular bu bağlamda ve sosyalist iktidarın ihtiyaçları doğrultusunda değerlendirilmiştir.
Yaşanan deneyimi tersinden de ifade edebiliriz: Öncü partiyi kurmadan, işçi sınıfını politik olarak temsil eder hale gelmeden iktidarı almanız mümkün değildir!
Ekim Devrimi’nden bugüne 98 yıl geçti. Tüm bu süre zarfında Ekim Devrimi’nin ölçek ve niteliğini aşan bir devrim gerçekleşmedi. Emperyalizmin tüm silahlarıyla kuşatmaya/yıkmaya çalıştığı Sovyetler Birliği Gorbaçovcu ihanetin “değişim” rüzgârıyla birlikte çözülüşe sürüklendi ve aynı “değişim” rüzgârı dünyanın her yerindeki komünistler üzerinde, sınıf partileri üzerinde de estirildi. “Değişim” rüzgârının hedefi belliydi: Parti ve sınıf unutturulacak, illa da devrim isteniyorsa bireyler özgürleştirilecek, toplumsal muhalefet sokağa çıkacak, her şey -yetmese bile- hemen şimdi yapılacaktı.
Bu sürecin ülkemize etkilerini yazının başında açmaya çalıştık; 1980’lerin başlarında “bir işçi sınıfı partisi olma” iddiasıyla yola çıkanların bu rüzgâra nasıl kafa tuttuklarını da…
Bugün her şey farklı mı?
1990’ların başında estirilen rüzgârla bugün farklı biçimlerde karşımıza çı-kan gündemler çok mu farklı? Sosyalizmin çözülüşüne eşlik eden “değişim” arayışıyla, bu dönem, önce cumhuriyet tartışmalarında daha güncel olarak Kürt ulusal hareketi referanslı tartışmalarda dile getirilen “statükoculuk” suçlaması arasında biçim ve nitelik açısından bir benzerlik yok mu?
Tekrarlamakta sakınca yok, Sovyetler Birliği’nin çözülüşünün kapitalist kutbun önüne çıkardığı iki tane somut problem vardı. Bir, sosyalizm tehdidinin tekrar ayağa kalkmamasının sağlanması ve iki, sosyalizmsiz bir dünyada kapitalist hiyerarşinin yeniden organize edilmesi. İlkinin garantiye alınması için hem sınıfın hem de sınıfın partilerinin etkisiz hale getirilmesi, mümkünse kontrol edilmesi, edilemiyorsa alt edilmesi gerekiyordu. Birçok komünist partiye dönük yapılan müdahaleler işin bir kısmını hallederken, sınıfın birliğinin parçalanması için hem sınıf örgütlerinin atomize edilmesi hem de üretimin buna uygun şekilde organizasyonu da işin kalanını hallediyordu. Tarihin sonunun ilan edilmesi, sınıftan kaçışın teorizasyonu basit bir düşünsel arayışı değil, sınıfa ve öncüsüne örgütlü bir karşı-saldırıyı anlatıyordu.
İkinci somut problem uzamadan ABD’nin Irak müdahalesiyle sonuçlandı ve kapitalist hiyerarşinin tepesindeki yeri tescillenen ABD oldu. Günümüz dünyası yine emperyalizmin bütünlüklü bir müdahalesine tanıklık ediyor. Dünya ölçeğinde kartlar karılıyor ve karşılıklı hamleler yapılıyor. Özellikle Ortadoğu ve çevresinde yoğunlaşan olaylar emperyalist müdahalenin boyutlarını gösteriyor. Irak’ın işgaliyle başlayan, Suriye ve İran’a dönük tehditlerle devam eden, “Arap Baharı”yla Kuzey Afrika’yı yeniden şekillendiren müdahaleler kendi yerel ayaklarını, ittifaklarını, işbirlikçilerini de yaratıyor. Bu adımların öncesinde ve adımlarla birlikte sözkonusu müdahale alanı içerisindeki siyaset mümkün olduğunca sorun çıkarmayacak, atılan adımları destekleyecek/ön açacak hale getirilmeye çalışılıyor. (*)
Konumuz açısından kritik olan bu çabanın bölgedeki düzen dışı tüm aktörleri etkisizleştirecek, olası arızaları çıkmadan engelleyecek bir manipülasyonla birlikte sergilenmesidir. Ülkemiz açısındansa bu daha da önemlidir. Türkiye, kapitalizminin genişliği, ekonomik ve askeri gücü, nüfus yoğunluğu, sınıfsal ayrışmalar, Kürt sorunu gibi özelliklerinin yanı sıra yeni bir cumhuriyetin oluşturulma çabası ve buradaki ana siyasi özne olan AKP’nin yapısal durumu ve fevri çıkışlarından kaynaklı sola nesnel olarak ciddi olanaklar sunmaktadır. Düzenin ana siyasi aktörlerinin siyasetin sağında ve merkezinde toplandığı bu tablo bir topallık yaratmakta, sol ayak boşta durmaktadır. Bölgenin önemli kapitalist ülkesindeki bu topallık yukarıda bahsettiğimiz manipülasyonun da zeminidir.
Bu zemin aynı zamanda işçi sınıfı partisinin mücadele alanıdır.
Bir kez daha: Parti ve Sınıf
Son yılların, Türkiye’deki sol siyasi yapılar için iyi geçmediği ortadadır. Türkiye solu içinde özel bir ağırlığı ve yönlendiriciliği olan TKP fiili olarak üçe, yeni oluşan üç partiye de dâhil olmayan üyeleriyle aslında dörde, bölünmüştür.
TKP’nin yaşadığı süreç ayrıntılı incelenmelidir, ortaya çıkan bazı sonuçlar vardır, fakat halen biraz zamana ihtiyaç duyulmaktadır. Bugün eksik kalan/açıkta kalan çok sayıda görev bulunmaktadır. Ülkenin sola ihtiyacı apaçık ortadayken, ortada bu ihtiyaca cevap verebilecek güçlü bir özne bulunmamaktadır.
Öyleyse, önce Parti inşa edilecek!
Parti’nin inşası sırtını tarih ve sınıf bilincine yaslayarak, biriktirdiği çeyrek asırdan fazla deneyimi göz önüne alarak, eksik kalmış sınıf bağlarını sıkıca oluşturarak gerçekleşecek. Parti toplumun bütününe seslenmekten geri durmadan, kadrolarını mücadelenin içinde yetiştirerek, gövdesini değil de gölgesini büyüten hareketlerin büyüsüne kapılmadan kurulacak. Şüphesiz Parti hangi dinamiklerden besleneceğine, hangi alandaki çalışmalara öncelik tanıyacağına kendisi karar vererek yol alacak. En önemlisi Parti gerçek bir kolektif çalışmayı yaratarak, sınıfın öncü işçilerini bu kolektifin organik bir parçası haline getirerek ayağa kalkacak. Çünkü:
“Hareketimizde etkin olarak çalışanlar için biricik ciddi örgüt ilkesi, en sıkı gizlilik, üyelerin en sıkı elekten geçirilmesi ve profesyonel devrimcilerin eğitilmesi olmalıdır. Bu nitelikler birleşince, ‘demokratçılık’tan çok daha değerli olan bir şeye, devrimciler arasında eksiksiz bir yoldaşça karşılıklı güvene kavuşmuş olacağız.” (6)
[separator type=”thin”]
DİPNOTLAR
- Neşe Düzel’in Nabi Yağcı’yla Taraf gazetesinde yayınlanan röportajından alıntıdır. İnternette farklı sitelerde röportajın tamamına ulaşılabilir. Alıntının yapıldığı adres: http://arsiv.taraf.com.tr/yazilar/nese-duzel/nabi-yagci-turkiye-kriz-degil-devrim-yasiyor/1071
- “Komünistlerin kuramsal ifadeleri asla şu ya da bu dünya düzelticisinin icat ettiği ya da keşfettiği fikirlere, ilkelere dayanmaz. Onların söyledikleri yalnızca, mevcut bir sınıf mücadelesinin, gözler önünde cereyan eden bir tarihsel hareketin somut ifadeleridir.” (Marx, Karl-Engels, Friedrich; Komünist Parti Manifestosu; Çeviren Yılmaz Onay, Evrensel Basım Yayın, İstanbul, Eylül 2014, s.56)
- g.y; s.42.
- Marx, Karl; Fransa’da Sınıf Savaşımları 1848-1850; Çeviren Sevim Belli, Sol Yayınları, Ankara, Ocak 1988, s.160
- “Yığın içinde bu komünist bilincin yaratılması için ve gene bu işin kendisinin de iyi bir sonuca götürülebilmesi için insanların yığınsal bir değişikliğe uğraması zorunlu olarak kendini ortaya koyar, böyle bir biçim değişikliği ise ancak pratikteki bir hareketle, bir devrimle yapılabilir; bu devrim, demek ki, yalnızca egemen sınıfı devirmenin tek yolu olduğu için zorunlu kılınmamıştır, ötekini deviren sınıfa, eski sistemin kendisine bulaştırdığı pislikleri süpürmek ve toplumu yeni temeller üzerinde kurmaya elverişli bir hale gelmek olanağını ancak bir devrim vereceği için de zorunlu olmuştur.” (Marx, Karl-Engels, Friedrich; Alman İdeolojsi [Feuerbach]; Çeviren Sevim Belli-Ahmet Kardam, Sol Yayınları, Ankara, Nisan 2004, s.66-67)
- Lenin, V.İ.; Ne Yapmalı?; Çeviren Muzaffer Erdost, Sol Yayınları, Ankara, Eylül 2013, s.153